Şekersiz kahvemin yanına bi küçük kek aldım. Şekerli. Evet, epey oldu şekere tekrar başlayalı. ÇAya kahveye hala atmamaya çalışıyorum ama arada bi çikolataydı, kekti alıyorum artık. O askeri disiplinden bi kere uzaklaşıp, hadi ödül olsun, bi tanecik waffle yiyeyim dediğim günden sonra, sık sık ödüllendiresim geldi kendimi niyeyse. Yine önceki kadar çok yemiyorum gerçi ama anlayamadığım şey şu, diyete ilk başladığım günlerde hiç zorluk çekmedim. Hatta çay-kahve dışında epey bi süre gayet rahattım. Ama sonradan durup dururken canım tatlı istemeye başladı. Belgeselin etkisi geçti mi acaba, bi daha mı izlesem, n'apsam?
----
Leonard Woolf'un romanını bitirdim. The Village in the Jungle'ı. Virgina W.'un yazılarına göre çok daha kolay anlaşılır bir üslubu olduğu için, İngilizce olması da çok zorlamadı. Bu arada kitabın George Orwell'in Burma Günleri'yle benzerliğini fark ettim tabi başlar başlamaz. Çünkü bu da İngiltere sömürgesi olan bir ülkede, yerlilerin hayatını anlatıyor. Fakat farkı şu ki, L.W., Orwell'den tam 21 sene önce, yani 1913'te yazıyor bu konuyu. Daha Dünya Savaşı kopmamışken, ipler gerginken... Epey cesaret gerektiren bir iş olsa gerek, o zamanlar, İngiltere'de sömürgeciliği eleştiren bir kitap yazmak.
Aslında Orwell'inki gibi açık açık eleştirdiği söylenemez. Hatta kitaptaki tek beyaz adam karakteri bir yargıç ve gerçekten adaleti sağlamaya çalışan biri yani iyi biri. Kitapta sömürgeciliği kötüleyen ya da L.W.'un fikirlerini açıkça belirttiği tek bir cümle yok -atlamadıysam-. Yani bu kitapta yazar olayları anlatıyor ve bir sonuca varma işini tamamen okura bırakıyor. Tabi bu benim için bir avantaj, olay anlatımı her zaman fikir anlatımınından daha kolay anlaşılabilir olduğu için, İngilizce olmasına rağmen rahatça anlayabildim. Öte yandan, belki de yazar, o günün şartlarında böyle sansürlü bir dil kullanmak zorunda hissetti kendini. Sonrasında bu konuyla ilgili başka şeyler de yazmış. Fakat bu ilk romanında, kendini yeterince güçlü hissetmediği zamanlarda ancak bu yolla fikirlerini açığa vurabilmiştir olabilir. Belki de üslubu hakikaten böyle, başka kitaplarını okumadan anlayamayacağım varsayımlar bunlar.
----
Cevdet Kudret'in Dilleri Var Bizim Dile Benzemez'ine başladım. İnternetten almıştım. Elime ilk ulaştığında fark etmemiştim hemen rafa koyduğum için fakat bu kitap bildiğin eskiymiş. Taa Aralık 1986'da basılmış! Çok enteresan, hiç düşünmemişim öyle uzak tarihlerde basılıp satılamayan kitapların ne yapıldığını, depolarda bekleme ihtimalini...
Neyse efenim açıkçası şu sıralar kurgu dışı okuduğum iki ciddi kitap var zaten. Biri ezelden ebede uzanan Dünyanın Sefaleti, diğeri malum, Nutuk. O'nun da sonunun birincisine benzemesini istemiyorum fakat üzgünüm, çok hızlı ilerlemiyor. O yüzden yeni başlayacağım kitabın roman olmasını istiyordum ama gözüm de bu Cevdet Kudret'e kayıp duruyordu. Günlerce kitaplık önünde oyalandım, bi kitap seçemedim. Sonunda eeeh be dedim, aldım bunu elime, şöyle bi göz atar bırakırım dedim. Fakat o da ne? Kurgu gibi akıp gitmesin mi? Gitsin. Gidiyor da netekim.
Kitabın dil devrimiyle ilgili olduğunu biliyordum. Adalet Ağaoğlu'ndan duymuştum, çok severek, anlaşılmamasına üzülerek anlatıyordu Cevdet Kudret'i. Ben de açıkçası Nutuk'u okumak için çevirmene ihtiyaç duyuşumuza içerlemiş bi ruh halindeydim haftalardır. Sosyolojiye ilk başladığımda da Prof.Dr. Özer Ozankaya'nın Durkheim çevirilerine de epey sövdüğüm için dil devrimimizde bi problem olduğunu düşünüp dururdum. Zaten mühendislikten gelmişim, sosyal bilim diline alışmakta zorlanıyorum, bi de "yalınkat inançlar, onguncu inançlar" gibi Türkçe olduğu halde anlayamadığım kelimeleri gördükçe deliriyordum. Zamanla bütün sosyoloji kitaplarının böyle olmadığını öğrendim, rahatladım. Fakat bu dil devrimiyle ilgili kendimle olan kavgam bitmedi bi türlü.
İşte Cevdet Kudret'i okudukça anlıyorum ki, dil devrimini savunanlar arasında da tartışmalar varmış meğer. Uyduralım ama ne kadar uyduralım? Yabancı sözcükleri atalım ama ne kadarını atalım? Hangi yazarlar neleri savunmuş? Uydurulan sözcüklerin hangileri tutmuş? Neden dil devrimine ihtiyaç varmış? Açı'ya açı denmeden önce ne deniyormuş?
Epey güzel gidiyor şimdilik kitap. Sanırım dil devrimimizle barıştım. Tarihte geçen bir olayı "iyi" ya da "kötü" diye etiketleyip geçmenin saçma olduğunu fark ettim yine. "Olaylar nasıl gelişti de öyle bir sonuca ulaşıldı?" diye sormak gerekiyor her seferinde.
-----
Dün Hollandaca kursunda sınıf arkadaşlarımın ve hocamın Türkiye'nin hala Arap alfabesi kullandığını sandığını öğrendim. Hadi Singapurluyu ve Somaliliyi geçtim ama Mısırlı ve Faslı sınıf arkadaşlarımla Hollandalı hocam nasıl bilmez? Çok şaşırdım niyeyse. Mısır ve Fasla aynı coğrafyada sayılırız, tarihimizin bi kısmı ortak. Hollandalılar da günümüz Türkiye'si hakkında her şeyi biliyor gibiler, gelip bana "Atatürk de diktatördü ama Erdoğan gibi değildi" demesini biliyorlar mesela... Türkiye hakkında en önemli bilgilerden biri bu, nasıl bilmezsiniz, diyecektim ki... tuttum kendimi. Her Hollandalı bir olmak zorunda mı? Belki o Atatürk-Erdoğan kıyaslaması yapan adam bu konulara özel olarak kafayı takmıştı. Tarihimiz ortak diye Mısırlı, Faslı bilmek zorunda mı?
Ayrıca sırf benim için önemli bi konu diye, tüm dünya insanlarının bunu bilmesini neden bekliyorum ki? Aslında bu son cümleleri kendimi sakinleştirmek için yazdım. Yani, ne yazık ki inanarak yazmadım. Gazetelerde sürekli Türkiye haberleri var, kitapçılarda yeni çıkanlar rafı Türkiye hakkında siyasi kitaplarla dolu. Nasıl bilmezler?
Bu muhabbetin üzerine şu hepimizin sinir olduğu, "deveye biniyorsunuz di mi, fes takıyorsunuz di mi, sen müslüman değil misin, niye başını örtmüyorsun?" gibi soruların gelmesini bekledim ama gelmedi tabi... Bi konuda fazla hassasım ama ne, bilmiyorum. Yabancıların arasında da kitap okumayan, farklı kültürleri çok da sallamayan insanlar var, tıpkı Türkler gibi. Bırak, millet olarak değerlendirme insanları, birey olarak gör biraz da...
Neyse bakalım, yavaş yavaş öğreniyorum.
----
Geçen gün u.la da konuştuk, çok milliyetçi olmak, sırf içine doğdun diye milletinle gurur duymak gereksiz tamam, ama bizde, yani Türklerde bildiğin aşağılık kompleksi var. Yabancıların yanında anlaşılıyor bu daha çok. Biri kalkıp bi Orhan Pamuk desin, Türk mutfağını/müziğini övsün, çok seviniyoruz. Sakince durup neyi neden sevdiğini sormak yerine saçma sapan bi gurur kaplıyor içimizi. Beklemiyoruz çünkü. Beğenilmeyi ummuyoruz. Üstelik özellikle Hollanda'da Türk mutfağının beğenilmemesi ihtimali çok düşükken...Yani hadi Yunanistan, İtalya, İspanya filan olsa neyse ama kendi mutfağı olmadığını itiraf eden, farklı mutfaklara kapıları açık olan insanlar bunlar... Daha da kötüsü, birisi Türk'e benzemiyorsun deyince ya da Leidseplein'deki "buyrun buyrun"cu garsonlar bizi İtalyan sanıp İtalyanca muhabbete girince seviniyoruz.
Kusurlarımız var tabi ki. Ama hangi milletin yok ki? Nedir bizdeki bu ekstra kambur? Sebebi çok. İrdeleme işine hiç girmeyeceğim şimdi. Fakat ilacının bilgilenmekte olduğunu hissediyorum. Bol bol öğren. Özellikle de kendi tarihin hakkında. Kimseye anlatmasan da olur. Kafanın içindeki içi boş bulutları yok et yeter, boşayer kaplamasınlar. Fikir bulutlarıyla doldur. (Emir kipi kendime tabi ki)
----
Ciddi konular bitti.
Niyazigül Dörtnala'yı izledim. Ben bu Ata Demirer'i niye bi kenara atmışım, unutmuşum, diye kızdım kendime. Özlemişim yahu! Eyvah Eyvah serisi var sırada, yaşasın...
----
Amsterdam'da Allard Pierson Müzesi'ne uğradım. Düşündüğümden büyükmüş, daha sonra, sakin kafayla gezmek üzere hızlıca turlayıp çıktım. Arkeoloji müzesi. Farklı ülkelerden getirilen kalıntılar var. Atina Acropolis'inin kadın şeklindeki sütunlarından ikisi de burada. Umarım yanlış anlamışımdır, taklidi falandır... Lan ne işi var onların burda, diye bağırası geliyor insanın. (Bendeki bu milliyetçiliği değil de, emperyalizm karşıtlığını bi dizginlemem lazım)
------
Geçen gün aklıma geldi: Adalet Ağaoğlu'nun günlüklerinde bahsettiği bir yardımcısı varmış Ankara'dayken. Sıkı bir okuruymuş, o yüzden gelip kendisi teklif etmiş "sizin için yapabileceğim bir şey varsa lütfen söyleyin yapayım..." diye. A.A. da o zamanlar temizlikçi arayışındaymış, başta tereddüt etse de, sonradan çok sevmiş. Kadının ismi Serap mıydı, Serpil miydi neydi...? Nasıl bi hayatı vardı acaba? Bir yazarı okuyup çok sevecek bir temizlikçi... Çok ilginç değil mi? Bu bloga ilk başladığımda temizlikçilerin blog yazma ihtimalini düşünüp heyecanlanmıştım, buraya da yazmıştım. Bu düşünce de öyle bi kıpırdattı içimi.
-----
Yemek defteri yaptım kendime. İnternetten tarif bulup bi şeyler yapıyorum, güzel oluyor ama sonra o tarifi ara ki bulasın... Hepsini not edicem artık. Kafadan yaptıklarım var bi de, onları da... Geçen sene sıcak şarap yapmıştım mesela, çok da güzel olmuştu ama bi daha aynı tarifi bulamadığım için aynı tadı yakalayamadım bi türlü. Halbuki ne kadar da kıymetli, sağlıklı, vitaminli bi içki. Denemelerimi kaydedicem, idealini bulunca elimden kaçırmıycam böylece.
----
Bugün u.ın kalın pijamasına cep diktim. Uzun zamandır el işi türü şeylere ara vermiştim, iyi oldu. Kesmek, makineyle kenarlarını kıvırmak, sonra elde dikmek toplam iki saatimi aldı. Bu ev işleri iyi hoş da, çok vakit alıyorlar işte.
----
Tam Hollandalı olduk artık: U.ın bisikleti çalındı. Yeniydi. Neyseki sigorta yaptırmıştık da, yenisine para ödememiz gerekmeyecek (Tabi kampanyalı aldığımız için, şimdi aynı özellikteki bisiklet daha pahalıya satıldığı için, mecburen üstünü tamamlamamız gerekecek ama ayrıntıya girmeyeyim dedim. Girmiş bulundum. Madem girdim şunu da ekleyeyim: Daha ucuz bi bisiklet de alamıyoruz. Yassah.). Polise şikayet ettik tabi hemen, internette form doldurduk. Fakat polis "yapacak daha önemli işlerimiz olduğu için, bisikletinizi aramayacağız" diye cevap verdi. Evden gelip çalsalarmış ya da darp etme, gasp etme gibi bi şeyler olsaymış, soruşturma başlatılırmış ama şimdi yapacak bi şeyleri yokmuş. Ben şok tabi. Yav söylemeyin bari de aranıyor bilelim. Kısacası Amsterdam'da iş arayanlar için: Bisiklet hırsızlığı güzel bi meslek, geleceği parlak. O kadar sık oluyor ki, polis de koyvermiş.
----
Annie M.G. Schmidt'in Jip en Janneke'sine başladım bi de. Hollanda'nın nesilleri yetiştiren çocuk kitabı yazarı. Karakterleri çok seviyorum. Feridun Andaç'ın "yaşadığın yerin edebiyatını oku" ödevini çocuk kitaplarıyla yerine getiriyorum. Yok yav, asıal amaç dil öğrenmek tabi ki... Dün öylesine test yaptılar kursta. Pek çalışmamıştım tamam ama bu kadar kötü geçmesini beklemediğim için çalışmamıştım. Benim götüm kalkmış sanırım, önce o götü yere indirip, bi güzel ineklemem lazım.
-----
Yaklaşık iki haftadır geceleri boğazım tırtıklanmaya başlıyor. Sabah uyandığımda acıyor, dişlerimi fırçalayıp balgam çıkarınca biraz rahatlıyor. Moğollar konserinde Cem Karaca edasıyla Islak Islak'ı söylemeye çalışınca bu hale geldim. Sen kimsin? Hayır sen kimsin? Şurup, pastil kullandım, sigarayı azalttım, 4 gündür tamamen kestim, dün gece odaya tencereyle kaynar su koydum ki nem oranı artsın.... Değişiklik yok. Bıktım bu kulak burun boğaz işlerinden ya, doktora gitmek de istemiyorum. Termometre var odada, nemi de gösteriyor, baya düşükmüş, düzgün çalışıyorsa... Odadaki nemi yükseltmek için önerisi olan var mı? Bu arada burnumun içi de yara dolu. Yuvarlanıp gidiyoruz ama vücudum sürekli bi şeylere isyan edip dikkatimi çekmeye çalışıyor sanki. Tabi bu işler nefesimi iyice bozduğu için, bi de soğuk havada terleyip iyice hasta olmaktan korktuğum için koşuyu da bıraktım iki haftadır.
------
Yeter di mi? Susayım artık. Bence de.
Selamlar efenim,
Kanatlı Kedi
Epey güzel gidiyor şimdilik kitap. Sanırım dil devrimimizle barıştım. Tarihte geçen bir olayı "iyi" ya da "kötü" diye etiketleyip geçmenin saçma olduğunu fark ettim yine. "Olaylar nasıl gelişti de öyle bir sonuca ulaşıldı?" diye sormak gerekiyor her seferinde.
-----
Dün Hollandaca kursunda sınıf arkadaşlarımın ve hocamın Türkiye'nin hala Arap alfabesi kullandığını sandığını öğrendim. Hadi Singapurluyu ve Somaliliyi geçtim ama Mısırlı ve Faslı sınıf arkadaşlarımla Hollandalı hocam nasıl bilmez? Çok şaşırdım niyeyse. Mısır ve Fasla aynı coğrafyada sayılırız, tarihimizin bi kısmı ortak. Hollandalılar da günümüz Türkiye'si hakkında her şeyi biliyor gibiler, gelip bana "Atatürk de diktatördü ama Erdoğan gibi değildi" demesini biliyorlar mesela... Türkiye hakkında en önemli bilgilerden biri bu, nasıl bilmezsiniz, diyecektim ki... tuttum kendimi. Her Hollandalı bir olmak zorunda mı? Belki o Atatürk-Erdoğan kıyaslaması yapan adam bu konulara özel olarak kafayı takmıştı. Tarihimiz ortak diye Mısırlı, Faslı bilmek zorunda mı?
Ayrıca sırf benim için önemli bi konu diye, tüm dünya insanlarının bunu bilmesini neden bekliyorum ki? Aslında bu son cümleleri kendimi sakinleştirmek için yazdım. Yani, ne yazık ki inanarak yazmadım. Gazetelerde sürekli Türkiye haberleri var, kitapçılarda yeni çıkanlar rafı Türkiye hakkında siyasi kitaplarla dolu. Nasıl bilmezler?
Bu muhabbetin üzerine şu hepimizin sinir olduğu, "deveye biniyorsunuz di mi, fes takıyorsunuz di mi, sen müslüman değil misin, niye başını örtmüyorsun?" gibi soruların gelmesini bekledim ama gelmedi tabi... Bi konuda fazla hassasım ama ne, bilmiyorum. Yabancıların arasında da kitap okumayan, farklı kültürleri çok da sallamayan insanlar var, tıpkı Türkler gibi. Bırak, millet olarak değerlendirme insanları, birey olarak gör biraz da...
Neyse bakalım, yavaş yavaş öğreniyorum.
----
Geçen gün u.la da konuştuk, çok milliyetçi olmak, sırf içine doğdun diye milletinle gurur duymak gereksiz tamam, ama bizde, yani Türklerde bildiğin aşağılık kompleksi var. Yabancıların yanında anlaşılıyor bu daha çok. Biri kalkıp bi Orhan Pamuk desin, Türk mutfağını/müziğini övsün, çok seviniyoruz. Sakince durup neyi neden sevdiğini sormak yerine saçma sapan bi gurur kaplıyor içimizi. Beklemiyoruz çünkü. Beğenilmeyi ummuyoruz. Üstelik özellikle Hollanda'da Türk mutfağının beğenilmemesi ihtimali çok düşükken...Yani hadi Yunanistan, İtalya, İspanya filan olsa neyse ama kendi mutfağı olmadığını itiraf eden, farklı mutfaklara kapıları açık olan insanlar bunlar... Daha da kötüsü, birisi Türk'e benzemiyorsun deyince ya da Leidseplein'deki "buyrun buyrun"cu garsonlar bizi İtalyan sanıp İtalyanca muhabbete girince seviniyoruz.
Kusurlarımız var tabi ki. Ama hangi milletin yok ki? Nedir bizdeki bu ekstra kambur? Sebebi çok. İrdeleme işine hiç girmeyeceğim şimdi. Fakat ilacının bilgilenmekte olduğunu hissediyorum. Bol bol öğren. Özellikle de kendi tarihin hakkında. Kimseye anlatmasan da olur. Kafanın içindeki içi boş bulutları yok et yeter, boşayer kaplamasınlar. Fikir bulutlarıyla doldur. (Emir kipi kendime tabi ki)
----
Ciddi konular bitti.
Niyazigül Dörtnala'yı izledim. Ben bu Ata Demirer'i niye bi kenara atmışım, unutmuşum, diye kızdım kendime. Özlemişim yahu! Eyvah Eyvah serisi var sırada, yaşasın...
----
Amsterdam'da Allard Pierson Müzesi'ne uğradım. Düşündüğümden büyükmüş, daha sonra, sakin kafayla gezmek üzere hızlıca turlayıp çıktım. Arkeoloji müzesi. Farklı ülkelerden getirilen kalıntılar var. Atina Acropolis'inin kadın şeklindeki sütunlarından ikisi de burada. Umarım yanlış anlamışımdır, taklidi falandır... Lan ne işi var onların burda, diye bağırası geliyor insanın. (Bendeki bu milliyetçiliği değil de, emperyalizm karşıtlığını bi dizginlemem lazım)
------
Geçen gün aklıma geldi: Adalet Ağaoğlu'nun günlüklerinde bahsettiği bir yardımcısı varmış Ankara'dayken. Sıkı bir okuruymuş, o yüzden gelip kendisi teklif etmiş "sizin için yapabileceğim bir şey varsa lütfen söyleyin yapayım..." diye. A.A. da o zamanlar temizlikçi arayışındaymış, başta tereddüt etse de, sonradan çok sevmiş. Kadının ismi Serap mıydı, Serpil miydi neydi...? Nasıl bi hayatı vardı acaba? Bir yazarı okuyup çok sevecek bir temizlikçi... Çok ilginç değil mi? Bu bloga ilk başladığımda temizlikçilerin blog yazma ihtimalini düşünüp heyecanlanmıştım, buraya da yazmıştım. Bu düşünce de öyle bi kıpırdattı içimi.
-----
Yemek defteri yaptım kendime. İnternetten tarif bulup bi şeyler yapıyorum, güzel oluyor ama sonra o tarifi ara ki bulasın... Hepsini not edicem artık. Kafadan yaptıklarım var bi de, onları da... Geçen sene sıcak şarap yapmıştım mesela, çok da güzel olmuştu ama bi daha aynı tarifi bulamadığım için aynı tadı yakalayamadım bi türlü. Halbuki ne kadar da kıymetli, sağlıklı, vitaminli bi içki. Denemelerimi kaydedicem, idealini bulunca elimden kaçırmıycam böylece.
----
Bugün u.ın kalın pijamasına cep diktim. Uzun zamandır el işi türü şeylere ara vermiştim, iyi oldu. Kesmek, makineyle kenarlarını kıvırmak, sonra elde dikmek toplam iki saatimi aldı. Bu ev işleri iyi hoş da, çok vakit alıyorlar işte.
----
Tam Hollandalı olduk artık: U.ın bisikleti çalındı. Yeniydi. Neyseki sigorta yaptırmıştık da, yenisine para ödememiz gerekmeyecek (Tabi kampanyalı aldığımız için, şimdi aynı özellikteki bisiklet daha pahalıya satıldığı için, mecburen üstünü tamamlamamız gerekecek ama ayrıntıya girmeyeyim dedim. Girmiş bulundum. Madem girdim şunu da ekleyeyim: Daha ucuz bi bisiklet de alamıyoruz. Yassah.). Polise şikayet ettik tabi hemen, internette form doldurduk. Fakat polis "yapacak daha önemli işlerimiz olduğu için, bisikletinizi aramayacağız" diye cevap verdi. Evden gelip çalsalarmış ya da darp etme, gasp etme gibi bi şeyler olsaymış, soruşturma başlatılırmış ama şimdi yapacak bi şeyleri yokmuş. Ben şok tabi. Yav söylemeyin bari de aranıyor bilelim. Kısacası Amsterdam'da iş arayanlar için: Bisiklet hırsızlığı güzel bi meslek, geleceği parlak. O kadar sık oluyor ki, polis de koyvermiş.
----
Annie M.G. Schmidt'in Jip en Janneke'sine başladım bi de. Hollanda'nın nesilleri yetiştiren çocuk kitabı yazarı. Karakterleri çok seviyorum. Feridun Andaç'ın "yaşadığın yerin edebiyatını oku" ödevini çocuk kitaplarıyla yerine getiriyorum. Yok yav, asıal amaç dil öğrenmek tabi ki... Dün öylesine test yaptılar kursta. Pek çalışmamıştım tamam ama bu kadar kötü geçmesini beklemediğim için çalışmamıştım. Benim götüm kalkmış sanırım, önce o götü yere indirip, bi güzel ineklemem lazım.
-----
Yaklaşık iki haftadır geceleri boğazım tırtıklanmaya başlıyor. Sabah uyandığımda acıyor, dişlerimi fırçalayıp balgam çıkarınca biraz rahatlıyor. Moğollar konserinde Cem Karaca edasıyla Islak Islak'ı söylemeye çalışınca bu hale geldim. Sen kimsin? Hayır sen kimsin? Şurup, pastil kullandım, sigarayı azalttım, 4 gündür tamamen kestim, dün gece odaya tencereyle kaynar su koydum ki nem oranı artsın.... Değişiklik yok. Bıktım bu kulak burun boğaz işlerinden ya, doktora gitmek de istemiyorum. Termometre var odada, nemi de gösteriyor, baya düşükmüş, düzgün çalışıyorsa... Odadaki nemi yükseltmek için önerisi olan var mı? Bu arada burnumun içi de yara dolu. Yuvarlanıp gidiyoruz ama vücudum sürekli bi şeylere isyan edip dikkatimi çekmeye çalışıyor sanki. Tabi bu işler nefesimi iyice bozduğu için, bi de soğuk havada terleyip iyice hasta olmaktan korktuğum için koşuyu da bıraktım iki haftadır.
------
Yeter di mi? Susayım artık. Bence de.
Selamlar efenim,
Kanatlı Kedi