26 Aralık 2013

KİTAP: KIZ ERKEKLE BULUŞUR (Yazar: Ali Smith)

alıntılar:

24- keşke yaşlanmış olsaydım. böyle genç olmaktan, böyle aptalca bilmekten, böyle aptalca unutmaktan yorgun düştüm. kimse olmamak zorunda kalmaktan bıktım. bilgi deposu ama içerdiği bilgilerin hiçbiri diğerinden daha önemli olmayan, irili ufaklı bütün bağlantıları kırık bir saksıda kururken yan yatmış, topraktan sökülmüş incecik beyaz köklere benzeyen internetten farkım yok. üstelik ne zaman kendime erişmeyi denediysem, ne zaman kendime tıklamaya kalktıysam, ne zaman "ben" sözcüğünün daha derin anlamına inmeye çalıştıysam, yani facebook ya da myspace sitelerinde hızla yüklenen tek bir sayfadan daha derine, bir sabah uyanıp oturumu açmayı denerken, artık o sürümümün hiç varolmadığını, çünkü dünyadaki bütün sunucuların çöktüğünü göreceğimi biliyordum sanki. işte bu kadar köksüz. bu denli kırılgan. anthea, zavallıcık, o ne yapardı acaba?

27- istesem yürüyüp doğrudan ırmağa girebilirdim. orada dikilip kendimi kıyının eğimine doğru aşağı bırakabilirdim. hızlı, kocamış akarsuyun beni almasına göz yumabilir, kendimi taş gibi suya atabilirdim.

51- başkalarının yapmak zorunda kaldığı gibi onun da bunları eğlenceli bulmuş pozu takınmaması için bir neden göremiyordum. (belki de gerçekten eşcinsel.)

73- (ovidius)... ama bu öyküde romalı olmaktan sıyrılamaz, harmanilerinin altında kızlarda neyin olmadığını vurgulamadan edemez, kızların onsuz ne yapacaklarını hayal edemez.


84- belki de aslında ne dediğini duymayan biriyle konuşmak kolaydır. ne gülünç bir düşünce. ne saçma bir düşünce. (telesekretere konuşmak)

85- tamam, diyorum. dilerim yeterli heyecanı göstermişimdir bunu söylerken.

86- böylece karısı kahve makinesini doldurmak için musluğu çevirdiğinde oradan akan su pure tarafından getirilmiş, denetlenmiş ve temizlenmiştir. kadın adamın kahvesini makinede damıtıp ekmeklerini kızartırken ya da meyve sepetinden kocasına bir elma verirken, bu ürünlerin her biri pure'a ait satış yerleri tarafından gönderilmiş ve onların birinden satın alınmıştır. adam kahvaltı masasında okumak için, ister bulvar ister berliner formatında çarşaf, eline aldığı gazete pure şirketinin sahibi olduğu gazetelerden biridir. bilgisayarını açtığında bağlandığı sunucu da, adamın aslında seyretmediği ama kahvaltı sırasında açık olan televizyondaki program da hisselerinin çoğunluğunu pure'un elinde tuttuğu kanallardan birinde yayınlanmaktadır. karısının bebeğin altını açıp bağladığı bez de, az sonra alacağı iki ibuprofen de, gün içinde alması gereken diğer ilaçlar gibi pure eczacılık tarafından satın alınıp paketlenmiştir, bebeği beslediği biberonda satılan ooh bebek mama da pure tarafından yapılıp dağıtılır. adamın evrak çantasına sıkıştırdığı son çıkan ciltsiz kitap, karısının aynı gün ikindi saatlerinde okuma grubunda okumayı düşündüğü bir kitap da pure'un sahibi olduğu on iki yayınevinden birinde basılır, artık pure'a ait olan üç satış zincirinden birinden ister şahsen, ister internetten satın alınır, üstelik eğer internetten sipariş verildiyse yine pure'un işlettiği kurye dağıtım şirketi tarafından kapıya getirilir. ayrıca adamımızın canı kaliteli bir porno filmi izlemek isterse, hani şöyle -affedersiniz, bunu dile getirmek bile kabalık ama- işe giderken dizüstü bilgisayarında ya da cep telefonunun ekranında, bir yandan pure'un bir şişe eau caledonia suyuyla canlanırken hani, pure'un sahibi ve dağıtımcısı olduğu birkaç eğlence merkezine
bağlanıp bunu yerine getirebilir pekala.

90- benden yapmamı istediği ne?

91- hiç de değil, küçük İskoç köpekçiğim, diyor keith. konusu suyun tahsisi olan 2000 dünya su Forumu'na göre su insan hakkı değildir. su insanın gereksinimi. bu onu pazarlayabileceğimiz anlamına geliyor. bir gereksinimi satabiliriz. bu da bizim insan hakkımız.

92- Londra'ya geri dönüyorum. Londra'yı severim! euston ile king's cross arasında yürüyorum, sık yaptığım bir şeymiş gibi, Londra'da bir caddede yürüyen bunca insandan biriymişim gibi.

101- uygun bir kız evlat. uygun bir kardeş. doğru yoldan şaşmayan ve üzgün olmayan biri. ailesi bir arada duran, parçalanmayan biri. kısaca kendini iyi hisseden biri olayım. her şey daha iyi olsun lütfen. BU DURUM DEĞİŞMELİ. (ironi var)

102- telefonun çalmasını beklerken resmi bir şikayette bulunmayı düşünüyorum. kardeşimle benden başka kimse alay edemez.

116- mesaj bu işte. bu kadar. hepsi bu.
...anlatılması gereken öykülerdi işte bir ırmağı geçmemiz için bize el veren, halat atan.
uçurumun tepesinde dengemizi sağlayan. bizi doğuştan akrobat kılan. gözü pek yapan. bizi iyileştiren. değiştiren. onların doğasında vardı bunları gerçekleştirmek.

kısacık yorumcuk:

bir erkek nasıl kadın gözünden bu kadar iyi bakabilir?
ali isminde bir erkeğin İskoçya'da ne işi olabilir? gibi sorular sordum okurken. meraktan çatladım ama sürükleyiciydi, mola verip de hayatını gogıllayamadım. bitince, buraya alıntıları yazınca, internetten görsel ararken buldum yanıtlarımı. ah dedim hüs, senin kafanı...

çok sade bir üslubu var. kısa cümleler. modumda olduğumdan mı, hakikaten sürükleyici olduğundan mı bilmem, birkaç saatte bitirdim. bolca kapitalizm vurgusu var. ilginçtir ki bu kelime hiç geçmiyor kitapta.

21 Eylül 2013

PASAPORT ÜCRETİ İÇİN İMZA KAMPANYASI

 
her yılbaşında pasaporta zam gelir. 2012  sonunda aceleyle aldım ben de, 3-5 kuruş da olsa ucuza gelsin diye..

yeni yılda zam yapılmaması veya az miktarda yapılması hakkında görüşüleceğini söylemiş bekir bozdağ. haber için buraya... ama zam yapılmaması yeterli mi? 500 küsür lirayı sadece bir kimlik için vermek saçma değil mi? nüfus cüzdanından ne farkı var bu belgenin?

ozan mercan diye biri de, "zam yapılmamasını" yeterli görmemiş olacak ki, ücretin düşürülmesi için change.org'ta imza kampanyası başlatmış. buradan da duyurayım, bir katkım olsun istedim.

sözü ona bırakayım, derdimizi daha iyi anlatır:
kaynak

açıklama:
Dünya nimetlerinin hep en pahalısını kullanmaya alıştık. Bu listeye son beş yıldır pasaportumuz da dahil… Yılbaşından itibaren uygulamaya giren zamlar, temel haklardan seyahat özgürlüğüne darbe indirdi. Artık on yıllık biyometrik pasaportumuz, ‘yeniden değerleme’ uygulaması sayesinde yüzde 15 daha pahalı. “Şöyle bir 10 yıllık pasaport alayım, yurtdışına çıkıp yeni kültürler tanıyayım” diyorsanız, helalinden 515 lira ödemelisiniz. Sınır kapısından çıkarken 15 lira yurtdışına çıkış harcı verdiğinizi de hatırlatalım. Yurtdışına çıkmak istediğimiz zaman eğer pasaportumuz güncel değil ise neredeyse yurtdışında harcayacağımız para kadar bir bedele mal ediliyor. Hükümet yetkililerinin diğer birçok ülkeyi örnek alarak Pasaport Defter Ücretini ve Harç Bedellerini makul bir seviyeye düşürmesi gerekmektedir. 

Kime: 
Mehmet Şimşek, Maliye Bakanı 
Muammer Güler, İçişleri Bakanı 
Ülkemizde, Dünya'nın en yüksek Pasaport Defter Ücreti ve Harç Bedeli ödenmektedir. Bu yurtdışına çıkmak isteyen her ortalama bireyin bütçesini yeniden gözden geçirmesine neden olmakta ve bugün yurtdışına çeşitli sebeplerden çıkmakta olan yüzbinlerce vatandaşın sırtına ek bir yük olarak binmektedir. 

Pasaport Defter Ücretinin maliyet bedeline ve Pasaport Harçlarının da makul bir seviyeye düşürülmesini saygılarımızla arz ederiz. 
Saygılarımla, 
[Adın]
-------

İmza atmak için buraya...

Yurtdışına çıkmanın ülkemizde ne kadar zor olduğunu daha ayrıntılı incelemek isterseniz buraya....





20 Eylül 2013

KİTAP: EYLEMCİ!



1.baskı
özgün adı: activism! direct action, hactivism and the future of society
yazar: tim jordan
çeviren: gül çağalı güven
kitap yayınevi-1.basım (2002)

-----

kitap, uzun zaman önce bir şekilde elime geçmişti, başlayıp bırakmıştım. gezi olayları etkisiyle, eylemci insanın ruhundan, aklından geçenleri anlamak isteğiyle hatırladım birden kitabı, buldum ve okudum.




aklımdaki sorular özetle şunlardı:
bir insanı eylem yapmaya iten şey nedir?
bu şey tek başına eylem yapmaktansa, organize olmaya nasıl dönüşür?
eylem şiddet içermeli midir, içermemeli midir?
eylem ne zaman "terör" diye adlandırılır?
"terörist" adını kim koyar, neye göre koyar? haklı mıdır?
ne çeşit eylemler vardır?
eylemciler her zaman ne yaptıklarının bilincinde midirler?
eylemler içindeki provokatörler ayıklanmalı mıdır? sistematik bir örgütlenme biçimi olmayan bu gruplarda ayıklama işi nasıl yapılır?
eylemler gerçekten işe yarar mı?
gezi parkı eylemlerinde, bu kadar ölüm olmasına rağmen, polisin durmayacağı bilinmesine rağmen, eylemcileri sokağa çıkartan sebep nedir?

------

sorularımın çoğuna yanıt buldum, sormadıklarımın da cevabını aldım. benim için akılda en kalıcı olan ve en çok ihtiyaç duyduğum cevap şuydu: eylemci her ne kadar bugünü kurtarmak istiyor gibi görünse de, aslında geleceğe ulaşmaya çalışır. toplumun bir adım önünden gider (kendi ütopyasına göre). kendi ütopyası genellikle doğru çıkar. bu nedenle "eylem yaptınız, polisten o kadar dayak yediniz de ne değişti?" sorusu bugün çok haklı gibi görünse de, 50 yıl sonra bu eylemin yarattığı refahı o günün toplumu hissedecektir.

örneğin, Virginia woolf gibi yazarlar, kadın hakları konusunda çağına göre çok ileri düşüncelerini insanlara aktarma çabasına girerek aslında eylemci yönlerini göstermişlerdir. ve onların bu bireysel eylemlerinin yarattığı farkındalıkla, günümüz kadınları bazı haklar elde edebilmiştir. fakat bu eylemleri onları erkekler dünyasında başkaldırmaya, dolayısıyla yalnızlığa mecbur etmiştir. (bu örnek kitapta mı yazıyor, yoksa ben mi ürettim, emin değilim)

kısacası eylemlerin hemen bir sonuca varmasını beklemek, sonuçlanmayınca dalga geçmek anlamsızdır.

bu durumda yeni bir soru doğdu: gezi eylemleri, nasıl bir gelecek yaratıyor bizim için?

------

birkaç alıntı:

12- eylemciler... değişimi arzular, talep eder ve onun için çalışırlar.

15- ...heteroseksüellik, arzunun ve üremenin düzen altına alınmasında, böylelikle ataerkil yönetimlerin, insan yaşamının en derinliklerindeki unsurlar üzerinde dahi egemenlik kurmasında kilit önem taşıyor.

17- ...ilk seçildiğinde ülkesinin en büyük özel medya kuruluşunun başında bulunan, italya'nn geçmiş ve gelecekteki başbakanı Silvio Berlusconi...ne şirketlerden gelecek paraya, ne de kitle iletişim araçlarının ayıracağı zamana ihtiyaç duyan, ama bu iki şeyin bizatihi kendisi olan birinin, önemli bir batılı ulusun lideri olması, neden kimsenin siyasetçilere güvenmediğinin neredeyse tek başına cevabı.

53- (eylemde) mülkiyete karşı mı, yoksa insanlara karşı mı şiddet kullanmamalıdır?

53- gandhi'nin düşüncesine göre, baskıya karşı şiddete ve misillemeye dayanmayan direniş, baskıcıya karşı manevi bir üstünlük sağlardı.

14 Eylül 2013

ANISH KAPOOR İSTANBUL'DA!

evet, sakıp sabancı Müzesi'nde.
elbette reklam tabelalarındaki duyuruları görene kadar kendisini hiç duymamıştım. SSM'deki sergiler genellikle tatmin edici hatta öğretici olduğu için gitmek istedim. en son oryantalizmin 1001 yüzü sergisine gidip oryantalizmi öğrenip çıkmıştım. bu kez çağdaş sanat, yani soyut çalışmalarla dolu olacağı için çekinsem de, kendimi zorlayıp gittim.

SSM içindeki 3 sergiden bahsedeyim kısaca:
 
 

ANISH KAPOOR SERGİSİ

sanatçı, 1954 Hindistan doğumlu ama İngiltere'de sanat eğitimi almış. pek çok ödülü nişanı filan var. 2012 Londra olimpiyat kulesini o yapmış. Chicago, Viyana, Paris, Londra'da kalabalıkların olduğu mekanlarda, örneğin şehir meydanında heykelleri/eserleri varmış.


ssm'de çoğu zaman olanın aksine, bu sergide audio guide yoktu. gezerken izleyici tamamen kendine bırakılıyor. eserin nasıl yapıldığına, sanatçının ne gibi aşamalardan geçerek böyle bir eser ortaya koyduğuna dair yazılı bir açıklama da yok. hal böyle olunca, benim gibi somut değerlendirmeye alışmış, soyut düşünceye zihni adeta kapalı insanlar için, parlak, garip şekilli kocaman şeyler olmaktan öteye gitmiyor sergi. herhangi bir duygu uyandırmıyor. benim gibi soyutolanı hissetmekte özürlü olanlar için tavsiyelerim:

1. yalnız gidin. geyik yapabileceğiniz ya da görüşlerinden etkileneceğiniz biri olmasın yanınızda.
2. sergiye girmeden önce, giriş salonundaki videoyu izleyin. kapoor'un hayatı, nasıl çalıştığı, nasıl yarattığı, insanların eserlerinden nasıl etkilendiği, meydanlarda gördükleri eserlere ne tepkiler verdikleri, kapoor'un atölyesi... üzerine bilgiler veriyor video. (ben bu salonu çıkışta fark ettim ne yazık ki)
3. hızlı gezmeyin, uzun uzun düşünün bir eser hakkında. durun, resim çizin, 3-5 kelime bir şeyler yazın...not defterinizi kullanın.

----
 
 
GEÇMİŞTEN GÜNÜMÜZE YELPAZE SERGİSİ

22 Eylül'e kadar uzatılmış.

sabancı ailesini anlatan kısa bir girişten sonra bu sergiye ulaşılıyor.



tarihe meraklı olanlar için ilginç bir sergi. 1700-1900 yılları arasında moda olan yelpazeler ve opera dürbünleri ağırlıklı. o zamanlar Avrupa'da da Osmanlı'da da önemli bir aksesuarmış kadınlar için. özellikle Osmanlı'da kadınlarla erkeklerin bir arada bulunduğu eğlencelerde, konuşmaları pek hoş karşılanmadığından, uzaktan göz süzerek, bakışarak cilveleşirmiş karşı cinsler. Kadının yelpazesini sallaması, erkeğe olumlu/olumsuz mesaj vermesinin yoluymuş.

yelpazelerin üzerindeki resimlerin her biri, tablo gibi. örneğin birine "oryantalizm tutkusu" adı verilmiş, birine  "bahçede sohbet"... kimi ince kumaştan, kağıttan, kimi gerçek tüyden yapılmış.

velhasıl, o zamanlar, çanta gibi, ayakkabı gibi önemli bir aksesuarmış yelpaze. yelpazede kullanılan malzeme, zengin insanlar için bir hava atma, statü gösterme yoluymuş. altın işleme, tavus kuşu tüyü, fildişi sap...

----
 

KİTAP SANATLARI VE HAT KOLEKSİYONU

yelpaze sergisinin bir üst katında, sürekli duran, değiştirilmeyen sergi. sanırım genişletiliyor fakat kaldırılmıyor. çünkü (yanlış hatırlamıyorsam) sakıp Sabancı'nın hat koleksiyonu ile başlatılmış.

normalde hat sanatına ilgi duymam (aslında çocukluktan gelen, mantıkı olmadığını kabul ettiğim bir nefretle, islami/dini hiçbir sanata ilgi duymuyorum). fakat bu sergi çok güzel tasarlanmış.

şöyle ki:

- öncelikle eski elyazması kitaplarda emeği geçen insanları, (hattatı, musavviri, müzehhibi vs)  tanıtıyor. Eski sözcüklerle bildiğin sözcükler arasında bağlantı kurma oyunu zevkli (müzehhip-tezhip gibi). Bu nedenle az çok eski sözcüklere, Arapçaya ilgi duyan biriyle gitmek faydalı olabilir.

- Kuran'da geçen bazı ayetlerin hemen yanında İngilizce tercümesi var. Kıyaslamak zevkli. Örneğin salat=salutation demekmiş. salatın tam olarak ne anlama geldiğini bilmediğimi fark edip şaşırdım. ya da pek çok Türkçe meali tam olarak anlamayıp, İngilizcelerini anladığımı fark ettim! eski sözcükleri bilmemek, bizim nesli görsele aşık etti...

- heyecanlı bir sergi: duvara girip çıkan  tablolar var, dokunmatik bir masadan duvara yansıyan görüntüler var.

- arada bi kıçınızı koyup belinizi dinlendirebileceğiniz birkaç oturak koysalarmış daha iyi olurmuş. tivit attım söyledim, belki dikkate alırlar...

- bir kuran sayfasında hangi bölüme ne ad verildiğini, alıştırma defterlerinin, yazı malzemelerinin nasıl olduğunu gösteriyor sergi.

- hat sanatını çağdaş sanatla birleştiriyor (tek bir eserde olsa da). kutluğ Ataman'ın video çalışması:


- Osmanlı'da kullanılan gerçek fermanlar da var. yaklaşık 1,5 metre boyunda ince kağıtlara, küçük küçük harflerle yazılmış uzuuuuun yazılar. hani filmlerde görülen, rulo yapılmış kağıdı açma merasimi gerçekmiş. rulo yapmak çok mantıklıymış zira hem kağıtlar ince, şimdikilerden çok daha narin görünüyor, hem de çok uzun, katlamaya kalksan katla katla bitmez.

- bu serginin sonunda ise, kağıdın nasıl hazırlandığı (düzleştirildiği, parlatıldığı), hattın nasıl yazıldığı (kalemin nasıl açıldığı, mürekkebin nasıl hazırlandığı..), çevresindeki süslemelerin nasıl yapıldığı (önce kurşun kalemle sonra boyalarla nasıl çizildiği, kopya kağıdından gerçek kağıda nasıl geçirildiği), kitabın kapağının süslemelerinin nasıl yapıldığı... videolarla anlatılıyor.

- sıradan bir arapça yazıyla ya da bir ayetle hat arasındaki farkı gördüm. hattın neden sanat olduğunu gördüm. yazı yazarken, harfleri yerleştirirken, sanatçının güttüğü estetik kaygıyı gördüm. annish kapoor'dan yani çağdaş sanattan ne kadar farklı olduğunu düşündüm. iyi ya da kötü değil, farklı.

---------------

kısacası ssm bence Türkiye'deki en faydalı müzelerden biri. çıkarken aklınızda soru işareti bırakmıyor. ya sesli rehber, ya tablet, ya yazılı açıklama, ya video ile ne anlatmak istiyorsa onu en ince ayrıntısına kadar anlatıyor. işin içine heyecan katıyor. elbette daha fazlası da olabilir ama en iyilerimizden biri. sırf şu müze sayesinde sabancı ailesine sempati duyuyorum.

ayrıntılı bilgi: http://muze.sabanciuniv.edu



02 Eylül 2013

COUCHSURFING'TE TÜRKİYE

bugün couchsurfing türkiye grubuna bir mesaj geldi. önemli bir sorun, anlatmak istedim.

-----
öncelikle bilmeyenler için, kısaca couchsurfing:

bir internet organizasyonu: www.couchsurfing.org
siteye üye olup kendinizi tanıtan bilgiler veriyorsunuz. herhangi bir ülkeden üye olunabiliyor. böylece dünyanın herhangi bir yerine gittiğinizde, orada sizi ağırlayacak, gezdirecek insanlar bulabiliyorsunuz. iyi niyetle kullanıldığı takdirde mükemmel bir organizasyon. gezmenin en pahalı kısmıdır konaklama. evinde boş odası olan biri sizi evine konuk ediyor. böylece bedavaya kalacak yer bulmuş oluyorsunuz, hem de şehri oranın yerlisiyle tanımış oluyorsunuz.

insanlara güvenmeyi ve güvenilir bir insan olmayı gerektiriyor elbette bu organizasyon. tecavüze, hırsızlığa, adam öldürmeye, dövmeye meyilli olan bir insan tüm bu organizasyonun içine edebilir. fakat gerçek couchsurferlar öyle değil. bu nedenle ütopya hayalciliğine dalıp, yaşasın dünya barışı deyip önünüze gelene güvenmektense, bir gezgin olarak akıllı olmanız gerekiyor.
----

çoğu kişi buna ayak uydurabilse de, Türkiye'de epey afallamışlar ki, şu mesajı yollamışlar:

"A HONEST QUESTION
Hi
I lived last few months in Turkey and I really like south of turkey
My honest question is that why most of male couchsurfers in Turkey do not host male surfers and just looking for hosting girls?
The answer is clear but whats the main reason as this trend almost gave a sort of bad reputation about couchsurfing experience to turkey

Is there anything that we can do to promote cs in Turkey in term of this matter?
looking forward to see all your briliant answers and ideas
Greeting"

Bu mesaj pek çok gezgin için duygulara tercüman olmuş, altına kötü deneyimlerini döktürmüşler.

İngilizce bilmeyenler için mesajda özetle şunu diyor: "Türkiye'de birkaç ay yaşadım ve güneyini çok sevdim. Dürüstçe bir soru sormak istiyorum: Neden Türkiye'de bu siteyi kullanan erkeklerin çoğu sadece kızları misafir etmeyi kabul ediyor? Cevap gayet net, ama Türkiye'nin adını kötüye çıkaran bu özelliğin arkasındaki gerçek neden ne? Türkiye'de bu durumu düzeltmek için yapabileceğimiz bir şey var mı? Fikirlerinizi bekliyorum."

----
"Dünyanın pek çok yerinde benzer problem var", diyenler var.
"Türkiye'deki  kadar çok olanını görmedim", diyenler var.
"Türkiye'de sekse aç gençler, toplumsal baskı var,normaldir", diyenler var.
------
sebebin ne olduğunu bulmak couchsurfing'in değil, sosyologların işi bence. Birkaç cümleyle özetlenemez, üzerine araştırma yapmak gerekir. bölgeden bölgeye olabilecek farklılıklara değinmek gerekir.

ama bir an önce çözüm bulmak gerekir.
---
bence,
bu kötü niyetli insanları birkaç günde değiştiremeyiz. ömür boyu uğraşsak da değiştiremeyiz. sadece kendimizi değiştirebiliriz.

nasıl?
biz kimiz?

seyahat özgürlüğünü destekleyen insanlarız. "yani tüm dünya insanları seyahat etme özgürlüğüne sahiptir, onlara bu imkan sağlanmalıdır" diyenleriz.

örneğin 500tl pasaport ücreti alınmasına karşıyız, vizeler için kıçımızı yırtmak zorunda oluşumuza, terörist muamelesi görüşümüze karşıyız. ülke dışına çıkmak için, yeni insanlar, kültürler tanımak, zihnimizi açmak için illa ki banka hesabımızda (harcamayacağımız) binlerce doların olması gerekliliğine karşıyız.

gezerken otellere Euroları yığmaktansa, o şehrin halkından birinin evinde misafir olup, ona güvenmeyi, bize o şehri anlatmasını, tercih edenleriz.

işte biz, CS'i etkin olarak kullanmıyoruz. gezerken kalacak yerler arıyoruz ama Türkiye'de kendi günlük hayatımıza dalınca insanları misafir etmeyi unutuyoruz, boşveriyoruz. CS'i sadece yurtdışına çıkarken kullanıyoruz.

dolayısıyla gayet.net'te takılması gereken insanlar, CS'te takılıyor, çünkü orada kalacak yer arayan kızlar var! yollular!

----
kısacası CS'in ruhunu anlayan ve takdir eden insanların Türkiye'deki günlük hayatlarına gömülmeyip, her daim seyahat kafasında olmalarını diliyorum. ben dahil.

hayata tat katan üç beş şeyden biri seyahat. seyahat sadece gezerken değil, kaldığın yerde de yaşanmalı. iyi gelir tahminimce.

01 Eylül 2013

AVRUPA'DA 4. DURAK: AMSTERDAM

Amsterdam

ot, porno ve bisiklet şehri, huzur ülkesi.

berlinden gece trenlerinde aktarma yaparak Amsterdam'a geçtik. sabah Hollanda'ya girdikten sonra çayırlara serilmiş inekler, atlar karşıladı bizi. mutlu gibiydi hayvanlar. koskoca yeşil alanın içinde güzel, iki katlı bir çiftlik evi. çatısı üçgen. bol bol kar yağdığını haber veriyor. iyi ki yazın gelmişsin, diyor, kışın gelseydin kıçın donardı. tek tük yaşlılar bisikletle dolaşıyor. ya da spor kıyafetleriyle koşuyor, yürüyor. yanlış yere mi geldik? diyoruz. hani Amsterdam gençlik özgürlük şehriydi? daha bir saat yolumuz var halbuki.. gençlik işte, aceleciyiz.

bu emeklilik huzuru fışkıran yerdeki istasyonlardan birinden 10-15 kişilik bir grup biniyor bizim vagona. çoluklu çocuklu, beyaz tenli, kırmızı yanaklı insanlar. Amsterdam'a gidiyorlar.

Prag'daki, Berlin'deki kadar soğuk değil hava. sabahın ilk güneşinde iniyoruz. tren garına yakın bir yerde kalacağız. bu şehirin toplu ulaşım sistemini göremeyeceğiz. gar merkeze de yakın çünkü.

sokaklar kalabalık. english breakfast alıyoruz bir kafede. günün ilk güzel sürprizi, kafede içeride sigara içiliyor. bu şehirde ot serbest, mantar serbest, sigaradan niye nefret etsinler ki. en azından müşteri ve hükümet istiyorsa, mekan sahibi nasıl karşı gelsin? içmeyen müşteri de kızarsa kümese girsin...diyorlar belli ki.

ne diyordum? english breakfast. pahalıydı. ama dolu doluydu. iyice doyalım, hem de ziyafet çekmiş olalım (kaç gündür öğrenci işi takılmaktan iyice sefillere döndük zaten), tüm gün acıkmayız, dedik. verdik parayı. iyice doyduk. kahvaltıda fasulye vardı bu arada!

sonra pek çok yerde gördük ki english breakfast varmış, daha ucuzmuş. Hollanda'da neden bu kadar çok ingiliz kahvaltısı var?

---
birkaç içip sıçmaya gelenler için tasarlanmış turistik cadde dışında, huzurlu bir şehir. yürüyerek olabildiğince geniş bir alanı gezdik. viyanadan bir tanıdığın hediye ettiği votkamız vardı. içemeyecektik, uçağa da bindirmek istemedik. evsiz, banklarda güneşlenen iki amca vardı, bağıra bağıra muhabbet eden, onlaa hediye ettik. sevindiler. biri bulgarmış. hemen bir hemşehri muhabbeti kurduk. "kardeş" dedi bize...

bak evsiz diyorum, dilenci değil. sadece Prag'da dilenci gördüm bu 4 şehirden. ve ne evsiz ne dilenci, çocuk yaşta kimseyi görmedim sokaklarda yalnız, acınası halde dolaşan.

 ---
ot içmedik. hemen ertesi gün uçağa binecek olmam, zaten sürekli kabus görüyor olmam, halüsinasyonlardan tırsmama sebep oldu. sadece coffee shoplarda içilebiliyor bu arada, dışarda yasak. gizli saklı ya da görgüsüzce sokakta içen olursa, bütün sokağa kokusu yayılıyor.

----
red light streetten geçtik. yasal kerhane caddesi. vitrinlerde kendilerini sergileyen kadınlar, "live porn Show" tabelaları. ağzı açık baka baka geçen biz turistler... tamamen erkek dünyasına hizmet eden bir sektör daha. geleneklere sıkışmışlığım mı beni bu kadar sinirlendirdi o caddede, yoksa bu sektörün varlığı mı? zevk için yapılsa karşı çıkmayacağım işlerden devletin para kazanıyor olması mı? toplumdaki iki yüzlülük benim asıl sinirimi bozan sanırım. kimse karısının/kızının/ablasının live porn Show yapmasını istemez ama gidip para verip izlemenin özgürlük olduğunu savunur. aydın kesimin ikiyüzlülüğü. orada çalışan kadınların Amsterdam yerli halkının içindeki yeri nedir? öğrenmek isterdim. bizim tarlabaşındakiler gibi küçümseniyorlar mı? yoksa onlar turistik bir servet oldukları için saygı görüyorlar mı? onlar sanatçı mı?

---
bir gey topluluğu kanal turuna çıkmıştı. beyaz gömlek, kravat giymiş, yakışıklı gençler. şarkılar, alkışlar...

-----
büyük bir park. içinde bir pisuvar tuvaleti. kapısı var mıydı bilmiyorum, varsa açık. girip işeyen adamları izledim. hiçbir mahrem yerleri görünmeden işeme özgürlüklerine özendim. bizim illa ki kıçımızı açmamız gerekiyor işemek için.

---
vee bisiklet. bu şehirde bisiklet>yaya>taşıt! o kalabalık içinde bisiklet son gaz sürüyorlar, yaya yol vermek zorunda. yasal olarak öyle mi bilmem, şehir kültürü böyle.

----
binalar 2-3 katlı, ince. incecik merdivenleri var. taşınırken eşya taşımak imkansız. bu yüzden her evin çatı katında bir kanca var. eşyaları bu kancadan geçirdikleri halat yardımyla yukarı çıkartıp, kancanın altındaki büyük pencereden içeri sokuyorlar. ev şekilleri çok güzel, küçük, minyatür. dar alanı ne kadar verimli kullanabilirim, kafasında değilseniz çok huzursuz olursunuz. o kadar küçük.

----
samurai soslu patates kızartması güzeldi. bi de hot dog yedim sonunda. diğer 3 şehirde de sokak tezgahlarında gördükçe canım çekiyordu. eh işte, güzeldi.







AVRUPA'DA 3. DURAK: BERLİN

berlin.

büyük şehir. fazla turistik değil, yerli halkı kalabalık. (Prag ve Amsterdam'ın turistik kalabalığı var). bu yönden Viyana'nın bi boy büyüğü yakıştırmasını yaptım bu şehre.

yine kişi başı yaklaşık 6€ya günlük şehir içi bileti aldık. bolca metro, otobüs, tramvay kullandık. nerde neye binmen gerektiğini öğrenmek duraklarda çok kolay.

*azıcık ingilizce'yle Avrupa tek başına gezilebilir. tek başına gezme korkum kalmadı.

çok fazla müze var. sadece DDR müzesine gidebildim. hem pahalı geldi, hem de vakit yoktu hepsini görmeye.

DDR, sosyalist almanya zamanını anlatıyor. tarih anlatmak için çok iyi bir müze örneği. sergilenen tüm nesneler dokunulabilir, kullanılabilir halde. telefonlar, kıyafetler, araba, hapishane odası... dolaplarda açılan çekmeceler var, sürprizlerle dolu denir ya, öyle. matruşka tarzı dolap içinde dolaplar.

müzenin genel havası "sosyalist almanya o kadar da mutlu değildi. insanın içindeki kapitalist bastırılmıştı,  eninde sonunda ortaya çıktı." mesajı veriyor.

haftaiçi olmasına rağmen çok kalabalıktı müze. rahatça gezebilmeyi, düşüncelere dalmayı engelliyordu bu durum.

haritayı gardan turist info merkezinden 1€ya satın aldık, ücretsiz bulamadık hiçbir yerde.

berlin duvarında resim/grafiti sergisi var. önüne uyarı levhaları koymuşlar, duvarların karalanması, eserlere müdahale edilmesi yasaktır diye. "seni seviyorum" türünden yazılarla doluydu elbette. duvara yazı yazılması yasaklanabilir mi?

bilgisayar oyunları müzesi vardı (computer spiele museum). merak ettim ama gidemedik.

the story of berlin müzesi de ilginç görünüyordu.

yine hiç çocuk dilenci görmedim.

toplu taşıma araçlarında "alkol içmek yasaktır" uyarıları vardı fakat. elinde birasyla binen bir sürü insan vardı.

soğuk bir şehirdi bence. içim ısınmadı bir türlü. şehri suçlayamıyorum bunun için. belki reklam panolarının yoğunluğu sebebiyle suçlanabilirdi sadece. onun dışında, kişinin iç hali neyse, şehirde de onu görüyor azizim...

demir özlü'nün "kanal kentlerinde" kitabını okuyup gitmiştim. kitapta bahsedip durduğu cafe wallerstein'ı aradık, yerini bulduk ama cafe kapanmış. başka bir şey açılmış yerine. cafe Einstein hala duruyor.


 

18 Ağustos 2013

AVRUPA'DA 2. DURAK: PRAG

Viyana'dan trenle Prag'a geçtik. Prag biraz plan dışı gelişti, araya sıkıştırdığımız için sadece 1 gece kalmaya karar verdik.

- hava soğumuştu. (belki de bu yüzden sevmedim)
 
- sadece merkezini, turistik yerlerini gezdik.

- kısa süre kalacağımız için toplu taşıma bileti filan aramadık, fiyatlarını bilmiyorum. hep yürüyerek gezdik. ama etkin bir metro sistemi var Prag'da da sanıyorum.

- merkezdeki ince, otomobilin giremeyeceği sokaklar yaya turistlerle dolu. bazı yerlerde bisiklet sürülebiliyor. birkaç tane de olsa bisiklet kiralama yeri var gördük. 
 
- para değeri tl'ye yakın. Viyana'dan sonra her şey ucuzmuş gibi gelmeye başladı. para değeri düşük olunca, halkın yaşam standartları da düşüyor tabi, pek bi mutsuz, asık suratlıydı bu şehir ve insanları. maddi durumlarına bağladım ama iyice anlamak için daha uzun süre kalmak lazım.
 
- çeşme suyu kötüydü. markette su pahalıydı. bira gerçekten sudan ucuzdu. 50lik bira da 20kron, yarım litre su 35 krondu. ama su yerine bira içilmiyor ki arkadaş!
 
- tarihi binalarda kısaca açıklama yazıları var fakat hepsi çek dilinde, ingilizce çevirisi yok. yol gösteren tabelalar da aynı şekilde. o kadar turistik bir yerde bu kadar bencil davranılması ilk adımda soğuttu beni Prag'dan.

- heykeller serpiştirilmiş şehre. genelde severim adım başı sanat eseri görmeyi. fakat burada gördüğüm tüm heykeller hristiyanlık hakkındaydı. acı çeken isa, öğüt veren rahip, azizler... dinlerin kötü tarihini hatırlatmaktan, karamsarlığa gömmekten başka işe yaramıyor bu tür sanat. her yanı ebru ya da hat sanatıyla kaplamak gibi bence. içimi sıkıyor. yaratıcılık, özgürlük değil, kural aşılıyor. belki de bu yüzden sevemedim Prag'ı.
 
- daha çok yerli halkın olduğu bir bara gittik. tuvalete gitmek istedim, işaret ettikleri yerde 2 kapı vardı. üzerinde kadın/erkek vb bir ibare yoktu. daldım birine. pisuvara işeyen adam "hey!this is for men!" diye kızdı bana. nerden bilebilirdim ki? güldüm. "turistleri pek sevmiyorlar galiba" düşüncem kuvvetlendi.

- bedavaya bulduğumuz bir hostel haritasında yazan ayrıntılardan anladığıma göre, Prag'da hayat İstanbul'un turistik bölgelerindekine benziyor. yani, insanlar çok çalışıyor ama Avrupa'nın diğer ülkelerinde olduğu gibi refah içinde yaşayacak kadar çok kazanamıyorlar. fakat ne hikmetse şehirlerinde turist kaynıyor. ki bunlar pek de tarih ve kültür tanımak için gelen cinsten değil, Prag'ın gece hayatını duyup akın eden cinsten turistler. yani sokaklar içen, eğlenen dertsiz tasasız erasmuslu gençlerle dolu. sonuçta, turistleri sevmemeleri veya sürekli kazıklamaya çalışıyor olmaları çok da garip değil bence. 

- evsizleri Viyana'dakilerden farklı. aslında "evsiz" değil, "dilenci" demek daha doğru gibi geliyor. çünkü Viyana'dakiler, yani evsizler, sanki biraz öyle yaşamak istedikleri için dışarıdalarmış gibilerdi (tamamen duygusal bir fikir bu, hiçbir kanıtım yok). oysa Prag'dakiler bildiğin dilenciydi. tr'dekiler gibi yalvarmıyorlardı, sessizlerdi, yine de acıyıp yardım etmemizi istiyorlardı. aşağıdaki resimde görebileceğiniz pozisyonda uzanıp, yüzümüze bakmadan para bekliyorlar. bu pozisyon da, sınıf farkını adeta göze sokuyor. bu dilenme geleneği nereden geldi, merak ediyorum.


kaynak
- şöyle bi şeker var, yemedim ama adım başı satılıyor, halkın gözünün önünde üretiliyor:

kaynak
 
- ucuz yemek için öneri: tren istasyonundan çıkıp sola dönünce, parkı geçtikten sonra bir dönerci-pizzacı var. dönerli pizzası güzel.

- adım başı türk turistle karşılaştık.

şimdilik  bu kadar...

 

AVRUPA - 1. DURAK: VİYANA

aylaaaar önce, bi uçak firmasının Avrupa biletlerinde yaptığı kampanyadan faydalanarak, gidiş dönüş bileti aldık. gezi tarihi yaklaştıkça vodafone'un da interrail'da %20 indirim yaptığını öğrendik. hemen interrail bileti de aldık.

sonuç: geçen hafta salı gecesi, 8 günlük bir Avrupa gezisine çıktık.  öğrenci tarzı, olabildiğince ucuz bir gezi planladık.

ilk durak: viyana

- hava olağanüstü sıcaktı. viyana genellikle soğuk olduğu için evlerde klima alışkanlığı pek yok. odadan odaya geçerken vantilatörle gezmek zorunda kaldık. 
 
- çeşme suyu içiliyor, parklarda çeşme var, suya para vermeye gerek yok. 
 
anne gibi "drink water" diye emir vermiş bi de..Kaynak

- resimdeki çeşmenin yan tarafında bir düğme var, yukarıdan serin buhar (doğru bi terim olmadı sanırım) üflüyor, insanlar altına geçip hafifçe ıslansın, serinlesin diye yapıldığını düşünüp bi kez daha Viyana'ya hayran kaldık.
 
- bisiklet şehri fakat bisiklet parklarındaki otomatlardan tek seferlik kiralamak için kredi kartı gerekiyordu. kullanamadık. yıllardır bisiklete binmediğim için viyana halkının huzuru ve can güvenliği açısından iyi oldu aslında.
 
kaynak
 
- yaya öncelikli şehir. yaya yolunda yayalar sağına soluna bakma gereği duymadan karşıya geçiyor. arabalar yayayı beklemek zorunda ya hani, o kural uygulanıyor. 3 gün içinde beklemeyen bir şoför görmedim. gerçi herhangi bir konuda sokakta tartışanı da görmedim.
 
- ekmek arası döneri tr'dekinden kesinlikle kat kat güzel. yoğurtlu bir sos var içinde, bizde neden yok ki. İstanbul'da viyana döneri satan bir yer var mı acaba?
 
- et döner ile tavuk döner arasında fiyat farkı yok. çünkü domuz eti, sığır etinden daha çok rağbet görüyor. dolayısıyla sığır eti bizdeki kadar değerli bir şey değil. dolayısıyla en ucuz yiyeceklerden biri ekmek arası döner.
 
- dilim pizza da ucuz. Makedonya'da da bayılmıştım. Avrupa'da da gittiğim her şehirde vardı.
 
- sokakta her boş alanda yayaların oturup dinlenmesi için bi yerler var. binaların kenarlarında genellikle oturmaya müsait boşluklar var. zaten sokaklardaki her boşluğa banklar koymuş belediye. "ay yoruldum" dediğinde sırtını yaslayacak bir yer bulmak için bir kafeye girmek zorunda olmamak, müthiş bir hizmet bence. canım viyana.
 
- 2 günlük şehir içi ulaşım kartı 12(küsür)€. Çoğu metro, otobüs, tramvaya biniliyor bununla. hele ki turistik, merkezi yerlere gidenlere kesin biniliyor.
 
- ilk gece 12ye doğru metro otomatı paramızı yuttu. hemen otomatın üzerindeki şikayet numarasını aradık. metrodaki sorumlu şef geldi, form doldurttu, parayı geri hesabımıza yatıracaklar. insancıldı, muhabbet ettik. şehir haritasını ücretsiz verdi. yeni bir şehre gittiğimde ilk yapacağım işin harita bulmak olduğunu iyice öğrendim. 
 
- turist kazıklama şehri değil. hayat pahalı evet ama sadece turistlere değil, herkese pahalı. sokakta su, tuvalet ücretsiz. başında görevlisi olmayan umumi tuvaletler bile temiz.
 
- panolarda reklamdan çok kültürel etkinlik duyurusu var. konser, opera, tiyatro, müze, sergi...
 
- Sigmund Freud müzesi: Freud'un Viyana'da kaldığı ve muayenehane olarak da kullandığı ev. öğrenci bileti: 4€. audio guide var. epey bilgi veriyor. tam olarak faydalanmak için kafa dinçken gidiniz.
 
kaynak
 
- museums quartier: her müzeye gitmek için vaktimiz ve paramız yoktu. ama orta meydandaki geniş koltuklarda iyi dinlendik. hiçbir yere para ödemeden, kimseyi rahatsız etmeden, saatlerce uzanabileceğin yerler... şuradan fotoğraflarına ve içeriğine bakabilirsiniz.
 
- çok fazla evsiz var. parklarda, banklarda... genellikle orta yaşlılar. evden bilinçli olarak ayrılmış gibiler. çocuk yaşta evsiz ya da dilenci görmedim.
 
- üniversitelere ve kütüphanelere girerken kimlik gösterme zorunluluğu yok. en sevdiğim özelliklerinden biri de buydu. viyana teknik üniversitesi kütüphanesine ve viyana üniversitesine ait bir binaya girdik. kütüphanenin merdivenlerinde çıplak ayakla dikilip, telefonda konuşan kıza özendim. üniversitenin bahçesindeki şezlonglara özendim. bambaşka bi dünya.
 
- bi otelin karşısındaki büfede çalışan bi türk dönerci tip bırakmamıza şaşırdı. "türklerden ve araplardan hiç tip almamıştım daha önce" dedi. arap turistler, kaldıkları lüks otelin yemeklerinin helal olup olmadığından emin olmadıklarından, bu büfeden döner yiyorlarmış.
 
- leopold Müzesi'nde klimt sergisi. öğrenci 8€. klimt'i severim. sadece "öpücük" tablosuyla tanıdım aslında o'nu. resimden anlamam, ama van Gogh la ikisinin çizgilerinin kıpır kıpırlığının içimde bi şeyleri hareket ettirdiğini biliyorum. çok yorgundum ve az zamanım vardı, gezdim fakat "bu muymuş yani sergi!" diye kazıklandığımı düşünüp kızarak çıktım binadan. klimt'e çok az yer verilmişti müzede, daha çok afişte bahsedilmeyen ressamlar vardı. şimdi sakince düşününce, aceleden serginin hakkını veremedim belki de... bilemiyorum. bileti alırken audio guide almayı da unutmuştum zaten, sadece yazıları okuyarak, ayrıntılara inmeyerek gezdim.
 
- reklam panolarında reklamdan çok, kültürel etkinlik duyurusu var: tiyatro, sergi, opera, festival... reklam görmemekmiş benim huzurlu olmamın asıl şartı. ben seni nasıl sevmem viyana. bekle beni bi daha geleceğim, daha uzun muhabbet edeceğiz. (bence o da beni sevdi)  

şimdilik bu kadar. sonra fotoğraf da eklerim belki.




03 Ağustos 2013

İYİ FİLM: PAPRİKA

bu, izlediğim 3. anime. daha önce ilk defa ruhların kaçışı'nı izleyip hayran kaldım animeye. sonra, howl'un yürüyen şatosu'nu izledim.

az önce de paprika'yı. hakkında hiçbi şey duymamıştım. can sıkıntısından, kaliteli bi şey izlemek arzusuyla aklıma animeler geliverdi. karşıma ilk çıkana başladım.

açıkçası anime dünyasına hala yabancıyım, anlamakta zorluk çekiyorum. kendime göre bir şeyler anlıyorum. metaforlardan yorumlar yapıyorum. bu durum, falcı olmadan telvedeki şekillere bakıp hikayeler uydurmaya benziyor ki o işi az çok becerebildiğimi söylerler. internetten film hakkında arama yaptığımda karşıma hep felsefi yorumlar çıktı. alt benlik gibi sanırım psikolojiyle ilgili kavramların bol kullanıldığı yorumlar. halkın anlamadığı sosyal bilim dilinde yazılmış yazılar.

boşverdim onları. ben ne gördüm bu filmde? unutmamak için, anlatmaya karar verdim. filmin konusunu filan anlatmıyorum. doğrudan spoiler'lara dalıyorum. filmi izleyen anlar söyleyeceklerimi, izlemeyen için yabancı bir dil gibi gelebilir.

-----------------------spoiler-----------------------

- başkan: şirket/bilimsel araştırma vakfı sahibi. bilimsel çalışmaları insanlığın insani kalması için sınırlama isteğinde. teknolojinin her şeye (rüyalara) müdahale edebilir olmamasını istiyor. altında çalışan bilim emekçilerine "tamam, siz masumsunuz ama ya kötü birinin eline geçerse bu icadınız" diyor. böylece teknoloji paranoyağı olan bizim, bu çağın insanlarının sempatisini topluyor. ama sonradan, zıvanadan çıktığı bir zamanda, bu emekçilerini "rüyaların teröristleri" olmakla suçluyor. sonradan anlıyoruz ki kötü adam aslında kendisi. rüyalara, insanlara hükmetme isteği içinde bu icadı kullanıyor.

kısacası başkan, modern devlete benziyor. insanların özgürleşmesini, bu alanda çalışmaları destekler gibi görünen devlet, özgürlükler kendi istediği sınırlardan çıkmaya başladıkça, insanların bilinçaltında yatan sıkıntılar açıklığa kavuştukça kendisine ihtiyaç duyulmamasından korkuyor. ve özgürlük emekçilerini teröristlikle, insanın içindeki saflığa teknolojiyi (düşünce dünyası için, felsefeyi, sorgulamayı) sokmakla suçluyor. ve böylece bir taraftan sempati puanlarını yutarken bir taraftan da diktatörlüğünü gösteriyor. safça düşünen insanlar çapulcu, marjinal, terörist oluveriyor.

bu sırada "bilim nereye kadar gitmeli?"yi düşünmemizi isterken film, aklıma "özgürlükler nereye kadar gitmeli?" sorusu takılıyor. etik kaygılarla sınırları zorlama isteği savaşıyor.

- paprika: baş terörist. rüyalara girip, neyi neden gördüğünü anlamana yardım eden kişi. kadın. kırmızı saçlı, kırmızı gözlü. mini mini güzel, cilveli ve akıllı bir kadıncık. gönülçelen. üzülmez kırılmaz darılmaz aşık olmaz gönül vermez... bu yüzden sevilir ve nefret edilir erkekler tarafından (erkeğin türüne göre değişir durum). nefret eden erkek (osanai) ona bambaşka bir yöntemle tecavüz eder. sivri diline iyice sinirlenir ve elini cinsel organına daldırıp, teninin altından, yüzüne kadar derisini yarar. ve içinden paprika'nın gerçek hayattaki karşılığını, aşık olduğu karizmatik kadını çıkartır: chiba'yı.


kısacası paprika, içindeki seni tanımana yardım eden kişi. eylemci. toplumun düşünsel gelişmesine yardım eden aydın, entelektüel kişi belki de. neyi neden düşündüğünü anlamana yardım etmeye çalışıyor. direk "şöyle olduğun için böylesin" deme ukalalığına kapılmıyor. sorular soruyor. soru sormanın anlamsızlaştığı bu sanal dünyada. modern dünyada o'na saygı duyuluyor. bu yüzden devlet başlangıçta sesini çıkaramıyor o'na. ama sınırı aştığını hissettikçe, devletin baş düşmanı oluyor.


- chiba: paprika'nın gerçek hayata uyum sağlayan ve paprika'nın yaşaması için kendini yavaş yavaş yok eden tarafı. bir eylemci bu sanal dünyada sürekli düşündüğü gibi, aslında nasılsa öyle, var olamaz. paprika kişinin entelektüel ve eylemci yönüyse, chiba aynı kişinin çeviri yaparak para kazanan yönü. bu gerçekçilik chiba'yı hızlı yaşlandırıyor, yoruyor. yine de bu gerçekçiliği sayesinde chiba, bir kahramanın (paprika'nın) aşık olmayacağı türden bir adama aşık oluyor. kendine özgü güzellikleri görmeyi başarıyor. tokita'yı seviyor.

- tokita: "bir dâhinin vücuduna yerleşmiş bir çocuk". şişman, sorumluluklarından kaçan bir adam. paprika tokita'nın başı beladayken arkadaşı olmasını filan önemsemeden dünyayı kurtarmaya koşarken, chiba tokita'ya koşuyor. bir kahramanla bir insanın farkı bu işte.

kısacası tokita bir eylemci değil. düşünmek, onun uğraşı, oyuncağı haline gelmiş. düşündükçe, örneğin özgürlük hakkında, kendisi hakkında düşündükçe yeni bir kuram buldukça seviniyor. bir eylemcinin bu kuramı işe yarar hale getirebileceğini düşünüp seviniyor. aslında paprikanın tokitaya, tokitanın paprikaya ihtiyaçları var işe yaradıklarını hissetmeleri için. bazen düşündükleri sebebiyle çıkmazda hissediyor kendini tokita. ne tam anlamıyla eylemci olabilmiş, ne de diktatörün polisi olabilmiş. çıkmazdan kurtulmak için chiba'dan yardım istiyor her seferinde. chiba da şefkatle yardım ediyor o'na.

diktatöre karşı savaşacak düşüncesini, bir bebek olarak doğurduğunda tokita, hem chiba'ya (yani gerçeğe) hem de baharat olarak paprika'ya ihtiyaç duyuyor.

[nasıl bi haz veriyor böyle yorumlamak! gerçekten, kahve falı bakmak tadında...]


- dedektif kogawa: polis. herhangi bir suçluyu yakalamaya çalışırken, rüyasını aydınlatmaya çalışan paprika'ya aşık oluyor. yani bir eylemciye.

kısacası, bir zamanlar yaratıcı ruha sahip dedektif, diktatörün hizmetine girmiş artık. hayallerini, başarısız olma korkusuyla bırakmış. düşünmeyi bırakmış. eski halini hatırlatan, olmak istediği kişiyi hatırlatan paprika'ya, bir eylemciye aşık oluyor. fakat eylemci aslında yok! yani paprika aslında chiba! yani gerçek dünyada paprika diye biri aslında yok, olamaz. her paprika bir chiba'ya tekabül ediyor. bu durumda aşık olacaksan, chiba'ya aşık olman en mantıklısı sayın dedektif, sen chiba'nın sıkıcı yüzünü bi sev, paprika zaten yanında ekstra gelir, bayılırsın.

-----------------spoiler----------------------

ne kadarı mantıklı bilmem. ama bende bu duyguları uyandırdı film. kendi oyuncaklarımı tasarlama isteği uyandırdı bir de. chucky'den gelen oyuncak bebek korkumu hatırlattı. şölen havasının, lunaparkın hem sevimli, hem deliliğe yakınlığı yüzünden korkutucu yüzünü hatırlattı.


http://www.imdb.com/title/tt0851578/








01 Ağustos 2013

ÇİFTE STANDARTLAR DÜNYASI-2

2. Sarıyer Belediyesi'ne bağlı, reşitpaşa mahallesinde oturuyorum, en azından ömrümün bazı günlerinde. çöpler, pazartesi, çarşamba ve cuma sabahları 6-10 arasında toplanıyor. bu süreler dışında çöp çıkarmak yasak. çünkü kedi köpek dağıtıyor, sokaklar kirleniyor vs...


birinci tuhaflık burda: insanlar sabahın 6sında çöp çıkarmayacağı için, genellikle pazar, salı ve perşembe geceleri çöpleri atıyorlar sokaktaki çöp kutularına. e tabi hayvanlar yine dağıtıyor sabaha kadar.
şimdi ikinci tuhaflığa geçelim: perşembe gecesinden, pazar gecesine evlerde çöp fena halde birikiyor. genellikle gecekondudan türetilmiş yapılar olduğu için, evlerde zaten böcek sorunu var. doğaldır ki insanlar evde çöp biriktirmek istemiyor. dolayısıyla bu süre arasında yasak olmasına rağmen çöp çıkarıyorlar. insanların evde çöp biriktirmek istememesi onların suçu değil benim nazarımda.
bu durumu belediyeye bildirdim. benim çözüm önerim, cts ya da pazar sabahı da çöplerin toplanması yönündeydi. ya da başka bir yol da bulabilirlerdi (sokak başlarına kapaklı büyük çöp konteynırı koymak gibi). yani hemen yarın bu konunun çözülmesini değil, böyle bi problemin varlığından haberdar olmalarını, çözüm üretmek için tartışmalarını, bi sonraki dönem planlarında buna yer vermelerini istedim.

ertesi gün bu mailim için aradılar. ellerindeki maddi yetersizlikten bahsettiler. iki ekip varmış ve ancak bu günlerde gelebilirlermiş. bir de acil ekibi varmış, çok zorda kalırsak arayıp o ekibi isteyebileceğimizi söylediler.


hemen ertesi gün ilgilenilmek hoşuma gitti. ben de tekrar anlattım, hemen bir çözüm beklemediğimi, sadece böyle bir sorun olduğunun bilinmesini istediğimi söyledim. kibarca kapattık.
fakat biraz sonra tekrar aradı aynı kişi. bu konuyla ilgileneceğini, mahalleye, sokağıma bir ekip yollayacağını, evlere çöp günleri dışında çöp çıkarılmaması için uyarıda bulunulacağını söyledi. afalladım. mahallelinin mağdur oluşunu anlatırken, ispiyoncu durumuna düşmüştüm! "bu bir çözüm değil, insanlar zaten biliyorlar çöp günü olmadığını" dedim. "olsun olsun şimdilik elimizden gelen bu" dedi adam. sonraki günlerde gördüm ki eve bir kağıt bırakılmış. "günleri dışında çöp çıkarırsanız cezai işlem uygulanır..." vs gibi bi şeyler..


iktidar (burda Sarıyer belediyesi oluyor), halkla ilişkiler politikası yürütmeye çalışırken, korku politikasından vazgeçemiyor. öğretmenin anlamsız bir konuda öğrenciyi azarlamasından ne farkı var bu yaptığının? reşitpaşa halkını eğitmek istiyorlar.
çifte standart ise şurda aklıma geliyor: Yeniköy'de, Emirgan'da mahalleli benzer problem yaşayınca, belediyenin tepkisi yine böyle mi oluyor? yoksa gecekondu mahallesi olarak doğmuş reşitpaşa halkı, eğitilmesi gereken, görgüsüz insanlar olarak mı görünüyor gözlerine?


Yeniköylüler Avrupalı, Reşitpaşalılar Ortadoğulu mu? ben mi çok paranoyağım?
aklıma gelmedi o an şaşkınlıktan, soramadım telefonda. bi de komşulara benim şikayet ettiğimi filan söylerler mi, komşular bana düşman olur mu, gibi sorular takılmıştı aklıma.


sonra tekrar aradım, ulaşamadım. boşver dedim kendime.
insan yoruluyor bazen. neyse ki geçici bu yorgunluk. geri dönüşüm ürünlerini evden toplamalarını istediğimde, sokakta bi tek ben geri dönüşüm ürünleri biriktirdiğim için, sırf benim için geldikleri için azar yemiştim yine görevliden. (harcadığımız benzini karşılamaz biriktirdiğin kağıtlar, gibi bi şeyler demişlerdi). iyi de, bana kızacağına halkı biriktirsin diye teşvik eden bi kampanya başlatsan mesela? sonra başlattılar. pazar, öğlene doğru geri dönüşüm atıkları toplanıyor. (biraz da benim sayemde olduğunu düşünmeden edemiyorum). yani bu azarın karşısında yorulmuştum, ama yeni bi savaşa başlama gücü buldum sonradan.


yorulunca biraz dinlenip, sonra iktidarla tekrar savaşmak gerekiyor, çifte standardı gözüne sokmak gerekiyor. her alanda.

ÇİFTE STANDARTLAR DÜNYASI-1

son zamanlarda yaşadıklarımdan öğrendiğim birkaç şey var. ortak yönleri, iktidar tavrı ve çifte standart hakkında olmaları.

1. arkadaşlarımla planladığımız 10günlük bir Avrupa gezisi için avusturya'dan turistik vize istedim. hesabımda yeterince para olmasına, kalacak yerlerim, gidiş dönüş ve interrail biletlerim belli olmasına, tüm belgelerim eksiksiz olmasına rağmen başlangıçta kabul etmediler. maaş bordrosu yani düzenli gelirim olduğunu gösterir bir belge gerekiyordu. öğrenciyim ve düzenli bir işte çalışmıyorum şu anda. o halde, ailemden birinin tüm tatil masraflarımı karşıladığına dair noter onaylı bir belge ve o kişinin mal varlığını, maaş durumunu gösterir belgeler gerekiyordu.

şimdi... bir ülkenin kabul edeceği kişinin ülkesine göçmek istememesini anlayabiliyorum. çirkin bi düzen ama çok da itiraz edemediğim bir sistem. ama bu, tüm dünya vatandaşları için geçerli değil. benim sevmediğim çifte standart bu.

 
Avrupalı, Amerikalı bir hippi mesela, dünya turuna çıkabilir rahatlıkla. pasaportu (kan davalı bi ülkeye gitmeye kalkmıyorsa) tüm dünyada geçerlidir. çok duydum şu tür hikayeleri: adamın banka kartı yokmuş, gittiği yerde bikaç aylığına iş buluyormuş, garsonluk filan, sonra sıkılınca başka ülkeye/şehre geçiyormuş... bizim böyle bi insan olma şansımız hiç yok! belki var, belki gelişmekte olan ülkeler sınıfına girmesine henüz izin verilmemiş ülkelere gidip gezebiliriz. ama Avrupa? Avrupa'da bok mu var? diyebilirsiniz. ama mesele o değil, tercih etmezsen gitmezsin elbette, sen hippisin, sen gezginsin, bambaşka bir kafadasın artık, sınırların yok dünya üzerinde! ama neden gelemezsin deniyor? senin neden zararlı olduğunu düşünüyor Avrupa, seni hiç tanımıyorken?

avrupanın en fakiri bizden daha güvenilir, daha karizmatik bu dünya düzeninde. olay hala sadece para değil. kapitalist dünyadayız evet, ama hala tek hükümdar para değil. hala ırk, hala ten rengi, hala doğduğun toprak belirliyor değerini.

ayrıca, hep türk halkının oturma, yani gezmeme alışkanlığına kızardım. pasaport yüzlerce lira, vize işkence, yurtdışı çıkış harcı gibi saçmalıklar var.... ayda 2000tl kazanan 2 çocuklu bi aile, yurtdışına çıkmanın hayalini nasıl/neden kursun ki?

tekrar, seyahat özgürlüğü diyorum! bunca özgürlüksüzlük varken, seyahate pek sıra gelmiyor ama söylenmezse normalleşir iyice..


----------------------

diğeri, bi sonraki yazıda olsun, çok uzun olacak yoksa.



28 Temmuz 2013

laf atma alışkanlığı ve bir temizlikçinin günlüğü

bugün iki şey fark ettim:



1. sokakta hala kadına laf atan insanlar var ve ben buna şaşırdım.

burda ilginç olan ilk nokta benim buna şaşırmam. bu devirde hala böyle laf atılmasına şaşırdım. sanki insanlık 10 yıl içinde hep birlikte büyük bir gelişme gösterebilirmiş gibi.

neden bu beklentiye girmiştim? çünkü uzun zamandır karşılaşmıyordum bu tür bi laf atmayla. hani kaldırımda yürürken, yanından hızlıca geçer bi motosiklet ya da araba, kafasını uzatıp bi hızla bi şeyler bağrınır adam, anlamazsın da... seni rahatsız etmenin verdiği hazzı yaşar sadece kendisi, çeker gider. kızamazsın bile, çünkü yok olmuştur çoktan, karşına dikilip bi laf söylemeye cesareti yoktur, böyle saldırganca çıkartır acısını.

bugünkinin farkı şuydu. kalabalık bi yolda, kaldırımda yürürken, 3 tane liseye yeni başlamış ergen, sol tarafımdan üstüme üstüme yürüdü. dik dik bakmasalar  ve bir kişi olsa, beni görmemiş olmasına yorardım saf saf. ama daha dünkü bebeler bildiğin üstüme yürüdü, bi şeyler söyledi, anlamadım, sol kolumla iteklemesem fiziken de dokunacaklardı vücutlarıyla. ne yaptıklarının farkındalar mı, akıllarından ne geçti, beni yaşıtları mı sandılar... (ilk kez bu kadar küçük bebelerin saldırısına uğruyorum da, hep kendilerinden büyüklere laf atmaya çekindiklerini düşünürdüm, yanlış mıyım? küçük gösterdiğimi söylerler ama 16 yaşında da göstermiyorumdur herhalde! (25 yaşındayım))

ben o kadar sinirlendim ki, hızlıca yürüdüm gittim, arkama bakmadım. o kalabalıkta, çocukları uyaran kimse oldu mu acaba bu muhafazakar semtte?

kaynak
şimdi gerçekten bunların ne düşündüğünü anlamak isterdim. ne yazık ki aklıma ilk gelen şu: çocukların tüm hayatını ahlak baskısına maruz bırakırsanız, romantik film izlemeyi, masturbasyonu, öpüşmeyi, kız arkadaşını eve davet edip, aileyle tanıştırmayı ayıp görürseniz, çocuk kendi arkadaş çevresinde böyle sapıtır işte. yapamadıklarını yapar, gizlice sigra içer, kız arkadaşlarını taciz eder, gizli gizli porno izler, müstehcen şakalar yapmaktan haz duyar, ayıp fıkralara bayılır... hatta daha da büyüyünce, kendi yaşayamadıklarını, mesela sokakta elele gezmeyi, öpüşmeyi, sevdiği kişiyle birlikte yaşamayı, evlenmeden sevişmeyi gerçekleştiren kişileri orospu olarak görür, sokakta laf atmayı da, bi köşede tecavüz etmeyi de en doğal hakkı sayar. buna gerçekten inanmasa da kıskandığı için acısını o kadından çıkartır.

umarım bu önyargımda fazla atgözlüklüyümdür ve zamanla farklı sebepler bulurum. hatta o çocuklarla bi gün konuşabilirim umarım.




2. temizlikçi kadınlar her gün başka bir eve gidebiliyor, o evlerde yaşayanların tüm özel hayatlarına şahit oluyorlae. acaba anılarını yazan bi temizlikçi var mıdır? insanların evleri hakkında bir günlük gözlem... değerli bir bilgi olsa gerek. internette "bir temizlikçinin günlüğü" tarzı aramalar yaptım, belki bi blog bulurum diye, bulamadım. bir temizlikçinin blog yazma ihtimali türkiye için yüzde kaçtır? temizlikçiler genellikle ne tip insanlardan olur? bu soruları nasıl yanıtlarım bilmem. araştırılacak ne çok konu var!

18 Haziran 2013

KAPİTALİZMİN KAYNAĞI DİNMİŞ MEĞERSEM...


 
bu elimde görmüş olduğunuz ödev için çok panik yapılmış, ama gezi olaylarının yüzünden, haberleri
takip etme arzusu ile yanıp tutuşunca, kendisine fazla vakit ayrılamamış, anca bu kadar olmuştur.
olduğu kadar... durkheim'dan daha çok içime sindi yine de.az kaynaktan yararlandırm ama daha iyi
sindirdim gibi..
 
dönem bitti. bunlar hep yazın oturtulacak. all iz well...

WEBER’DE DİN VE KAPİTALİZM İLİŞKİSİ

Bu çalışmada, Max Weber’in dinler ve ekonomiye etkileri hakkındaki görüşleri incelenecektir. Bu amaçla, Protestan Ahlakı ve Kapitalizmin Ruhu isimli eserinin yanında, konuyla ilgili başka uzmanların eserlerinden faydalanılmıştır.

Hayatından Kesitler

Weber, 1864 yılında, dini inançları yüzünden takibata uğramış Protestan bir ailede dünyaya gelmiştir.[1] Dini algılamasında ailesinin, özellikle dindar ve kültürlü bir insan olan annesinin etkisinin olduğu muhakkaktır fakat bu durum eserlerinin din ve kapitalizm arasındaki ilişkiyi anlamaya sağladığı katkının üzerini örtemez. Ayrıca, Weber’in, marksizmin dünyayı kasıp kavurduğu 19.yüzyılda yaşadığı göz önünde bulundurulursa, kapitalizmle ilgili düşüncelerinin önemi daha iyi anlaşılır.

Weber’in Protestan Ahlakı ve Kapitalizmin Ruhu isimli eserinin ilk iki bölümü bir dergide yayılanmış[2], kitabın tamamı ise, kendisi öldükten sonra, karısı Marianne tarafından el yazmaları derlenerek yayımlatılmıştır. Karısı sonradan bir kitap yazmış ve burada Weber’in hayatını anlatmıştır.[3]

            Weber’in sinirsel problemleri daima var olmuştur. Bunu annesine olan aşkına, cinsel problemlerine bağlayanlar olduğu gibi, karakterinde yer almamasına rağmen siyasetin içinde yer bulmaya çalışmasına ve başarısız olmasına bağlayanlar da vardır. Radkau, bu iddiasını şöyle dile getirir: “Aslında o ne savaşçı ne de yönetici olarak doğdu, ama kabul etmek istemedi.”[4]

            Weber, 1900’lerin başında Rus devrimini anlamak için Rusça öğrenmiş, sonrasında Almanya’nın -dünya gücü olmak istiyorsa- Birinci Dünya Savaşı’na girmesi gerektiğini savunmuş ve aktif olarak bu konuda emek vermiştir.[5] Savaş sürecinde düşünceleri değişmiş, 1916-1917 yıllarında aldığı resmi görevde savaşın genişlemesini önlemek için Alman yöneticileri ikna etmeye çalışırken, yine dünya politikasına yön vermenin önemini vurgulamıştır.[6] Savaştan sonra ise siyasetten kopmaya başlamıştır. “Hiçbir siyasi partiye üye olmamış ancak yaşamı boyunca ‘eleştirel’ tavrını korumuştur.”[7]


Din ve Kapitalizm

Weber, Protestan Ahlakı ve Kapitalizmin Ruhu adlı eserinde “Kapitalizm neden batıda ortaya çıktı, insan neden çok para kazanmak ister?” gibi temel sorulara yanıt aramaya çalışmaktadır.[8] Bunun için, kendisinin de içinde yetiştiği Protestan kültürünü, diğer kültürlerle kıyaslama yoluna gitmiştir.

Rasyonalizm

Weber’in kapitalizm ve Protestanlık açıklamalarında rasyonalizm önemli yer tutar. Özdemir, burada rasyonelliğin “herhangi bir sosyo-kültürel ölçüt tarafından değil, tamamen insan aklı tarafından yönlendirilen insani faaliyet” olarak temel alındığını belirtmektedir.[9]

Protestanlık Öncesi Batıda Din

Weber’e göre modern dönem öncesi; siyasal, yağma, parya veya irrasyonel kapitalizm şeklinde adlandırılabilirdi. Ortaçağ’da manastır hayatı, keşişlerin çileci hayatı rasyonel kabul edilmekteydi. Toplum onları taklit etmeye çalışsa da, dinle halk arasında din adamları vardı, din halk için ulaşılmaz bir değere sahipti. Aristokratik kültürün ve servetin belli kişilerde toplanması, kısaca feodalizmin çizdiği kalın sınırlara ek olarak, büyücülük gibi kavramlar da halkı dinden uzaklaştırmaktaydı.[10]

Protestanlık Rasyonel Kapitalizmi Nasıl Doğurdu?

Protestanlık itibariyle din, halkın düzeyine indirilebildi, dünyevileşti, seçkinlere özel olmaktan çıktı. 1400’lerin ikinci yarısında yaşayan Sebastian Frank ise bu düşünceyi şu şekilde eleştirmekteydi: “Manastırdan kurtulduğunuzu sanıyorsunuz, oysa şimdi herkes hayatı boyunca bir keşiş olmak zorundadır.”[11]Frank’in bu düşüncesinin sebebi, rasyonel kapitalizmle ne anlatılmak istendiği anlaşıldığında, daha açık hale gelecektir.

Rasyonel (modern) kapitalizm, Weber’e göre, batıda, Protestan toplumlarda ortaya çıkmıştır.[12] Protestan inançta amaç, çalışma, üretme, kazanma ve zevkten uzak durma yoluyla Tanrı’ya yakın olmaktır. Özellikle püriten versiyonunda çileci (ascetic) yaşam tarzı şarttır. Bu mezhebe kabul edilmek zordur. Kişi, kurallara uymadığında (yeterince çalışmadığında, zamanını ve parasını boşa harcadığında) ise mezhepten çıkarılır ve hem ekonomik hem de toplumsal anlamda dışlanır. [13]

Eskiden günlük ihtiyaçları gidermek olarak anlaşılan üretme eylemi, modern dönemde çok kazanma ve başarı açlığına evrilmiştir.[14] Weber, dinsel kurumların, derneklerin burjuva kapitalist iş ahlakının yayılmasına yardımcı olduğunu belirtmektedir. [15]

Weber’e göre, batıdaki kapitalizm dünyada ilk kez “özgür emeğin akılcı kapitalist örgütlenmesi”dir.[16] Protestan ahlakının doğurduğu kapitalizm, işvereni sürekli çalışmaya, iş kurmaya ve kazandığı parayla yeni işler kurmaya; işçiyi ise hep olabildiğince çok çalışmaya yönlendiriyordu. Çok çalışan ve kazanan kişi, Tanrı’nın gözünde daha değerliydi.[17]

 Weber, Protestanların iş dünyasında nasıl yükseldiğini anlatmak için şöyle bir örnek vermiştir:

“Meslekler bakımından karışık bir bileşimi olan bir ülkenin mesleki istatistiklerine göz atıldığında, çarpıcı bir sıklıkla, birçok kereler Katolik basınında ve edebiyatında, ayrıca Almanya’nın Katolik kongrelerinde canlı tartışmalara yol açan şöyle bir görünüş ortaya çıkar: Sermaye sahipleri ve işverenler, hatta işçi sınıfının eğitim görmüş yüksek tabakası, özellikle çağdaş iş kollarında yüksek düzeyde teknik ya da ticari eğitim görmüş personel, Protestan özellikleri taşır.” [18]

Protestan Kapitalizmi

Günümüzde toplumsal olaylardan bahsederken sık sık kullandığımız kapitalizm sözcüğüyle ne demek istediğimiz, Weber’e göre “ancak tartışma sırasında ortaya çıkabilir”. Çünkü “tek bir kapitalizm yoktur”.[19]

Weber’in bahsettiği rasyonel kapitalizmin “sınırsız kazanç açgözlülüğü” ile ilgisi yoktur. Mümkün olan en fazla miktarda kar elde etmeyi ve işi ve üretimi akılcı örgütlemeyi içerir. Bu tarih boyunca bir ilktir. Kar isteği her zaman var olmuştur ancak Protestanların yarattığı kapitalizm tarihte ilk kez “fetihle, spekülasyonla ya da serüvenle değil, disiplin ve bilimle” çalışmaktadır. Aslında Weber “en fazla kar” tabiri yerine “sınırsız birikim” demeyi tercih eder. Çünkü her iş sahibi kar elde etmek ister fakat “kapitalisti belirleyen şey kazanç isteğini sınırlamaması ve üretim isteğini de sınırsız kılacak biçimde daha çok biriktirme isteği ile harekete geçmesidir.”[20] Bunun açgözlülük olarak nitelendirilmesini yanlış bulur.

Weber, rasyonel kapitalizmin bireyin hayatına etkisini şöyle bir örnekle açıklar:

“İnsanın yurdunu değiştirmesi olgusunun, işgücünün yoğunlaşmasında en güçlü araç olduğu artık kabul ediliyor. Kendi yurdunda geleneksel tembelliğini para kazanma yolunda üstünden bir türlü atamayan Polonyalı genç kız, yabancı bir ülkede göçebe işçi olarak çalışırken, gözle görülür bir biçimde bütün doğasını değiştirir ve sonsuz kullanım olanaklarına sahip olur.”

Burada göç ile kapitalizm ilişkisine de dikkat çeken Weber, “sonsuz kullanım olanakları” diyerek kapitalizm hakkında fazla iyimser tavır göstermiştir. Ancak özellikle şu noktada oldukça haklıdır: “… işçi barakalarında yaşamak vs., kendi yurdunda hiçbir zaman hoş görülmeyecek bir yaşama düzeyi düşüşüne neden olur. Değişik bir ortamda, kişinin alışageldiği ortamdan farklı bir ortamda çalışıyor olması, geleneği yıkar ve ‘eşitlikçi’ rol oynar.”[21]

Weber, kapitalist sistemde doğan bireylerin sisteme uyum sağlamak zorunda olduğunu, kapitalist uyum yetenekleri olmadığı takdirde, yaşamın dışında kalacaklarını şöyle açıklar: “Tekler, alışveriş ilişkileri içinde oldukları sürece, onları ticari ilişkilerin kurallarına uymaya zorlar. Kendini bu kurallara uyduramayan ya da uydurmak istemeyen işçi nasıl sokağa atılırsa, bu kurallara karşı eylemde bulunan fabrika sahibi de ekonomik yaşamın dışına itilir.”[22] Aslında bu durum, günümüzde Türkiye’de de oldukça rahat gözlemlenebilir. Günümüzde kapitalizm Weber’in anlattığından çok farklı algılanır, canavarca tabir edilir. Algıdaki ve uygulamadaki farklılıkları bir kenara bırakırsak, kapitalist uyum yeteneğine sahip olmayan insanların tembel diye nitelendirilip, sosyal ve ekonomik anlamda toplum dışına itildiklerini rahatça gözlemleyebiliriz. Bu durum, ileride de bahsedileceği gibi, Türkiye’de rasyonel kapitalizmin var olmamasına rağmen, Weber’in kaygılandığı bürokrasinin demir kafesinin burada da hayata geçmesinden kaynaklanıyor olabilir.

Protestanlık Dışında Rasyonel Kapitalizm Mümkün müdür?

            Weber’e göre, tek çeşit kapitalizm yoktur. “(…)her kapitalist toplum, aynı tipteki başka toplumlarda aynen bulunmayan özellikler gösterir.”[23] Bu nedenle, batı dışında da kapitalist toplumların varlığını kabul eder, ancak onlar rasyonalist değildirler.

O’na göre Protestanlık dışındaki kültürlerde rasyonel kapitalizmin yaygınlaşması, çalışmaya değil de zevke ve savaşa düşkün olmalarından dolayı mümkün değildir.[24]

“Batı dışında hiçbir yerde ‘burjuva’ ve ‘burjuvazi’ kavramları gelişmemişti; ayrıca sınıf olarak ‘proletarya’ da yoktu, olamazdı da; çünkü her şeyden önce özgür emeğin, bir işletme içinde ussal bir örgütü yoktu.” [25]

İki büyük Hıristiyan mezhebini ise şöyle kıyaslamıştır:

“Katoliğin büyük ‘öte dünyalığı’, en yüksek idealini ortaya koyan asketik özelliği, yandaşlarına bu dünyanın nimetleri karşısında büyük bir umursamazlık içinde olmayı öğretmiş olmalı.(…) Protestanlık açısından bu anlayış Katolik yaşam biçiminin özelliğini ya da yapay asketik idealini eleştirmek için kullanılır. Bu eleştiri, Katoliklik açısından, bütün yaşam içeriklerinin laikleşmesinin sonuçlarını Protestanlığa bağlayan ‘materyalizm’ yergisi ile cevaplandırılır.” [26]


Çin’de ise din dışında kapitalizm için gerekli her şeyin olduğunu savunur. Fakat dinin etkisi sebebiyle, daha çok üretip, olabildiğince az tüketmek yerine, gerektiği kadar çalışmak anlayışı hâkimdir. Bu da rasyonel kapitalizme aykırıdır.[27]

Hindistan’da da, metafizik inançlar (ayincilik), kast sistemi, ruhların göçü inancı (yeniden doğduğunda daha iyi bir hayatının olacağı avuntusu), akılcı kapitalizmin gelişmesine engeldir.[28]

Batı dışı ülkelerde kapitalizme tarihten örnekler verdikten sonra şöyle yorumlamaktadır Weber:


“Para kazanılırken teklerin çıkarlarının gözetilmesinde mutlak vicdansızlığın evrensel hâkimiyeti, bu ülkelere özgü bir özellik idi ve bunların burjuva-kapitalist gelişimleri, Batı’daki gelişiminin ölçülerine vurulduğunda ‘geri’ kalmıştı. Her fabrika sahibinin bildiği gibi, bu ülkelerin işçilerinin ‘bilinç’ eksikliği Almanya ile karşılaştırıldığında, örneğin İtalya’da, kapitalist gelişimin en temel engeli olmuştur ve bir ölçüde hala da olmaktadır. Kapitalizm eğitilmemiş liberum arbitriumun (her istediğini yapma serbestisi) pratik temsilcilerini işçi olarak kullanmaz; nasıl ki, Franklin’den öğrenebileceğimiz gibi, başkalarıyla ilişkilerinde ahlak ölçüsü tanımayan iş adamlarını da kullanamazsa.”[29]


Bu kullanılmayan işçi ve işadamlarını kapitalist uyum yeteneğinden yoksun kişiler olarak tanımlamıştır.

Kapitalizmin Geleceği

Weber, verdiği tüm bu değere rağmen, kapitalizmin geleceği konusunda karamsardır. O’na göre kapitalizm bir kez iyice geliştikten sonra Protestan ahlakına ihtiyaç duyulmayacak ve insanlar bu ahlaktan iyice uzaklaşacaklardır. Çünkü her biri, uzmanlaşmış bir işlevi yerine getiren çok sayıda birey arasındaki işbirliğinin sürekli örgütlenmesi olan bürokrasi[30], zamanla demir kafese dönüşecektir. Bürokrasinin demir kafesi olarak adlandırdığı bu durumda, insanlığı, mekanize ilişkiler, ruhsuz uzmanlıklar, zevke düşkün yaşam ve rasyonel düşünme tutsaklığı kavramları ile tanımlayacaktır.  İnsan tam bir homo-ekonomikus (rasyonel ekonomik insan yani bencil, maddeci, çıkarcı) olacaktır. İnsan özgürlüğünden bağımsız düşünülemeyecek din, bilim, sanat kavramları insanlıktan iyice uzaklaştırılmış olacak ve bu nedenle, bunlar olmadan var olması imkansız olan karizma (peygamberi potansiyel) yaratılamayacaktır. Karizma ise yeni bir dönüşüm, yeni bir sistem için gerekli olan toplumsal karakterdir. Weber, modern kapitalizmin insanın içindeki materyalist olmayan tüm güzel yönleri öldüreceğini düşünmüş ve bu yüzden kapitalizmden sonra gelebilecek sistemi tasavvur edememiştir.[31]

            Özdemir ise konuya daha iyimser yaklaşmış, Weber’in din, bilim ve sanattan bahsederek, insanın hangi güzel yönlerini kaybetmemesi gerektiği ipucunu bizlere verdiğini ve bir sonraki sistemin “samimi insan etkinliğinden” doğacağını belirtmiştir.[32]
        

Sonuç

            Weber, başta da söylediğimiz gibi, ailesinin de etkisiyle toplumları Protestanlığın penceresinden incelemiştir. Bu da bize bambaşka bir bakış açısı katmıştır. Modern kapitalizmi Protestanlık mezhebinin doğurduğunu öne sürmüş ve bu düşüncesini, mezhebin tarihini ve özelliklerini, diğer inanç sistemlerinden farklılıklarını ve insanlardaki kar elde etme dürtüsü ile inançlarında bir ortak nokta bulma çabasını açıklayarak kanıtlamak istemiştir.

            Weber’in açıklamalarından yola çıktığımızda, Karl Marx’ın ortaya attığı artı değer kavramının Protestanlıkta kutsal sayıldığı sonucuna varılabilir. Çünkü gerektiği kadar kazanmak yerine, sürekli yeni yatırımlar yapacak miktarda fazladan kazanmak, Protestanlığın temel özelliklerinden biridir. Elbette Protestanlık bunun için işçi haklarından feragat edilmesini önermez ancak ne yazık ki pratikte durum böyle olmamıştır. Weber’in araştırmalarında bazı (rasyonel kapitalist olmayan toplumlarda) işçilerin maaşlarının arttırılması durumunda daha iyi çalışmak yerine tembellik ettikleri sonucuna varması bile, işçi haklarını tehlikeye düşürmek için yeterince kanıt oluşturmaktadır.[33]

            Buradan şu sonuca varılabilirdi: Rasyonel kapitalist olmayan toplumlarda bu sistemin uygulanması şart değildir. Sürekli çalışmak, üretmek, biriktirmek ve yeniden iş kurmak dünya üzerindeki pek çok toplum inancına aykırıdır. Çünkü bu, bu dünya için gereğinden fazla zaman harcamak demektir. Gerektiği kadar çalışıp, üretmek, kalan zamanda ibadet etmek, varoluş sebebini sorgulamak gereklidir. Bu tür inanca sahip olan toplumların kapitalist uyum yeteneğine de sahip olmalarını beklemek büyük bir hatadır. Fakat tarihin seyri bu şekilde ilerlememiştir. Burada elbette ki din dışı sebepler aramak gereklidir.

            Bu toplumlara modern kapitalizmin uygulanması çabası hiç de iyi olmayan sonuçlar doğurmaya devam etmektedir. Weber’in rasyonel kapitalizmin geleceğinde karanlık bulutlar içinde gördüğü bürokrasinin demir kafesi, rasyonel olmayan toplumlarda da yaratılmıştır. Çoğu toplumda insanlar yaşamlarının çoğunu çalışarak geçirirler ve bunu Protestanlar gibi inançları gereği yapmazlar. Ruhsuz uzmanlıklar, mekanize ilişkiler yaşamlarına hâkimdir ve bilim, din ve sanatın önemi gittikçe azalmaktadır. Şüphesiz ki kapitalizm, günümüzde Weber’in düşündüğünden çok farklı bir hal almıştır. Kapitalizmin bugünkü halini yalnızca demir kafesle açıklamak imkânsızdır.


REFERANSLAR


Aron, Raymond:         Sosyolojik Düşüncenin Evreleri, Çeviren: Korkmaz Alemdar, 3.bs., Ankara, Bilgi Yayınevi, 1994.


Özdemir, Şennur:       “Karşılaştırmalı Bir Perspektiften Kapitalizm ve Kültür”, Sosyoloji Dergisi, C:III, No: 17, 2008/2, s.49-79, (Çevirimiçi) http://www.journals.istanbul.edu.tr/tr/index.php/sosyoloji/article/view/13174, 10 Haziran 2013.


Thomas, Peter:            “Max Weber Olmak”, New Left Review, Çeviren: Mehmet Evren Dinçer,  C. II, No: 41, Eylül-Ekim 2006, s.267-280, (Çevirimiçi), http://newleftreview.org/II/41/peter-thomas-being-max-weber, 10 Haziran 2013.


Weber, Max:               Protestan Ahlakı ve Kapitalizmin Ruhu, Çeviren: Zeynep Gürata, 2. bs., Ankara, Ayraç Yayınevi, 1999.





[1] Max Weber, Protestan Ahlakı ve Kapitalizmin Ruhu, Çeviren: Zeynep Gürata, 2. bs., Ankara, Ayraç Yayınevi, 1999, Max Weber biyografisi.
[2] Peter Thomas, “Max Weber Olmak”, New Left Review, Çeviren: Mehmet Evren Dinçer,  C. II, No: 41, Eylül-Ekim 2006, s.275, (Çevirimiçi), http://newleftreview.org/II/41/peter-thomas-being-max-weber, 10 Haziran 2013.
[3] Thomas, a.e., s.268.
[4] Thomas, a.e., s.274.
 
[5] Thomas, a.e., s.276-277.
[6] Raymond Aron, Sosyolojik Düşüncenin Evreleri, Çeviren: Korkmaz Alemdar, 3.bs., Ankara, Bilgi Yayınevi, 1994, s.397.
[7] Weber, a.e., Max Weber biyografisi.
[8] Şennur Özdemir, “Karşılaştırmalı Bir Perspektiften Kapitalizm ve Kültür”, Sosyoloji Dergisi, C:III, No: 17, 2008/2, s.51, (Çevirimiçi) http://www.journals.istanbul.edu.tr/tr/index.php/sosyoloji/article/view/13174, 10 Haziran 2013.
[9] Özdemir, a.e., s.56.
[10] Özdemir, a.e., s.54.
[11] Özdemir, a.e., s.54.
[12] Özdemir, a.e., s.53.
[13] Özdemir, a.e., s.52.
[14] Özdemir, a.e., s.51.
[15] Özdemir, a.e., s.53.
[16] Aron, a.e., s.369.
[17] Özdemir, a.e., s.54.
[18] Weber, a.e., s.29.
[19] Aron, a.e., s.368.
[20] Aron, a.e., s.368.
[21] Weber, a.e., s.37.
[22] Weber, a.e., s.47.
[23] Aron, a.e., s.367.
[24] Özdemir, a.e., s.66.
[25] Weber, a.e., s.22.
[26] Weber, a.e., s.34.
[27] Aron, a.e., s.376.
[28] Aron, a.e., s.377.
[29] Weber, a.e., s.49.
[30] Aron, a.e., s.370.
[31] Özdemir, a.e., s.56.
[32] Özdemir, a.e., s.56.
[33] Weber, a.e., s.51.