Bugün koşu günümdü. Yataktan çıkmadım. Saçma sapan ufacık bi şey bütün yaşama isteğimi, gücümü alıyor bazen. Herkese oluyordur arada sırada. Benim de gelip geçiyor. O yüzden çok sallamadım. Malak gibi yattım. Ama koşu bi vicdan azabı olup hatırlatıp durdu kendini. Henüz çok içli dışlı olmadık ya, böyle ufak uzaklaşmaları çok büyütüyor. Sorun sende değil bende falan dedimse de ikna olmadı. Ben de koşu güzergahında yürüyüşe çıktım. Evden çıkmış olmak için. Hem de Feridun Andaç'ın Genç Meslektaşıma Mektuplar* yazı dizisinde söylediklerini uygulamaya çalışırım düşüncesindeydim. Not defterimi aldım yanıma, bi de kalem tabi, çevreyi izledim. Kanal, gölümsü su, rüzgarda uçuşan yapraklar, köpeğini gezdirmeye çıkan insanlar, öğle yemeğine giden beyazyakalar, bisikletsiz bisiklet yolu, kuşlar... Binalar, otoban... Kadrajın gözünden bakabilse, sürüyle fotoğraf çıkarabilirdi insan ama bende o yetenek de, o gözle bakacak yaşam enerjisi de yoktu. Sanki, öylesine bi "hadi" demişim yine, "bi yürüyüşe çıkayım, doğayı, çevremi dinleyeyim, bana ne anlatacakmış, belki duyarım bu sefer bi şeyler"... Çünkü çoğu zaman duyamıyorum. İnsanın içi kederle, huzursuzlukla, öfkeyle ya da diğer herhangi bir karanlık duyguyla doluysa, yürüyüş onu nasıl rahatlatabilir, anlayamıyorum. Hani öyle derler ya... Doğayla hiçbi zaman çok samimi olmadım sanırım, o yüzden birbirimizin işine yaramıyoruz. Yere çöp atmamak ve geri dönüşüme önem vermek dışında bi faydam yok kendisine.
Yine de zorladım kendimi, kuşları izledim. Kurgu için bi konu çıkar mı diye düşünerek baktım gördüğüm her şeye. Çıkartamadım ama içim rahatladı biraz. Görevini yerine getirme rahatlığı. Yürüyüşün, çevreyi dinleyerek bakmanın eninde sonunda işe yarayacağını düşünüyorum sanırım. Sadece düşünmek için yalnız kalmak. Amaç spor değil, bi işi bitirmek değil, bi şeyler, izlemek, okumak, yazmak, puzzle yapmak değil... Fiziksel bir oyalayıcı olmadan öyle mal gibi yürümek, bi banka oturmak. Yaşlılar gibi aslında. Zamanı yavaşlatmak. Verimli kullanma çabasından kurtulmak.
Eve dönüşte zihnimin açıldığını hissettim. Bi düşünce geldi aklıma. Bu düşüncenin aklıma gelmesinin ne kadar tuhaf olduğunu düşündüm. Sonra, bundan bi kurgu konusu çıkabilir, dedim kendi kendime... Hemen not etmek istedim, zira tek kelime yazmamıştım taşıdığım not defterime. Fakat bizim sokağa gelmiştim çoktan, komşuların beni görme ihtimaline karşı, "sokakta bi şeyler yazan tuhaf kız" olmamak için yazmadım, içimden tekrar ede ede hızlıca apartmana girdim ve köşede durup not aldım. Hızlıca, ayaküstü not almaya da alışkın değilim, kafamdakilerin değerini azaltıyorum sanki not alırken, yanlış kelimeleri seçiyorum. Bu hayal kırıklığına alışkın olduğum için bu defa pes etmedim. Eve girince hemen oturdum kağıt-kalem başına, aklıma geleni yazdım. Olayları bir sıraya koymaya çalışmadan. Aslında belli bir olay da yoktu, sadece betimlemekti yaptığım. Sonradan toparlayabileceğimi düşündüm hep. Bir öykü, roman ya da kurgulanan herhangi bir şey ilk defa not edilirken hep böyle yapılmaz mıydı? Bilmiyordum, umursamadım da. Fakat her zamanki gibi, bi noktadan sonra yoruldum, kendimi zorlayınca yazmaktan soğuduğumu fark ettim ve bıraktım. Her denememde olduğu gibi... Halbuki başlangıçta öyle hevesliydim ki sandalyeden kalktığımda bitmiş olacağını düşünüyordum. Buna inanmasam da, mantıklı olmadığını bilsem de, inanmak istiyordum içten içe. Çünkü bu yazıya bi daha geri dönüp bakmayacağımı, baksam da hiç beğenmeyeceğimi, yırtıp atmak isteyeceğimi biliyordum. Hazır gazım varken, bitirivermeliydim. Fakat öyle olmadı tabii ki, yoruldum ve bıraktım.
Şimdi, Feridun Andaç'ın sözünü dinleyip, usanmadan her gün tekrar tekrar göz atacağım o yazdıklarıma ve bi şeyler eklemeye çalışacağım. Spordaki gibi, bünyemin bir müddet sonra alışması ihtimaline inanmak istiyorum. Kendimi zorlarsam, bir müddet sonra hayalgücü damarlarım açılacak ve başı sonu olan bi kurgu-yazı çıkartabileceğim sanki. Artık öykü mü olur, anı mı, deneme mi, adı ne olur bilmiyorum. Çünkü bu kez öykü yazacağım diye kısıtlamak da istemiyorum kendimi. Belki de ondan olmamıştı şimdiye kadar? Belki de kurgu değildi yazmam gereken şey? Türünü düşünmeden yazmak dediğim bu. Sadece blog yazar gibi, günlük yazar gibi başı sonu belirsiz olmasın ve derdini yani derdimi anlatabilsin, tek isteğim bu. Bi de dili daha düzgün olsun tabi.
Tabii bu hedeften önce, birincil derdim, bi yazıya, farklı zaman dilimlerinde devam edebilme sakinliğini, erdemini, sabrını gösterebilmek. Hatta ondan da önce, bir derdim daha var: Kendim hakkında yazmamak. Çünkü kendim hakkında yazınca toparlayamıyorum. Ordan oraya atlamam gerekiyor ve hiçbir zaman asıl demek istediğimi anlatamıyorum. Bitmiyor, bitecek gib durmuyor, dolayısıyla devamı da gelmiyor. Yazmaktan soğutuyor beni. Üstelik, kendime, geçmişime saplanıp kalıyorum, bugünüme zararı oluyor. Ne anladım o işten?
Bırak, diyorum kendime, kendini bırak, başka karakterler yarat, onlara kendinden parçalar koyarsın biraz biraz. Hayalgücünü kullan. İşte bu arkadaşla aramız çok bozuk, doğayla olduğu gibi aslında. Uzun zamandır görüşmüyoruz. Onunla aramızı yapmaya çalışıyorum. O yüzden bugün kurguya dönüştürebileceğim bir fikir gelince aklıma, çok heyecanlandım. Sonuçta, bittiğinde ortaya çıkan yazı, kurgusal bi şey olmasa bile, işe kurguyla başlamanın hayalgücü damarlarımı açacağını umuyorum.
Anlaşılacağı üzre, "Nasıl yazılır?" türünden yazılara kafa yormaya başladım bu sıralar. Kendim beceremiyorum, bari eskiden "zırva" dediğim yaratıcı yazarlık vesaire öğütlerine kulak vereyim dedim, belki işe yararlar. Feridun Andaç'ın yazılarının zırvalıkla alakası yokmuş tabi. Doğru yolda olduğumu hissettim. "Hem çalışmıyorsun, hem de olmuyor diye şikayet ediyorsun" diye azarlayacak birine, bir ustaya ihtiyacım varmış meğer. Peki Andaç'tan neler öğrendim? Buraya not edeyim ki, arada bi hatırlayayım:
- "İyi okur" ol.
- Her şeyin senin başından geçmesi gerekmiyor. Yaşamak gerek ama yaşadıklarını yazmak için değil.
- Not al, okurken, yaşarken, film izlerken (Hatta film defterin olabilir)... "Not almak bir söz'ü, bir kavram'ı hemen düşünsel metne dönüştürme bilgisine yönelmenizi sağlar." (İşte bu yüzden, bu bilgi'den uzak olduğum için not almakta zorlanıyorum.)
- Bütün antenlerini açarak, tutkuyla yaşa, izle, gözlemle, dinle. Yazarken de bu antenlerle aldıklarını aynen aktarmaya çalışma, zaten olmaz. Başka bi düzlemdesin artık... (Halbuki ben hep kendi yaşadıklarımı, hissettiklerimi, gördüklerimi aynen aktarabilmek için bir araç olarak kullandım sanatı. Karakalem resim yaptım, bir fotoğrafın aynısını kopyalayabildiysem başarılı saydım kendimi, bu başarıdan zevk aldım. Kendimden bi şey katmaya çalıştım ama olmadı. Kattığım şeyin değerini ölçemedim çünkü. Yazarken de, yukarıda dediğim gibi, içimden geçenleri aynen yansıtmaya çalıştım fakat hiçbi zaman beceremedim.)
- Farklı sanat dallarıyla da ilgilen, iç dünyanı zenginleştir. Sinema, müzik, resim, heykel... (Sinir olduğum çağdaş sanat ve fotoğraf müzelerine daha sık gitmeliyim demek oluyor bu.)
- Bu yaşta kendini yazma ama aile öykülerinden yani kökeninden beslen, belki anlatabilirsin..
- Ara ara kısa metinler yaz kendi kendine. Pratik olsun, beynin yazma alışkanlığını kaybetmesin diye.
- Okurken coşkuya kapıl ama yazarken kontrollü ol. (İkisinde de coşku var bende şimdilik. En azından %50si tamam.)
- "Yazdıktan sonra okuduğumda, genç kızın iç körlüğünü anlattığımı gördüm. Oysa çıkış noktam başkaydı." (Başta belirlediğim hedefi tutturamazsam, yazdığımdan asla tatmin olamazmışım gibi geliyor. Fakat bu hatalı bir öngörü de olabilir, çünkü tamamen bitti dediğim çok az şey yazdım şimdiye kadar.)
- Doğayı dinle, dilini öğren.
- Bulunduğun yerin edebiyatını oku. "Bir yeri/bir semti/bir sokağı olmayan yazar bana yavan gelir." (Benim bir yerim yok ki, onu n'apıcaz? Okudukça bi yer edinirsin belki... Hele bi dene, görmezden gelmeyi bırak.)
- Düzyazı ile uğraşan her yazı insanı mutlaka iyi bir şiir okuru olmalı. "İmgelemin ne olduğunu iyi bir şairden öğrenebilirsin." (İşte, senin en büyük sınavlarından biri de bu. Şiirden anlamıyorum diye kestirip attın hep, uğraş biraz. İmgeleme ihtiyacın var çünkü.)
- Üçüncü sayfa haberlerinden iyi konu çıkabiliyor.
- Yazar bir dile, bir kültüre ait olmalıdır. Yaşadığı yerin sorunları, dertleri, sevinçleri ile ilgilenmeyen, ne yazabilir? (Türkiye haberlerini okumayı bırakınca psikolojim düzeldi, günlerim daha dolu dolu geçiyor. O arada bura haberlerinden de uzaklaştım. Dünyadan haberim yok yani. Bunun pek sağlıklı olmadığının farkındaydım da, ödev olması da canımı sıktı. Sabah haberlere bi göz atayım desem, bütün günüm gidiyor. Bi denge kurmayı öğrenmeliyim belki. Ama yapacağıma hiç inancım yok. Kanım hala çok deli akıyor, çok kolay sinirleniyorum. Tarih okudukça sakinleşeceğimi sanıyordum ama ya yeterince okumuyorum ya da doğru tedavi yöntemi bu değil. Kısacası, şimdilik bu sınavı erteliyorum.)
- Sabırlı ol, orda burda bi an önce yazı yayınlatacağım diye uğraşma.
- Defter-kalem kullan.
- Yazı dizisinde geçen kitapları oku, filmleri izle..
Şimdilik bu kadar, daha da uzatmadan veda edeyim.
Selamlar,
Kanatlı Kedi
* Böyle bir yazı dizisinden haberdar olmamı sağladığı için Macera Kitabım'a teşekkürler.