23 Aralık 2015

Film: Bridge of Spies



(Eskiden buralar hep dutluktu, şimdi spoiler doldu.)

"It's a free country maaaan" dedikleri yerde, Amerika'da, 1960lardayız. Tabi ki bir sigorta şirketi var hikayemizde. Ağzının laf yaptığını ilk dakikalardan anladığımız şirketin ortağı, aynı zamanda avukat olan Tom Hanksimiz var. Amerikan filmlerinden öğrendiğimiz kadarıyla, 60larda ağzınız laf yapıyorsa ya sigorta ya da reklam şirketinde çalışıyorsunuz ve paraya para demiyorsunuz. Tabi kendi çapınızda, yoksa asıl parayı kimler kırıyor, tam bilmiyoruz. Orta-üst tabakaya giriyorsunuz. Sarışın, saçları düzgün taranmış ve mümkünse saç bandı olan, güzel, hanım hanımcık ve çok iyi bir evhanımı olan bir eşiniz oluyor. Tabi en az iki tane de çocuğunuz. Eşinizin görevi evi çekip çevirmek, çocuklarla ilgilenmek ve sizin her türlü sıkıntınızda psikolojik desteğiniz olmak. Sizi dışarıdaki hayat için motive ediyor, siz de isterseniz O'nu evdeki hayatı için motive edebilirsiniz. Mecbur değilsiniz tabi. Eve para getirin yeter. Arada bir, örneğin haftasonları, çocuklarla dışarı çıkın, evin bahçesinde barbekü partisi verin, oğlunuzla beyzbol oynayın, bahçeye oyuncak çocuk parkı kurun, doğumgünleri partilerine katılın, yeter. Tabi başka önemli bir işiniz yoksa. Misal, bir erkek olarak sürekli evde ve çocuklu olan karınızdan sıkılıp, şehirde "özgür" bi kadınla takılabilirsiniz. Erkeksiniz, yaparsınız. (İşte bunlar hep Madmen)

Bu söylediğim 50ler-60lar Plesantville tarzı Amerikan mutlu aile tablosu bu filmde bir miktar var ama tablo tam olarak benim yansıttığım gibi değil. Daha çok bardağın dolu tarafına odaklanıyor film. Ailesiyle ilgilenmeye çalışan bir adam var, aldatmayla falan işi yok. Ama ne zaman bir sarışın amerikalı ortasınıf evhanımı görsem aklıma bunlar geliyor, belirtmeden geçemedim.


Bir adamımız daha var. Filmin ilk sahnesinde kendi portresini yaptığını görüyoruz. Bitirmiş, son rötuşlarda. Dudaklarının iki ucu yer çekimine yenik düşmüş. Son derece yavaş hareket ediyor, son derece kibar. Az daha yaşlansa sevimli bir dede olacak. Adamın casus olduğunu anlar anlamaz daha bi seviyoruz adamı. Tüm bu tatlılığının yanında bir de şeytanlık var çünkü içinde. Zeki ve tatlı. Ajanlığının ne işe yaradığı, insanlara zarar verip vermediği ikinci planda kalıyor. O'nu ilk gördüğümüz andan itibaren seviyoruz.

Ve tabi bu iki tatlı adam buluşuyor. Tom Hanks, diğerinin yani Rus Ajanı Rudolf Abel'in ABD'de yargılanması esnasında avukatı oluyor. Filmin gerisi adalet savaşı.

Amerika ve Sovyetlerin soğuk savaştaki düşman paranoyası. Bu paranoyanın Amerika'da halka propagandası. Okullarda bile atom bombası düşerse ne yapmalıyız'ın öğretildiği günler. (Sırtını kendine kabuk yapıp, kaplumbağa gibi kendi içine kıvrılıp yere kapanırsan bi şey olmazmış!) ABD, en medeni ülke imajı çizmek için, kurallara uygun bir yargılama istiyor. Yakaladı hemen öldürdü denmesini istemiyor. Fakat sonuç duruşma başlamadan belli: "Adam rus ajanı, o zaman öldürmeliyiz, bizi öldürmeye gelmişti şerefsiz!" O zaman bu gösteri niye? diye sorar aslında oyunları önemsemeyen her aklı başında insan. Ama ülkelerin medeniyetlerini gösterme üzerine giriştiği sidik yarışı bunu gerektirir, diye cevap verir öküz adam.

Hannah Arendt'in şikayet ettiği Eichmann davasını hatırlatıyor bu bana. Adamın sonu madem belli, madem savunmanın tanıklarının dinlenmesine bile izin vermeyeceksin, ne diye gösteri yapıyorsun? İkiyüzlülüğün kurumsallaşmış hali. Biz, siz, bizim adamımız, bizim için tehlike, ulusumuz için, ailemiz için, yapmalıyız bunu, hey, höy, höy! Hangi çılgın bize zincir vuracakmış, şaşarız! Propagandalar dünyası.

Ama yiyoruz işte, yemediğimiz propaganda yok çok şükür. Filmde de mahkemeye çıkaralım haydi hoppp asalım diyen zihniyeti durdurmaya çalışan avukatımız Tom Hanks'e yani Donovan'a, bütün halk düşman oluyor. Niye? Çünkü Rus ajanını savunuyor.

Bana ilginç gelen noktalardan biri, Donovan'ın, Abel'in gerçekte suçlu olup olmadığıyla hiç ilgilenmemesi oldu. Suçlamada bulunan karşı tarafmış, dolayısıyla suçlu olduğunu delillerle kanıtlaması gereken taraf iddia makamıymış. Yani bir savunma avukatı, sanığın suçlu olup olmadığıyla ilgilenmezmiş. O zaman nasıl savunma yapacak? Sadece hukuk basamaklarının gerektirdiği prosedürlerin uygulanması için bekçilik mi yapacak? Abel'in Rus ajanı olduğu kamuoyunda öylesine kabul gördü ki, delille falan çok uğraşmadı iddia makamı. Ama ya uğraşsaydı? Tek tek her bir suçlamanın delilini sunsaydı, o zaman savunma avukatı ne işe yarayacaktı? Yani müvekkilinin geçmişini, neler yaptığını bilmeden davaya girmek nasıl oluyor? Anlamadım buraları.

Filmin ikinci yarısında Berlin'deyiz. Sovyetler'de yakalanan Amerikan ajanıyla ABD'de yakalanan Rus ajanını değiş tokuş edeceğiz. Berlin duvarı inşa ediliyor. Her yerde polis var. Bi yakada sovyet polisi, bi yakada Alman polisi. Sokak başlarında serseriler bekliyor. Herkes burada da birbirinden şüpheleniyor, ajan diye. Duvarın üstünden atlamaya çalışırken vuruluyor insanlar, iki tarafta da bulunan sniperlar tarafından. Hilton Oteli o karışıklıkta bile var. Şık kadın garsonlar, aydınlık salonlar, Amerikan kahvaltı menüsü... Hilton, savaş olsun olmasın her daim varlığını devam ettirmek zorunda olan ticari kurumlardan biri."Gıda işi iyidir, savaş bile çıksa gıda işi bitmez." cümlesinde gıda yerine Hilton'u yerleştirebiliriz.

Avukatımız birey olarak, kurumlara karşı savaşıyor burda da. 3 ayrı devlet var: ABD, Sovyet Rusya ve Doğu Almanya. Hepsiyle pazarlık ediyor. Rus ajanı Abel'i, ABD ajanı Powers'ı ve Doğu Almanya'da ABD'li öğrenci olan Pryor'ı öldürmeden memleketlerine göndermek için savaşıyor. Sigorta şirketinin ortaklarından biriyken, film ilerledikçe kahraman oluyor gözümüzde. Şimdi, savaş ortamındaki çabasını görünce "vay be" diyoruz durmadan, "ben olsam şimdiye bırakmıştım ipin ucunu".

Öğrenci olan Pryor'ı kurtarmak niyetinde değil ABD, umursamıyor. Savaş zamanı, sen kalk buraya gel, komünist ülkelerin ekonomik sistemleri üzerine tez hazırla, ya aptalsın ya da ABD düşmanısın demektir. Her iki koşulda da ABD'nin sana ihtiyacı yok Pryor'cım, ölebilirsin.

Bir de sanırım bu tip yapımlarda olmazsa olmaz sayılan Amerikan propagandası da bir miktar vardı. ABD ile dalga geçen sahne de çoktu, sanırım biraz dengelemeye çalışmışlar bu şekilde.


Nitekim, gerçek hikayeler üzerine kurgulandığı için, güzel film. Tom Hanks'in ve özellikle Rudolf Abel'i canlandıran Mark Rylance'ın oyunculuğu da tabi ki mükemmel. Arkaplan da güzel yansıtılmış, hiç yabancı hissetmedik 50 sene öncesinin sokaklarına. E tabi bir de Coen Kardeşler komiklikleri var, günlük hayatta, kurumsal hayatta normalleşmiş kurallarla dalga geçmenin dayanılmaz tatlılığı... Kısacası hayatımın filmi demesem de, izlemek gereken filmlerden diyebilirim. Kime göre gerek, neye göre gerek? Bunlar hep sorular.