08 Mart 2013

KELEBEĞİN RÜYASI

sonunda izledim.

yılmaz erdoğan'ın bi filmi de kötü olsun arkadaş!

şiir okuma tutkusu olmayan ben, y.e.'ın sesini ne zaman duysam içimden mırıldanmaya başlarım: "şehirlerarası otobüs yolculuklarında başladım"...
arkadan kardeş türküler başlar: "gün olur yolun düşerse gurbet ellere, al bu dertten yüreğimi dalgalara sal.."

adamın sesi dinletiyor kendini. duygusallıktan desem değil, coşkudan desem değil. aslına bakarsan, tembel tembel okuyor/konuşuyor biraz, miskin, mayışmış. sakin. ondan sanırım. sakin sakin anlatıyor koşturmamızı.

evet efendim. yazının bundan sonrası film hakkında bilgi içerebilir, dikkat derim.

film şairlerle, zengin fakir farkıyla ve hastalıklarla ilgili.

bu arada şairleri hiç sevmem, güvenilmez olurlar, lafı evirip çevirip süsleyip söylerler. benimkisi kız alınganlığı aslında evet, her kıza bi şiir yazabilirler. neyse, elbette haklı olduğumu düşünmüyorum, içgüdüsel olarak, sevemiyorum işte iki cinsin şairini de. ama işte, hayata tat katıyor şerefsizler (şerefsizler burada sempati, sevgi belirten manada). filmi de sevdirdiler yine.


beni en çok etkileyen, yine, zengin-fakir farkı oldu. zengin kızını hiç sevemedim. erdoğan da sevmememizi mi amaçlamıştı acaba? sırf macera olsun diye "madene inmek istiyorum" diyen, inince şok olan, insanların haline acıyan vals kursuna giden, tenis müsabakasında birinci olan kız çocuğu. sevdirmiyor kendini. sevemedim bi türlü film boyunca. evet erdoğan da bunu istedi bence çünkü hiç iyi kızı oynamadı Suzan, hiç babasına karşı gelmedi, hiç aşık olmadı, iki gözyaşı döktü belki ama hiç isyan edip rahatından vazgeçmeye çalışmadı. sevilmesi gerekseydi bunları yaptırırdı yüce yaratıcı (yönetmen, senarist).



tabi bir de yakışıklı şair etkisi var filmde. kıvanç tatlıtuğ'un (muzaffer), o eski piç tipinden (rol icabı tabi) eser kalmamış, zayıflamış, tırnaklarını yiyen, çekingen bi çocuk olmuş. babasının karşısında korkudan ne yapacağını şaşırıyor. efendi ve aptal aşık. kaburgaları sayılır hale gelmiş, "sadece yakışıklı değilim ulen ben, iyi oyuncuyum aynı zamanda!" mesajı vermiş adeta. kısacası daha bi "genç kızların sevgilisi" olmuş.


mert fırat'ın (rüştü onur) zaten iyi oyuncu olduğunu kabul etmiştim. o biraz daha haşarı bi şair. durmadan komiklikler şakalarla uğraşan. sadece karısını mutlu edemediği zaman gerçekten suratı asıldı.

bi de behçet hoca var tabi. yılmaz erdoğan. devlete sırtını dayamış, zar zor da olsa düzenli bi maaşla düzenli bi hayatı olan hoca. bizim bu  iki şair için endişeleniyor ama yapacak çok bi şey yok elinde. kimse kimsenin hayatını bi çırpıda düzeltemez ki.

birkaç da soru takıldı aklıma:

- karakterler/olaylar gerçeklere mi dayanıyordu? behçet necatigil miydi o hoca? öyle olduğuna dair dedikodular var, biraz araştırayım.

- film sanırım newyork'ta çekilmişti. ben arada bir newyork'a gideceklerini filan sanıyordum. ama hiç ilgisi yoktu. yaklaşık 1 ay önce filan erdoğan'ın "istanbul'u özledim, aylardır newyork'tayız, bir an önce dönmek istiyorum" dediği röportajı okumadım mı acaba, yine rüyayla gerçeği mi karıştırıyorum? filmde tam olarak hangi sahneler newyork'ta geçiyordu? hepsi çözülecek, du bakalım.

- sanatoryum sözcüğü nasıl girmiş türkçe'ye? heybeliada'da kurulmuş ilk kez sanatoryum, veremli hastalar için, 16  yatak kapasitesiyle başlamış. isviçre'deki hastane örnek alınarak yapılmış 2005'te kapatılmış (kaynak vikipedia)

düzeltme: cevapları buldum, burada: http://kanatlikedimasali.blogspot.com/2013/03/kelebegin-ruyasi-sorulara-cevaplar.html