08 Aralık 2016

Belgesel: Bakur

Hollanda'da World Cinema Amsterdam festivali kapsamında gösterilmişti, gidememiştim, o yüzden aklımda kalmış. Dün tarihsel bi belgesel ararken politikfilm.org'da buldum, daha fazla ertelemeyeyim dedim izledim. (Reklam yapıyormuşum gibi oldu ama hakketen güzel site, adına yaraşır filmler, belgeseller var. Bazı videolar açılmıyor ama uyarılar üzerine zamanla düzeliyor genelde.)

Tek cümleyle özetlersek, kafamı allak bullak etti film, okumalıyım, daha çok öğrenmeliyim, dedim durdum kendi kendime.

Barış süreci, öncesi ve sonrasında dağdaki PKKlıların günlük hayatını gösteriyor, kendi aralarındaki iletişime şahit olmamızı sağlıyor ve genel olarak, davalarına bağlılıklarının sebepleri, savaş, kadın erkek ilişkileri, ölüm gibi konular üzerine yorumları yer alıyor. 

Gümbür gümbür bi propaganda filmi elbette. Sorgulama ya da eleştiri içeren hiçbir cümle yok. Keşke daha tarafsız bi belgesel bulabilsem de izlesem veya bir kitap bulabilsem de okusam. Ama ne yazık ki çok zor, henüz denk gelmedim. Öte yandan çok normal propaganda filmi olması. Hakim medyada kötü adamı oynadıkları için, iyi reklama ihtiyaçları var. 

Bu yazıda aklımda kalanlarla birlikte kafamı karıştıran noktaları paylaşayım istedim. Kısmetse olur... Olacak mı bakalım...

Kürdistan'ın anlamı:

Kürdistan olarak gördükleri bir bölge var. 1639 Kasr-ı Şirin Anlaşması'yla İran ve Osmanlı Devleti arasında ikiye bölünüyor bu bölge:



Birinci Dünya Savaşı sonrasında ise dörde bölünüyor:


Onlara göre devletin ismi önemli değil, bu bölge onların ülkesi, Kürtçe konuşan herkes bu ülkenin vatandaşı. Bu yüzden Suriye'deki bir Kürt'ün gelip T.C.'ye karşı savaşması onlar için çok normal ve sınırlar onlar için çok anlamsız. PKK'nın 80lerde ilk oluşumu da Kürtlere ait bir ulus-devlet kurmak amacına dayanıyor. Aynı zamanda köklerini Türk sol örgütlerinde oluşturdukları için, ezilen-ezen, emekçi-kapitalist terimlerine de yabancı değiller. Yani milliyetçiliği sosyalist fikirlerle harmanlamışlar.

Başına bir hal gelirse canım...

Filmde bolca dağ manzarası, alternatif yaşam şekilleri görüyoruz. İmece usulü yemek hazırlanıyor, gizli barınaklar yapılıyor, günlük programları var, spor yapıyorlar, oyun oynuyorlar... Ekşisözlük'te birinin dediği gibi sanki bir alternatif yaşam cenneti. Şehrin gürültüsünden, kaosundan kaçıp gitmiş beyaz yakalıların 3-5 günlüğüne hayatın anlamını aradığı bi dağbaşı sanki. Ama öyle olmadığını görüyor insan, ateşte demlenen çay, peynir zeytinle yapılan kahvaltı, taş üstünde uyku tulumunda yatmak, teknolojiden uzak durmak... bunları uzun süre devam ettirebilmek için kişinin bir davaya adaması gerekir kendini. Aksi mümkün değil. Tek başına çıkıp yaşanır elbette dağda fakat kollektif yaşam ancak ortak bir amaçla olur. Yoksa insan bu, amaçsızsa konforuna düşkün olur, kavga çıkar.

Yani demem o ki, film sadece görüntülerden ibaret olsa, konuşmalar ve tek tük silah talimi yapılan sahneler olmasa, bunun bir alternatif yaşam belgeseli olduğunu sanabilirdik. Öyle enerjik, neşeli, nadiren hüzünlü ama o hüzünde bile öfkenin/nefretin değil, azmin enerjisini hissettiren çekimler yapılmış. Çatışma öncesi, sonrası, şehit düşen arkadaşın ardından tutulan yas gibi görüntüler yok. Belli ki yönetmenler (Ertuğrul Mavioğlu ve Çayan Demirel) günlük hayata, çatışmaların ardındaki fikirlere, hislere odaklanmak istemişler.

İnsan ister istemez özlem duyuyor bu pozitif ruh hallerine. Biz haberleri okudukça karamsarlığa kapılırken, onlar savaşın içindeyken muazzam bi iyimserlik içindeler. Vicdanları rahat. Kendilerini bi davaya adamışlar ve gerisini koyvermişler. Davanın gerekleri belli, kural kitapları var, atılacak adımlar belli, kendinden rütbeli olanların dediklerine uymak zorundasın, onların isteklerini sorgulamadığın sürece neden kafan rahat olmasın ki? Geride aileni bırakmış olabilirsin ya da başka kişisel dertlerin olabilir. Ama kişisel dertlerinin hepsi kendini adadığın büyük davanın yanında minicik kalır. İnsan, kendini adayabileceği bi davasının olmayışına üzülüyor böyle durumlarda. Onların davasının haklı olup olmadığını sorgulamakla ilgisi yok bu özlemin. Birey olmak uğruna toplumun bir parçası olamamanın getirdiği, entelektüel, gereksiz, şımarık bi acı bu.

Neyse, kişisel acılarımızdan çıkıp devam edelim.

Barış Süreci

21 Mart 2013'te Öcalan, silahların değil siyasetin konuşacağı yeni bir dönemin başladığını, tüm gerillaların geri çekilmesini istediğini duyuruyor. Malum, barış süreci. Bu haberin üzerine dağdakilerin hislerini izliyoruz. Hem sevinçli, hem de hüzünlüler. Dağlar artık evleri gibi olmuş, kollektif yaşamdan memnunlar, şehre, köye dönmek istemiyorlar. Rüya sona eriyor. Apo'dan başkası isteseydi kesinlikle dinlemezdik, kalırdık burada diyorlar. Bir taraftan da endişeliler çünkü T.C.'ye güvenmiyorlar, sözünden cayışını daha önce '38'de görmüşler.

Yine de Öcalan'ın sözü üzerine ilk adımı atıyor PKK, bazı gerillaları gönderiyor fakat Türklerden karşılık göremediklerini düşünüyorlar ve 9 Eylül 2013'te KCK Yürütme Konseyi Eşbaşkanlığı, hükümetin hegemon zihniyet ve tutum içinde olmasını dikkate alarak geri çekilmeyi durdurduklarını duyuruyor. PKK liderleri hayal kırıklığı yaşıyor, kandırıldıklarını düşünüyorlar. T.C.nin Kürtlerle savaşın sadece cephesini değiştirdiğini, Rojava'ya taşıdığını söylüyorlar.

Sorulmayan sorulara cevaplar

Ve tekrar dağlardaki yaşama dönüyoruz. Muhafazakar-seküler PKK'dan uzak her kesimin aklındaki önyargılarına çaktırmadan cevap vermek istercesine diyaloglar yerleştirilmiş sanki filme. Misal, "PKK uyuşturucu ticareti yapıyor" iddiasına, PKK'daki ceza sisteminden bahsederken arada değiniliyor: "Uyuşturucu madde üreten, kullanan satan kişiler cezalandırılır. 2012-2013'te şurda bi köyde tarlalar vardı, köyü toptan cezalandırdık, bütün irtibatlarını aldık, köye girişi çıkışı yasakladık." Uyuşturucu üreten köye ambargo uygulanıyor yani. Fakat bu, "uyuşturucu ticareti yapıyomuşuz sözde, valla yalan" diye gözüne sokulmuyor izleyicinin. 

Ya da "onlarda kimin eli kimin cebinde belli değilmiş". Muhafazakar kesimin komünist, ateist ve teröristlerle ilgili deli gibi korkmalarının en büyük sebeplerinden biri bu. Namus. Buna da yine çaktırmadan cevap veriliyor: Kadınların yattıkları yerle erkeklerinkinin ayrı olduğu belirtiliyor, görüntülerde, söze dökmeden. Yine de muhafazakar kesimin asla tatmin olmayacağı bi konu bu çünkü kadın-erkek bi arada ve çok mutlu görünüyorlar. Böyle bi şey nasıl mümkün olabilir!

Peki ya kadın-erkek eşitliği? PKK'nın kürt kadınını özgürleştirdiği vurgulanıyor. PKK'nın amacı erkekliği yani egemenliği öldürmektir, köle-efendi ilişkisinden çok önce de kadın köleydi, diyor liderlerden biri. Özellikle 1990'dan itibaren PKK içinde kadınların erkeklerden bağımsız hareket ettiği söyleniyor. Örgütlenme içinde bağımsızlık nasıl olabilir sorusu kafamı kurcalıyor bu noktada. Ya da önceden nasıldı, şimdi nasıl?

Modern PKK

Dikkatimi çeken diğer bir nokta da şu: 2004'ten itibaren PKK'nın hedef değiştirdiği söyleniyor. Öncesinde amaç Kürt ulus devleti kurmakken, sonrasında devlet kurmanın çözüm olmadığına inanıyorlar. Devlet, her koşulda kısıtlayıcıdır, özgürlüğe engeldir, Kürtçe konuşabilmek, yazabilmek özgürleşmek demek değildir, diyorlar. Artık hedefleri demokratik konfederasyon/özerklik. Herkesin eşit ve özgür olduğu bir düzen. Demirtaş'ın barış sürecinde Kürtlerin ne istediğini anlatmaya çalıştığı zamanları hatırlıyorum. Anlatmakta neden zorlandığını şimdi daha iyi anlıyorum. Çünkü bu sözlerin üzerine hala tam olarak anlamadım, T.C.'ye bağlı özerk bir devlet olmak mı istiyorlar, yoksa tüm Kürdistan coğrafyasının bir konfederasyon olmasını mı istiyorlar? Bu durumda tek muhatapları Türkiye değil. Konfederasyon nedir tam olarak? Özerklikle aynı şey midir? Özerklik deyince benim aklıma başka bir devlete bağlı olmak geliyor, öyleyse yine bir devlet var ortada. Devlet terimine karşı olmakla çelişiyor bu durum. 

En çok bu noktada kafam karıştı. Kürtlerin ve PKK'nın ne istediğini anlamak için geçmişi, Öcalan'ın kitaplarını okumak yetmeyecek bu durumda çünkü 2000lerden sonra hedef değiştirdiklerini söylüyorlar. Öldürülmek istemedikleri ve Türkiye'yi düşman gördükleri ise kesin. Nasıl bir orta nokta bulunur, tasavvur edemiyorum. 

Ben milliyetçi değilim taam mı! Ama yani şu da var...

Film boyunca bi de kendimi anlamaya çalıştım. Emperyalist bir güce karşı direnen, terörist diye adlandırılmış bir örgütlenmenin belgeselini izleseydim, örneğin IRA'nın hikayesini izleseydim ne modda izlerdim diye düşündüm durdum. Muhtemelen büyük bi aşkla kabul ederdim IRAlıların dediği her şeyi. Propaganda amaçlı çekildiği bangır bangır belli olsa bile. Fakat küçüklüğümden beri kötü adam rolü verilen PKK'yı tarafsız olma, bilmediğim bi şeyler öğrenme amacıyla bile oturup izlesem, sorgusuz sualsiz kabul edemiyorum hiçbi iddialarını. Her bir cümleyi ayrı ayrı sorguluyorum. Sözlerini dinlerken yüzlerinde yalan söylediklerine, tehditle dağa kaçırılıp savaştırıldıklarına dair izler görmek istiyorum. Ve tabi ki bulamıyorum, inadına sanki, hepsi çok dürüst görünüyor.

Demek ki zihnimi arındırayım, her türlü soruna tarafsız yaklaşayım, doğru bilgiye ulaşıp kendi fikrimi üreteyim demek kolaymış da, pratiğe dökmek epey bi zormuş. Aslında daha çok insan ilişkilerini, duygu ve düşüncelerini gösteren bu tür yapımlar, tarihsel bilgi almak için çok da iyi kaynaklar değil. Tarihsel bilgi olmadan toplumsal bi konuda fikir üretmek de imkansız. Cahil cahil çabalıyoruz işte...

Öte yandan belgesele göre tek düşmanlarının T.C. olması, diğer devletlere, emperyalist güçlere hiç laf etmemeleri, anlamak isteyen beynimi iyice zorluyor. Tamam, yüzyıllardır hegemonyası altında olduğun devlete karşı özel bi kin beslemen çok normal fakat mücadeleni oturtmak istediğin ideolojik altyapıya göre devlet sistemine karşısın, ezmeye ezilmeye karşısın, özgürlükten yanasın, bu durumda eleştirdiğin sistem çok daha büyük olmalı, TC'den ibaret olmamalı. Bunları da dile getirmen gerekmez mi? Bu ve PKK ile ilgili diğer filmlerin Avrupa'da çok sevilmesi de bu soruları daha çok sormama sebep oluyor. Çünkü batının sırf insan haklarını önemsediği için ikinci/üçüncü dünya ülkelerindeki sorunları durmadan dile getirmesi artık hiç inandırıcı gelmiyor.

Bu sorular da mı hala arınamamış beynimin ürünü, yoksa haklı tarafı var mı? Bilmiyorum. Yıllar sonra yanıtlarımı kendim bulmayı ve bu yazıyı dönüp okuduğumda "zavallım nası da çabalamış" deyip yanağımdan makas almayı diliyorum.

Filmin sonundaki müziği -ne dediğini hiç anlamadan- paylaşıyorum:

         

Müzik sen ne güzel bi şeysin. Şu tınıdaki duygunun coğrafyaya özgü olduğunu, çok özlediğimi belirtir, esenlikler dilerim...


Not: Kış evlerinden Emine Şenlikoğlu'nun kitabının çıkmasını neye yormak gerek?
Not2: Örgütteki ceza sistemini izlerken Aytekin Yılmaz kitaplarını hatırladım tabi. Ne kadar adil?
Not3: Çeşme mi Alaçatı mı?