Yine o günlerden biri. Depresif başladı, maillerde geçmişe gittim, Youtube karşıma yeni bir Netflix standupı çıkardı, 8Mart'ta gelecekmiş,ilgimi çekti, aynı kadının eski bi standupını izledim, iyi geldi, allaan amerikalısında kendimden parçalar buldum, güldüm (aynı şeyleri kendim düşünsem ağlardım, bir standupçı anlatınca güldüm, iyi ki varsınız komedyenler!), sıradan bir dertli günde iptal etmeyi tercih edeceğim bir görüşmeyi iptal etmedim, yani içime kapanmadım, akşam arkadaşımla görüştüm, rol yapmadım elimden geldiğince kendim oldum, kendimden tiksinmedim ve bu görüşme de iyi geldi, sonra Mor ve Ötesi'nin yeni şarkısını, İstiklal'i dinledim, ekşisözlük röportajlarını izledim... Ve sonunda, geçmişteki güzel günlerin, İstiklal Caddesi'ndeki, Ayasofya'daki güzel günlerin hatrına oturup blog yazmaya karar verdim. Üstelik alakasız bir konuda, okuduğum Hollandaca bir kitap hakkında. Çünkü blog bu demek. Günlük gibi dertli değil, giriş gelişme sonuç olma zorunluluğu yok, kimin okuduğunun okumadığının önemi yok (çoğu zaman), edebi derdi stresi yok... Kısacası geçmişin güzelliklerine dönünce blogun da güzelliklerini hatırladım ister istemez.
Ama kitaba başlamadan önce, yine çığlıklar atmak istiyorum takıntı yaptığım konular hakkında:
Mor ve Ötesi'ni çok seviyorum! Bunca yıla rağmen hala piyasaya ayak uydurma derdine kapılıp kendi tarzlarından vazgeçmediler. Sözlerinde hala göze sokulan mesajlar yok, "şair burada ne demek istemiş?" diye düşünüp düşünüp bi sonuca varamadan ama sonuçsuzluktan da keyif alarak içimden çığlıklar atarak eşlik ediyorum şarkılarına. Ve röportajda öğrendim ki, hazirandan itibaren Avrupa'da turne yapma ihtimalleri varmış. Muhtemelen Almanya'nın bi yerlerine gelirler ve bit korona, bit! Nereye gelirlerse oraya gitmek istiyorum! Uzun zamandır hiç evden çıkmak için bu kadar istek duymamıştım, diyeyim de siz anlayın ne kadar gitmek istediğimi. Yolculuk, bilmediğim şehirde gece dışarda takılmak, havanın soğuk olması, Almanya'nın hissettirdiği ekstra soğukluk tüm anksiyetelerimi, konserde Mor ve Ötesi'ni hiç tanımadan gelip çevresine (şarkılara bağıra bağıra eşlik eden bana dik dik bakan) ya da sürekli kameraya çekip sahneyi görmeme engel olan seyircilere sinirlenme ihtimalimi bi kenara bırakıp orda olduğumu hayal ediyorum... Bir elimde bira, bir elim havada, çevremdekilerin ne düşündüğünü normalden %500 daha az salladığım, kendim olduğumu en çok hissedebildiğim, zıplaya zıplaya, birayı üstüme döke döke şarkılara eşlik ettiğim o anları hayal ediyorum. Artık eski coollukları da bıraktım, konser sonrası gidip fotoğraf da çektiririm mümkünse. Çünkü ilerde, içimin kapkara olduğu bi günde bakınca hatırlayabileceğim bi an olur böylece. Fotoğrafların gücüne inanıyorum artık. Çirkin de çıksam fark etmez. Güzel anları hafızamın bir köşesinde güzelce saklamayı beceremiyorum. Bu yüzden fotoğraflar önemli. (Aynı andan yüz tane fotoğraf değil ama, bulanık da olsa, yamuk da olsa, bi tane olsun). Ama kötü anılar öyle mi? Online film izlemeye çalışırken porno ya da kumar reklamlarına maruz kalır gibi, her fırsatta çıkıyorlar karşıma.
Benim için İstiklal bitmedi. Bitmesi de mümkün değil. Dönüp İstanbul'da yaşamaya başlarsam belki... Nostaljiyse nostalji, İstanbul'da yaşayanlara sinir bozucu gelebilir bu dediklerim ama İstiklal başka bi şey benim için. Özgür ve kendimi ve hayatın gerçekliğini hissettiğim ilk yer. Şu an nasıl olduğunun önemi yok.
Kitaptan bahsedecektim, vazgeçtim.
20lerimin başındaki halimden parçalar eklemek istiyorum şu anki hayatıma. kitaplar, posterler, karakalem karalamaları, çıkıp sokaklara atmalar kendini, yine introvert olmak ama tadını da çıkarmak, ortamını bulunca kendini koyvermek, aklını, hislerini... O kadar. Her şeyini değil. Parasızlığın getirdiği dertleri, aile beklentilerini, hesap sormalarını, köşeye sıkışmışlık hissini, o bitmeyen öfkeyi değil.
Ben otizm spektrumunun kıyısındaymışım. Spektrumda olan özellikler bende varmış. Başlarda çok sorguladım. Koskoca spektrum, bi yerinden girememiş miyim? Orda da mı dışarda kalmışım? E şimdi biz spektrumla neyiz? Acaba terapist uyduruyor mu? Bu soru işaretlerinin üzerinden bolca seans, bolca ağlama , aydınlanma, isyan, halledicem ben bu işi gazı, sonra tekrar dibe vurma, o kadar da kolay değilmiş deyip daha bi ağlama... geldi geçti. Şimdi daha iyi anlıyorum spektrumla ilişki statümüzü. Anksiyete, hatta sosyal anksiyete hayatımı en çok etkileyen şey. Ömrüm boyunca çektiğim ben niye diğerleri gibi olamıyorum, hissinin bi sebebi varmış. Bi adı varmış bunun, aynı şeyleri yaşayan bissürü insan varmış. Bunu ilk defa duymak müthiş bi şey. Ağlatıyor, güldürüyor, tüm tanıdıklarına sesli mesaj atıp coşkuyla anlatma ihtiyacı yaratıyor. Sanki "ben otizm spektrumum kıyısındaymışım, ondan böyleymişim" deyince herkes anlayıverecekmiş gibi... Halbuki gerçek hayatta hiç de öyle olmuyor. O ne demek, nasıl bi şeymiş o, diyor Rainman izlemeyenler. İzleyenler de hadi canım, hiç benzemiyorsun sen, diyor. İşte o zaman daha önce hiç tatmadığım bir sıçış başlıyor: Terapistin dediklerini , okuduklarımı, izlediklerimi birkaç cümleyle özetlemeye çalışıp beceremiyorum. Ve "aman zaten terapiste gitsek hepimizde bi şey çıkar" diyen bakışlarla karşılaşıyorum ya da direk bu cümleleri duyuyorum Instagram'da psikolog takip etmiyorsa karşımdaki kişi.
Benim için büyük aydınlanma demek olan bu önemli konu, karşımdaki kişi için kocamın çoraplarını ortalığa atmasından farklı bi haber değil. "Ay aman hepsi aynı bunların" benzeri bi cevap veriyor.
Bu da normal tabi. Muhtemelen ben olsam ben de aynı cevabı verirdim. Ama insanı üzmüyor mu, üzüyor.
Şimdi insanlara anlatma coşkusunu geçtim. Çünkü başka şeylerin farkına vardım: Başkalarının anlaması önemli değil. Benim belli dertlerim var diye tüm dünyanın bana olan tavrını değiştirmesini bekleyecek değilim. (Tabi sürekli dip dibe olduğum insanın, yani u.ın derdimi tam anlaması önemliydi, o hariç). Ayrıca bi tanı konması hayatımdaki sorunların çözüldüğü anlamına da gelmiyor. Çözmek için bol bol çabalamak gerekiyor. ÖSS'ye hazırlanır gibi hatta, 7/24 bunu düşünmem gerekiyor. Bi deneme sınavında başarısız oldum diye pes etmemem, ertesi gün aynı şevkle dolup yeniden çalışmaya başlamam gerekiyor. Önceden problemin farkında olmamanın verdiği koy götüne rahvan gitsinlik hali o kadar da rahat sığınılan bi yer olmuyor.
Spektrumla ilgili şeyler okudukça gereksiz strese girdiğim anlarda beni rahatlatabilecek şeyler olduğunu fark ettim: Mesela metro kompartımanlarındaki körükleri izlemek, bir böcek varsa ortamda onu takip etmek, kafamda sudoku kareleri oluşturmak... Bunlar bana iyi geliyormuş. Daha önce gerildiğim konu neyse onun önemli olduğuna o kadar ikna ediyormuşum ki kendimi, bu tip şeyler düşünmek aklıma bile gelmiyormuş. Ama otistiklerde pattern görmenin yaygın olduğunu duyunca, benim patternlerle ilgili ne hissettiğimi düşününce...Evet duvar boyasındaki fırça izlerinde istesem, kendimi koyversem kaybolabilirmişim hakkaten. Seccadede gördüğüm hikayeler yüzünden acaba namazım kabul olmadı mı, acaba bi daha kılmam gerekir mi diye düşündüğüm zamanları söylemiyorum bile. Pek çok insan herhangi bir desende, objede yüz ifadesi görüyordur sanırım. Ama mesela sudoku hayal ederek rahatlama işini ilk kez son bir iki ayda denedim ve çok sevdim. Ve bu fikri bana veren spektrumun kıyısında olmam.
Kısacası artık spektrumun içindeymişim, değilmişim, kıyısındaymışım, yok efendim traitleri varmış, yok hiç benzemiyormuşum, insanlara nasıl anlatacakmışım...Umrumda değil. Spektrumla ilgili edindiğim bilgi gerçek hayatta işime yarıyor mu, ben ona bakarım, yarıyor netekim. Bilgi edinmek isteyen de bana sormasın, googleda her şey var. Ha ama biri kalkıp "sen hiç sosyal anksiyeteli görünmüyosun bence (abartıyosun)" derse alnını karışlarım. O var. Allahına kadar var (ne demekse). En çok kavga ettiğim spektrum özelliği de o zaten.
Neyse, bu da böyle karışık bi yazı olsun. Eski günlerdeki gibi.
MOR VE ÖTESİ!!!!!!!!!!!!!SİRENLER ALBÜMÜNÜ DİNLEYİNİZ. SEVİNİZ. NEDEN SEVMEYESİNİZ Kİ (İŞTE BUNLAR HEP TAKINTI)