31 Aralık 2017

Güle güle eski yıl

Patır kütür havai fişek seslerinin gelmeye başladığı bir 31 Aralık akşamüstüsünden merhaba.

U. içerde Dark'ın sondan ikinci bölümünü izliyor. Almanca bilen her insan gibi "Aaaa ne kadar güzel" diyerek bi daldı diziye, çıkamadı. Beni de çekmeye çalıştı ama olmadı. Aslında ilk ben önermiştim, Fermina'dan duymuştum, dedim "bak Almanlık sevenler bunu da seviyormuş, sen de seversin." Sevdi netekim fekat ben sevemedim. O uzun uzun bakışmalar, konuşmamalar... Ya bi düzgünce cevap versenize birbirinize! diye bağırıp duruyorum ekrana. Konu ilginç olabilir ama konunun işlenişi Türk dizisi stayla, kabul edelim. Beni ekrana bağırttırıp duruyo çünkü. Sinir oluyorum. Misal polis kadın, azarlayıp duruyo altında çalışan elemanı. Ya bi düzgün konuşsana şu adamla! İşini yapmaya çalışıyo. Ayh. Forbrydelsen'de, Sarah Lund'umuz da dertliydi, soğuktu ama bu kadar sebepsiz değildi suratsızlığı. He bi de o ne biçim Avrupalılık arkadaş, kimse köyünden çıkmamış, lisede seviştiğiyle evlenmiş... Ne bileyim, dizi gergin olsun diye insan ilişkilerini de fazla germişler. Ya da bi sanat var bi yerlerde, ben anlayamadım.

Neyse. Yılbaşı için plan yapan insanlar değiliz. Aileden gelen bi kutlama kültürümüz yok. U.ınkiler benimkilerden köylü, benimkiler onunkilerden muhafazakar derken olabildiğince asosyal büyümüşüz ikimiz de. Yılbaşında dışarda eğlenmek işkence gibi geliyor. Toplu taşıma yok bi kere. Eve insan toplayıp parti yapmak aklımıza bile gelmiyor. Çok parti insanı olmadığımız için yapılan partilere de çok davet edilmiyoruz. 

Bu sene biz de çok şaşırdık, Hollandalı-İtalyan bi çift ev partisine davet etti. Asosyal bünyem bile sevindi bu davete çünkü konsept belli. İtalyan yemekleri ve sonra tombala gibi oyunlar ve tabi ki alkol. Hani böyle elimde birayla "kimin muhabbetine yamansam" diye salak salak etrafa bakınacağım, elimi kolumu nereye koyacağımı şaşıracağım  türden bi parti olmayacak belli ki. Ev de bizimkine yakın, bisikletle dönebiliriz. İnsanlarla kanka değilim ama işte ne güzel, yeni insanlar tanırım filan... Gayet iyimser moddayım... derken kalktım grip oldum. Aslında ateş falan geçti, halsizlik de yok sayılır ama hötür hötür burun silme, öksürme filan var. İnsanları tiksindirtmeye gerek yok diye, evde kaldım. Yeni yıla birlikte girmemiz gerektiği için U. da kaldı tabi. Benim yazım, O'nun da dizisi bitsin, 12'den önce buluşuruz diye umuyorum. 

Sosyallik bana göre değil dostum. Ben istiyorum, o benden kaçıyor, istemediğim zamanda da yakama yapışıyor. Terbiyesiz.

Bir haftadır sigara içmiyorum. Bir kısmında Türkiye'deydik. Orda sigara içtiğimizi bilmeyen aile bireylerimiz var. Bi de yeğenler var, ailenin en çok okumuşları olduğumuzdan, örnek alınıyoruz. İyi bi haltmış gibi bizden görüp sigaraya başlarlarsa kendimi affedemem. O civardayken içmeyiveriyoruz. Eskiden işkence gibi geliyordu. Sigarayı bırakıp tütüne geçeli, o kadar azalttım ki içmeyi, ihtiyacım iyice azaldı. Bu kez hiç k"ahvaltının üstüne içeydim, kahvenin yanına içeydim" gibi hayaller kurmadım, aklıma bile gelmedi. Dönüşte ilk defa Duty Free'den karton almadık. Normal sigarayı tamamen bıraktık yani. Tamamen bırakma yolunda güzel bi adım benim için. TR'den döndüğümüz gün de grip olmaya başladığım için, o zamandan beri içmiyorum. Bu akşam sıcak şarabın yanına bi fırt çekerim belki şeytanlara uyup.

TR'den bi sürü kitap getirdim tabi. Ve bu elimdeki kitaplar bitene kadar, 2018'de kitap almamaya karar verdim. Çünkü kitap aldıkça okuyasım kaçıyor. Hangisini önce okuyacağıma karar veremediğim için... Birine başlayınca gözüm öbüründe kaldığı için...

Ve ilk defa senelik kitap hedefi koyuyorum kendime. Her haftaya bir kitap diye düşünmüştüm başta, toplam 52 kitap diye. U.ın da eleştirisiyle vazgeçtim. Düşürmeliyim ki fazla olursa sevineyim. 40 diyorum. Daha gerçekçi. Evde yakın zamanlarda aldığım, ordan burdan topladığım, okumak istediğim kitaplar da 40 kadar var. Hiç satın almaya çalışmadan seneyi kapatabilirim. Erken biterlerse uzun zaman önce okuduklarımı tekrar okuyabilirim. Hep planladığım ve ertelediğim gibi.

Bu sene yeni korkular edindim. Uçaklar ve ikinci el eşyalar. Burnum çoğu zaman tıkalı olduğu için uçakta kulaklarım acıyor. Ear plug diye bi zımbırtı acıyı azaltsa da yok etmiyor, her yolculuk hayali bi işkenceye dönüştü artık. Hele ki kıtalararası uzun yolculukları hayal etmeyi tamamen bıraktım. Kara ve demiryolu dışında yolculuk etmek istemiyorum. Acımasa da, ya acırsa diye düşünmekten geriliyorum. En son uçağa binerken, telefona iki film yükledim, örgümü aldım, kitap-defter aldım. Uyumayayım ve oyalanabileyim diye. Uyuyunca daha çok acıyor çünkü. 2018'de bunu aşarım diye ümit ediyorum. Aşarım evet.

İkinci el eşya korkum da hamamböceklerinden. Evdeki böcekli mobilyaları götürüp evin yakınındaki ikincielciye sattı eski ev sahibi. Dükkana yerleşmesin de n'apsın bu hayvancıklar? Öte yandan, bu da yenmem gereken korkulardan.

Bu sene ev aldık. Hayatımın en büyük borcuna imza attım. Hala alışamadım bu düşünceye. Hala kendimi boynuma tasma takılmış gibi hissediyorum. Ama öbür türlüsü de farklı değildi. Kiralar o kadar yüksekti ki, almamak enayilikti. Ev almak gençlikten uzaklaştıran en büyük adım gibime geliyor. Çılgın düşüncelere son. Öyle birilerine kızıp çat diye işi bırakmak falan yok... 

Evle ilgili her şeyden sorumlu olmak da büyümek demek. Ev sahibine haber vermeyip kendin uğraşmak zorunda olmak yani... Ne zor işmiş... Aman, her zorluk böyle olsa keşke, şikayet etmiyorum tabi ki. Mobilya aldık bi sürü. Bu konulardan hiç zevk almadığımı kendime kanıtlamış oldum. Başkalarının tasarladığı evlerde yaşamayı, kendi evimi düzmeye tercih ederim, hala, evet.

Hamamböcekleriyle nasıl savaşılması gerektiğini öğrendim bi de bu sene. Bol haşeratlı, sıcak memleketlerde yaşamak istemediğimden bi kez daha emin oldum.

Bu sene ilk defa bisikletimiz çalındı. Geçmiş olsun. Oldu.

Haberleri takip etmeyi bıraktım. Övünmüyorum. Kafam rahatladı fakat içinde gittikçe büyüyen pembe bi balon olduğunu hissediyorum. Keşke dengemi bozmadan takip etmeyi becerebilsem. Gündemi bilmeden tarih okumanın pek bi anlamı olmuyor çünkü.

Yunanistan'ı çok sevdiğimi fark ettim yine bu sene. 

Amsterdam'da Türkçe müzik dinlemek için güzel yerler buldum. Başını ReART topluluğu ve Podium Mozaiek denen sanat kurumu çekiyor. Bunları takip ettikçe ordan oraya atlıyor insan. Misal ReART'ın bazı üyeleri bazı restoranlarda düzenli olarak sahne alıyormuş. Kadıköy etkisi olmasa da, farklı, güzel bi etkisi oluyor bu ortamların da. Ha bu arada ReART'ı büyük oranda Odtü mezunları oluşturuyor. Gezi sonrası bir araya gelmişler. 

Başka?

Epey bi sinemaya gittim bu sene. Evden çıkmak için bahaneydi. İptal ettim Cineville kartımı. Evden çıkmak için başka bahaneler bulmam gerek.

Dil kursuna başladım bu sene, ciddi ciddi. Düzenli olarak çalıştım. Taalcoach ayarlamam gerek.

İlk defa bi spora başlamayı ciddiye aldım, vücudum izin vermedi. Gribim iyileşsin tekrar başlıycam, bi de doktora gidicem neymiş bu burnumun derdi, diye.

Dikiş makinesi kullandım. Sıfırdan işe yarar bi şeyler dikme hayalleri kurmaya başladım. Örgü de bildiğin terapistim oldu sağolsun, hakkını ödeyemem.

Yeter bu kadar geçmişten bahsetmek yav... Sıkıcı bi iş. 2018'de kendimden beklentilerimi de yazayım mı? Şimdilik dursun. Geçmiş yordu beni. Gideyim de Dark'la gerileyim. Belki kaçmak için geri gelirim.













14 Aralık 2017

Bütün kötülükler alkolün anasıdır.

Canım sıkkın olduğunda bi kağıda "free hugs" yazıp bi tren istasyonuna gitsem diyorum. İlla bi sivil toplum kurumunun örgütlemesini mi bekleyelim? Güzel bi yöntem öğrettiler bize, tamam ama niye hala onların harekete geçirmesini bekliyoruz ki? Kendimizi yalnız hissettiğimizde birilerine sarılmak istemez miyiz? Zaten her önüne gelen gelip sarılmayacaktır. Bikaç saat içinde olsa olsa bikaç kişi durup bi düşünür, neymiş bu diye. Düşünenlerin de hepsi harekete geçmez zaten.

Utrecht istasyonunda "2 minute eye contact" yazısını tutan bi kadınla karşılaşmıştık. Hollandacası yazıyordu, altında da açıklamalar vardı. Anlamaya çalışırken bizi gördü kadın, hemen kağıdın arkasını çevirdi, hop İngilizcesi.. Koşturup giden dünyada hadi gelin iki dakka birbirimizin gözünün içine bakalım, diyordu kısacası. Geçip gidecektik normalde ama serseriliğimin üstümde olduğu nadir günlerden birindeymişim ki, ya durun, dedim, ben bi bakayım. Dört kişiydik, hepimiz yazıyı gördük, sadece birimiz "hadi" dedi. Free hugs'a da o oranda karşılık gelir gibime geliyor yani.

Düşünsene, evdesin, iştesin, bi şeyler olmuş, için sıkılıyor. Belki insanlara inancın kalmamış, belki sevgiye ihtiyacın var, belki yalnızlığın dibine vurmuşsun.... Kendini alkole, sıcak çikolataya, feel good movie'ye boğmak yerine bu da bi seçenek. Ya da sosyal deneyini yaptıktan sonra yine gider içersin. Hem belki sarılanlardan biriyle oturur içersin. Telefon uygulamalarından insan aramak yerine, neden olmasın?

Hem bi heyecan işte. Bunlar güzel şeyler. Tek başına oturup rakı içmek, yabancı bi ülkede kendi ülkenin müziğini duyup takip etmek gibi güzel şeyler.

İspanya'da mıydı? Nerde başıma gelmişti bu? Çok turistik olmayan bi mahallede önümüze çıkan bi üniversite binasına girmiştik. Bedava tuvalet ve öğrenci ortamı için. Üniversite öğrencilerini izlemeyi seviyorum. Kantinleri, kütüphaneleri, kulüp odalarıyla, üniversite binalarının üzerimde tuhaf bi etkisi var. Kıskanıyorum sanırım biraz. Bi daha o günlere dönemeyeceğimi biliyorum. Tabii ki tekrar üniversiteye yazılabilirim ama o ruh haline giremem. Çünkü asıl özendiğim şey o ruh hali, özgürlük, gelecek benim ellerimde düşüncesi. Derslerden fırsat buldukça kulüplerde koşturmak... Mecburen içlerine dalınan arkadaş grupları, önüne gelene aşık olmak, yalnızlık, arkadaşlık ve şimdi aklıma gelmeyen bi sürü eylem ve kelimelere dökemediğim bi sürü his... Yoksa tabi ki yeni şeyler öğrenmek, derslere girip çıkmak için değil üniversiteyi özleyişim.

Şehrin ve zamanın birinde (gerçekten hatırlamıyorum) yine böyle bi üniversite binasında takılıyoruz. Hala öğrenci kılıklı olduğumuz için kimse durup bakmıyor. Girişte kimlik sormak filan da yok zaten, teröristi az ülkelerden demek ki... Kütüphanedeyiz. Yaşar Kemal, Orhan Pamuk, Elif Şafak kitapları arıyoruz. Yurtdışında genellikle son ikisi bulunuyor. Bazen Orhan Kemal, Nazım Hikmet ve başka sürpriz isimler de karşımıza çıkıyor. Zamanla sıkılıyoruz kitapların kapaklarını incelemekten, içlerinden bi şey anlamıyoruz çünkü. O sırada açık camlardan bi ses geliyor. Ezan desem değil ama öyle doğuyu andıran bi şeyler... Sokağa koşuyoruz hemen. Müziği bulacağız. Derken Türkçe bi şeyler duyuyoruz. Bi grup çingene, teypten bi şeyler çalıp içiyorlar. Kalkıp göbek atıp bağaıra bağıra şarkılara eşlik ediyorlar. Gidip o civardaki bi kafeye oturuyoruz. Bi taraftan müziklerinden otlanıyoruz, ve eğlencelerinden. İşte bunu seviyorum. Fakat bunun bi ileri aşaması da var. Gidip o amcalarla birlikte dans etmek. Gidip sarılmak, ne bileyim beni coşturdukları için onlara teşekkür etmek. Gel gör ki cinsiyet farkı kafamda bi engel, muhabbetlerinin içine etmekten, tuhaf bi hale dönüştürmekten çekiniyorum. Ayrıca çingenelik yok ki içimde, gidip öyle dans edebilir miyim sokak ortasında? Turistik, kalabalık bi yer olsa, benim gibi müziğe ortasından dalan bi sürü insan olsa neyse... Burda da kendi ortamım olursa, kafam yeterince güzel olursa belki.... Ama hiç öyle bi ortam yok.

İnsan kendisinden çok şey beklememeli. Feel good movielerdeki o coşku dolu sahneleri gerçek hayatta yaşayan yoktur demeyeyim ama herkes her zaman yapamaz diyeyim. Free hugs benim içim rahat yapabileceğim en büyük çılgınlık, sosyal deney, tanımadıklarımla samimi olma aracı olabilir. Şimdilik.

Bi konuyu daha açıklığa kavuşturduysam susup çarpıya basıp gideyim. Halbuki yazasım var. Hindi Zahra çalıyor. Rakı içiyorum. Mezesiz. Mezesiz rakı içmeyi geniş rakı masalarından daha çok seviyorum sanırım. Alkolün yanında bi şeyler yemeyi sevmiyorum. Ya da yiyeceklerin yanında alkol almayı sevmiyorum diyeyim. Şarap-peynir, bira-çerez, rakı-balık... Hiçbirine sempatim yok. Ha nolur? Rakı masası bahanesiyle bi araya gelirsin, bak o olur. Ama o masadakiler zaten kanka olmalı, öyle iş arkadaşlarınla rakıya gitmek falan... Olur gerçi ya, niye olmasın, o da olur. Ama herkes içecek. Bütün geceyi "aman da sarhoş olup saçmalamayayım" korkusuyla geçireceksen ne anladım ben o işten! Kafamız olmayacaksa niye içiyoruz? Lütfen. Bu samimiyetsizliktir, başkasının ağzından laf almaya çalışmaktır, ikiyüzlülüktür. İçmeyeceksen, ayıp olmasın diye geldiysen, erken kalk, herkes güzelleşmeden çık git. Tabi bu sözler yakın dostlar için geçerli değil. Çünkü bazı insanlar içemiyor. Boğazından geçmiyor. Anlıyorum. O insanları dışlamak değil niyetim. Ama içki masasında kuracağımız samimiyete güvenip de muhabbetin devamını getiremem. Bunun çayı var, kahvesi var, başka mekanlarda takılırız yani.

Ne zamandır içkiden bahsetmiyordum ya... Özlemişim.

Misal, Türkiye'deysem ve arkadaşlarla buluşacaksam, dışarda rakı içmek yerine canlı da olsa cansız da olsa güzel müzikli bi yerde buluşmayı tercih ederim. Dışarda içilen rakıda sürekli bi kazıklanma korkusu olur. Alkol pahalı gözünü sevdiğimin memleketinde. Bi de üstüne yemeklerde, mezelerde ya da hizmette azıcık kusur olsa, büyür, büyür, insanın içine oturur. İnsanın kafası kazık kelimesiyle o kadar meşgul olur ki çakırkeyif olamaz.

Halbuki mesela önceden bilinen güzel müzikli bi mekana gidilse, ne içilirse içilsin, tuvalet ne kadar leş gibi olursa olsun, müziklere eşlik ederken, saçma sapan danslar edilirken zaman geçip gider... Çok dertli bi şarkıdan sonra Ankara'nın Bağları'na bağlanmasına karşı değilim anlıyor musunuz? Hatta çok seviyorum bunu. Ama müzik güzel olacak. Misal, tek gitar çalınıyorsa da, gitarın yanında keman, kemençe, klarnet, akordeon... ne bileyim başka bi şeyler varsa da hepsinin hakkı verilecek. Şarkıların her sözü anlaşılacak.

Ne bileyim, böyle işte. Çekingen, içe kapanık, sosyal anksiyeteli, introverted... ne derseniz deyin, normalde kolay kaynaşamayan insanların da böyle açılma anları, mekanları oluyor. Aslında iyi insanlar yani. Çok üstlerine gitmeyin. Rahat bırakın. Birlikte eğlenmek istiyorsanız, onlara alkol, müzik ve karizma takıntısından uzak bi samimiyet verin.

Oldu o zaman,
Sevgiler,
Kanatlı Kedi