19 Mayıs 2016

Kitap: Burma Günleri (George Orwell)



İlk şaşkınlık: Orwell Hindistan'da doğmuş! Ve Kitapla Orwell'in Hayatı Arasındaki Benzerlikler

Kaybedenler kulübünün daimi üyesi olan doğu ülkelerinin tarihine merak saldığımdan beri, Orwell'in Burma Günleri internette orada burada gözüme çarpıyordu. Türkiye'ye son gidişimde aldım. Can Yayınları afilli bi kapak yapmış, o hani renkli renkli olan yeni seriden. Yazarın hayatının anlatıldığı paragrafın giriş cümlesi şaşırttı beni: "1903'te Hindistan'ın Bengal eyaletinin Motihari kentinde doğdu."

Cahilliğime şaşırdım tabi. Hindistan'da yaşadığı hiç duymamıştım, duyduysam da henüz kaybedenler kulübüyle çok ilgim olmadığı için kulak ardı etmiştim muhtemelen. Ama şimdi bu bilginin çok önemi vardı benim için. Sömürü zamanında Hindistan'da doğmuş bir İngiliz, büyüyünce, 1984'ü, Hayvan Çiftliği'ni yazıyor. Sefa süren bi hayata gözlerini açmış gibi görünse de, belki de oradaki yerlilerden daha çok acı çekiyor, kendini hiçbir topluma ait hissedemiyor. Üstelik 47 senelik ömründe iki büyük dünya savaşına şahit oluyor. Bu adamın distopya yazması kadar normal bir şey olabilir mi?

Kitabı okuduktan sonra aklımda bi sürü soru: Baş kahraman Flory, Orwell'in kendisi mi? Yazarın hayatının anlatıldığı paragrafta İngiltere'de kolej bitirdiğinden bahsediliyor. Yani genç yaşta İngiltere'ye dönmüş, o halde nasıl bu kadar iyi biliyor Burma'daki yaşamı? Zaten doğduğu yer Burma değil. Peki Burma'da hiç yaşadı mı? Memur olarak veya Krallık'a bağlı bir şirket görevlisi olarak Burma'da çalıştı mı? Yoksa bunlar tamamen başkalarından duyduklarından uydurduğu kurmacadan ibaret mi, ki yakıştıramıyorum nedense bu ihtimali kendisine... Vs, vs...

Wikipedia'ya koştum tabi ki. Hayatını okudukça, roman daha iyi oturdu kafamda, ayrıntılar netleşti. Başlangıçta bloğa sadece alıntıları not edip bırakmayı düşünürken, bi çok ekleme yapmam gerektiğini fark ettim. Orwell'in hayatıyla başlayalım :

Bir yaşındayken annesi ve ablasıyla birlikte İngiltere'ye dönmüşler. Okula burada başlamış, epey zaman burslu okumuş. Maddi durumları iyi olmadığı için üniversiteye devam edememiş. Doğu'ya yani Hindistan'a İmparatorluk polisi olmak üzere gitme fikri bu çaresizlikten çıkmış. Sınavlara girmiş, kazanmış ve 1922'de, 19 yaşında Burma'ya doğru yola çıkmış. 

Burma'da çalışırkenki pasaport fotoğrafı
Orada bir süre sıkıntı içinde çalışmış. Çünkü diğer beyazlara uyum sağlayamamış. Burma dilini çok çabuk öğrenmiş ve bir beyaza yakışmayacak şekilde yerlilerin etkinliklerine katılmış. Bol bol okumuş. Polis hayatından uzaklaşmak ve İngiliz yemeği yiyebilmek, kitapçılara uğrayabilmek için sık sık büyük şehir Rangoon'a gitmiş. Psikolojik durumunu ise bu romanda çok iyi gözlemleyebiliyoruz. Sonra Deng hummasına yakalanmış. Sivrisinekler sebebiyle oluşan bu hastalığa yakalanan Orwell, 1927'de hastalık izni için İngiltere'ye dönmüş. İzin süresince düşündükçe bir dönüşüm geçirmiş ve görevinden istifa etmiş. Sonra 1931'de A Hanging, 1934'te Burma Günleri, 1936'da Shooting an Elephant gibi emperyalizm hakkında görüşlerini çatır çatır vurguladığı eserlerini yazmış. Sonra 1984, Hayvan Çiftliği gibi başyapıtları gelmiş.

Ayaktakilerden, soldan üçüncü Orwell




Kitaptaki ana karakterler:

Flory: Burma'da doğmuş, ailesi öleli çok olmuş. Bir İngiliz şirketinde çalışıyor. Beyaz olduğu için doğuştan üst sınıf. Ama yaşam standardı (pek çok hizmetkara sahip olması dışında) İngiltere'de yaşayan bir üst sınıf kadar iyi değil. Ne de olsa ya çok sıcak ya çok yağmurlu bir coğrafya, sinemasız, tiyatrosuz, operasız, istediği kitabı satın alamayacağı bir mahrumiyet bölgesi orası. Ayrıca beyaz yaka olsa da sonuçta bir işçi.

Burma'da yaşayan tüm beyazlarda ortak olan bu özelliklerin yanında, roman boyunca Flory'den başka hiçbir karakterde göremeyeceğimiz dertleri de var. Kendini yerlilerin yerine koyabiliyor, İmparatorluğun despotluk ettiğini, Hintlilerin her şeylerini çalıp, onlara medeniyet getirdikleri yalanına inandıklarını düşünüyor. Sırf beyaz oldukları için kendilerinde yerlilerin pucca sahibleri (efendileri) olma hakkı görmelerinden tiksiniyor. Bu fikirlerini paylaşabileceği kimsesi de yok. Tamamen yalnız, çalışmak, okumak ve içmek dışında bi şey yaptığı yok. Bu kadar bıkmışsa neden bırakıp İngiltere'ye gitmiyor? Çünkü, burada doğmuş ve onyıllardır burada yaşıyor, Avrupa yaşamını bilmiyor. İngiltere'ye gittiğinde ne yapacağını bilemeyeceğini romanı okudukça anlıyoruz. CV dünyası 1 yüzyıl önce de vardı.

Yalnızlığını en iyi anlatan cümlelerden biri:
Yüzünde çevresindekilerin onu sevdiklerinden hiçbir zaman tam olarak emin olamayanlara özgü yarım gülümseme vardı.(45)

Dilenciler, gönlü geniş bir beyaz adam olduğunu bildikleri için, gördükleri yerde Flory'ye üç beş bi şey vermesi için yalvarıyorlar. Bir dilenciye para verdikten sonra,vicdanı rahatlamayan Flory'in söylenmesine kulak verelim:
"Git bakalım Mattu, bunlarla kendine bir içki al. Yozlaşabildiğin kadar yozlaş. Bunların hepsi ütopyayı erteleyen şeyler." (59)

Flory, Burma'da şirketlerde çalışan her beyaz adamın yaptığı gibi, çalışmak için cangıla gidiyor, oradaki kampta kalıyor. İzinli olduğu haftalarda kasabada vakit öldürüyor. Bu vakit öldürme günlerinden birinde, yaşama isteği o kadar az ki, günler geçmek bilmiyor. Kitap okumak artık tatmin etmiyor. Yalnızlık O'nu tüketiyor:
Bomboş geçen bir günün ardından akşam karanlığının çökmesiyle can sıkıntısı çıldırtıcı, intihara özendirici bir ölçüye varır. İş, dua, içki, konuşma – bunların hepsi bu duygunun karşısında güçsüz kalır; ancak derinin bütün gözeneklerinden ter fışkırmasıyla boşaltılabilir bu duygu.(72) (Spordan bahsediyor)


Flory kendini bildi bileli böyle değildi. Orwell'in deyimiyle bir zamanlar "kahramanlara tapacak kadar gençti".(83) Burma'da bir beyaz adam olmanın keyfini çıkardığı zamanlar oldu. Cangılda eşek gibi çalıştı, sonra şehre gelince bol bol yedi içti, saygın olmak O'nu rahatsız etmedi. Çalıştığı için askerlikten kaçabildi:
Savaş çıktığında Flory yirmi dört yaşındaydı ve memleket izni almak üzereydi. Askerden kaçmayı başarmıştı. O zamanlar bunu yapmak kolaydı ve çok doğal bir şey gibi görünüyordu. Burma'daki sivillerin, vicdanlarını rahatlatıcı bir kuramları vardı: gerçek vatanseverlik kendi işini adam gibi yapmaktır, diyorlardı.(86)
(Burada Orwell'in askere gitmenin gerçek vatanseverlik olduğunu düşündüğünü sanmıyorum. Yine beyaz adamın kendi kendine söyleyip inanıverdiği yalanlardan şikayet ediyor.)

Sonra bir hastalığa yakalandı. (Tıpkı Orwell'in Deng hummasına yakalanması gibi). Vücudu yaralar içinde kaldı. Hastalığın coğrafyanın kötü yaşam koşullarından kaynaklandığı iddia ediliyordu ama o anlamsız içkiyle doyurulmuş yaşam biçiminden dolayı vücudunun güçsüz düştüğünü biliyordu. Hasta olduğu günlerde her şey alamını yitirdi. Bol bol okudu. Ve düşündükçe o girdaptan kurtulamadı.
Şimdi düşüncelerinin odağında duran ve hepsini zehirleyen şey, içinde yaşadığı emperyalizm havasının her gün daha da acılaşan nefretiydi. Çünkü beyni geliştikçe – beyninizin gelişmesini durduramazsınız ve yarı eğitimlilerin en büyük trajedilerinden biri, geç gelişmeleridir; çünkü o zamana kadar yaşamda bir yığın yanlış yapmışlardır – İngilizler ve imparatorluk ile ilgili gerçekleri kavradı. Hindistan İmparatorluğu bir despotluktu – hoşgörülü olduğu kuşkusuzdu ama yine de asıl hedefi hırsızlık olan bir despotluktu. Doğu'daki İngilizlere, sahiblog'a (patron, sahib) gelince; Flory onların toplumunda yaşaya yaşaya onlardan öyle çok nefret eder olmuştu ki, artık adil düşünemiyordu. Çünkü eninde sonunda bu zavallı şeytanlar, başkalarından kötü insanlar değillerdi. Hiç de özenilmeyecek yaşamlar sürüyorlardı; otuz yılı düşük bir ücretle yabancı bir ülkede geçirmenin karşılığı olarak harap olmuş bir karaciğer ve bambu koltuklarda oturmaktan ananasa dönmüş bir arka ile eve dönüp ikinci sınıf bir kulübün başına bela olmak, kötü bir pazarlıktı. Öte yandan sahiblog'un yüceltilecek bir yanı da yoktu. 'İmparatorluğun ileri karakolları'nda çalışan adamların en azından yetenekli ve çalışkan oldukları konusunda yaygın bir görüş vardır. Bu bir yanılgıdır. Bilimsel hizmet verenler dışında – orman şubesi, kamu işleri şubesi ve benzerleri – Hindistan'daki İngiliz memurun işini ustaca yapması için özel bir neden yoktur. İçlerinden çok azı, İngiltere'de bir taşra kasabasının posta memurunun gösterdiği çalışkanlığı ya da zekayı gösterir. Asıl yönetim işi, daha çok yerli astlar tarafından yapılır; despotizmin belkemiği memurlar değil ordudur. Arkalarında ordu oldukça memurlar ve işadamları, aptal bile olsalar güven içinde işlerini yürütebilirler. (86)

Gerçekleri görmenin eyleme geçmedikçe vicdanı rahatlatmayacağını şu paragraftan anlayabiliriz:
Daha okulunu yeni bitirmiş kaba gençlerin, ak saçlı hizmetkarları tekmelediklerini görürsünüz. Kendi vatandaşlarınıza duyduğunuz nefretle yanıp tutuştuğunuz, bütün İmparatorluğu kana boğacak bir yerli ayaklanmasını özlediğiniz anlar gelir. Ve bunda onurlu bir yan yoktur, pek içtenlik bile yoktur. Çünkü, au fond (aslında), Hindistan İmparatorluğu bir despotluksa, hintliler sömürülüyorsa, onlara zorbalık yapılıyorsa bu sizin umrunuzda mı? Sizin tek aldırdığınız şey, özgür konuşma hakkınızın elinizden alınması. Siz, despotizmin yarattığı bir ürünsünüz...(88)

Ve yalnızlığını en güzel anlatan cümleler:
Her yıl, Flory kendini sahib'ler dünyasında daha da yabancı hisseder olmuştu. Hangi konu üzerinde olursa olsun birazcık ciddi konuştuğunda başını derde sokma tehlikesi her gün artıyordu. Kitaplarıyla ve söze dökülemeyen gizli düşünceleriyle içedönük, gizli bir yaşam sürmeyi öğrendi. Doktor'la olan konuşmaları bir tür kendi kendine konuşmaydı; çünkü Doktor iyi bir adamdı, ona söylenenlerden çok az şey anlıyordu. Ama yaşamı gizlilik içinde sürdürmek, insanı çürütür. (...) Sessiz, yalnız, gizli, kısır sözcüklerle kendini avutarak yaşamaktansa hiç durmadan "kırk yıldır" diye bir şeyler anlatan en kalın kafalı pukka sahib gibi yaşamak bile daha iyidir.(88)

Eğer dünyadaki herhangi bir konu üzerine düşüncenizi dürüstçe söylemenizi ayıplanacak bir şey olarak gören insanlar arasında acı bir yalnızlık çekerek yaşamınızı sürdürmüş ve orta yaşlarınıza merdiven dayamışsanız, konuşma ihtiyacı bütün ihtiyaçlardan daha büyüktür.(143)

Bir türlü adını koyamadığı bir acı çekmek en kötüsüydü. Yalnızca sınıflandırılabilir hastalıklara yakalananlar ne kadar şanslıydı! Yoksullar, hastalar, aşk acısı çekenler ne kadar şanslıydı.(215)



Kulüp insanları: Flory'nin yaşadığı kasabada Avrupalıların toplandığı bir kulüp var. Hizmetkar, yani köle olarak işe alınanlar dışında, beyaz tenli olmayanlar giremiyor. Şirketlerde veya kamu kurumlarında çalışan beyaz tenliler, eşleri veya arada bir gelen beyaz tenli misafirler Kulüp'te takılıyor. Hepsi yerlilerden nefret ediyor, bu coğrafyaya medeniyet getirdiklerini, onlar olmasa bunların (yerlilerin) bi şeyi beceremeyeceklerini, demokratik yasalar getirelim derken vahşi yerlilerin şımartıldığını düşünüyorlar. Gün içinde muhabbet mutlaka buraya bağlanıyor. bütün Avrupalı Kulüplerine bir yerli üye alınması hakkında yüksek mevkilerden bir talimat gelince geçen bir diyalogdan alıntıyla örnek vereyim:
"Bu Kulüp'te yerli olmayacak! Sürekli olarak böyle küçük küçük şeyler vere vere İmparatorluğu çökertiyoruz. Bu ülkenin kışkırtıcılar tarafından çürütülmesinin nedeni de bizim onlara karşı çok yumuşak davranmamız. Tek bir politika var, onlara bir pisliğe karşı nasıl davranıyorsak öyle davranmalıyız. Bu önemli bir an ve olabildiğince saygıdeğer olmak istiyoruz. Birlik içinde davranmalı ve onlara şöyle demeliyiz: 'Biz efendiyiz, siz ise dilencisiniz...Dilenciler, kendi yerinizi bilin!" (42)

Bu sırada yavaş yavaş yükselen yerli isyanı hakkında Kulüp üyelerinden birinin söylediği de şu:
"Yerliler bize gelip kalmamız için yalvardıklarında 'Hayır, elinizde şans vardı, kullanmadınız. Biz de sizi bırakıyoruz, artık kendinizi yönetin bakalım!' diyeceğiz. İşte o zaman ne biçim ders almış olacaklar!"(43)

Kulüpteki - sayısı 10'u geçmeyen - karakterleri tek tek açıklamayacağım. Hepsi birbirine benziyor. Orwell'in şu cümlesi durumu gayet iyi özetliyor:
Hindistan kasabalarının hepsinde Avrupalılar Kulübü ruhsal bir kale, İngiliz iktidarının gerçek makamı ve yerli memurlar ile milyonerlerin boşuna ulaşmaya çabaladıkları Nirvana'dır.(26)

İsyan eden yerlilerin bir beyaz adamı öldürmesi üzerine Kulüp'teki ruh halini şöyle anlatıyor Orwell:
...bağışlanamaz bir olay olmuştu – bir beyaz adam öldürülmüştü. Böyle bir şey olduğunda, Doğu'daki İngilizlerin içini bir ürperti kaplar. Burma'da her yıl yaklaşık sekiz yüz kişi öldürülür; bunun hiçbir önemi yoktur; ama bir beyaz adamın öldürülmesi canavarlıktır, kutsal şeylere karşı işlenmiş bir suçtur.(284)

Peki beyaz adamın öcü nasıl alınacak?
"...Onları yakalayacağız. En azından 'birilerini' yakalayacağız. Yanlış adamı yakalamak, hiç adam asmamaktan çok daha iyidir."(287)(Bu strateji idam yasaklanmış olsa da hala her yerde geçerlidir sanırım.)

Kulüp'tekilerin Flory hakkındaki görüşlerini özetleyen cümlelerden biri de şu:
Her şey konusunda bir doğru, bir de yanlış görüş varken niçin Flory'nin her zaman yanlış olanı seçmekten hoşlandığını bir türlü anlayamıyordu.(229)



Ko S'la: Flory'nin çocukluk arkadaşı, aynı zamanda 15 yıllık hizmetkarı. (Kölesi demeye çekiniyorum çünkü 19. yüzyıl sonunda, 20. yüzyıl başında İngiltere resmi olarak köle alıp satıyor muydu, yoksa modern kölelik denilen döneme geçip ismini "uşak, hizmetkar" gibi sözcüklerle yumuşatmış mıydı, bilemiyorum. Kitapta net olarak "köle" sözcüğünün geçtiğini hatırlamıyorum. Hafızam çoğu zaman iyi çalışmaz zaten.) Ko S'la, efendisinin tam bir beyaz adam olmasını istiyor, O'nun aykırı düşünceleri, diğer beyaz adamlar gibi spor yapmak, akşam Kulüp'e gitmek gibi rutinlerinin olmaması canını sıkıyor. Çünkü beyaz adamın üstünlüğüne gönülden inanıyor. Efendisini çok seviyor. Günün her saatini O'na adamaktan memnun. İngilizce anlıyor, çok iyi konuşamasa da. Ayrıca sürekli kavga eden iki karısı var. Her hizmetkar gibi kadın efendilerden yani memsahiblerden nefret ediyor. Flory'nin evlenmesi ihtimali üzerine hizmetkarlar arasındayken şunları söylüyor:
"(Evlenirse) Ben (işten) ayrılmam, çünkü on beş yıldır ona hizmet ediyorum. Ama o kadın geldiğinde bizi nelerin beklediğini biliyorum. Mobilyaların üzerindeki lekeler için bize bağıracak, öğleden sonraları ona çay taşımamız için bizi uykumuzdan uyandıracak, günün her saatinde mutfağa gelip işlere burnunu sokacak, pis tencerelerden ve un çuvalındaki hamam böceklerinden dert yanacak. Bana kalırsa bu kadınlar, geceleri uyumayıp hizmetçilerine işkence yapmak için yeni yollar düşünüyorlar." (141)


Ve yerli kadınların beyaz tenli kadınlar hakkındaki düşünceleri:
Aralarında Ma Pu ve Ma Yi de olmak üzere ötekilerin hepsi onunla birlikte içlerini çektiler. Hiç kimse Ko S'la'nın sözlerini kendi üzerine alınmamıştı. İngiliz kadınları ayrı bir ırk olarak görüyorlardı; hatta insan olarak gördükleri bile kuşkuluydu. Ve gözlerine öyle korkunç görünüyordu ki bir İngiliz erkeğin evlenmesi genelde evdeki bütün hizmetçilerin, hatta yıllardır onunla birlikte olanların bile kaçması için bir işaret anlamına geliyordu.(142)

Böyle düşünmeleri nedense şimdi çok normal geliyor bana. Erkeklerin "efendi" olmasına alışmışlardır. Anlamadıkları işleri yapan erkekler evde çok vakit geçirmez zaten, evde durmayınca hizmetçilerin işine de çok burunlarını sokmazlar. Ama o dönemde Avrupa'dan kalkıp taaa oralara gitmiş kadın muhtemelen tuzu kurudur ve ev hanımıdır. Veya orada doğup büyüdüyse bile, küçüklüğünden itibaren hep hizmetkarları olan, tüm gün evde olmasına rağmen hiçbi iş yapmayan, ev patronluğu yaparak kendini, otorite ihtiyacını tatmin eden kadınlardır. Hayatta başka bir görev edinemez, okumak veya çalışmak veya evde kendi kendine bir mesai edinip entellektüel alanda kendini geliştirmek istese bile, öyle bir ortamda, Flory gibi yalnızlığa düşer, belki de delirir. Beyaz bir kadın, bir memsahib olmak dışında bir hüneri olursa delirir. Mutlaka istisnalar vardır, onları öğrenmeyi çok isterim. Fakat yüzdeleri düşük olacağından, kadın-erkek yerlilerin onlarla karşılaşma ihtimali çok düşük olsa gerek. Bu yüzden nefretlerini anlayabiliyorum.



Doktor Veraswami: Flory'nin tek yakın arkadaşı. Az sayıdaki okumuş, yüksek mertebeli yerlilerden biri. Kasabanın tek doktoru. Tam bir İngiliz hayranı olmasına ve yerlilerin köleliği hak ettiğini düşünmesine rağmen Flory ile iyi arkadaşlar çünkü tartışabiliyorlar. Kitabın fikirsel altyapısını en iyi anlatan cümleler bu ikisinin diyaloglarında göze çarpıyor. Bu yüzden bol bol alıntı yapacağım. Doktor'un görüşlerini şu diyalogla özetleyebiliriz:
"Niye her zaman şu pukka sahib dediklerinizi aşağılayıp duruyorsunuz? Onlar toprağın tuzudur. Yaptıkları büyük şeyleri düşünün: Clive, Warren Hastings, Dalhousie, Curzon. Onlar öyle insanlardı ki -sizin ölümsüz Shakespeare'inizden alıntı yapacağım- böylelerinin benzerlerini bir daha göremezsiniz."
"Peki, sen onların benzerlerini bir daha görmek ister misin? Ben istemem."
"Bir İngiliz centilmeninin ne kadar soylu bir insan olduğunu düşünün. Birbirlerine olan göz kamaştırıcı bağlılıkları! Devlet okulu ruhu! Biraz tatsız tavırları olanlarda bile -kimi İngilizlerin küstah olduklarını kabul ediyorum- biz Doğuluların yoksun oldukları çok değerli nitelikleri var. Kaba dış görünüşlerinin altında altın bir yürek taşıyorlar."(51)

Alttan alta isyan hareketlerinin, milliyetçilik bilincinin yayıldığı bu sömürge coğrafyasında, kitap okumayı seven, yeni görüşlere açık bir doktor, nasıl bu kadar kör olabilir? Kitapta eksik kalan noktalardan biri bu sanırım, Doktor'un bilinçaltını hazırlayan etkenleri tam olarak göstermiyor.

"Ben Burmalıların bizi bu ülkeden atmalarını istemiyorum. Tanrı korusun! Herkes gibi ben de para kazanmak için buradayım. Benim tek karşı çıktığım şey, şu beyaz adamın sorumluluğu palavrası. Pukka sahib rol yapıyor. Bu çok can sıkıcı bir şey. Eğer hepimiz sürekli olarak bir yalanla yaşamıyor olsaydık şu Kulüp'teki lanet olası aptallar bile daha eğlenceli olurlardı. (...) Zavallı siyah kardeşlerimizi soymak için değil de onları kalkındırmak için burada olduğumuz yalanıyla elbette. Sanırım bu oldukça doğal bir yalan aslında. Ama bizi çürütüyor... Sürekli olarak bir üçkağıtçı ve yalancı olduğumuz duygusuyla yaşıyoruz, bu bize işkence ediyor ve gece gündüz kendimizi aklamaya zorluyor. Yerlilere karşı hayvanca davranışlarımızın yarısının altında bu yatıyor. Yalnızca hırsız olduğumuzu itiraf etsek ve sonra da palavralarla uğraşmadan hırsızlığımıza devam etsek biz Anglo-Hintliler neredeyse dayanılabilir insanlar bile olabilirdik."(52)

Flory'nin asıl derdinin atalarının yaptığı adilikler değil, bitmez tükenmez yalnızlık hissi olduğunu görüyoruz burada. Rol yapmak zorunda. Kurdukları tiranlığı hoş göstermek için bir ilerleme ve medeniyet yalanı uydurmuşlar, bunu devam ettirmek zorundalar. Despotluğun, sınırsız otoritenin, başkalarına saygısızlığın, tüm bu negatif tanımlamaların temsilcisi olan kişinin en çok kendine zarar verdiğini düşünüyor. Kendi özgürlüğünü kısıtlıyor. Bir rol ediniyor ve artık o rolü oynamak zorunda. Tavırları ve fikirleri hem tiranlık hem de yerliler tarafından sürekli kontrol ediliyor. Dışarıya karşı idare etse de kendine karşı rol yapmayı beceremediği için, burada yerlilerin medenileşmesini zerre kadar umursamadığının farkında olduğu için korkunç bir yalnızlık çekiyor. Azınlık bile olsa dahil olabileceği bir grup yok. 1936'da yazdığı "Shooting an Elephant" makalesi çok daha iyi özetliyor bu görüşlerini. Şuradan okuyabilirsiniz: wikilivres.ca

Flory'nin çevresinde kendisi gibi düşünen kimse yok. Doktor dışında biriyle fikirlerini paylaşması kendisi için tehlikeli. İstese bu yalnızlıktan sıyrılıp, gizlice direnişe katılabilirdi belki. Kabul edilir miydi yerliler tarafından? Edilmese bile en azından denemiş, kendine saygısını arttırmış olurdu. Fakat çözüm mü bu? Kendini Kulüp'e ait hissedemiyor diye, ait olmadığı başka bir topluluğa yamanmak, bütün sıkıntılarını bitirir miydi? Flory'nin içe kapanık karakterini de unutmayalım. Kendisi de laf arasında karakterinden yakınıyor:
"Üzgünüm Doktor; ev çatılarına çıkıp seslenen biri değilim ben. Buna cesaretim yok. (...) Böylesi daha güvenli. Bu ülkede ya bir pukka sahib olacaksın ya da öleceksin. Onbeş yıldır senden başka kimseyle dürüstçe konuşmadım. Burada yaptığım konuşmalar benim emniyet supabım;kimseye sezdirmeden birazcık kara ayin, senin anlayacağın."(57)

Başka bir bölümde de Kulüp'te beyaz adamların Doktor'u aşağılamasına ses çıkaramadığı için eve giderken kendi kendine yakınmasına şahit oluyoruz:
"İt, korkak it seni," diye söylendi Flory kendi kendine; ama yine de çok kızgın sayılmazdı; çünkü bu düşünceye alışmıştı artık. "Sinsi, tembel, ayyaş, ahlaksız, ruhuyla bozmuş, kendine acıyan bir itsin işte. Kulüp'teki bütün o aptallar, kendini onlardan üstün sanmayı pek sevdiğin bütün o can sıkıcı salaklar, onların bile her biri senden daha iyi bir insan. En azından kendilerine özgü ayılıklarıyla erkek onlar. Korkak değiller, yalancı değiller. Yarı ölü, yarı çürümeye yüz tutmuş değiller. Ya sen..."(80)
Bu sırada Flory, dostuna yönelik toplu bir hakaretin altına imzasını atmıştı. Bunu yapmasının nedeni, yaşamında binlerce başka şeyi yapmasının nedeniyle aynıydı; reddetmek için gereken o küçücük cesaret kıvılcımından yoksundu.(81)

O'nun dertlerindiren en büyük sebeplerden biri de yerlilerin en okumuşunun bile beyazları yüceltmesi ve bunu rol icabı değil, inanarak yapmalarıydı. Orwell'in Doktor için söyledikleri daha iyi anlatıyor durumu:
...İngiliz sert bir şekilde İngiliz karşıtıydı, Hintli de fanatik ölçüde İngilizlere bağlıydı. Dr. Veraswami, İngilizlere karşı, binlerce İngiliz tarafından küçümsenmenin bile sarsamadığı tutkulu bir hayranlık duyuyordu. Büyük bir hevesle kendisinin bir Hintli olarak yozlaşmış ve aşağılık bir ırka ait olduğunu savunurdu. İngiliz adetine duyduğu güven öylesine büyüktü ki hapishanede bir kırbaçlama ya da idamda hazır bulunduktan sonra kara yüzü solmuş bir şekilde eve gelip de kendini ancak viski ile toparlayabildiği zaman bile inancının gücünde azalma olmuyordu. Flory'nin görüşleri O'nu çok şaşırtıyor; ama aynı zamanda da sofu bir dindarın, Tanrı'nın duasının tersten okunuşunu duyunca aldığı hazza benzer ürpertici bir haz veriyordu.(53)

Ve şimdi Doktor'un "Tayyip gitse kim gelecek, Kılışdar mı?" minvalinden sözlerine kulak verelim:
"Ticaret için burada olduğunuzu söylüyorsunuz. Elbette öylesiniz. Burmalılar kendi başlarına ticaret yapabilirler miydi? Makineler, gemiler, tren yolları yapabilirler miydi?Siz olmazsanız umutsuz bir durumdalar. Eğer İngilizler orada olmasaydı Burma ormanları ne olurdu? Dosdoğru Japonlara satılırdı, onlar da kesip yok ederlerdi. Sizin elinizde yok olmadıkları gibi gerçekten gelişiyorlar da. İşadamlarınız ülkemizin kaynaklarını geliştirirken memurlarınız da bizi uygarlaştırıyorlar, yalnızca kamu sevgileri yüzünden bizi kendi düzeylerine çekmeye çalışıyorlar. Bu göz kamaştırıcı bir özveri rekoru."(54)
"Zırva bunlar sevgili Doktor. Kabul ediyorum, delikanlılara viski içmeyi ve futbol oynamayı öğretiyoruz; ama bundan başka pek bir şey öğrettiğimiz yok. Okullarımıza bak - ucuz katipler yetiştiren fabrikalar. Hintlilere işe yarar tek bir el sanatı öğretmedik. Buna cesaret edemeyiz; endüstride rekabetten korkarız. Hatta çeşitli endüstrileri ezip yok ettik. Hint muslinleri nereye gitti şimdi?"(54)

Hint muslinleri denilen şey, kumaşlar. Aşağıdaki Wikipedia alıntısından da görebileceğiniz gibi, İngilizler rekabeti engellemek için sadece kendi fabrikalarında üretime izin vermeye başlamışlar. Hintliler İngiliz ürünlerine mahkum olmuşlar. Eskiden evde yün eğirip kendi kıyafetlerini dikerken, geçmişlerinden o kadar kopmuşlar ki, Gandhi'ye kadar bu bez parçalarının önemini hatırlayamamışlar. Gandhi filminde bunu daha net görebilirsiniz. Gandhi'nin direniş simgelerinden biri tuz, biri de bu bezlerdi. Zengin ol fakir ol, her gün evde otur kendi bezini doku, İngiliz bezi alma. Günümüzde iki günden fazla sürmeyen, kola içmeyip yola dökme boykotlarının aksine, işe yaradı.


Orwell'in, yani Flory'nin "valla biz iyi insanlar değiliz" konseptinde verdiği bir başka örnek de şöyle:
"Kırklarda ya da daha öncesinde Hindistan'da da denize açılan gemiler yapılıyordu ve bunlar için adam da yetiştiriliyordu. Şimdi burada denize açılabilecek bir balıkçı teknesi bile yapamıyorsunuz. XVIII.yüzyılda Avrupa standartlarıyla en azından boy ölçüşebilecek toplar dökülebiliyordu. Şimdi, biz yüz elli yıl Hindistan'da kaldıktan sonra bütün kıtada pirinç bir fişek kartuşu bile yapamaz duruma geldiniz. Hızla gelişebilen Doğu ırkları, yalnızca bağımsız kalanlar oldu. Japonları örnek vermeyeceğim ama Siyam'ın (Tayland) durumuna bak..."(54)

Doktor da durur mu yapıştırmış cevabı. Sıkışınca hepimizin sarıldığı o pis, o tembel "Doğulu karakter"
"Dostum, Doğulu karakteri unutuyorsunuz. Bütün tembelliğimiz ve boş inançlarımızla bizi geliştirmek nasıl olanaklı olabilir? En azından bize yasa ve düzen getirdiniz. Hiç sapmayan İngiliz adaleti ve Pax Britannica (İngiliz Barışı)."(55)
"Pox Britannica Doktor. Onun asıl adı İngiliz Hastalığı. Hem sonra barış kimler için? Tefeciler ve avukatlar için. Elbette Hindistan'ın barış içinde yaşaması bizim çıkarımıza uyuyor ama bütün bu yasa ve düzen zırvalarının sonu nereye götürüyor? Daha fazla banka ve daha fazla hapishane – tek anlamı bu."(55)

Ve en çok da ilerleme kavramıyla derdi olduğunu düşündüğüm Orwell, küçük de olsa bir distopik tablo çizmeden duramıyor. (Bu kitap yazıldığında 1984 ve Hayvan Çiftliği henüz ortada yoktu):
"Şu hızla yayılan modern ilerleme dediğin şey nereye götürüyor? O çok sevgili eski domuz ahırımızda şimdi yalnızca bir de gramofonlarımız ve fötr şapklarımız oldu. Zaman zaman iki yüzyıl sonra bütün bunların ormanların, köylerin, manastırların, pagodaların hepsinin yok olacağını düşünüyorum. Bunun yerine elli yarda aralıklı pembe villalar olacak; şu tepelerin hepsi göz alabildiğine villalarla kaplanacak ve hepsinin gramofonlarında aynı melodi çalacak. Bütün ormanlar dümdüz traşlanmış ve News of the World gazetesi için kağıt hamuruna dönüştürülmüş ya da gramofon kasası yapmak için doğranmış olacaklar. Ama ağaçlar öclerini alacaklar, tıpkı Yaban Ördeği'ndeki yaşlı adamın dediği gibi..."(56)
"Dünyayı dolaşıp hapishaneler kuruyorlar. Bir hapishane inşa edip bunun adına da ilerleme diyorlar," diye ekledi umutsuzca – çünkü Doktor benzetmesini anlamayacaktı."(56)

Bu son paragraf, hayatına göz attıktan sonra daha anlamlı oldu, çünkü Burma'da çalıştığı sırada Insein Hapishanesi'nde de görev yapmış. Burma'daki ikinci büyük hapishaneymiş. Orwell'in "A Hanging" isimli bir makalesi var, İngiltere'ye döndükten sonra, 1931'de yazmış, yayımlanmış. Yaşadığı bir olayı mı anlatıyor, bilinmiyor. Ama yaşadıklarının etkisi ile kurguladığı kesin. İngilizcesini şuradan okuyabilirsiniz: orwell.ru



U Po Kyin: Kasabanın Doktor gibi yüksek mevkide yer alan bir diğer yerlisi. İkisi yerlilerin ulaşabileceği en yüksek iki mevkiyi işgal ediyorlar. Doktor işinde gücünde bir insanken, U Po Kyin bulunduğu yere dalavereyle gelmiş, sürekli rüşvet almış, işine yaramayan mevki sahiplerinin ayağını kaydırmış. Yakalanmamasını da iyi beceriyor. Beyazlar kendisinden gayet memnun, dalaverelerinden haberleri yok.

Kitap boyunca hedefi Doktor'un adını lekelemek. Böylece, Avrupalılar Kulübü'ne bir yerli alınacak olursa, beyaz bir dostu olan (Flory) Doktor'un değil, kendisinin seçilmesini sağlayacak. Asıl hedefi ise bir beyazla aynı seviyede bir makam elde etmek. Aynı zamanda dindar biri olduğu için, asıl hedefine ulaştıktan sonra kötülük yapmayı bırakıp, günahlarının kefalet olarak bi sürü pagoda (tapınak) yaptıracak. Böylece bir sonraki hayatında fare, böcek veya kadın olarak dünyaya gelmekten kurtulacak..

Orwell'in U Po Kyin tanımlamalarından biri şöyle:
Kurnaz olmakla birlikte, barbarca işleyen bir beyni vardı, önünde belirli bir amaç olmadan asla kafası işlemezdi; düşünmek adına düşünceye dalmak onu aşan bir şeydi.(15)

Doktor'a attığı iftiralardan biri ise şöyle:
Doktor, yalnızca bölücülükle değil aynı zamanda gasp, ırza geçme, işkence, yasadışı ameliyatlar yapma, körkütük sarhoşken hastalarını ameliyat etme, zehirleyerek öldürme, büyülerle adam öldürme, pagodada ayakkabılarını çıkarmama, et yeme, katillere ölüm raporu satma ve askeri polisin davulcu çocuğuna eşcinsel tekliflerde bulunma eylemleriyle de suçlanıyordu. Onun hakkında söylenenleri duyan herkes, Doktor'un Machiavelli, Sweeney Todd ve Marquis de Sade karışımı bir insan olduğunu düşünürdü.(166)(Orwell'i seviyorum)



Ma Kin: U Po Kyin'in dindar karısı. Kocası bütün planlarını bir tek Ma Kin'e anlatıyor. Kadın kocasının yaptıklarını hiç tasvip etmiyor ve bunu açıkça söylüyor. Adam "sen bu işlerden ne anlarsın kadın" deyip, zerre suçluluk duymadan daha çok gururlanarak, bu yaptığı pisliklerin hedefine ulaşmakta ne işe yarayacağını anlatıyor. Ma Kin'in bir adamın ölümüne sebep olduğu için kocasını suçlaması üzerine U Po Kyin'in cevabı şu:
"Eğer birileri cinayet işlemeyi seçtiyse bunun suçlusu ben miyim? Balıkçılar balık yakalarlar ve bu yüzden lanetlenirler. Ama biz balık yediğimiz için lanetleniyor muyuz? Elbette hayır. Nasıl olsa öldüklerine göre balıkları niye yemeyelim?"(285)

Kadın derin bir of çekip, kocasının iyi bir dindar olmayışına, sonraki hayatlarının sefalet içinde geçeceğine hayıflanmak dışında hiçbir şey yapmıyor. Belki yerli bir kadın olarak gidip kocasının planlarını cümle aleme duyursa bile dikkate alınmayacağını bildiği için, belki de Marx'ın dediği gibi din afyonunu yuttuğu için. Fakat kocasının konumu sayesinde de olsa, kitapta iyi konumdaki tek yerli kadın olan Ma Kin'i bu halde görmek, elbette insanın içini daha da karartıyor.



Ma Hla May: Flory'nin yerli metresi veya fahişesi. Aralarında sevgi yok. Arada bir sevişiyorlar ve Flory kadına para veriyor, hediyeler alıyor. Hatta Ma Hla May'ın başka bir yerli sevgilisi var. Fakat yozlaşmanın dibine vurmuş diğer yerliler gibi, yerli hayatını küçümsüyor, köle gibi çalışmak zorunda olan kendi halkının kadınlarına benzemekten deli gibi korkuyor. Beyaz bir adamın sevgilisi olmakla, aldığı hediylerle sınıf atladığını düşünüyor. Flory içinse bu ilişki pişmanlık sebeplerinden biri. Uyuşturucu gibi. Sevişme, sevgiyle dokunma/dokunulma ihtiyacını karşılıyor sadece. Fikirsel bir uyum olmadığı sürece Flory'nin mutlu olması mümkün değil. Kadının kendisini Flory'nin karısı diye tanıtmasını umursamayacak kadar da boşvermiş. Ta ki beyaz kadın Elizabeth kasabalarına gelene kadar. Flory Elizabeth'e aşık oldunca Ma Hla May'ı hayatından def ediyor. Kadın neye uğradığını şaşırıyor, aşkından ölüyormuş rolü yapıyor, Flory bu duygu gösterisini yemeyince, yerli toplumunda yeri olmadığını, onlardan biri gibi olmak istemediğini söyleyip yalvarıyor. Fakat Flory'nin kararlılığını görünce başbelası oluyor.



Elizabeth: İngiltere'de doğmuş, babası iflas edince annesiyle birlikte Paris'e gitmiş. Zengin yaşamına hayran. Polo, avcılık, ata binmek, golf, balolar gibi zevkleri var. Hiçbiriyle ilgilenecek kadar zengin olmasa, hatta sefalet içinde yaşasa da, durmadan dergi fotoğraflarına bakıp tatmin oluyor. En büyük hayali zengin biriyle evlenip dergilerdeki hayata kavuşmak. Sanatçı olduğunu zanneden annesinin aydın arkadaşlarından, sanattan, sanatın getirdiği sefaletten nefret ediyor. Annesi ölünce başka kimsesi olmadığı için amcasının yanına Burma'ya geliyor.

Flory ise İngiltere'de okumuş, Paris'te yaşamış bu genç kadının güzelliğine hayran kalıyor. O'nu olduğu gibi tanımak yerine, kafasında hayal ettiği versiyonuna aşık oluyor. O'nunla tehlikeli fikirlerini paylaşabileceğini, bi gün evlendiklerinde diğer beyaz kadınlar gibi acımasız bir memsahib olmak yerine, insanca yaşayacağını sanıyor. Yerlilerin eğlencelerine götürüyor. Avrupalılara iğrenç görünen fiziksel özelliklerine rağmen onların da insan olduğunu anlatmaya çalışıyor.

Flory yıllardır o kadar içe kapanmış, kendi kendine konuşmaya o kadar alışmış, anlamlı bir diyalog kurmayı o kadar unutmuş ki, Elizabeth sıkılıyor mu, konuyla ilgileniyor mu, hiç anlamıyor.
Flory ise hangi davranışının kızı rahatsız ettiğini bir türlü anlayamıyordu. Yalnızca Burma'yı kendi sevdiği gibi sevmesini, oraya bir memsahib'in (kadın efendi) donuk, meraksız gözleriyle bakmamasını istiyordu! İnsanların çoğunun, yabancı bir ülkede ancak orada yaşayanları hor görerek rahat edebildiklerini unutmuştu.(144)

Aralarındaki ilişki, okuyucunun hemen anlayacağı şekilde anlatılmış: Rehber-turist ilişkisi.
Biri ülkeye yeni gelmiş, öteki orada uzun süre yaşamış iki insan biraraya geldiklerinde ikincinin birinciye rehberlik yapmaya başlaması kaçınılmazdır.(144)

Bırak evlenmeyi, iyi arkadaş olmaları bile mümkün değil. Hayata bakışları o derece farklı. Elizabeth aslında Flory'nin tiksindiği insanlardan biri. Fakat uzun zamandır beyaz bir genç kadın görmeyen Flory'nin gözleri kör oluyor. Toplumun baskısına farkında olmadan boyun eğiyor. Toplumun yani hem yerlilerin hem de beyazların ikisinin ilişkisini onaylayacağını biliyor. Bunları uzun uzun düşünmese de, artık hayal kurmaya bile cesareti olmayan bu adamın birden cesaretlenip aşkının peşinden koşması ancak bu altyapıyla açıklanabilir. Güzellik aşkının gözlerini kör etmesiyle değil.

Oysaki Elizabeth, Flory'nin durmadan "...aynı zamanda hem anlaşılmaz hem de rahatsız edici olabilen o "aydınlara özgü" konuşmalar..."a dalıp gitmesinden tiksiniyordu.(211)
Kitapta Flory gibi düşünen tek bir kişi daha olsaydı, direniş romanı olurdu. Yazar bundan kaçınmış. Arka kapakta doğacak olan bir aşktan bahsedildiği için, sahneye bir kadının girmesini bekledim durdum. Belki de kadın Flory'nin aşık olmasına değecek bir kadın olacaktı, Doğu'da kafası çalışan, düşünebilen bir kadın görme hasretiyle yandım tutuştum Elizabeth'le tanışana dek. Fakat olmadı.

Halbuki Orwell Insein Hapishanesi'nde çalıştığı sıralar arkadaş olduğu bir kadın vardı, Elisa Maria Langford-Rae. Sık sık muhabbet ederlerdi. Daha önce iki kez evlenmiş olan kadın, wikipedia'ya göre Edinburh Üniversitesi'nde hukuk okumuştu, gazetecilik yapmıştı, bi ara Türkiye'de Atatürk'ün sarayında kalmıştı. Sonra din değiştirip budist olmuş, Burma'da bir yerliyle Kazi Lhendup Dorjee ile evlenmişti. Elizabeth karakteri için Orwell bu kadından ilham aldı mı bilmiyorum fakat Flory kadar yalnızlık çekmediği bir gerçek. Ayrıca roman boyunca gözlerim böyle birini aradığını da belirtmeden geçemeyeceğim.



Verrall: Kasabadaki herkes Elizabeth'in koca bulmak için bu vahşi coğrafyaya geldiğini biliyordu ve beyazların en gençlerinden olan Flory ile ikisini birbirlerine yakıştırıyorlardı. Fakat elbette sonunda sahneye bir rakip çıktı. Kasabaya Verrall adında, yakışıklı, genç, umursamaz olduğu için karizmatik ve üstelik polo oynayıp ata binmeyi çok seven bir askeri polis geldi. Geçici görevle geldiği için ne zaman geri gideceğinin belli olmaması, Kulüp'te yaşlı beyazların muhabbetlerinden hoşlanmaması, disiplin aşkından dolayı kadın,içki gibi zevklerden uzak durup durmadan spor yapması O'nu hem itici hem de acayip karizmatik gösteriyordu.

...Verrall'in yüzü, istenmeyen yabancıları görmezden gelmek üzere özel olarak tasarlanmış yüzlerdendi...(223)

Elbette bütün zengin aile çocukları gibi yoksulluğun iğrenç bir şey olduğunu ve insanların iğrenç alışkanlıkları yeğledikleri için yoksul kaldıklarını düşünüyordu.(243)

Alıntılardan anlaşılacağı gibi, Elizabeth Verrall'i gördükten sonra Flory'yi defterden sildi. Daha yakışıklı olmasının yanında, maaşı da daha yüksek, saçma sapan aydınca konuşmalar yapmayan, sınıfına yakışır bir hayat yaşayan bir koca adayıydı Verrall. Bu durum Florymizi akıllandıracağına daha beter etti.



Kitabın eski kapaklarından...

Sanki kitabın tek derdi aşk, nefret, entrika filanmış gibi, şu kapaklara bakın:"Tropik bölgelerde aşk ve ihanetin modern klasiği!" Hani nerde emperyalizm, hani nerde sömürgecilik, köleler, entellektüelin yalnızlığı? Onlar satmaz be ablam...Kaç yılında basıldığını bilmiyorum ama belli ki Orwell ünlendikten sonra. 




Diğer alıntılar:

97 - ...çünkü pukka sahib'ler kahvaltıdan önce jimnastik yaparlardı – iğrenç!

192 – Yaşlı adam, önlerine geçip onları evine götürdü. Tepetaklak bir L harfi gibi tuhaf, kambur bir yürüyüşü vardı. Romatizmalarının ve küçük bir hükümet görevlisi olduğu için sürekli eğilip selam vermek zorunda olmasının sonucuydu bu.

219 – Deprem, bittikten sonra çok eğlenceli bir şeydir. O anda pekala bir yıkıntının altında da olabilecekken sapasağlam kurtulmuş olduğunuzu düşünmek sevinç verici bir duygudur.
228 – Yazgı kendi tarzında adil davranıyordu.

260 – Vicdani bir görevi atlatmaya çalışan kadınların o ışıltılar saçan, öldürücü parlaklığıyla konuşurken...

265 - ...Ko S'la, bekarların hizmetkarları için çok gerekli bir sanat olan efendisini uyandırmadan soyma sanatında ustaydı. (Efendisi sarhoşken)

321 – Kuşkusuz misyonerler onu bebekken yakalayıp vaftiz etmişlerdi; çünkü yetişkin yaşta Hıristiyanlığa döndürülen Hintliler, neredeyse hep sonradan dinlerini bırakırlardı.



Üslup hakkında ufak bir eleştiri:

Bazı romanlarda en çok dertlendiğim şey, sayfaların akıp gitmemesi. Bu o eserin edebi açıdan kötü olduğunu mu gösterir, yoksa ben "roman dediğin şöyle olmalı" gibi takıntıları olan bir insan mıyım? Bilmiyorum. Fakat bu romanın da bi türlü akıp gitmediğini, yazarın üslubunun beni genel olarak sıktığını fakat konuya ilgi duyduğum için sonuna kadar okumakta hiç zorlanmadığımı söylemeliyim. Halbuki Hayvan Çiftliği hiç böyle gelmemişti. Bir de kitabın çevirisine ısınamadım. "Hey dostum, lanet olsun" gibi Türkçe dublajlı film etkisi yaratan dil soğuttu. Karakterleri kafamda konuşturamadım, canlandıramadım.