Hazır bilgisayarı açıp blogger.com yazmaya üşenmemişken, uzun zamandır ertelediğim konularda bir şeyler karalamak niyetindeyim. (Zira üşenmek beni en iyi tanımlayan sözcüklerden biri. Ardından sıkılmak geliyor.)
Yaklaşık olarak Ekim'den beri tez konum hakkında araştırma yapmayı bıraktım. Araştırdıkça konunun aslında ilgimi çekmediğini fark ediyordum. "O kadar ders aldın, ortamlarda sosyolog olarak tanımlanmana ramak kalmışken bırakma kızım bu işin peşini", diyordum kendime ama zorla güzellik olmuyordu. Yeni bir konu buluversem ve uğraşıp didinip Hoca'yı da ikna edip konuyu değiştiriversem sorun çözülebilirdi evet. Ama hızlıca buluverdiğim konunun da beni anca 2-3 hafta idare edeceğinden adım gibi emindim. Ben de -şimdilik- koyverdim. (Bkz: Sıkılmak)
Koyverince bi güzel geldi sosyoloji-tarih-felsefe üçlüsü, bi güzel geldi ki okumalara doyamıyorum, okumalar yetmiyor, alakalı filmler bulup izliyorum. Duyan da iki günde bir kitap bitiriyorum sanacak, yok o kadar değil. Sadece 2-3 saat aralıksız kitap okuyabiliyorum artık. Not alarak okuyorum üstelik. Ne yazık ki, not almaktan kastım, kendi yorumumu katmaktan ziyade, alıntı yapmak. Okurken yorumunu katmak sanırım bu seviyede benim yapabileceğim bir şey değil. Kafamda oluşan soru işaretlerini yazıyorum tabi ki ama sorular cevap bulmaktan çok sürekli yeni soruları doğuruyor. Her soruda yeni bir bilgi eksikliğimi fark ediyorum. Onu araştırmakla kitaba devam etmek arasında kalıyorum. Bi kişinin kaç doğumlu olduğu gibi cevabı basit bir soruysa, okumaya ara verip araştırıp devam edebiliyorum ama bu kadar basit değilse, misal Arendt'i okurken Hamsun'la ilgili bir fikir edinip doğruluğundan emin olmak istiyorsam, internette bulacağım birkaç cümlenin güvenilir olmayacağını, güvenilir bilgiyi bulmanın zaman alacağını düşünüp, erteliyorum. Dolayısıyla notlarda bol bol yıldızlar, soru işaretleri, okunması gereken kitaplar, izlenmesi gereken filmler, belgeseller birikiyor.
Fakat bu birikmeler eskisi gibi gözümü korkutmuyor artık. Eninde sonunda onlara geri dönüp, soru işaretlerimi azaltacağımı hissediyorum içeride kalbimin derinliklerinde bir yerlerde. İşte orada küçük bi su perisi bana fısıldıyor: "Hepsine sıra gelecek kedicik, sen sakin ol, içinden geldiği gibi, acele etmeden, sakin sakin oku". Sonra ışıklar içinde suyun gizemli derinliklerine girip kayboluyor, gülümseyerek Aydınlanmanın Diyalektiği'ne devam ediyorum.
Tam olarak böyle olmasa da buna benzer şeyler oluyor.
Evet aslında bu sosyal bilim sevgisi Aydınlanmanın Diyalektiği'yle başladı. Defalarca başlayıp, sıkılıp bıraktığım kitap son seferinde beni yakaladı. Tezden uzaklaşmanın verdiği kafa rahatlığıyla belki de... "Aydınlanma totaliterdir." deyişi tuttu bırakmadı beni. Öyle bir tuttu ki, im'le imge arasındaki farkı öğrenmek için kendimi zorlamak geldi ilk defa içimden. "Şunu niye anlaşılacak dilde yazmazlar ki!" diye sinirlenmeyi bir kenara bırakıp, anlamaya çalıştım. Dili, üslubu boşverip, anlatılanı bulup çıkarmaya, sindirmeye çalıştım. Ne kadar becerebildiğimi bilmiyorum. Ne kadar anladığını anlamanın ve daha iyi sindirmenın bir yolu da yazmak, bu yüzden yazmayı çok düşündüm. Fakat yazmaya bir türlü girişemememin sebebi -üşenmeyi bir kenara koyarsak- korkmamdı sanırım. Bu tür kitaplar hakkında yorum yapmaya çalışsam beceremeyecektim, alıntılardan ibaret olacaktı yazı. Hiç girişmedim ben de. (Halbuki n'olcak ki? Akademik bi iddiamız mı var? Üşenmişsin işte kediciiiik, itiraf et...)
Aydınlanmanın Diyalektiği'nin ilk cildini bitirdim sadece. İkinciyi de aldım ama henüz başlamadım. Neden? Çünkü o arada Marc Ferro'nun Sömürgecilik Tarihi geçti elime. Hollanda'ya gelince bu konuya özel bir ilgi duymaya başlamıştım. Kitaba başladığım gün, neyle ilgili olduğunu hiç araştırmadan gittiğim Tropen Museum'un tamamen sömürgeler üzerine kurulduğunu görünce "bu bir işaret olmalı!" deyip daha bi istekle gömüldüm kitaba. Kasım'ın başından beri okuyorum. O kadar yavaş ilerliyorum ki günde 20 sayfa büyük başarı! Okuduklarımın üçte birini deftere geçiriyorum, arada bir harita aç, kimmiş bu adam diye vikipedi'yle dedikodu yap, derken zaman geçiyor, kitap geçmiyor.
Kitabın sonunda sömürgecilikle ilgili filmler listesi var. Arada bir onlardan birini izleyip içimi iyice karartıyorum. Gandhi'yi de o vesileyle izledim. Sonra sen kalk Hint tarihine meylet. Bol bol müzik dinle, hüzünlen, kendi kendine Bollywood dans figürleri geliştir...Bi sürü güzellik.
Arendt'le buluşmamızın ne vesileyle olduğunu hatırlamıyorum. Sanırım, Kötülüğün Sıradanlığı'na şöyle bi göz atayım derken bırakamadım. Kadının soğukkanlılığı, objektifliği, kara mizahı ve mahkumun psikolojisini irdeleyişi, aynı zamanda Nazi tarihini aktarışı beni benden aldı. O'na da hala devam ediyorum. Daha önce 2012 yapımı Hannah Arendt filmini izlemiştim. Filmden görüntülerle okuduklarım birbirini tamamladıkça konuyla ilgili başka filmler izlemek istedim. Die Welle ve Das Experiment'i de bu vesileyle izledim. "Biri bizi durdurmazsa hepimiz ne kadar da kötüyüz" gibi sonuçlara varmaktan adeta haz alıyorum. Evet, bu kitap da hala bitmedi.
Bu arada yollarda başladığım, çerezlik bir kitap daha var. Politzer'in Felsefenin Başlangıç İlkeleri var ki, deftere not almadan, hızlı hızlı okuyup kısa sürede kitap bitirme hazzını kendime yaşatmak için başlamıştım. (Deftere not almadan vurgusu yapmamın sebebi, diğer ikisinin e-kitap olması, yani notları deftere almamın mecburi olması ama Politzer'in basılı kitap olması, hunharca üstünü karalama özgürlüğü vermesi). Velakin işler düşündüğümüz gibi gitmedi, O da düşündüğüm kadar hafif ve sürükleyici gelmedi.
Nitekim, bana göre ağır olan 3 kitapla yoluma devam ediyorum. Birini bitirir bitirmez, ufak bi romana başlamak istiyorum. Duyguları olan, tahliller değil gözlemler yapan, çözüm aramayan, net konuşmayan, insani şeyler okumayı özledim. Ama darılmayın lütfen sevgili Ferro, Arendt ve Politzer, sizinle daha çooook sevişeceğiz. Yıllardır size sempati duyduğumu söylerim ama bakın ilk defa bu kadar samimiyim. Yollarımız ayrılmasın. Öperim.
İşte her biri hakkında ayrı ayrı, uzun uzun yazmak istediğim bu kitapları, filmleri bi yazıda toplayabildim sonunda. Üstümden bi yük kalktı. -Şimdilik- kitaplardan ne anladığımdan çok, ruh halimdeki değişimi yazmam önemliymiş meğer.
Afilsiz bi sonsöz bulamadım. Bi sonraki yazıda görüşünceye dek, iyi akşamlar, iyi günler ve iyi geceler diyeyim bari...