Downton Abbey: 3. sezona geldim. Diziyi sevdim mi sevmedim mi, bilemedim bi türlü. Tarihi olayların ve malikanedekilerin başına gelenlerin hem leydilerin, lordların, hem de hizmetkarların bakış açılarından gösterilmesi güzel. Maggie Smith zaten her zamanki rolünde, huysuz ve tatlı-yaşlı kadın. Fakat bazen karakterlerin aşk meşk işleri ya da misal saf lordun kurnaz hizmetçinin oyununa gelişi filan öyle bi aptal yerine koyuyor ki seyirciyi, insana öeeeh dedirtiyor. Yerli dizi etkisi yapıyor.
---
Son zamanlarda evde yürüme egzersizi yapıyorum. 15 dakkayla başladım. Programsız, bazen 15, bazen 30, bazen 45 dakka yapıyorum. Tabi her gün değil, haftada 3 gün filan. Şu aşağıdaki ablanın kanalından videolar izliyorum genelde. Amerikanca tepkileri bir yerden sonra bıktırsa da, baya bi terletiyor. Çok sıkılınca benzeri başka videolar buluyorum. Zevkli. Zumbadan çok sevdim bu işi. Çok basit hareketler, zumbadaki gibi hareketi anlamak için uğraşmaya gerek kalmıyor.
Bugün uzun aradan sonra ilk kez dışarda yürüyüşe de çıktım. Evde spor yapmak istemediğim için , sırf az buçuk hareket edip güne başlamış olmak için çıkmıştım, şöyle bi evin etrafında yürüyüp gelecektim ki, gaza geldim, yolu uzattım, hatta biraz da koştum. Tıkanacak gibi oldukça yavaşladım. Tek başına spor yapmanın güzelliği de burda. Muhabbet etmek yok, istediğin an durup, istediğinde hızlanma özgürlüğün var.
---
Amsterdam Müzesi'nde geçici bir sergi açılmış: 1001 Women in the 20th Century. Hollandalı olan ya da Hollanda'yla bir şekilde bağlantısı olan kadınlar tabi bunlar. Feministler. İlk kadın gazeteci, tıp fakültesine giren ilk kız öğrenci, kadınların korse değil, rahat kıyafetler girmesi gerektiğini savunan ilk tekstil uzmanı, eşcinselleri kabul eden ilk bar sahibi, ilk mimar, ... gibi akla gelecek-gelmeyecek bir sürü meslekten kadınlar. Tabi bol bol gazeteci, yazar, şair de var. İkinci Dünya Savaşı'nda Nazilere karşı gizli direnişte aktif rol alan kadınlar da var. Türkiye'de benzeri bi sergi olsa nasıl olurdu diye düşündüm her zaman olduğu gibi. Bir sürü kavga kopardı dedim sonra kendime. Misal, Adalet Ağaoğlu listeye yazılsa, "yetmez ama evetçi" diye laf olurdu, Behice Boran çok solcu olurdu, bilmem kim çok sağcı olurdu... Misal burdaki serginin kafasından bakarsak, Tansu Çiller'i yazmamız şart olurdu, çünkü ilk kadın başbakan. Ayrıca Merve Kavakçı da Meclis'e başörtüsüyle girmeye kalkan ilk kadın. Bunları hep yazmak lazım. Bir şeyleri ilk defa yapmış kadınlar çünkü. Kimine göre iyi, kimine göre kötü. Bunların hepsinin adının yazdığı bir sergiye kim giderdi? Toplumun hiçbir kesimi sahiplenmezdi gibi geliyor. Öyle çok fazla duyulmadan, üçbeş ziyaretçiyle geçer giderdi. Türkiye'de tek bir ortak doğru yok hala. Burda var sanırım. Aşırı sağ ya da dindar kesim çok geniş bir yüzdeyi kaplamıyor. Modern değerler kabul görüveriyor o yüzden. Herkes özgür olsun, isteyen dinini yaşasın. Tamam. Bunları diyen herkes güzel. Ya da ayrıntılarda gizli olan çatışmaları ben henüz çözemedim.
---
Bu sıralar yaşlılıkla çok içli dışlıyım. Kursta bir hocamızın babası öldü. Yatalak hastaydı ama tamamen farklı bir hastalıktan, aniden gitmiş. Hayat devam ediyor tabi. Burdaki cenaze işlerinin ne kadar pahalıya mal olduğunu anlattı bize bu vesileyle. İnsanlar çoğu zaman yakılmayı seçiyormuş, mezar kirası çok fazla olduğu için. Özellikle Amsterdam gibi kalabalık şehirlerde. Ortalama bir cenaze işlemi 8500 euro kadarmış. Ne kadar kısarsan kıs, 5000den aşağı düşmezmiş. Parası olmayanların cenaze töreni olmuyormuş tabi. Belediye gömüyormuş bir şekilde ya da tıp fakültelerine kadavra olarak bağışlanıyormuş bedenleri. Türkiye'de ne kadara mal oluyordu bilmiyorum. Ama öldükten sonra bile masraflarımızın böyle devam ettiğini bilmek çok sinir bozucu. Hadi şimdi burda öldük diyelim, cenazeyi senede bir birileri ziyaret ederse diye Türkiye'ye götürmek gerekti diyelim, yine bir sürü masraf. Yakılalım da bi kutu içinde küllerimizi götürelim desek, o da olmaz, annem kalpten gider heralde. İnsanların üzülmeye fırsatı kalmıyor bu cenaze işlemleri ve diğer resmi işlemler yüzünden. Neyse.. Bu, yaşlılığın ölümle ve parayla ilgili olan kısmıydı.
Yatalak hasta olmakla ilgili kısmı var bi de. Buna da Fransız filmi Amour'u izleyince kafayı taktım. Yatalak olmak zor iş. Ve iyileşme umudu olmayan insanların ötenazi hakkı olmalı. Bi kez daha hak verdim. Bir de insanlar çoğu zaman birden hasta olmuyor, yavaş yavaş kötüleşiyor. Önce oturup kalıyor mesela, yürüyemiyor filan, sonra zamanla oturamıyor, altına işemeye başlıyor, sonra yatak yaraları oluyor... Bu sırada Amour'daki gibi her dakka hastayı düşünen biri varsa (hasta açısından) ne ala. Hasta bakıcılarının olası kötü muamelelerinden kurtulmuş oluyor. Fakat gitgide kötüleştiğinin bilincinde olup, ilk defa altına işediğini fark ettiği an, yanında onu seven biri varsa, öfke nöbeti geçirmesi daha olası görünüyor. Yıllardır birlikte hoplayıp zıpladığın adam, birden altını temizlemeye başlıyor. Sonra hem acının, hem de -belki- bu yatalak olmanın getirdiği psikolojiyle bağırıp çağırma, çocuklaşma, inatçılaşma, gitgide iletişim kuramama, sayıklama, durup dururken hakaret etme evreleri geliyor yavaş yavaş. Bakıcı için zamanla daha da zorlaşıyor. İnançlı biriyse ne ala, bol bol dua ediyor, ikisinin de acılarının karşılığını öbür tarafta sevap olarak alacağına inanıyor, bir şekilde rahatlıyor. İnançlı değilse ya? Sevdiği birinin yanında o kadar acı çekmesine insan nasıl dayanabiliyor? Zor be, çok zor. Anneannemin son iki haftasını görmüştüm. Dayım, annem, ben, nöbetleşe ağlayıp, birbirimizi teselli ediyorduk. Neyse, zor işte, yaşarsak görcez bakalım nasıl olacak.
Bi de işin daha neşeli kısmı var. Yaşlandıkça değersiz hissetme hali. Grace and Frankie dizisi çok güzel anlatıyor bunu da. Vücut yavaş yavaş harekete engel oluyor, dolayısıyla hayallerin, planların kısıtlanıyor. Teknolojiye, gençlerin diline uyum sağlamak da ayrı bi dert. Yalnızlık kaçınılmaz gibi. Amaaa dizideki gibi savaşmak ya da ne bileyim eğlenmenin yolunu bulmak da mümkün. Belki. Ne kadar pozitif olduğuna, maddi durumuna ve yanında desteğinin bulunmasına bağlı. Yine de çok orjinal bi dizi olduğunu söylemeliyim. Başrolde iki yaşlı kadın var. İkisi de gerçekten yaşlı, yani çizgileri makyajla kapatılmamış. Sürekli rezil olan, komik ya da vefakar anne gibi klişe yaşlı kadın rolünde değiller. Onlar da hala insan, huyları var, fikirleri var, duyuguları var, huysuzlukları var... Spoiler: Hatta ileriki bölümlerde yaşlı kadınlara özel vibratör üretmeye ve şirket kurmaya karar veriyorlar, o derece kendi hayatları var.
---
Standupçı Trevor Noah'nın hayatıyla ilgili bi belgesel izledim dün: You Laugh But It is True. Adamın sömürgecilik ve ırkçılıkla ilgili nasıl bu kadar cesur ve güzel espri yapabildiğini daha iyi anladım. Güney Afrikalı. Irkçılığın yasaklanmasının üstünden 20 yıl anca geçmiş. İnsanlık dediğimiz şey hayvandan o kadar da farklı değil. Ayrıca Güney Afrika'da günümüz hayatıyla ilgili de baya bi şey öğrendim, hiç bilmiyormuşum.
---
Burda bazı dükkanlarda elişi kitleri satılıyor. Misal, yastık kılıfı yapmak için tüm malzemeler kutunun içinde mevcut, tığından, ipine, yapım aşamalarının anlatıldığı kitapçığa kadar. Genelde pahalı oluyordu böyle şeyler, çok ilgimi çekmiyordu. Bu sıralar, sezon sonu falan mı niyeyse epey ucuzlamış. Ben de evdeki ip yığınına rağmen buldukça alıyorum. Şu an şu pembeli kırlenti yapıyorum. İlk defa bu kadar kalın bi iple işleme yapıyorum, eğlenceliymiş. Normalde hayatta tercih etmeyeceğim renkler ama kendim yapınca rengi o kadar önemli olmaktan çıkıyor. Önemli olan yapma kısmı, sonra da bir işe yarasın, çekmecelerde sürünmesin yeter. Sürünecekse de birilerine hediye veririm zaten.
Sonraki proje de aşağıdaki çanta. Bu kadar renkli bi şey, ne kadar kötü olabilir ki?
---
Bu sıralar yaşlılıkla çok içli dışlıyım. Kursta bir hocamızın babası öldü. Yatalak hastaydı ama tamamen farklı bir hastalıktan, aniden gitmiş. Hayat devam ediyor tabi. Burdaki cenaze işlerinin ne kadar pahalıya mal olduğunu anlattı bize bu vesileyle. İnsanlar çoğu zaman yakılmayı seçiyormuş, mezar kirası çok fazla olduğu için. Özellikle Amsterdam gibi kalabalık şehirlerde. Ortalama bir cenaze işlemi 8500 euro kadarmış. Ne kadar kısarsan kıs, 5000den aşağı düşmezmiş. Parası olmayanların cenaze töreni olmuyormuş tabi. Belediye gömüyormuş bir şekilde ya da tıp fakültelerine kadavra olarak bağışlanıyormuş bedenleri. Türkiye'de ne kadara mal oluyordu bilmiyorum. Ama öldükten sonra bile masraflarımızın böyle devam ettiğini bilmek çok sinir bozucu. Hadi şimdi burda öldük diyelim, cenazeyi senede bir birileri ziyaret ederse diye Türkiye'ye götürmek gerekti diyelim, yine bir sürü masraf. Yakılalım da bi kutu içinde küllerimizi götürelim desek, o da olmaz, annem kalpten gider heralde. İnsanların üzülmeye fırsatı kalmıyor bu cenaze işlemleri ve diğer resmi işlemler yüzünden. Neyse.. Bu, yaşlılığın ölümle ve parayla ilgili olan kısmıydı.
Yatalak hasta olmakla ilgili kısmı var bi de. Buna da Fransız filmi Amour'u izleyince kafayı taktım. Yatalak olmak zor iş. Ve iyileşme umudu olmayan insanların ötenazi hakkı olmalı. Bi kez daha hak verdim. Bir de insanlar çoğu zaman birden hasta olmuyor, yavaş yavaş kötüleşiyor. Önce oturup kalıyor mesela, yürüyemiyor filan, sonra zamanla oturamıyor, altına işemeye başlıyor, sonra yatak yaraları oluyor... Bu sırada Amour'daki gibi her dakka hastayı düşünen biri varsa (hasta açısından) ne ala. Hasta bakıcılarının olası kötü muamelelerinden kurtulmuş oluyor. Fakat gitgide kötüleştiğinin bilincinde olup, ilk defa altına işediğini fark ettiği an, yanında onu seven biri varsa, öfke nöbeti geçirmesi daha olası görünüyor. Yıllardır birlikte hoplayıp zıpladığın adam, birden altını temizlemeye başlıyor. Sonra hem acının, hem de -belki- bu yatalak olmanın getirdiği psikolojiyle bağırıp çağırma, çocuklaşma, inatçılaşma, gitgide iletişim kuramama, sayıklama, durup dururken hakaret etme evreleri geliyor yavaş yavaş. Bakıcı için zamanla daha da zorlaşıyor. İnançlı biriyse ne ala, bol bol dua ediyor, ikisinin de acılarının karşılığını öbür tarafta sevap olarak alacağına inanıyor, bir şekilde rahatlıyor. İnançlı değilse ya? Sevdiği birinin yanında o kadar acı çekmesine insan nasıl dayanabiliyor? Zor be, çok zor. Anneannemin son iki haftasını görmüştüm. Dayım, annem, ben, nöbetleşe ağlayıp, birbirimizi teselli ediyorduk. Neyse, zor işte, yaşarsak görcez bakalım nasıl olacak.
Bi de işin daha neşeli kısmı var. Yaşlandıkça değersiz hissetme hali. Grace and Frankie dizisi çok güzel anlatıyor bunu da. Vücut yavaş yavaş harekete engel oluyor, dolayısıyla hayallerin, planların kısıtlanıyor. Teknolojiye, gençlerin diline uyum sağlamak da ayrı bi dert. Yalnızlık kaçınılmaz gibi. Amaaa dizideki gibi savaşmak ya da ne bileyim eğlenmenin yolunu bulmak da mümkün. Belki. Ne kadar pozitif olduğuna, maddi durumuna ve yanında desteğinin bulunmasına bağlı. Yine de çok orjinal bi dizi olduğunu söylemeliyim. Başrolde iki yaşlı kadın var. İkisi de gerçekten yaşlı, yani çizgileri makyajla kapatılmamış. Sürekli rezil olan, komik ya da vefakar anne gibi klişe yaşlı kadın rolünde değiller. Onlar da hala insan, huyları var, fikirleri var, duyuguları var, huysuzlukları var... Spoiler: Hatta ileriki bölümlerde yaşlı kadınlara özel vibratör üretmeye ve şirket kurmaya karar veriyorlar, o derece kendi hayatları var.
---
Standupçı Trevor Noah'nın hayatıyla ilgili bi belgesel izledim dün: You Laugh But It is True. Adamın sömürgecilik ve ırkçılıkla ilgili nasıl bu kadar cesur ve güzel espri yapabildiğini daha iyi anladım. Güney Afrikalı. Irkçılığın yasaklanmasının üstünden 20 yıl anca geçmiş. İnsanlık dediğimiz şey hayvandan o kadar da farklı değil. Ayrıca Güney Afrika'da günümüz hayatıyla ilgili de baya bi şey öğrendim, hiç bilmiyormuşum.
---
Burda bazı dükkanlarda elişi kitleri satılıyor. Misal, yastık kılıfı yapmak için tüm malzemeler kutunun içinde mevcut, tığından, ipine, yapım aşamalarının anlatıldığı kitapçığa kadar. Genelde pahalı oluyordu böyle şeyler, çok ilgimi çekmiyordu. Bu sıralar, sezon sonu falan mı niyeyse epey ucuzlamış. Ben de evdeki ip yığınına rağmen buldukça alıyorum. Şu an şu pembeli kırlenti yapıyorum. İlk defa bu kadar kalın bi iple işleme yapıyorum, eğlenceliymiş. Normalde hayatta tercih etmeyeceğim renkler ama kendim yapınca rengi o kadar önemli olmaktan çıkıyor. Önemli olan yapma kısmı, sonra da bir işe yarasın, çekmecelerde sürünmesin yeter. Sürünecekse de birilerine hediye veririm zaten.
Sonraki proje de aşağıdaki çanta. Bu kadar renkli bi şey, ne kadar kötü olabilir ki?
Bir de şu aşağıdaki ipleri aldım ucuz diye ama ne yapacağımı bilemiyorum. Rastgele bi işe başlayınca genellikle ip yetmiyor, sonra aynısını ara ki bulasın. Bu kadar iple, yani yeni yumak alma ihtiyacı duymadan ne yapılır acaba? Fikri olan yazarsa pek sevinirim. İpler toplam 200 gram, 400 metre. Atkı yapmak istemiyorum artık, epey bi birikti:)
Şimdilik benden bu kadar, bi sonraki yazıda çelıncın birikmişlerini dökerim artık ortaya,
Sevgilerlen,
Kanatlıkedi