09 Haziran 2017

Film Raporları - 8

            Uzun zaman oldu film raporu yazmayalı. Baktım son zamanlarda izlediğim filmler birbirine girmeye başladı, zamanım da var, hemen koştum geldim buraya.

1. Fanfare (1958)

                 Yönetmen: Bert Haanstra

           Siyah beyaz bir Hollanda filmi. Ülkenin kuzeyindeki Giethoorn köyünde geçiyor. Yakın zamanda gezmeye gittim bu köye. Epey turistik bi yer. Çinliler çok geliyormuş. Hatta o kadar çok geliyormuş ki, restoran menülerinde Çince seçeneği var, belediye garsonları Çince kursuna göndermiş, az buçuk konuşabiliyorlarmış. Çok küçük bi yer, masalsı küçük evler arasına köprüler kurulmuş. Neredeyse her evin bi köprüsü var. Çünkü evlerin etrafı kanallarla çevrili, yürüme yolu yok denecek kadar az. Yürüme yollarından bisikletle giden yerliler var, araba giremiyor. Köyün hemen yanında bir de göl var. Bu kanallarda ve gölde tekne turu düzenleniyor. Hatta Hollandalılar genellikle tekne kullanmayı bildiği için tekne kiralayıp gezilebiliyor da. Tekneden kastım kayık gibi bi şey ama elektrikli motoru var, belki ismi tekne değildir. Benim gibi isminden bile emin olmayanların şoförüyle birlikte kiralaması daha mantıklı zira usta bi şoför olmadan sürekli oraya buraya çarpmak mümkün. Filmden önce de turistler geliyormuş ama asıl filmden sonra ünlenmiş köy. Dolayısıyla filmin ana mekanlarından olan bir bar da turist çeken yerlerin başında geliyor. 

           Giethoorn'la ilgili internette araştırma yaparken filmle karşılaştım. Konusu şöyle: 1950lerde köy civarında bir orkestra yarışması düzenleniyor. Tabi bu köyün de bir orkestrası var, katılmak istiyorlar. Fakat köydeki iki büyük barın sahibi de bu orkestranın içinde ve bi türlü anlaşamıyorlar. Biri bi notayı yanlış bastı mı öbürü gülmekten kırılıyor ve kavga patlıyor. Sonunda tartışma o kadar büyüyor ki orkestra ve dolayısıyla köy ikiye bölünüyor. Köyün polisi kavgacılardan birinin otelinde kalıyor ve diğerinin kızına aşık. Dolayısıyla orta yolu buldurmak zorunda bu genç çift, birleşebilmek için. Belediye başkanı ve orkestra şefi de sürekli aralarını yapmaya çalışıyor iki tarafın. Derken komiklikler, şakalar, rezillikler... Komedi filmi olunca tabi ki eninde sonunda mutlu sona bağlanıyor.

           Hollanda sinemasına, diline, coğrafyasına, kültürüne ilgi duyanlar için eğlencelik bir film. Youtube'da İngilizce altayazılı olarak mevcut: 



2. Gadjo Dilo (1997)

             Yönetmen: Tony Gatlif

          İsmini çok duymuştum ama filmin başına asıl oturma sebebim ekşisözlük'te "en güzel dans sahneleri" benzeri bir başlıkta filmin isminin bol bol geçmesi oldu. Müzikal falan değil ama çingene filmi, müzikalden daha müzikal sayılabilir. Yıllar önce Çingeneler Zamanı'nı izlemiştim, o zamanlar sinemaya bu kadar aşina değildim, çok tuhaf gelmişti. Çingeneliğe değil de filmin çekim tarzına alışamamıştım. O film hakkında yorum yapabilmek için tekrar izlemem gerektiğini düşünürüm hep. Gadjo Dilo ise öyle değil. Çekim tekniklerini bilmem ama seyirciye her şeyin doğal olduğunu hissettiriyor. Sanki yönetmenin üslup süzgecinden geçip karşımıza gelmemiş gibi. Sanki yönetmen filmle seyirci arasına girmemiş gibi...

            Fransız bi genç, Romanya'ya gider. Nora Luca isimli çingene bi şarkıcıyı aramaktadır. Romence bilmez, Çingenece de bilmez, tabi o zamanlar Google Translate de yok, Fransızcasını el kol işaretleriyle birleştirip anlaşmaya çalışır insanlarla. Gitmeden önce üç beş kelime öğrensene be adam, dedirtir. Yolda bi köyde geceyi geçirmek ister, kalacak yer bulamaz, bi çingene grubuna dahil olur. Turist gibi, sosyal bilimci gibi aralarına karışır, onları izler, onlarla birlikte eğlenir, hüzünlenir. Sonrası spoiler. 

          Zamanla dillerini öğrenir, onlara Fransızca öğretir. Zamanında Belçika'ya gidip gelmiş, az biraz Fransızca öğrenmiş olan Sabina'yla yakınlaşır. Fransız, ordaki ortama alıştıkça, bize de çingenelerin poposunu açıp gösterivermesi, çadırda, derme çatma evlerde yaşamaları, bol küfürlü konuşmaları, çalgıcılığı ve göbek atmayı meslek edinmeleri, konuşurken yanındakini sık sık ittirip kaktırmaları normal gelmeye başlar. Umursamazlıktan gelen özgürlüklerine özenmedim bu kez. Eskiden hep bu tip filmler özgürlükle ilgili ilham verirdi bana. Artık 30 yaş civarına gelmenin etkisi midir, yoksa pes etmekten midir bilmem, filmlerden çok fazla ilham almıyorum bu konularda. O yüzden ekşisözlük'te bazılarının son sahne için "kasetleri parçalayarak gerçekten bi çingene oldu, tüm bağlarını kopardı, özgür oldu" demelerine katılmıyorum. Bence o sahne özgürlüğün değil, çingenenin hayatına dışardan bi gözle bakmaktan vazgeçmenin simgesiydi. Bundan sonrası yeni bi paragrafı hak ediyor: 

            Düğünde acı içindeki babanın çingene olmayan zenginlerin karşısında çalıp söylemeye devam ettiği sahneydi bence en etkileyici olan. Çünkü burda düzenli ve zengin hayatın, dağınık ve fakir hayat kültürüne, müziğine, ruhuna ihtiyaç duyduğunu gördük. Dağınık ve fakir hayat da diğerinin parasına muhtaç, o yüzden canı isteyince bırakıp gidemedi acılı baba. Ne kadar özgür ve kurallara karşı olursa olsun, acısını içine atıp, karşısındakilere göbek attırmak zorunda. Gadjo bunu görüyor ve tiksiniyor bu insanların, asla tasvip ve takdir etmediği insanların kültürünü sömüren hayattan, zengin olmasa da kendi hayatından, onların türkülerini kaydetmeye çalışan, birikirmeye dayanan düşünce yapısından. O yüzden kasetleri parçalayıp gömüyor, kendini engellemek için. Asla onlar kadar anı yaşayamayacağını biliyor ama elinden geleni yapıyor. Kasetlerin mezarının üstünde dans ederken de aslında onları taklit ediyor, saygısını gösteriyor. Fakat bu, bundan sonraki hayatını onların yanında devam ettireceğini göstermiyor.

           Bir şey daha: Sabina'yla Gadjo'nun seviştiği sırada Sabinayı arıyor diğer çingeneler, çünkü düğüne gidecekler, işe, eğlenmeyi bilmeyenleri eğlendirmeye. Bulamıyorlar ama kimse takılmıyor buna. Aynı şey Zorba'da olsaydı. Girit'te, dindar bi köyde... Sırf güzel ve dul ve köydeki erkekleri koynuna almıyor diye bir kadına katlanamayan o kuralcı, dindar ve asla poposunu açıp göstermeyen kültürde, Sabina ne bu kadar özgür olabilirdi, ne de o yaşına kadar canlı kalabilirdi... İşte insan asıl bunu düşünüp özeniyor Çingeneliğe.

           
            Şimdilik bu kadar olsun.



             




01 Haziran 2017

Bir hamamböceği masalı

İstanbul'da Reşitpaşa'da bi gecekonduda yaşadım bi dönem. Zemin ahşap üstü halıfleks olunca, bi de bina gecekondu olunca ortalık hamamböceği doluydu. Bonus olarak bi de akrep vardı. Yazın gelmesini sırf bu yüzden istemezdim, kışın bi şekilde yok oluyorlardı zira. Böcekten korkardım önceden de, yani eline alıp inceleyen bi çocuk olmadım hiçbi zaman ama gece yüzümde hamam böceğinin ayaklarını hissedip dehşetle uyanıp, kaçmaya çalışan hayvanı çatır çutur sesler eşliğinde ezip tekrar uykuya dalmaya çalışmak sıradan bi böcek korkusundan öte bi şeydi. Zorunlu korku, nefret, paranoya, psikopatlık, ne ararsan vardı içinde. Dünyanın bütün hamamböceklerine savaş açmıştım ama işe yaramıyordu. Sık sık sprey ilaçlardan alıp ilaçladım evi, köşelere onlara çekici gelen yemlerden koydum, işe yaramadı. Evin her tarafında delik vardı, yuvalarını yok etmeyince anca üç beş tanesi, hadi olsa olsa onlarcası telef oluyordu. Yuvalarını yok etmek içinse sanırım tek çözüm evi yıkmak olabilirdi. Üst katımızda ev sahibinin oğlu yaşıyordu. Ben dehşet içinde "evde hamamböceği var, hatta akrep var, ilaçlatmamız lazım!" dediğimde gülüp, "he bizde de var, her gün öldürüyoz üç beş tane" demişti.

O zamandan beri pürüzsüz olmayan yüzeylerde huzur bulamıyorum. Evlerin kıyısında köşesinde delik olması, zeminin altında ne olduğunun belli olmaması beni gerim gerim geriyor.

Hollanda'ya ilk geldiğimizde, şansıma, çok iyi bi evsahibine denk geldik. Evi yenilemişti (her yer pürüzsüzdü). Sonra burdaki kira sisteminin absürtlüğüne dayanamayıp, Hollanda'da düzenli geliri olan her orta sınıf mensubu gibi, ev almaya karar verdik. Zira kiralar o kadar yüksek ki, krediyle ev satın aldığında aylık ödemen yarıya bile inebiliyor. Evin konumuna, büyüklüğüne yeniliğine filan da bağlı tabi bu. 30 yıllık kredi veriyorlar, ilk 20 yıl sabit faizle. Faiz oranı Türkiye'dekine göre de çok düşükmüş falan filan. Hiç bilmezdim böyle şeyleri, yaş otuza yaklaşınca öğrenmeye başladım. Acı gerçekler! Kiralar yüksek diye ömürlük borca girsen mi sistemin daha çok kölesi olursun, yoksa her ay iki katı para ödeyince mi? Seçim senin o narin orta sınıf konforuna kalmış.

Epey bi ev aradık. Amsterdam'a bisikletle gidilebilecek bi ev olsun istedik. Nostalji hastalığımdan ötürü, Amsterdam'daki tarihi, geleneksel evlere kaydı önce gözüm. Daracık, dik merdivenli, küçük balkonlu ama çok pahalı olduklarını gördükçe vazgeçtik. Evin mesaisizi olarak ev bakma işini üstlendim. Günde beş ev gezdiğim oldu. Yine bi apartman dairesinde olsun, balkonu olsun, 2+1 olsun, Amsterdam merkeze bisikletle rahat gidilebilsin gibi temel standartlar belirledik. Bi de giriş katı olmasın, dedik, niye? Çünkü Amsterdam'ın faresi meşhur, baş edemeyiz...

Sen misin fareden kaçan?

Bi ev bulduk, havadar, balkonu hayalimizdekinden de geniş. Masa atılır, yazın sıcak olan toplam 10 günde rakı sofrası kurulur, o derece. Bi tek mutfağı dökülüyor, yeniletilir, krediye dahil edilir. Nasıl olsa yıllarca ödemeyi göze almışız, onu da öderiz. Bi de kiracı var içinde, belli ki epey pisler, ev leş gibi kokuyo, ortalıkta hiçbi şeye dokunası gelmiyo insanın falan... Olsun, nolcak ki, temizlenir. Fiyatı da düşük, Amsterdam'a yakın ama epey düşük. Bi kıllandık ama bu civarda her yerde böyle olduğunu görünce rahatladık. Tamam lan dedik, ev sahibine teklif yaptık. Burda her ev için bi asking price belirliyor ev sahibi, alıcı adayları teklif yapıyor, arasından seçip beğenip satıyor. Belki Felemenkçe'de de "bi kızı bin kişi ister bi kişi alır"ın ev versiyonlu bi atasözü vardır. Bana kalırsa çok saçma bi sistem. Ev fiyatlarını gereksiz yükseltiyor. Asking price'ın 20bin üstüne satılabiliyor mesela ev. Veren verene. Ne teklifler verdik de reddedildik.

Gelelim bu rakılı balkonlu eve. Hemen kabul edildik. Şaşırdık, sevindik. Aylarca kiracının sözleşmesinin bitmesini bekledik. Notere gittik, ev sahibiyle karşılıklı imzaları attık, anahtarı aldık. Ertesi gün evi temizlemeye geldik. Hamamböcekleriyle karşılaştık.

Önce emin olamadım. Reşitpaşa'dan tanıdıklarım siyah ve büyüktü. Bunlar kahverengi ve daha küçüktü. Ama aynı çeviklik, ezince aynı çatırtı... Dökülüyo dediğimiz mutfağın etrafında, banyo küvetinin etrafında, odalarda.. Kiracıların eşyalarının altında gizleniyorlarmış meğer. Ortalığa kimyasal kokusu yayıldıkça "ya noluyo yaaa" der gibi gözümüzün önünde gezinmeye başladılar. İmza atıldı, geri dönüş yok artık. Belki adamı dava edebiliriz, biz evi almaya karar verdiğimizde burda bi böcek sürüsü olduğundan haberimiz yoktu, diye ama o sırada nerde kalıcaz? Yeni ev mi arıycaz, bununla uğraşacak enerjimiz var mı, vs...

Sonuç olarak, ertesi gün bi ilaçlaça şirketi bulduk, ilaçlattık. Sonra belediyenin yönlendirdiği bi başka şirkete daha ilaçlattık. O sırada arkadaşlarımızda kaldık. Neyse bu tarihlere bi tatil ayarlamıştık, gittik geldik, taşındık.

Şimdi salonun ortasında bi sandalyeye tünemiş bi şekilde bu yazıyı yazıyorum. Evde yemek kırıntısı bırakmıyoruz. Zira bu hayvanlar yiyeceği geçtim, sabun kalıntısıyla bile beslenebiliyormuş. Ortalık yine delik dolu (Reşitpaşa'dakine kıyasla hiçbi şey tabi bu) ama mutfak taaaa Temmuz'da yenileneceği için asıl yuvaları olan mutfağa şimdilik dokunamıyoruz. Temizledik ama kullanmıyoruz çünkü her gün en 2-3 tanesiyle karşılaşıyoruz o civarda. Neyse ki ilacın etkisiyle çok az kaldılar, kalanlar da o hızda yürümüyor, felç oluyorlarmış çünkü. Gözümüz sürekli orda burda, hareketli bi nokta görelim de gidip müdahale edelim diye, psikopat olduk. Neyse ki zemin beyaz, 5-6 metre ötesi net bi şekilde görünüyor. Yatakta yüzümde gezinme ihtimalini yok etmek için tüm gün pencereyi açık bırakıyorum, aman oda ılımasın da çekici gelmesin beyfendilere diye.Psikopat olduk kısacası.

Hollanda'da yediğim en büyük kazık bu sanırım şimdiye kadar. Ev sahibi tam bir pislik çıktı Rıza Baba. Sadece böcek meselesinde değil, adam her konuda tecahül-i arif ustası. Eski patronlarımdan sonra hayatta en çok beddua ettiğim insan oldu, tebrikler.

Demem o ki, bi evde böcek var mı yok mu bi şekilde öğrenmeden imza atmayın. Birine güvenmediyseniz işe girmeyin. Mümkünse ikinci el mobilyadan uzak durun. (Hamamböceklerinin en iyi taşınma yöntemi. Bu evin sahibi böcekli olduğunu bildiğim bikaç masayı götürüp ikinci elciye sattı. Dükkan sahibini uyarmıştım ama aldı. Şimdi bu güzellikler o dükkana yayılmasın da napsın?) Kalitesiz olsun, yeni olsun. İnsan böyle böyle tüketim meraklısı oluyor işte. Aylık ödememiz ucuza gelecek derken, ilaçlamaya, dışarda yemeye, evde kamp hayatı sürmeye para yediriyoruz. Üstelik kendimiz yavaş yavaş boyarız diyorduk, şimdi deliklerin bi an önce kapanması ve ustaca yapılması gerektiği için acaba bi ustaya mı yaptırsak düşüncesine girdik. E böceklerin bi diğer kaynağı banyo. Küvetin altında saçma sapan ahşap bi kısım varmış, banyoyu da mı yenilemek gerek acaba düşünceleri uçuşuyor ikimizin de kafasında.

Derken.. kendimi tanıyamıyorum. Aklımdan geçen her şey daha çok para harcamaya yönelik. Ev alıyoruz ama kölesi olmıycaz, bütün ömrümüzü o eve adamıycaz, maddiyat delisi olmıycaz sözleri vermiştik birbirimize. Şimdi mutfağı yenilemekten, boyaya, banyoyu yenilemeye geçtik. En kötüsü, ikinci el eşya düşmanı oldum.

Ve bu satırları yazarken beyaz zemin üstünden son hızla yetişkin bir Alman hamamböceği geçti. Yakalayıp üstüne basmak zor zaten ama hadi başardın diyelim, yumurtaları ortalığa saçılacak. Duvara kolayca tırmanabiliyor. Sıcak elektronik alete doğru koşuyordu, yumurtlamayadır heralde. Öldürmek lazım. Ben biraz sakinleyip göreve gidiyorum. Selamlar.