13 Nisan 2013

İYİ FİLM: BEFORE MIDNIGHT

before sunrise (1994)
bir film serisi düşünün ki, baş kahramanlarının gerçek hayattaki yaşlarıyle, senaryodaki yaşları her filmde paralel gitsin.

bir seri düşünün ki, birincisini izlerken, ikincinin çıkacağından, ikinciyi izlerken üçüncünün çıkacağından haberiniz olmasın. birinciyi izlerken bunun bir seri olacağına dair en ufak bir fikriniz bile olmasın. ikincide de son film olduğunu sanın. sonra yıllar sonra bi duyun ki, üçüncüsü çıkacakmış.

bir seri düşünün ki, ilk iki filmde karakterleri çok sevin, öyle sevin ki, üçüncü filmin çıkacağını duyar duymaz internetten takip edin, şehre hangi gün gelecekmiş diye.

bir seri düşünün ki kitabı yazılmış olmasın, dolayısıyla bir bilim kurgu gibi, eklenecek ölecek dirilecek karakterlere dair en ufak bir fikriniz olmasın. her şeyi filmde öğreneyim diye fragmanını bile izlemeyin. öyle sevin onu.


before sunset

karakterleri o kadar sevin ki, filmde üzülmelerinden korktuğunuz için sinema salonuna giderken "izlemesem mi" diye düşünün şakayla karışık.

before sunrise (1995) - before sunset (2004) - before midnight (2013) üçlüsünden bahsediyorum, evet.
istanbul film festivali'yle geldi istanbul'a.

ethan hawke ve julie delpy'nin ruh verdiği film. senaryosu kitap gibi, roman gibi, elime alıp okumak istiyorum.

before sunrise'da yirmili yaşlarda, heyecanlı, yavaş yavaş hayata küsmeye başlamışlardı. before sunset'te heyecanları azalmış, ciddileşmişlerdi. before midnight'ta ise....


----spoiler----
----spoiler----
----spoiler----

olgunlaşmışlar. düşünebiliyor musun, çocukları olmuş! iki filmdir kavuşmaya çabalayan aşıklar sonunda kavuşmuşlar ve üstelik aile olmuşlar. ikinci filmde son kez, gizlice görüşen çiftimiz, dayanamayıp birleşmiş. ve çok korkunç görünen şeyler olmuş.


tam bir aile olmuşlar, evet, ve bu çok güzel evet.

fakat bizim güzel celine'imiz ikiz doğurmuş. yaşlanmış. kilo almış. tam bir anne olmuş. kendine bakamayan, hayatını çocuklarına adayan ve fakat durumdan hiç hoşnut olmayan, dırdırcı biri olmuş.

tabi ki sevgili jesse'miz de yaşlanmış ama hayat ona güzel gelmiş, yıllanmış sadece. genç kızların kalbini çelecek bi olgun erkek olmuş.

celine ve jesse'de bile aynı sonu görmek.. kadının aile içinde nasıl yitip gittiğini görmek çok acı. ve bunun sebebi çok anlaşılır, kadının evde her şeyi toparlayan kişi olması. tüm "medeni" ülkelerde böyle sanırım bu durum. başlangıçta kadın kendini değerli hissediyor erkeğinin hayatnı kolaylaştırdığı için, fakat zamanla bu görev onun üstüne kalıyor ve kendisinin, evin, erkeğinin ve çocukların düzenini sağlamak zorunda oluyor.

ve bu durum, hayatını ev işine değil de başka şeylere, okumaya, yazmaya, üretmeye adamak isteyen kadın için işkence haline geliyor. sürekli ve asla bitmeyecek olan işler! sinirleri o kadar bozuluyor ki, durup dururken kavga çıkaran kişi oluyor sonunda.

celine der ki: "erkekler hala sihre inanıyor. çorapları toparlayıveren, yemeği hazırlayıveren küçük perilerin var olduğunu sanıyorlar!"


temelde ikisinin de sorumluluklardan yorulmasından kaynaklanan bir kavga ediyorlar. ama ne yazık ki jesse'nin sorumlulukları pek bi hafif geliyor insanın gözüne. politik konuşması, karşısında çaresizlikten çıldırmış, bağırmaya başlayan sevdiği kadın varken "duygusal değil, mantıklı konuşalım" demesi, çoğu kadının sinirini bozmuştur eminim. celine'in yakarmaları o kadar öne çıkıyor ki, jesse'nin iş ve uzaktaki oğlu dışında ne sorumluluğu var ki, diyor izleyici.

bir acı gerçek daha çarpıyor kadın izleyicinin yüzüne: kadın da erkek de kendini adamıştır belki ailesine, fakat kadın adarken fiziksel olarak çöker. memeleri sarkar, büyür, göbeği çıkar, kalçası genişler, anne olur işte... yüzündeki kırışıklıklar, saçındaki beyazlar karizmatik gelmez kimseye bu çağda, o artık işkadını filan olabilir belki, ama özel hayatında sadece annedir. tekrar seksi bir kadın olamaz.

fakat erkek yaşlandıkça, yüzüne çizgiler oturdukça, saçlarına aklar düştükçe, göbeksiz kalmayı becerebildiyse, daha da karizmatikleşir.

yani bi gün ayrılırlarsa,  yeni bi hayatı daha kolay kurabilecek taraf erkek tarafı olacaktır. ki bu çiftimiz, öyle sonsuza kadar birlikte olmayı beceremeyecekleri öngörüsüyle gerçekçi olmaya çalışan bi çifttir, yani bi gün ayrılma ihtimallerini düşünerek yaşarlar.

celine'in sesinin çok çıkmasının altında işte bu korkular yatar. artık sana aşık değilim bile diyor... seyirci yıkılıyor tabi. klasik bir romantik film değil ki bu, mutlu sonla biteceğinden emin olamıyorsun.

izlerken, sonrasında, kadın tarafından bakınca, oldukça acı veren bir filmdi. aşkın/sevginin gerçek yüzünü, bırakıp gitmenin zorluğunu, özsaygını yitirme pahasına birlikte kalmayı gösterdi. hayallerdeki aşkın nasıl gerçekçi olmadığını gösterdi.

birkaç ayrıntı:

- celine ve jesse bu filmde sigara içmediler sanırım hiç. çocuklar sebebiyle belki.

- yunanistandaki masa sohbeti nasıl özendirdi... öyle bi dost toplantısı ne güzel olur.. yunan, amerikalı, fransız bir arada... (fıkra gibi değil, hayır, kötü espri gelmesin lütfen!) nesiller arası bi muhabbet bu kadar güzel olabilirdi herhalde.

- yine şehri gezdirdi yönetmen bize. celine ve jesse'nin baktığı yerler. arka planda onlar konuşurken tarihi binaları gördük. ne güzel bi çekim tarzı bu, adı her neyse...

- celine'in otel odası hakkındaki şikayetine katılıyorum, rahat hissettirmiyor insana.

- tiyatrocu kız, sanırım anna idi ismi, sen ne güzel bi şeydin.

----spoiler----
----spoiler----
----spoiler----

hiç unutmayacağım bu seriyi. nedenini anlatmak zor. izlemek gerek. kitapları olsa, alıp saklamak isterdim, konuşmalarını tekrar tekrar okumak isterdim.