27 Mayıs 2016

Film: Mustang (İyi film de, keşke gerçekten gerçekçi olsaymış)


Hakkında söylenecek çok şey var. Değindiği konular çok önemli,bekaret takıntısı, küçük yaşta evlendirme, görücü usulü evlendirme, kıyafet baskısı, her türlü özgürlük baskısı, kısaca ahlak takıntısı. Ve bunun son yıllarda hükümet eliyle arttırılışı, hükümetin halka baskı yapması yönünde örnek olması, bülent arınç'tan tayyip'ten yapılan alıntılar... aile içi tecavüz...

Bunları dile getiren bir filmin dünya çapında duyulması da çok iyi, ifade özgürlüğü ve gerçeklerin bilinmesi açısından. Gel gör ki asıl derdin sahibi olan ülkemizde bu film çekilebilir miydi? Hayır. Ki zaten çok da izlenmedi, dünyaca ünlenmeseydi bu kadar da izlenmezdi. Tabi bunlar filmi yapanların suçu değil.

Fakat film çok bariz şekilde Batı tribünlerine oynuyor, Türkiyeninkilere değil.

Köy hayatını anlatıp kadınlara diz hizasında elbise giydiren tüm filmlerden tiksiniyorum. Özellikle eski Türk filmlerinde çok olurdu bu. Köylücülük oynar gibi. Bu film de benzer his yarattı. Neden? Sakince anlatmaya çalışayım...

5 kızkardeşin annesi-babası ölmüş ya da bir şekilde ortalarda yok. 10 senedir babaannesi ve amcasının yanında, Karadeniz'de deniz kenarında bir köyde yaşıyorlar. Kocaman bi konaktalar.

  • Öncelikle çevrelerindeki absürdlükten bahsedelim: Kimse şiveli konuşmuyor, herkes sanki şehirli. Ataerkil düzenin acısını çektiği için arada kalsa da son derece muhafazakar olduğu da göze sokulan babaanne nasıl olur da şiveli konuşmaz? Konuşmasını düzeltecek kadar şehirde yaşadıysa bu kadın, nasıl biraz da olsa kafasını düzeltemez? Bozuk zihniyetlerin daha hızlı akıp gitmesini sağlamak için harıl harıl çalışıyor
  • Ayrıca bu kadar tutucu bir yerde, dinin hiç adının geçmemesi de tuhaf değil mi? Arada bir görünen minare ve “allahın emri peygamberin ...” ezberinden başka allah, din, günah, cehennem, sevap, ibadet, dua... Hiçbi şeyden haberi yok insanların. Halbuki filmin dertlerinin hepsinin temelinde dine verilen referans var. Gerçek islam bu değil, mesajı mı vermeye çalışıyor yönetmen?
  • Kızlara gelelim tekrar. 10 senedir köydeler. En büyüğü bile lisede. Liseden mezun oldu diyelim, 18 yaşındadır. Yani en büyüğü 8 yaşındayken gelmiş köye, diğerleri daha küçükken. 10 sene içinde nasıl hiç yontulmadan kaldılar, nasıl düzenden bu kadar bağımsız kalabildiler? Okuldan çıkıp, üniformalarıyla denize dalıp, oğlanlarla deve güreşi oynamak onlara nasıl bu kadar normal geliyor? Günlük hayatta giydikleri mini şortlar, tişörtler, 10 sene önceki hayatlarından kalmış olamaz, büyüdüler. Köy yerinde bunları satın alırken kimse karışmadı mı? Zihinleri hiç etkilenmedi mi? Kendi kendilerine farkında olmadan sınırlar çizmediler mi hiç?

Demem o ki çocuk yaşta köye gelip, 10 sene boyunca orada yaşayıp, zihnin hala özgür olması mümkün değil. Otosansür devreye girer. Ne kadar deli çağında olursa olsun, deliliğin bile sınırı vardır orada.

  • Ayrıca kızların hiçbiri “ne evlenmesi ya, benim okulum var” demiyor. Bu kadar özgür zihinli olan, filmin en başında komşusuna gidip “bok rengi elbiseler giyiyosun diye kendini ahlak bekçisi mi sandın” cümlesi kurabilecek kadar bilinçli olan bu kızlar, dersleri çok çok kötü olsa bile, okumanın evlenmekten kaçmak için kullanılabilecek bir argüman olduğunu bilmiyorlar mı? Amcası “siktirgit ne okulu” deyip dövse bile, “okumak istiyorum” cümlesi bi kere de olsa ağızlarından çıkmalıydı, gerçek hayatta.

  • Bilinç derecelerini gösteren bir ipucu daha: Ahlaksız diye toplanan eşyaları arasında “direngezi” yazan bi şey var, bi sahnede dolapta görülüyor. Ben kitap sanmıştım, ekşide birileri tişört demiş. Her neyse, demek ki kızların gezi'den haberi var, eyleme gitmeseler bile gönülden destekleyip, bi parçasını eve almışlar. Demek ki gündemden ve ülke sorunlarından popüler düzeyde de olsa haberleri var. Çocuk yaşta evlendirme, görücü usulü gibi saçmalıklardan haberdarlar. Eve görücüler geldiği andan itibaren nasıl bu kadar sessiz kalabildiler? Nasıl o bilinçli ve özgür ruhlar birden masum, uysal, saf köylü kızına dönüştüler? Çünkü daha gençler, yaşadıkları baskılar travma etkisi yarattı, öyle mi? Travma sözcüğü bütün gerçekdışılıkları çözer tabi.

Yönetmen ütopik/fantastik/tamamen hayal ürünü bi dünya yaratıp, gerçeklerden, olayların kökeninden kopup, sadece kızların o anlarda hissettiklerine yoğunlaşmak istemiş olabilir. Bunu yaparken kızların başına boktan Türk geleneklerinin bütün unsurlarını yağdırıp, absürtlük içinde gerçekleri sezdirme yolunu seçmek istemiş de olabilir. Gel gör ki, gerçekleri anlatırken sinemacıların kafasına göre takılması, seyircide aldatılmışlık hissi oluşturuyor.

Batılı seyirci, Türkiye taşrasında gündelik hayatın nasıl olduğuna dair saçma sapan izlenimler ediniyor, farkına varmadan kandırılıyor. Türkiye'de taşra görmüş seyirci ise lan, diyor, film benim dertlerimi anlatırken, benim adıma, hikayemi çekici kılmak adına, ekrana güzel görüntüler yansıtmak adına, yalan söylüyor, istediği kısımları çıkarıp atıyor, yerine yenilerini getiriyor... İşte bunlar benim kafamdaki iyi sinema anlayışına uymuyor. En etkili propaganda araçlarından biri olan sinemanın,düzene hizmet etmeyi hedeflemiyorsa, aykırı olduğunu iddia ediyorsa, bir sorumluluğu olmalı bence. 

Bu samimiyetsizlik, filmin güzel noktalarını konuşmayı da anlamsız kılıyor benim gözümde. İçimden gelmiyor. Film sonrası meetup grubuyla oturup bi şeyler içecektik. Muhtemelen çok beğenmişlerdi, filmin sonunda tüm salon coşup alkışladık, herkes salya sümük oldu filan. Çoğu Türk olmayan bu insanlara derdimi nasıl anlatabilirdim ki? Anlatabilirdim elbet ama üşendim. Ayrıca Türkiye'ye laf söyleyince hemen savunmaya geçiyorsunuz, diyen gözlerle karşılaşma ihtimalim de vardı tabi. Zaten bi an önce sigara yakmam gerekiyordu. Filmi hem sevmek hem sevmemek hali... Karşımda yönetmen olsa elimde sigarayla "benim hikayemi çekeceksen, düzgünce çek" diyecektim.

Bitti.

Ekleme: Asıl derdim şuydu sanırım. muhafazakar toplumumuzda özgürlük, filmdeki gibi elimizden birden alınmıyor. Küçüklüğümüzden itibaren yavaş yavaş sindiriyoruz zaten. Fakat sinemada, özellikle Batıda, birden alınıyormuş gibi gösterince daha çok kanımıza dokunuyor, etkileyici oluyor. (Çünkü Batı, Doğunun dertlerine pek bi meraklı). Ve ben etkileyici olmak adına, özgürlükten vazgeçişimizin, bu önemli derdimizin geçiştirilmesine dayanamıyorum.