Uzun zaman oldu film raporu yazmayalı. Baktım son zamanlarda izlediğim filmler birbirine girmeye başladı, zamanım da var, hemen koştum geldim buraya.
1. Fanfare (1958)
Yönetmen: Bert Haanstra
Yönetmen: Bert Haanstra
Siyah beyaz bir Hollanda filmi. Ülkenin kuzeyindeki Giethoorn köyünde geçiyor. Yakın zamanda gezmeye gittim bu köye. Epey turistik bi yer. Çinliler çok geliyormuş. Hatta o kadar çok geliyormuş ki, restoran menülerinde Çince seçeneği var, belediye garsonları Çince kursuna göndermiş, az buçuk konuşabiliyorlarmış. Çok küçük bi yer, masalsı küçük evler arasına köprüler kurulmuş. Neredeyse her evin bi köprüsü var. Çünkü evlerin etrafı kanallarla çevrili, yürüme yolu yok denecek kadar az. Yürüme yollarından bisikletle giden yerliler var, araba giremiyor. Köyün hemen yanında bir de göl var. Bu kanallarda ve gölde tekne turu düzenleniyor. Hatta Hollandalılar genellikle tekne kullanmayı bildiği için tekne kiralayıp gezilebiliyor da. Tekneden kastım kayık gibi bi şey ama elektrikli motoru var, belki ismi tekne değildir. Benim gibi isminden bile emin olmayanların şoförüyle birlikte kiralaması daha mantıklı zira usta bi şoför olmadan sürekli oraya buraya çarpmak mümkün. Filmden önce de turistler geliyormuş ama asıl filmden sonra ünlenmiş köy. Dolayısıyla filmin ana mekanlarından olan bir bar da turist çeken yerlerin başında geliyor.
Giethoorn'la ilgili internette araştırma yaparken filmle karşılaştım. Konusu şöyle: 1950lerde köy civarında bir orkestra yarışması düzenleniyor. Tabi bu köyün de bir orkestrası var, katılmak istiyorlar. Fakat köydeki iki büyük barın sahibi de bu orkestranın içinde ve bi türlü anlaşamıyorlar. Biri bi notayı yanlış bastı mı öbürü gülmekten kırılıyor ve kavga patlıyor. Sonunda tartışma o kadar büyüyor ki orkestra ve dolayısıyla köy ikiye bölünüyor. Köyün polisi kavgacılardan birinin otelinde kalıyor ve diğerinin kızına aşık. Dolayısıyla orta yolu buldurmak zorunda bu genç çift, birleşebilmek için. Belediye başkanı ve orkestra şefi de sürekli aralarını yapmaya çalışıyor iki tarafın. Derken komiklikler, şakalar, rezillikler... Komedi filmi olunca tabi ki eninde sonunda mutlu sona bağlanıyor.
Hollanda sinemasına, diline, coğrafyasına, kültürüne ilgi duyanlar için eğlencelik bir film. Youtube'da İngilizce altayazılı olarak mevcut:
2. Gadjo Dilo (1997)
Yönetmen: Tony Gatlif
İsmini çok duymuştum ama filmin başına asıl oturma sebebim ekşisözlük'te "en güzel dans sahneleri" benzeri bir başlıkta filmin isminin bol bol geçmesi oldu. Müzikal falan değil ama çingene filmi, müzikalden daha müzikal sayılabilir. Yıllar önce Çingeneler Zamanı'nı izlemiştim, o zamanlar sinemaya bu kadar aşina değildim, çok tuhaf gelmişti. Çingeneliğe değil de filmin çekim tarzına alışamamıştım. O film hakkında yorum yapabilmek için tekrar izlemem gerektiğini düşünürüm hep. Gadjo Dilo ise öyle değil. Çekim tekniklerini bilmem ama seyirciye her şeyin doğal olduğunu hissettiriyor. Sanki yönetmenin üslup süzgecinden geçip karşımıza gelmemiş gibi. Sanki yönetmen filmle seyirci arasına girmemiş gibi...
Fransız bi genç, Romanya'ya gider. Nora Luca isimli çingene bi şarkıcıyı aramaktadır. Romence bilmez, Çingenece de bilmez, tabi o zamanlar Google Translate de yok, Fransızcasını el kol işaretleriyle birleştirip anlaşmaya çalışır insanlarla. Gitmeden önce üç beş kelime öğrensene be adam, dedirtir. Yolda bi köyde geceyi geçirmek ister, kalacak yer bulamaz, bi çingene grubuna dahil olur. Turist gibi, sosyal bilimci gibi aralarına karışır, onları izler, onlarla birlikte eğlenir, hüzünlenir. Sonrası spoiler.
Zamanla dillerini öğrenir, onlara Fransızca öğretir. Zamanında Belçika'ya gidip gelmiş, az biraz Fransızca öğrenmiş olan Sabina'yla yakınlaşır. Fransız, ordaki ortama alıştıkça, bize de çingenelerin poposunu açıp gösterivermesi, çadırda, derme çatma evlerde yaşamaları, bol küfürlü konuşmaları, çalgıcılığı ve göbek atmayı meslek edinmeleri, konuşurken yanındakini sık sık ittirip kaktırmaları normal gelmeye başlar. Umursamazlıktan gelen özgürlüklerine özenmedim bu kez. Eskiden hep bu tip filmler özgürlükle ilgili ilham verirdi bana. Artık 30 yaş civarına gelmenin etkisi midir, yoksa pes etmekten midir bilmem, filmlerden çok fazla ilham almıyorum bu konularda. O yüzden ekşisözlük'te bazılarının son sahne için "kasetleri parçalayarak gerçekten bi çingene oldu, tüm bağlarını kopardı, özgür oldu" demelerine katılmıyorum. Bence o sahne özgürlüğün değil, çingenenin hayatına dışardan bi gözle bakmaktan vazgeçmenin simgesiydi. Bundan sonrası yeni bi paragrafı hak ediyor:
Düğünde acı içindeki babanın çingene olmayan zenginlerin karşısında çalıp söylemeye devam ettiği sahneydi bence en etkileyici olan. Çünkü burda düzenli ve zengin hayatın, dağınık ve fakir hayat kültürüne, müziğine, ruhuna ihtiyaç duyduğunu gördük. Dağınık ve fakir hayat da diğerinin parasına muhtaç, o yüzden canı isteyince bırakıp gidemedi acılı baba. Ne kadar özgür ve kurallara karşı olursa olsun, acısını içine atıp, karşısındakilere göbek attırmak zorunda. Gadjo bunu görüyor ve tiksiniyor bu insanların, asla tasvip ve takdir etmediği insanların kültürünü sömüren hayattan, zengin olmasa da kendi hayatından, onların türkülerini kaydetmeye çalışan, birikirmeye dayanan düşünce yapısından. O yüzden kasetleri parçalayıp gömüyor, kendini engellemek için. Asla onlar kadar anı yaşayamayacağını biliyor ama elinden geleni yapıyor. Kasetlerin mezarının üstünde dans ederken de aslında onları taklit ediyor, saygısını gösteriyor. Fakat bu, bundan sonraki hayatını onların yanında devam ettireceğini göstermiyor.
Bir şey daha: Sabina'yla Gadjo'nun seviştiği sırada Sabinayı arıyor diğer çingeneler, çünkü düğüne gidecekler, işe, eğlenmeyi bilmeyenleri eğlendirmeye. Bulamıyorlar ama kimse takılmıyor buna. Aynı şey Zorba'da olsaydı. Girit'te, dindar bi köyde... Sırf güzel ve dul ve köydeki erkekleri koynuna almıyor diye bir kadına katlanamayan o kuralcı, dindar ve asla poposunu açıp göstermeyen kültürde, Sabina ne bu kadar özgür olabilirdi, ne de o yaşına kadar canlı kalabilirdi... İşte insan asıl bunu düşünüp özeniyor Çingeneliğe.
Şimdilik bu kadar olsun.