Osmanlı Cumhuriyeti'nin ilk çıktığı
zamanı hatırlar gibiyim. Komedi filmi deyip geçmiştim, çok
ilgilenmemiştim. Gani Müjde-Ata Demirer ikilisinin ciddi bi konuyu
şaklabanlığa vurup değersizleştireceğini düşünmüştüm
sanırım. Komedinin toplumdaki rolünü anlayamamıştım o
zamanlar. Ciddi konuların komedi olarak işlendiğinde ciddiyetinin
daha iyi anlaşılabileceğini belki de Ferhan Şensoy oyunlarını
izledikçe anladım. Kemal Sunal filmlerini daha farklı bi gözle
izlemeye başlayışımın sebebi de bu idrak. Kemal Sunal'ın yüksek
lisans tezini ciddiye alıp okuyuşum da bundan.
Osmanlı Cumhuriyeti'ni dün izledim.
Filmin film endüstrisi açısından kalitesi eleştirilebilir.
Ekşi'ye göz atınca oyunculukların, senaryonun özensizliğinin bol
bol eleştirildiğini gördüm. Ben bu konulardan çok anlamam ama
filmin bittikten sonra “vay be” dedirtmediğini söyleyebilirim.
Bi şeyler rahatsız etti ama ne olduğunu çözecek kadar sinemayla
alakam yok. O yüzden filmin kalitesinden değil, konusundan
bahsedeceğim.
Filmin konusu:
Film malumunuz, Mustafa Kemal'in
çocukken ölmesi ihtimalinden yola çıkıyor. M.Kemal olmayınca
Kurtuluş Savaşı verilmemiş, dolayısıyla Osmanlı bol bol toprak
kaybetmiş. Ülkenin en doğusunda Ankara var. Meclis ve
saltanat-halifelik birarada devam ediyor. En önemlisi de, ülke ABD
mandası altında. Her yerde Amerikan askerleri var. Meclis, kukla
meclis. Padişahın hükmü yok. Diplomatların kimisi ABD, kimisi de AB yalakası. AB, “Osmanlı Cumhuriyeti şunları şunları
yaparsa, üyelik sürecini hızlandırırız” diye her istediğini
yaptırmaya, Osmanlı'nın üzerindeki ABD etkisini AB etkisine
dönüştürmeye çalışıyor. Bu arada yıl 2008.
Bu sırada elbette örgütlenmeye
çalışan direnişçiler var. Padişaha hala saygı duyuyorlar.
“Ah,” diyorlar, “padişahımız da bizi anlayıp destek verse,
işgalcilerin hepsini yollarız ülkelerine”. Fakat padişah, rezil
durumunun, adam yerine konmayışının farkında olsa da, derin bi
karamsarlık içinde, halkın huzuru için sesini çıkarmıyor.
Halkın bi şekilde yuvarlanıp gitmesini, savaşta ölmesine
yeğliyor. Hatta direnişçilerin terörist olduklarına başlarda O
da inanıyor.
Tabi bir yerden sonra direnişin
gerekliliğini anlıyor, direnişçileri desteklemeye karar veriyor
fakat film mutlu sonla bitmiyor. ABD padişahı tahttan indirip
yerine çocuk yaştaki torununu geçiriyor. Padişah da sürgüne
yollanıyor. Başka türlüsü hiç gerçekçi olmazdı, seyirciyi
keriz durumuna koymak olurdu zaten. Filmden bağımsız olan son
sahnede tekrar M.Kemal'in çocukluğuna dönüyoruz, ölmüyor,
kafeste bulduğu kuşu salıyor. M.Kemal, özgürlüğün önemini
daha çocukluğunda biliyor. Yani O doğuştan mükemmel.
Yanlış Sorular ve Kahraman Yaratma
İhtiyacımız
Film Mustafa Kemal olmasaydı ne
olurdu? sorusuna verilecek yanıtlardan birini sunuyor. Elbette bu,
M.Kemal'i fazla yücelten, insanlıktan çıkarıp süper
kahramanlaştıran, her şeyi tek başına başardığını iddia
eden bir bakış açısı olabilir.Resmi tarihin bize pompaladığı
şey buydu eskiden. (Muhtemelen son on yılda durum değişti.)
Mustafa Kemal olmasaydı ne halde olurduk? Bu soruyu çok sorduk,
cevaplarımız hazırdı: Kızlar okula gidemezdi, çarşaf giyerdi,
İslam devleti olurduk, başka ülkelerin yönetimi altında olurduk
vs. Peki bu yanıtlar veya sorular bize ne kazandırdı?
Tarihi bu şekilde düşünmek,
komedide yaratıcı olsa da, gerçek hayatta saçma, yanlış.
Gördüğüm kadarıyla 2 büyük hataya sebep oluyor: 1.M.Kemal'in
hatalarını görmezden gelmemize, hatta hiç öğrenmeyişimize.
2.Kahramanlar yaratıp, sıkışınca yeni bi kahramanın gelmesini
beklememize.
Filmde de sık sık “keşke zamanında
işgalciler ilk geldiğinde biri çıkıp 'geldikleri gibi giderler' deseydi”
gibi göndermeler yapılıyor. Biri çıkıp bizi kurtarsa keşke. Yani ister
krallık olsun, ister cumhuriyet olsun, kendi kendimizi yönetemeyiz
biz, biri bizi kurtarmalı. ABD'nin süperkahramanları gibi.
Nitekim gördük ki, M.Kemal'in
yaptıkları da bizi kurtarmaya yetmedi aslında. Artık yeni bir
diktatörümüz var. Önceki hükümetleri, darbeleri yaşamadım.
Ama 90larda çocuk halimle duyduğum şehit/terörist haberleri,
sonra bitmek bilmeyen ve gittikçe kötüye giden AKP dönemi... Bu
kadarcıktan bile biliyorum ki, hiçbi şey iyiye gitmiyor.
Umutsuzluk
En kötüsü ise umutsuzluk. Gençlerin
hiç umudu yok. Bir kahramanın çıkıp bizi kurtarması gereken
dönemlerden biri daha geldi işte. “Geri dön, sarı saçlım mavi
gözlüm” gibi iğrenç yakarışlardayız. Tiksiniyorum.
Kaybedenler kulübü ülkelerinin
tarihlerine merak saldım bu sıralar. Çünkü hayatımda ilk defa
gerçekleri öğrenme isteğim bu denli kuvvetli. Çünkü hepsinde
kendimi görüyorum. Eskiden güçlü olan bi medeniyetin çöküşü,
köleleşmesi, sonra yalancıktan bağımsızlaşması, sonra
yozlaşmış halinden, bataklığından bir türlü kurtulamaması.
Adaleti isteyen direniş liderlerini kurban vermesi. Sivil halkı
durup dururken kurban vermesi. Korkması, sinmesi, umudunu yitirmesi.
Panik halinde gündelik hayatına devam etmeyi nimet sayması. Halkçı
görünen liderlerin peşine takılması, bu liderlerin sık sık
otorite ve para manyağı çıkması, halkını satması... Ve tabi
ki cahillik. Bitmeyen cahillik. Din sömürüsü...
Okuduklarımın üstüne film çok daha
vurucu oldu. Çünkü Arap ülkelerinde yaşanan senaryolar
Osmanlı'ya uyarlanmış. (Demek ki Gani Müjde de okumuş benim
okuduğum kitapları, aa ne güzel filan.) (Espiri gibi bi şey yaptım). Teknoloji sayesinde tüm gençler az buçuk
farkında dünyadaki sorunların. Ama hep yüzeysel. Derinine indikçe
tek sorunun Tayyip'in diktatörleşmesi olmadığını anlıyoruz. Bi
taraftan da anlamaktan korkuyoruz. Tayyip gitse de rahatlasak
diyemeyiz ki anlarsak. Gitse de rahatlayamayacağımız gerçeği
daha da büyük umutsuzluk yaratıyor.
Gurursuzluk
Eş durumundan Beşiktaşlı oldum son
yıllarda. Beşiktaş'ın 112. yıl marşı: “Gururlan burası
Beşiktaş!” diyor. Öyle bir diyor ki, insanın gözleri doluyor, tüyleri diken diken dikiliyor. Şeref, onur kelimeleri geçiyor taraftar
şarkılarında durmadan. Çünkü bu düzende, dünyanın neresinde
olursak olalım, gittikçe daha çok koyun olduğumuzun farkındayız.
Gurur duyacak bir şeylere ihtiyacımız var. Hakem haksızlık yapsa
da kendimizi savunma fırsatı bulsak diye bekliyoruz. Başka türlü
bi haksızlığa direnecek halimiz, cesaretimiz ve bilgimiz yok.
Osmanlıya sarılsak, harem, kardeş
katli, kısacası zaten çökmüş bi medeniyet var. Atatürk desek,
ayrıntılarını hiç bilmediğimiz kürtlerin durumu, kültürün
batılılaşması, yok sayılması var. Sonrası zaten boktan. Solculuk desek binbir çeşit, hiçbiri bi şey
başaramamış. Hiçbirinde gerçek anlamda bilgili değiliz ama atıp tutuyoruz. Gezi desek, dağıldı gitti, zaten hiç
birleşmemişti, sadece Tayyip'e karşıydı çoğu. Tarihe bakıp
gururlanabileceğimiz bi şey kalmadı.
Hala özenmeye devam ettiğimiz tek şey
Batılı olmak. Hala Batının hatalarını görmezden geliyoruz.
Çünkü Batı dünyanın hakimi. Hala gerçeğe, doğruya değil,
gücün sahibine ulaşmaya çalışıyoruz. Son on yılda Batıdan
gittikçe uzaklaştığımız için, Türkiye son hızla
muhafazakarlaştığı için, karamsarlığımız daha da arttı.
Artık kesinlikle bi kurtarıcıya ihtiyacımız var. Son dakika
golünü atacak bi Gomez arıyoruz. Bulamıyoruz.
Eee sonuç?
"Problem tespiti kolay, çok biliyosan bi de çözüm üret" diyosunuz tabi şimdi. Şimdiye kadar ürettiğim tek çözüm okumak, öğrenmek. Çok beceremesem de buna insanlığını kaybetmemek, gündelik siyasetten değil, geniş pencereden bakmak, sakin olmak gibi şeyleri de ekleyebiliriz. Ha bunların Türkiye'nin gittikçe boka batmasına ne gibi pratik yararları olur? Olmaz. Üzgünüm. Komedi filmini bile basit bi mutlu sonla bitirmemişler. Gerçek hayattan hemencecik çözüm beklemek de az biraz saçma değil mi?