30 Ocak 2018

Kitap: Suikast (Harry Mulisch)


Orjinal Adı: De Aanslag

Orjinalinin ilk baskısı: 1982
Doğan Kitap Yayınevi
Almanca'dan çeviren: Ahmet Arpad

Evet, ne yazık ki, Hollandaca aslından çevrilmemiş. Yine de çeviri güzel, su gibi akıp gidiyor en azından. Fakat burada bir Hollandalı, bu kitabı okuduğumu duyduğunda, "Oo.. Harry Mulisch çok zor, çok entelektüel bir yazar, ben hiçbir kitabını okuyamadım..." deyince bi şüphelendim. Acaba düzgün çevrilememiş olabilir miydi? Cümleleri basitleştirerek mi çevirmişti acaba ilk çeviren? Çünkü benim elimdekini okuması son derece basit. Fazla entelektüel bi okur olduğumdan falan değil, gerçekten basit... Bu kitabı orjinalinden okuyacak seviyeye gelirsem bir gün, belki tekrar kurcalarım Mulisch'i, zor muymuş, kolay mıymış... Belki de o yorum yapan kadınla kitap zevklerimiz, zor kitap anlayışımız farklıdır... Bilmiyorum.

Neyse efenim, bu kitap, 80lerde basıldıktan sonra filmi de çekilmiş ve film, 1986'da yabancı film dalında Oscar kazanmış. Filmi henüz izlemedim, bulmak zor. Netflix'te -tabi ki- yok. Bulup izleyeceğim bi şekilde. Youtube'da orjinal dilinde var, güzel görünüyor. 

Konu kısaca şöyle: İkinci Dünya Savaşı'nın son zamanları. Dünya Nazilerden kurtulduğu için kutlama yapmaya başlamışken, Hollanda'nın Haarlem şehrinde Nazi yönetimi hala devam ediyor.  Açlık var, kış var, karartma var, akşamları sokağa çıkma yasağı var... Direnişçiler de var. Suikast düzenliyorlar Nazi askerine, polisine... Sessiz, kendi halinde, dört evlik bir sokakta bir polis öldürülüyor. Ve sonuçları o civarda yaşayanlar başta olmak üzere pek çok insanı etkiliyor.

Kitabı farklı kılan şey, Naziler deyince artık klişe sayılabilen konulardan uzak durması. Yahudileri öldürüyorlar, gaz odaları var, bazı Hıristiyanlar ispiyonlamış komşularını, vay pislikler, falan filan, tamam. Ders kitaplarında öğretilebilecek versiyon bu. Mulisch ise o günleri gerçekten anlamak isteyenler için evdeki ve sokaktaki hayatı en ince ayrıntısına kadar anlatmış. İnsanlar neden sesini çıkartamazdı? Çıkartanların yaptıkları eylemlerin sonucu ne olurdu? Günler geceler nasıl geçerdi? Peki sonrasında, Nazi yandaşlarıyla, onların aileleriyle, savaş mağdurları birbirlerinin yüzüne bakmayı nasıl başardılar? Ne zaman unutulmaya başlandı o günler? Direnişçiler ne yaptı savaştan yıllar sonra? Delirmeden nasıl yaşadı bunca insan?

Böyle büyük toplumsal deliliklerin ardından insanlar nasıl başarıyor delirmeden kalmayı? Adeta evrime bir kanıt daha bulduğumu hissediyorum şimdi. Kesin ilk ben bulmuşumdur evet: Unutabilen veya ayak uydurabilen, yaşıyor, gerisi nanay...

Kısacası Mulisch, Hannah Arendt'in yaptığı gibi, dinleyenin işini kolaylaştıracak hazır cevaplar, sosyal mesajlar vermeden, kamu spotuna dönüşmeden anlatıyor o günleri. Bir de kitabı okumayı kolaylaştıran tekniklerden birini kullanmış yazar: Aynı karakterlerin gelecekteki hallerini de gösteriyor bize. Muhtemelen yazarın amacı kitabı kolaylaştırmak değildi, zaten asıl derdi savaş zamanındaki kötülüklerin dışına çıkıp, bunların uzun vadedeki etkisini incelemekti. Fakat okur açısından, savaş zamanında tanıştığı çoğu karakterin gelecekteki halini de görmek tatmin duygusu yaşattığı için, okumayı kolaylaştırıyor.  

Bir de olayların Haarlem'de, Amsterdam'da geçmesi benim için ekstra bir etki yaptı. Şimdi dört mevsim turistlerle dolup taşan Museumplein o zamanlar işgal altındaymış. Yazarın çocuk karakterinin gözlerinden bakıp savaş sokaklarında gezdim. Dahası, orda burda karşılaşılması kolay olmayan tarihi olayların da ipuçlarını verdi kitap. 1960larda Amsterdam'da yapılan eylemler, kraliyet ailesine karşı yapılan protestolar... İpuçlarını takip edip gerçeklere ulaşmak da bana düşüyor bi zahmet. 


Şimdi alıntılar:

1945

17 - Fotoğrafta, bir grup karnı doymuş, şişman Amerikalı...

19 - Savaş yıllarında faşistler oğullarına çoğunlukla Anton ya da Adolf adını takardı. Gazetelere büyük gururla verdikleri doğum ilanlarını da SS veya NSB'nin simgeleriyle süslerlerdi. Hatta bazıları çocuklarına Anton Adolf adını takardı. Savaş sonrası yıllarda, Anton, adı Adolf ya da Anton olan biriyle tanıştığında, ona doğum tarihini sorar, savaş sırasında doğup doğmadığını bilmek isterdi. Yoksa onun annesi ile babası da savaş yıllarında Führer yandaşı mı olmuştu? Savaştan on beş yıl sonra anne babalar çocuklarına yine Anton adını takmaya başlamıştı.  Adolf adı ise günümüze kadar sorunlu bir ad olarak kalmıştır. Yeni doğan çocuklara yine Adolf adı verilebildiğinde, insanlık İkinci Dünya Savaşı'nı artık tamamen unutmuş demektir.

34 - Anton bunun ne demek olduğunu, yıllar sonra üniversite öğrenimi sırasında bir rastlantı sonucu öğrenecekti. Sivil polis, annesinin yürüyüşünden, onun Yahudi olup olmadığını anlamak istemişti.

37 - Babası şapkasını çıkarmak zorunda kalmıştı... (...) Yaşamında hiç melon şapka kullanmayacaktı. Savaştan sonra da hiç kimse şapkalı gezmesindi!

51 - Fakat bizim işimiz kolay değil. Onlarınki ise çok kolay. Başedebilmemiz için az da olsa onlara benzemek, kendimizden bazı şeyler vermek zorundayız. Onlar için bu söz konusu değildir, hiç vicdan azabı çekmeden bizi yok edebilirler. (Bir direnişçinin düşünceleri)

64 - Biraz sonra Rijks Müzesi'nin arkasından geçtiler. Buraya babasıyla gelmiş olduğunu anımsadı. Kocaman bir alana vardılar. Ortasında, dört köşe, oldukça büyük iki barınak durmaktaydı. Alanın bir bölümü tel örgülerle kapatılmıştı. İlerde, Rijks Müzesi'nin tam karşısındaki yapının çatısında kocaman bir lir vardı. Yapı, bir Yunan tapınağını andırıyordu. Alınlık tablasının tam altında da iri harflerle "CONCERTGEBOUW" yazmaktaydı. Hemen önünde, tabelasında "Ordu Yurdu" yazan küçük bir yapı gözüne çarptı. Sağında solunda büyük villlalar vardı. Almanlar galiba bazılarını büro olarak kullanıyordu.

65 - Cebinden çıkardığı sigara kutusundan yassı bir Mısır sigarası aldı. Anton, kutusunda "Stambul" yazdığını gördü.


1952

72 - İngilizce bilenler kendilerini onlardan biri sanıyordu. Hediye edilen sigarayı sevinçle alıyorlardı. Öteki dünyadan gelmiş kurtarıcılardı o insanlar!

72 - Pantolonunun sağ paçasında, bisiklete binerken taktığı mandal hala durmaktaydı.

73 - Ocak 1945 ile haziran 1945 arasındaki beş ay, haziran 1945 ile bugün arasından çok daha uzundu Anton için. Zamanın böylesine şekil yitirmesi, anıların bulanıklaşması, ileriki yıllarda çocuklarına savaştan söz ederken Anton'u hep zorlayacaktı.

74 - Nazilerin vurulduğu yerlerin yakınındaki evlerin ateşe verilmesi o günler için olağandı. Ancak bu evlerde yaşayanların da kurşunlanarak öldürülmesi terörizmdi. Savaş yıllarında, sadece Polonya ve Rusya'da bu gibi davranışlara rastlanırdı. O ülkelerde olsaydı, Anton'u da kurşuna dizerlerdi, beşikteki bebeği de...

77 - ...eğer biraz yürekli olsaydın, değil askere, gönüllü olarak Kore'ye gitmek için de müracaat ederdin. Orada neler olduğundan haberiniz yok sizin. Barbarlar Hıristiyan medeniyetinin kapısını kırmaya uğraşıyor! (...) Faşistler Kore'dekilerin yanında kimsesiz çocuklardır. Koestler'i okumalısınız hepiniz. (Kore Savaşı'nın Hollanda üzerindeki etkisi de Türkiye'dekiyle aynıymış demek ki. ABD komünistlere karşı, biz de öyleyiz, o zaman ne duruyoruz?)

78 - Eski SS'ler Kore'de savaşmakla günahlarını affettirecek. Ne var bunda?

79 - Kısa paçalı pantolonu, o yıllarda, toplumun varlıklı kesiminde pek modaydı.

89 - Peter, o akşam kafasına koyduğunu yapmış olsaydı, oturduğum bu tabure çoktan kül olup gitmişti. 

90 - Peter on yedi yıl yaşamıştı. Onun şimdiki yaşından üç yaş daha genç. Fakat yine de hala onun ağabeyi sayılıyor. Düşünmesi zor şeyler...

93 - "Kraliçemiz ve vatanımız için şehit oldular."

93 - Belki de Şehitler Anıtı Yüksek Komisyonu'nda uzun süre, karı koca Steenwijk'lerin adlarının bu tabelaya yazılıp yazılmayacağının tartışması yapılmıştı. Komisyon üyelerinden bazıları, onlar savaş esiri olarak kurşuna dizilmedikleri, bambaşka bir nedenle hayvan gibi öldürüldükleri gerekçesiyle karşı çıkmış olabilirdi. Bunun üzerine üst komisyondaki üyeler de, "Steenwijk" adının tabelada yeri olup olmadığını tartışmışlardı belki. Ancak yerel komisyonun, tabelaya Peter'in  adını koymama teklifi üzerine, babası ile annesi anıtta yer almış olabilirdi. Ne de olsa ağabeyi, savaşta ölmüş silahlı direnişçilerden biri sayılırdı. Ve onlar için başka anıtlar dikilmişti. Tutuklular, direnişçiler, Yahudiler, Çingeneler, eşcinseller... Tanrı korusun hepsini birbirine karıştırmamalıydı. Yoksa tam bir karışıklık yaşanırdı.


1956

101 - Bir defasında bu düşüncelerini, devamlı yelkenli yatlardan söz eden arkadaşlarına açmak istemişti. Suratına öyle bakmışlardı ki, hemen susmuş, düşündüklerini kendisine saklamaya karar vermişti.

102 - Anton, çoğu insanın, oyunu kullanmadan önce uzun uzun düşünmediğini, pek bilinçli hareket etmediğini, aradan yıllar geçtikten sonra kavradı. Çoğu seçmenin, ya kişisel çıkarları ya o partiyi kendine yuva saydığı ya da adayın çok güvenilir bir kişiliği olduğuna inandığı için o partiye oy verdiğini fark etti. (Burda da yokmuş. Nerede yaşanıyor bu sıçtığımın ideal demokrasisi?)

105 - (1956'nın ikinci yarısı) Amsterdam'da, kitapçılardan evlere kadar, komünistlere ait ne varsa saldırıya uğramıştı. Ve kimi adresleri yayımlayan basın da onlara bir güzel destek olmuştu. Tarafsız habercilik adı altında, şurada oturan şu parti yöneticisinin evinin dünkü saldırıda az bir zarar gördüğü bildirilmişti. (Daha geçen hafta Hollanda'da basın özgürlüğü üzerine bi şeyler anlattı okuma kulübündeki hocamız. Özgürlük, göreceli ne yazık ki.) 

113 - ...ses tonundan, bu cevabı pek çok kez tekrarlamış olduğu belliydi.

113 - Seninle aynı sınıftaydık. Babanı ve anneni vurdular, sen tıp öğrenimi görüyorsun. Babam öldürüldü ve ben şofben tamir ediyorum.

117 - Hitler'in savaşı kaybedeceği belli olduğunda bir sürü insan direnişçi pozuna girivermişti. Lanet olası o palavracı kahramanlar!

118 - Evinizin yandığını duyduğumda, babamın öldürülmüş olduğu haberini henüz getirmişlerdi. Bir an olsun bizleri düşündün mü? Ben seni düşünmüştüm, 'acaba ona bir şey oldu mu?' diye sormuştum kendi kendime. Sen beni o anda aklından geçirmiş miydin?


1966

125 - Tevrat'ta sözü edilen, Yakub'un uyurken yastık diye başını koyduğu taştı bu. (Kutsal hırka, kutsal taş, ne zaman bırakacak insanlar nesnelerle kurduğu bu gereksiz saygı dolu muhabbeti?)

133 - Nasıl oluyordu da, Vietnam Kurtuluş Ordusu'nu Nazilerle karşılaştırabiliyordu. Amerikalıların eski Amerikalılar olduğuna inanması da yanlıştı. Savaştan yıllar sonra değişen onlardı. Bir karşılaştırma gerekiyorsa, şimdiki Amerikalıları Nazilere benzetmek yerinde olurdu.

136 - Hindistan'dan kurtulduktan sonra Hollanda'nın durumu düzeldi. Öyle değil mi? (Bu cümle neden bahsediyor? Öğrenmem lazım.)

136 - Bize borçluydular, teşekkür etmemize hiç gerek yok. Amerikan İhtilali de Amsterdamlı bankerlerin parasıyla finanse edilmişti. Hem o senin Marshall Yardımını da son kuruşuna kadar geri ödüyoruz, sevgili Gerrit. On sekizinci yüzyılda buradan Amerika'ya gitmiş olan paraların ise ömür boyu geri gelmeyeceğine eminim.

136 - Kimin için yaptı bütün bunları? Prensesimiz için... Son kelimeyi söylerken midesi bulanıyormuş gibi yüzünü ekşitti.

136 - Sen basit bir saray faşistisin, başka hiçbir şey.

137 - Monarşinin o gizli çekiciliğinden sizin hiçbirinizin haberi yok! (...) İnsanın ruhu için Soestdijk Sarayı'nda bir akşamdan daha güzel, daha asil ne olabilir? Işıl ışıl pencereler, arka arkaya girişe yanaşan siyah limuzinler, göz alabildiğine merasim üniformalı, bellerinden kılıç sallanan beyler, takıları parıldayan uzun tuvaletli hanımlar...(...) Tanrı izin verirse, majestelerini bile görebilirsiniz! Ve ötelerde, çok ötelerde, tel örgüler ardında, yağmurun altında, jandarmanın korumasında basit halk...

138 - Senin basit dediğin halk...geçenlerde Amsterdam'da kraliyet ailesinin üzerine bir güzel sis bombaları yağdırdı. (1966'da, Provo hareketi)


144 - Yaptığınıza değdi mi? diye Anton birden sözünü kesti.


145 - Eğer senin annen ve baban, dedi Anton ağır ağır, o evlerden birinde yaşıyor olsaydı, yine de orada vurur muydun Ploeg'u?

(...) Hayır, lanet olsun! ... Tabii vurmazdım.

158 - Çocuğuna, yemek istediği şeye pomfrit dendiğini öğretemez misin? (kızartılmış patatesten bahsediyor)

160 - Biz yıllar boyu kimi şeyleri hiç çözmeden erteledik durduk. Fakat şimdi sorunlar ortaya çıkmaya başladı. Çevremdekilerden çok şey duyuyorum. Hastalık yirmi yıl gizli kaldı. Belirtilerini şimdi fark ediyoruz.

176 - Daha on bir-on iki yaşlarında bir çocukken, Hollanda haritasını mikroskobun altına koyarsa, Haarlem'de oturan insanları göreceğini sanırdı...

176 - Çok eski olduğu selesinden belliydi. Amsterdam sokaklarında böyle bisikletlere artık rastlamak mümkün değildi. (Amsterdam'da her yıldan bisiklet bulunduğunu düşünürdüm. Hem sele yıldan yıla değişen bi şey miymiş ki?)

178 - Fakat o geçmişini kimya yoluyla deşmek, gizli kalmış kimi şeyleri gün ışığına çıkarmak niyetinde değildi. Belki de deneyler sonucunda, istediği değil de, kontrol edemeyeceği bambaşka bir şey ortaya çıkardı. Bu tehlikeli olabilirdi.

179 - İşte yıllar boyu direnişten geriye kalan bu... Darmadağınık, bakımsız, mutsuz, hep yarı sarhoş gezinen, bodrum katında yaşayan, odasını belki de sadece eski dostlarını son yolculuklarına uğurlamak için terk eden adamın biri. O böyle yarı sürünür yaşarken, savaş suçluları affedilirken, o artık sözü geçmeyen bir seyirci...

181 - ...beş paranın da artık geçerliliği kalmadı ya...

182 - Bisikletlerimize binmiş ilerliyorduk kanal kıyısındaki yolda. Sevgililer gibi el ele. (Bu moda ya da bu kültür o zamanlar da varmış demek...)

184 - Kızı toplumun kurbanı olmamıştı ki. O adam tarafından öldürülmüştü. Bunu yapmayan, toplumda en kötü şartlar altında yaşayanların her an için suç işleyebileceğini kabul eder. O zaman bu insanların ırza geçme suçu işlemesini, adam öldürmesini de kabulleniyor demektir.


1981

195 - Eskiden bu gibi deyimlerle arası iyi değildi, kullanmazdı onları. "Olan oldu" veya "Mükemmel iyinin düşmanıdır"... Ancak şimdi bu gibi sözler kimi düşüncelerini yansıttığı için kullanmaya başlamıştı. Onları klişe olarak kabul etmiyordu. Nesillerin toplu hayat deneyimi vardı bu sözlerde. Hüzünlü gerçekler gizliydi onlarda, idealistlerin bilgelikleri değil.

208 - Silahlar dağ gibi yığılıyor. Günün birinde ateşlenecek, buna eminim. Çünkü kaçınılmaz. Adem ile Havva'nın dayanamayıp elmayı bir gün yemeleri gibi. Fakat biz bu gibi "elmaları" yok etmeliyiz.

227 - Kimseyle görüşmedikleri için kimsenin sevmediği Aarten'ler savaşta üç insanı ölümden kurtarmıştı. (Kimseyle görüşmeyen, içe dönük insanları sevmemiz, koruyup kollamamız, en önemlisi de onlara saygı duymamız ve onları rahat bırakmamız için bi neden daha...Hiç...)