26 Nisan 2017

Kitap: Dünyanın Sefaleti - 2. Kısım (Pierre Bourdieu vd.)


BİRİNCİ BÖLÜM: Bakış Açıları Uzamı

Kenar mahallelerde, dar gelirlilere düşük ücretlerle sağlanan evlerin bulunduğu sitelerde, getto haline gelmiş bölgelerde yaşayan yerlilerle, göçmenlerle görüşmeler yapılmış bu bölümde. Göçmenler yüzünden, kültür farklılığı sebebiyle her şeyin bozulduğunu düşünenden tutun da, sorunun göçmenlikten değil, daha derinlerde saklı problemlerden kaynaklandığını söyleyen, fakat suç oranı yüksek ve işsizlerle dolu bu sitelerde zor bir yaşam sürdüğü için bunalan, ne yapacağını bilemeyen eski solculara kadar pek çok farklı bakış açısı var. Bu bölgelerdeki gençler neden işsiz? Okullarda neden başarılı olamıyorlar? Neden hırsızlığa, çevreye zarar vermeye meyilleri var? Neden kurtulamıyorlar uyuşturucudan? Gerçekleri, ezilenlerin sesini duyurmayı görev edindiğini iddia eden medyanın suç oranlarına, gençlerin hayatının kararmasına katkısı ne?

Tadından yenmez bi bölüm. Soruları soran sosyologların nasıl sakin kalabildiğini, gözlerinin nasıl dolmadığını, cevap verenlerle birlikte nasıl sinirlenip coşmadığını merak ediyor insan. Teoride kalmayan sosyolojik çalışmanın ne kadar zor olduğunu hatırlatıyor, saygı uyandırıyor.



Alıntılar:


38 - Öncelikle "zorulu" denen mahallerin (...) her şeyden önce tasvir edilmesi ve hakkında düşünülmesi zor mahaller olduğu açıklığa kavuşturulmalı ve (özellikle medyada bolca rastlanan) basit ve tek yönlü imgeler yerine, aynı gerçeklikleri farklı ve bazen de birbiriyle uzlaşmaz suretlerde ortaya koyabilecek karmaşık ve çok katmanlı bir temsile başvurulmalıdır. (Bakış Açıları Uzamı, Pierre Bourdieu)

40 - Ancak büyük sefaleti tüm sefaletlerin yegane ölçütü olarak teşkil etmek, mevcut toplumsal düzenin ayırt edici vasfı niteliğindeki ızdırapların önemli bir kısmını farkına varıp anlamanın önüne geçer. O toplumsal düzen ki, büyük sefaleti hiç şüphesiz azaltmış (ancak çoğunlukla iddia edilenin altında bir oranda), lakin aynı zamanda, farklılaşmak suretiyle, toplumsal uzamları da çeşitlendirmiş (alanlar ve uzmanlaşmış alt-alanlar) ve daha önceden rastlanmamış türde küçük sefalet biçimlerinin gelişmesi için gerekli koşulları ortaya çıkartmıştır. (Bakış Açıları Uzamı, Pierre Bourdieu)

43 - Marine Hanım iki ayrı diyalog kurmaya dair çabalarımıza direndi. Kocası, hanımını ufak bir bakışla konuşmaya dahil etti hep ve o konuşurken, gözlerinde onay aradığı kocası ağırbaşlılıkla kafasını sallayıp sanki saygı gereği, sözün arasına hiç girmedi. (Jonquilles Sokağı, Pierre Bourdieu)

45 - Çocuk elinde CAP mesleki yeterlilik sertifikası ile mezun olduğunda, bulduğu az çok uygun bir işi kabul etmiyor çünkü bu onun uzmanlığı değil. (Jonquilles Sokağı, Pierre Bourdieu)

49 - Pied-noirs: Kara ayaklar. Cezayir 1962'de bağımsızlığını kazanınca Fransa'ya dönen, çoğunluğu Fransız Avrupalılar. (Dipnot, Pierre Bourdieu)

50 - Bunların hepsi; eğitimleri ve politik mücadeleleri neticesinde edindikleri (...) ve ayrımcılık ile etnik ön yargının resmi düzeyde kınanması yoluyla da desteklenen evrenselci ve ırkçılık karşıtı gelenekle inançların, her gün bir arada yaşamanın gerçek zorluklarıyla karşı karşıya gelmek suretiyle sınandığını göstermektedir. (...) Sözgelimi, özellikle yaz ayları ve tatil günlerinde binadaki gürültüye ve kokuya dayanamayıp kendini orada mahsur kalmış hisseden eski sosyalist militan kadın veya aynı sebeplerle taşınmak zorunda kalan, kalpleri vicdan azabının yüküyle, düşünce ve inançlarına layık bir şekilde yaşamadıkları hissiyle ağırlaşmış eski komünist çift. (Jonquilles Sokağı, Pierre Bourdieu)

51 - ..."çocuklarına birer Fransız gibi davranma" derecesi... (Jonquilles Sokağı, Pierre Bourdieu)

56 - ...tecrübe sahibi gençler arıyorlar... (Jonquilles Sokağı, Pierre Bourdieu)

56 - Bazen öyle şeyler görüyoruz ki, gülüyoruz: 20-25 yaşlarında, 5 yıllık tecrübesi olan... (Jonquilles Sokağı, Pierre Bourdieu)

61 - Bu normal, bu insanlar ne de olsa kendi ortamlarının dışındalar, dolayısıyla birbirlerini buluyorlar. (Jonquilles Sokağı, Pierre Bourdieu)

65 - Fabrikada çelik işlerinde çalışanlardan çocukları burada ilkokul öğretmeni, lise öğretmeni olarak kalanlar var mı hiç? Pek yok, hayır. (Jonquilles Sokağı, Pierre Bourdieu)

67 - Satılığa çıktıkça Belediye bu evlerden belli sayıda almış ve genellikle acil durum prosedürüne göre, herhangi bir onarım-yenileme yapılmaksızın göçmen ailelere tahsis etmiş. Normal şartlarda sosyal konutların (HLM'ler) en mahrum durumdaki ailelere devrini yöneten mevzuata aykırı olan bu tahsis biçimi, yeni bir semt çekişmesi türünü üretmiş. (Yerinden Edilmiş Bir Aile, Abdelmalek Sayad)

71 - Hiç dışarı çıkmayan, toplu taşımayı bile kullanmayı bilmeyen annem... (Yerinden Edilmiş Bir Aile, Abdelmalek Sayad)

73 - Araplarla komşuluk etmenin kötü olduğunu çünkü onların pis olduklarını, kötü koktuklarını, çok ses çıkardıklarını, evlerinde hep çok fazla insan bulunduğunu söyleyemeyince, bunlar olmadığı zaman başka bir şey icat ediyorlar... (Yerinden Edilmiş Bir Aile, Abdelmalek Sayad)

73 - Gürültü dedikleri, bütün arkadaşların dediği, aslında gürültü, yani desibel değil, sevmedikleri, anlamadıkları, onları rahatsız eden Arapça şarkılar... (Yerinden Edilmiş Bir Aile, Abdelmalek Sayad)

73 - "Fransızlar kuskusu ve mergezi seviyorlar. Ama kendileri için yapılmadığında Arap mutfağının kokusuna katlanamıyorlar!" (Yerinden Edilmiş Bir Aile, Abdelmalek Sayad)

76 - Bizde böyle: Ailelerimizi terk etmiyoruz ya da kırk yılda bir gelip görmüyoruz. (Yerinden Edilmiş Bir Aile, Abdelmalek Sayad)

77 - Onlara gidip "Neden ırkçılık yapıyorsunuz? Ben de Fransız'ım!" demeyeceğim. Ne yani babama karşı ırkçılık yapabilirler mi? (Yerinden Edilmiş Bir Aile, Abdelmalek Sayad)

77 - Çünkü bu yaşımızda gidecek hiçbir yerimiz yok... [Bu; şüphesiz, bir göçmen için, yani bütün hayatını dönecek bir ülkesi ve bir "yeri"olduğuna inanmaya çabalayarak geçiren biri için itiraf etmesi en zor şey.] (Yerinden Edilmiş Bir Aile, Abdelmalek Sayad)

80 - Belediyenin bu mahalleden vazgeçtiğini hissediyorsun, önemsemiyor; başka yerlere, daha önemli bulduğu yerlere bakıyor. (Yerinden Edilmiş Bir Aile, Abdelmalek Sayad)

85 - "Senin evinde değiliz!", oysaki benim evimdeler, Fransa'dalar, ben değilim onların evinde. (Yerinden Edilmiş Bir Aile, Abdelmalek Sayad)

91 - İlk görevinde doğrudan bağlı olduğu üstünün sahteciliklerini ve zimmetine para geçirdiğini keşfettiğinden beri meslek yaşamına karşı bir tiksinti ve güvensizlik beslemiş. Dünya sahtekarlıkla doludur ve insanın ailesini koruyabilmesi için her şeyini ona vermesi gerekir. (Herkes Kendi Evine, Rosine Christin)

101 - Bütün bu huzursuzluklar medyada eş ağırlıkta yer bulmaz ve bulanlar da medyanın eline geçer geçmez bir dizi çarpıtmaya maruz kalır. Zira olan biteni salt kayda almanın ötesinde, gazetecilik alanı onları, büyük ölçüde mevzubahis faaliyet alanına özgü ilgi ve çıkarlara bağlı olan etkin bir inşa çalışmasına tabi tutar. (Medyanın Bakışı, Patrick Champagne)

102 - Lakin medya o anda eylemekte ve müştereken toplumsal bir temsil, bir piyes imal etmektedir. Bu temsil gerçekliğin hayli uzağına düştüğünden bile sonrasında gelen itirazlara ve tekziplere rağmen baki kalır, zira yaptığı sıklıkla, spontane yorumları baştan ayağa pekiştirmek ve böylelikle ön yargıları önce harekete geçirmek ve bu suretle de büyütmekten mürekkeptir(Medyanın Bakışı, Patrick Champagne)

103 - Aynı türden, az ya da çok sarih bir ayıklama ve kurgulama çalışmasının ürünü olsalar da, imgeler sözlerden daha tartışmasız bir gerçekliğe işaret edermiş görünür. (...) Televizyon, sıradan televizyon seyircisinin yanısıra, diğer basın organları üzerine de tesir sahibidir; bugün artık matbu basın gazetecileri, akşam haberlerindeki baş hikayeyi göz ardı edemezler. (Medyanın Bakışı, Patrick Champagne)

104 - Çoğu gazetecinin akıllarında tazeliğini koruyan bu örnek, bir devrimi haberlerine taşımakta geri kalmama kaygısı ve bir kez daha geniş çapta bir ayaklanmanın başlangıcına şahit olduklarına dair samimi inançları, belli bir bölgeyle sınırlı bu protestolara daha en başından bahşettikleri bu ayrıcalıklı muameleyi açıklamak için herhalde yeterlidir. (Medyanın Bakışı, Patrick Champagne)

104 - "Televizyon, ayaklanmanın bir nevi barometresiydi; mademki haberlerde bu konu konuşuluyor, herkes müdahil olmak durumundaydı." (Medyanın Bakışı, Patrick Champagne)

104 - ...büyük oranda televizyon tarafından imal edilmiş olan bu ayaklanmanın zor kavranır mahiyette olmasındandı: Ne olan biteni anlayabiliyor, ne de meselenin sorumlularını ve amaçlarını teşhis edebiliyorlardı. (Medyanın Bakışı, Patrick Champagne)

105 - Dolayısıyla, büyük oranda medyanın ürünü olan bu hareketlerin, medya onlardan bahsetmeyi bıraktığındaçoğunlukla hızlı bir şekilde ortadan kalkmalarındaki sebep de anlaşılabilirdir. Genelde yapılanı yapmak ve sadece basını ilgilendiren şeye bakmak yeterli değildir. (...) "Radyo kanallarının toplantılarında her zaman şöyle konuşacak bir yayın yönetmeni bulunur: 'Bu kadarı yeter, insanlar bezdi. Bu lanet banliyöler canımızı sıkmaya başladı, yeter artık, başka şeye geçelim.' Mevcut olaylar içinde eskisinin yerini alacak bir tanesi her zaman bulunur. Le Monde [merkez sol gazete] sükunet çağrısı yapar. Libe [Le Monde'un biraz daha solunda addedilen Liberation gazetesinin kısaltması]; yorumlar, analizler, saha çalışmaları arayışına koyulur. İlgili sansasyonel haberleri verenler konuyu tekrar ele alırlar ama kimse artık takip etmez." (Medyanın Bakışı, Patrick Champagne)

106 - Zira olayın imalinin, neredeyse tamamen ilgili grupların kontrolü dışında gerçekleşmesinden mütevellit, verili vaziyette, gazetecilerin olayın teşkil edilmesi üzerindeki güçleri özellikle kayda değerdir. (Medyanın Bakışı, Patrick Champagne)

107 - Yaşlıca bir kadın, ağzına kadar doldurulmuş alışveriş arabalarının hızlıca arabaların bagajlarına itilmesini kolaylaştırmak adına süpermarketin kapısını tutuyormuş. Hülasa, olasılıkla da önceden tasarlanmış bir alışveriş merkezi yağmasının vuku bulduğu aşikarsa da, Paris basınından ve özellikle televizyondan gazetecilerin yaptığı üzere bir "isyan"dan söz etmek aşırıya kaçmaktır. (Medyanın Bakışı, Patrick Champagne)

107 - Ezilenler kendilerine ilişkin temsillerin kontrolünü elinde tutmaya en az muktedir kesimlerdir. Gazeteciler için onların gündelik hayat manzaraları boş ve sıkıcıdır. (Medyanın Bakışı, Patrick Champagne)

108 - Rekabet mantığı; gazetecileri, olayları "sıcağı sıcağına" çalışmaya ve "nerede olay varsa oraya" gitmeye zorlar. (Medyanın Bakışı, Patrick Champagne)

108 - Halk yalnızca şiddet eylemlerini, polisle çatışmaları, vandallığı, süpermarket veya araba kundakçılığını aklında tutmaya teşnedir. Bu sıkıntılara sebep olarak da basının derlediği karman çorman açıklamaları öne sürmeye meyleder: polisin kusurları, gençlerin atıllığı, suça sürüklenme, banliyölerdeki "depresyon havası", barınma koşulları, sevimsiz yaşam çevresi, spor ve boş vakitlere yönelik tesislerin yokluğu, göçmen nüfusun aşırı yoğunlaşması vb. (Medyanın Bakışı, Patrick Champagne)

109 - Bu insanlar (ezilenler) konuşmaktan çok konuşulurlar ve egemenlerle konuştuklarında da ödünç bir söylem kullanırlar: tam da egemen grubun onlar hakkında konuşurken kullandığı söylemi. (Medyanın Bakışı, Patrick Champagne)

109 - ...gazeteciler, kendileri de farkında olmaksızın banliyöler üzerine kendi söylemlerini toplamaya gelmeye meyillidirler ve kendi mahallelerinde gezinip medya için fırsat kollayan ve "televizyona çıkmak için", onlara duymak istedikleri şeyi söylemeye hazır birilerini her zaman bulurlar. (Medyanın Bakışı, Patrick Champagne)

110 - ...tüm basının yeni olayların beklentisiyle ilçeyi göz hapsine aldığını ve gazetecilerin bölgedeki bu mevcudiyetinin, beklenilen olayların çıkmasına katkı yaptığını söylemişti. (Medyanın Bakışı, Patrick Champagne)

111 - Gelgelelim medyanın bu yoğun alakası, olan biteni anlaşılır kılmak şöyle dursun, banliyöler ve büyük toplu konutlarla ilgili bütün klişelerin yeniden diriltilmesine mahal vermiştir. (Medyanın Bakışı, Patrick Champagne)

113 - Çoğu gazeteci her ne kadar mesleklerinin en kuşkulu pratiklerini reddederek kınayıp en açık ve anlaşılır olma iddiasındaki haberlerin dahi işlenişinde ön yargının kaçınılmaz mevcudiyetini seve seve teslim etseler de, hangi güçlükler ve tahrifatlar söz konusu olursa olsun hiçbir şeyin sessizlikten daha kötü olamayacağını düşünürler. (Medyanın Bakışı, Patrick Champagne)

114 - Bu banliyölerde yaşayan insanlara yardımcı olmak şöyle dursun, medya, paradoksal şekilde, bu insanların damgalanmasına katkıda bulunmaktadır. Bu mahalleler fasit ve uğursuz, sakinleri ise suçlu olarak sunuluyor. (Medyanın Bakışı, Patrick Champagne)

115 - "Şayet gazetelerde yansıttıkları gibi olsaydı, içinde yaşadığım banliyöde yaşamayı asla istemezdim." (Medyanın Bakışı, Patrick Champagne)

115 - Gene de bölge sakinlerinin ekserisi, büyük ölçüde kültürel mahrumiyetlerinden ötürü, bu çıkar sahibi ve bir bakıma da röntgenci seyirci kitlesinin, yani tabiatıyla gazetecilerin kendilerine dair ürettiği bakış açısını içselleştirir ("burası getto", "bizim bir kıymetimiz yok" vb.). (Medyanın Bakışı, Patrick Champagne)

116 - "Belki de en beteri kendilerini yalnız zanneden kovboy muhabirlerdir: Körfez Savaşı'nda bulunmuş, ardından banliyölere, sonra da liselere merak salanlar." (Paris yazılı basınında çalışan, yerel bir gazeteci) (Medyanın Bakışı, Patrick Champagne)

116 - Siyasi aktörler, gazeteciler ve "kamuoyu uzmanları" arasında tesis edilen ilişkilerin mantığı öyle bir vaziyet almıştır ki medyanın haricinde ve hele de ona karşı eylemlilikte bulunmak politik olarak epey güçtür. (Medyanın Bakışı, Patrick Champagne)

120 - ...işsizliğin bugün her zamankinden çok daha zor tahammül edilebilir hale geldiği gerçeğini de eklemeli. (Medyanın Bakışı, Patrick Champagne)

121 - ...işsiz gençlerin tüketim arzularıyla ellerine geçen para arasındaki makas şüphesiz hiç bugünkü kadar açılmamıştı. (Medyanın Bakışı, Patrick Champagne)

121 - Medyanın manşetlerine taşıdığı olağanüstü şiddet eylemleri, bütün bölge sakinlerini berdevam etkileyen küçük çaplı şiddet unsurlarını gizlemektedir. (Medyanın Bakışı, Patrick Champagne)

126 - İkisinin sözlerini okuyanların, bir kez bile gönderme yapmadıkları etnik köken dışında, esasen bütün özelliklerinin ortak olduğunu ve hem siyasi söyleme hem de vatandaşların zihnine göçmenler/Fransızlar dikotomisini sokanların ne denli gülünç olduklarını gözden kaçırması imkansız. (Eşyanın Tabiatı, Pierre Bourdieu)

126 - ...dilsel sermayenin eksikliği... (Eşyanın Tabiatı, Pierre Bourdieu)

127 - ...ırkçılık karşıtı büyük laflara başvurmaksızın... (Eşyanın Tabiatı, Pierre Bourdieu)

127 - ...aynı gemideler: Eşit şekilde damgalanmışlar; gençlere en düşman mahalle sakinlerinin, bekçilerin, polisin ve en çok da dedikoduların eşit bir şekilde "hedefi" konumundadırlar. (Eşyanın Tabiatı, Pierre Bourdieu)

128 - Mülakatın formatı, dünya kendilerine daha farklı davransaydı olabilecekleri şeyi daha sık ve bütünüyle açığa vurmalarına izin veren istisnai bir durum yaratmıştı. (Eşyanın Tabiatı, Pierre Bourdieu)

129 - ..."beni üyeliğe kabul edecek kulübü ben neyleyim"... (Eşyanın Tabiatı, Pierre Bourdieu)

135 - "Bu çok isyan ettirici." "Yani evet, bir süre sonra insanın canını sıkıyor." (Eşyanın Tabiatı, Pierre Bourdieu)

136 - "Kesinlikle, umurlarında değil. Bir kere siteden bir Arap, aynasızlar tarafından sitenin ortasında dövülmüştü. Bir Fransız yardımına gelip polise 'Bunu yapmaya hakkınız yok, bu doğru değil." dediğinde onu da aldılar ve karakola götürdüler. Onu bile dövdüler ve ertesi sabah saldılar." (Eşyanın Tabiatı, Pierre Bourdieu)

139 - "Bize lazım olan bir kız." "Neden bir kız?" "Fazla saçmalamamak için." (Eşyanın Tabiatı, Pierre Bourdieu)

152 - "Bir çocuk hiçbir şey yapamaz." (Eşyanın Tabiatı, Pierre Bourdieu)

153 - Hayatının on senesini geçirdiği şehir merkezinden kentsel dönüşüm yüzünden atıldıktan sonra... (Uyum Sağlamış Bir Aile, Patrick Champagne)

153 - ...bariz bir aksanla ve dile tam olarak hakim olmamakla birlikte bundan hiç gocunmadan ifade ediyor. (Uyum Sağlamış Bir Aile, Patrick Champagne)

154 - ...kendine akışa kaptırmanın veya havailiğin zerresini taşımayan direngen bir karaktere işaret ediyor... (Uyum Sağlamış Bir Aile, Patrick Champagne)

154 - "Fransa'da 1959-60'ta bir yığın iş vardı." (Uyum Sağlamış Bir Aile, Patrick Champagne)

154 - Başlarda sütçülerin şişeleri kapı önlerine, kiracılarınsa parayı paspas altlarına bırakabildiklerini hatırlıyor Maria. (Uyum Sağlamış Bir Aile, Patrick Champagne)

156 - Eşlerinin yanına gelmek üzere köylerini terk eden Mağrip doğumlu kadınların çoğunun aksine Maria D., henüz genç ve bekarken iş bulmak amacıyla göçmeye kendisi karar veriyor. (Uyum Sağlamış Bir Aile, Patrick Champagne)

156 - Ayrıca onu evsahibi ülkeden ayıran kültürel ve sosyal mesafe, hala kendi soy-toplumuyla sıkıca bütünleşik bulunan Mağripli kadınlarda görülenden bilfiil daha az. (Maria İspanyol) (Uyum Sağlamış Bir Aile, Patrick Champagne)

156 - ...Mağripli göçmen ailelerinin çocuklarının çoğu, son derece ağır işçi-sınıfı koşullarını reddetmekle kalmayıp, "sömürü" olarak algıladıkları bu durumu itirazsız kabullendikleri için ailelerini çoğunlukla hor görüyorlar. (Uyum Sağlamış Bir Aile, Patrick Champagne)

157 - Bu sitelerdeki en önemli sorunların, çok çocuklu ailelerden -Mağrip kökenli nüfus arasında bilhassa yaygın bir durum- kaynaklanması tesadüfi değildir. Bu ailelerin büyüklükleri, eskiden köylerde olandan farklı olarak, kentsel alanlarda ebeveynlerin -veya cemaatin daha geniş bir grubunun- çocukların tamamı üzerinde katı ve etkili bir kontrol sağlamasını hemen her zaman imkansız kılıyor. (Uyum Sağlamış Bir Aile, Patrick Champagne)

158 - Bu sitelerde yaşayıp da Mağripli olmayan pek çok kişi gibi Maria D. de bu zorluklar içindeki kitleye hem anlayışla hem de öfkeyle bakıyor. (Uyum Sağlamış Bir Aile, Patrick Champagne)

159 - ...gençlerin, kendi geçtiği yollardan geçmemelerini kabullenemiyor: "Kendi çocuklarıma da söyledim, biz çalışkandık ve şimdiki genç nesilden daha dürüsttük. Uyuşuklar, her zaman yorgunlar, her şeyleri de var; e peki problemleri ne..." (Uyum Sağlamış Bir Aile, Patrick Champagne)

159 - "Çalıştığınız zaman, düşük bir ücretle dahi olsa... Çalışmak her şeydir. İş her şeydir, iş özgürlüktür." (Uyum Sağlamış Bir Aile, Patrick Champagne)

159 - "İmkansızı istemeden, mücadele ederek durumunuzu iyileştirmeye bakmalısınız. Elinizde olanı harcamalısınız, daha fazlasını değil; yalnızca sahip olabileceğiniz şeyi istemelisiniz. Kısacası, kendinize sınırlar koymalısınız. (...) ben gençken hiçbir şeyim yoktu ve mutluydum... (Uyum Sağlamış Bir Aile, Patrick Champagne)

161 - "...herkesin sadece bir hayatı var..." (Uyum Sağlamış Bir Aile, Patrick Champagne)

162 - "Ama bazen küçük hırsızlıklar yapan oğlanlar iş bulduklarında ciddileşiyorlar, kendi yollarına bakıyorlar, meşguliyetleri oluyor açıkçası.(...) çalışmamaya alıştığın zaman kendini zorlamıyorsun artık." (Uyum Sağlamış Bir Aile, Patrick Champagne)

164 - "Domuz eti olup olmadığını sordular, onlar gelecek diye özellikle domuz eti koyulup koyulmadığını! Likör vardı ve tahmin edeceğiniz gibi onlar içmediler. (...) Dini bırakmak gerekiyor. (...) Bazen kapıdan içeri bakıp da çok fazla Avrupalı gördüklerinde içeri girmiyorlar. Çoğunluk olmak zorunda hissediyor Araplar. Onların tipik hareketi bu, bize ırkçı dememelisiniz, asıl ırkçı onlar." (Uyum Sağlamış Bir Aile, Patrick Champagne)

166 - "Okulda başarılı olursanız ayrımcılığa uğramazsınız, ama çalışmak zorundasınız!" (Uyum Sağlamış Bir Aile, Patrick Champagne)

166 - " 'Annen olduğu sürece sana işsizlik yok!' diyordum ona. Eğer sağlık durumunuz iyiyse işsizlik maaşı almanız yanlış bence." (Uyum Sağlamış Bir Aile, Patrick Champagne)

167 - "İşsizlik maaşı alabilen gençler var ve bunu aldıkları sürece kendilerini zorlamaktan kaçınıyorlar. Ödeme durduğu zaman, 3 aylık, 6 aylık işlerde çalışıp tekrar bırakıyorlar ve bu böyle devam ediyor." (Uyum Sağlamış Bir Aile, Patrick Champagne)

171 - Yanına aldığı stajyerle ilgili olarak da kendini kötü hissetmiş: "Herhangi bir şey yapmasını istemeye cüret dahi edemiyordum... Yani geçmişimden ötürü, buna karşı olduğum için..."(Kötü Bir Yatırım, Gabrielle Balazs)

172 - Şiddetin (...) toplumsal ve politik açıdan halledilebilir olduğunu ve insanlara yüklenemeyeceğini, hatta fıtratlarına hiç yüklenemeyeceğini düşünmeye devam ediyor. İnsanları sefaletlerinden sorumlu tutmayı reddediyor ve eğitim ile işgücü piyasasının siyasal bir analiziyle, başına gelen şeye tahammül edebilmenin değilse de onu anlayabilmenin imkanını arıyor. (Kötü Bir Yatırım, Gabrielle Balazs)

173 - "Mağazanızda sunulanla... kendi imkanları-olasılıkları arasında bir uçurum vardı, yani sizin mağazanınz onlara..." (Kötü Bir Yatırım, Gabrielle Balazs)

177 - "Ama meselenin kökenindeki kötülüğe savaş açmadığınız sürece ancak yüzeye temas edebilirsiniz. Hiçbir şeyi, kesinlikle hiçbir şeyi çözemezsiniz." (Kötü Bir Yatırım, Gabrielle Balazs)

177 - "İnsanların çalışma hakkının, barınma hakkının olması gerektiğinden laf açınca bana bunun ütopik olduğunu ima ettiler; dinlemek istemiyorlar böyle şeyleri." (Kötü Bir Yatırım, Gabrielle Balazs)

180 - Site sakinlerini eğitmek yönündeki bu gönüllü girişimde mevzubahis olan, 60'ların sonunda büyük bir sanayi merkezinde gördüğü türden bir işçi sınıfı dayanışması imgesini yeniden tesis etmek ve bu suretle Fransa'da göçmen imgesini iyileştirmektir (göçmenler ona göre, hiç hata yapmamalı ve hatta örnek olmalıdırlar.) (İyileştirme, Gabrielle Balazs)

185 - " 'Hayır, problem yeni nesil değil, asla çocukları suçlamam, sizi suçluyorum, sizleri! Bu işten sorumlu olan sizsiniz, çünkü çocuklarınızı başta sıkarsanız, zamanla, çocuklar büyüdükçe gevşetebilirdiniz. Başta sıksanız, hayatlarıyla ilgili ne yapacaklarını daha iyi bilirler.' " (İyileştirme, Gabrielle Balazs)

185  - "...burayı getto yapan biz Araplar değiliz. Burayı gettoya biz çevirmedik, bunu HLM Ofisi yaptı... HLM Ofisinin derdi neydi? Onlar için öncelikli mesele, kasaya para girmesi. Memleketim Tunus'tayken ben, birine ev vermeden önce o kişiyle ilgili bilgi toplardınız, onları öylece eve yerleştirmezdiniz. (...) Buradan ayrılanların çoğu Fransız; peki, kim getiriliyor onların yerine? Araplar. Burayı gettoya çeviren sizsiniz, Araplar değil." (İyileştirme, Gabrielle Balazs)

185 - Üstelik de Fransa demokratik bir ülke, yani açıkça konuşabildiğin bir ülke. Ama sizi temin ederim ki az kaldı sorun yaşıyordum bir... Basınla bile. Açık sözlülüğümden dolayı istemiyorlardı...." (İyileştirme, Gabrielle Balazs)

186 - "Çünkü göçmenler; İspanyollar, Portekizliler veya Türkler değil... Göçmenler Mağripliler!" (İyileştirme, Gabrielle Balazs)

186 - "Cezayirli, Tunuslu veya Faslı, sadece bir Arap, benim gibi bir göçmen; onlara neden ihtiyacınız vardı daha önce? Onları memleketlerinden getirdiniz, Fransa'nızı inşa ettiler, Fransa'nızı onlara yeniden kurdurttunuz ve şimdi de artık onlara ihtiyacımız yok mu diyorsunuz?" (İyileştirme, Gabrielle Balazs)

186 - "...ayrılmak istemedim çünkü 72'den beri burdayım ve çocuklarım burada doğdu, başka bir yere taşınmak, tekrar başka bir ülkeye gitmek gibi olur." (İyileştirme, Gabrielle Balazs)

189 - "...buradaki yangını çıkaranlar buradaki gençler değildi." (İyileştirme, Gabrielle Balazs)

189 - "Bazı gazeteciler ne istiyor bilmiyorum, skandallar istiyorlar, oysaki işleri bu değil." (İyileştirme, Gabrielle Balazs)

191 - "Söyledim ona (röportaja gelen muhabire), yakaladım ve ağzıma ne geliyorsa söyledim: 'İnsanları bilgilendiriyorsunuz, Fransa'yı, bütün Fransa'yı, neredeyse bütün dünyayı, onlar sizi dinliyorlar ve siz gidip onlara burası bir koğuş-site diyorsunuz.' Koğuş-site nedir?" (İyileştirme, Gabrielle Balazs)

191 - (Muhabire) "Dinleyin bayım, yanlış anlamayın ama haberlerde söylediğiniz şeyler, sizin ve iş arkadaşlarınızın, yalan. Gerçeği saklıyorsunuz. Bunu haberi doldurmak için yaptığınızı biliyorum, görünümü biraz daha karmaşık hale getirmek için bir şeyler eklemeniz lazım. Size değil, yöneticilerinize sitemim..." (İyileştirme, Gabrielle Balazs)

192 - "Tütüncüyü yine yaktılar. Peki düzeni koruma işini kim üstlendi? Buranın gençleri, bizim gençlerimiz' Onları gördüm, arabalar girmesin diye barikatlar kuruyorlardı. İtfaiyecilerin ve hatta polisin işini kolaylaştırdılar. Bu işin içinde değillerdi. Basını tarayın, yazmadılar..." (İyileştirme, Gabrielle Balazs)

196 - Şayet Raymond T., bu sitede her gün olan biteni bir bilgi sağlayıcının serinkanlılığı ve adeta donuk kayıtsızlığıyla açıklayacak sözcükleri bulabiliyorsa bu, burada biraz da yabancı olarak yaşamasındandır. (Son Ayrım, Patrick Champagne)

197 - Zor bir hayat yaşamış olan ve bu işi kapabildiği için kendini şanslı sayan Raymond T., talihsizliklerini bir nebze paylaştığı bu gençlere belirli bir müsamaha ve anlayışla yaklaşıyor. Villeneuve'deki, sözlerini okuyacağımız diğer iki görevli, büyük oranda doğup büyüdükleri bölgede çalışıyor oldukları için çok daha az "anlayışlılar". (...) Kendilerini evlerinde hissediyorlar ve "kendi" sitelerini gelip iişgal eden "yabancılara" karşı savunuyorlar. (Son Ayrım, Patrick Champagne)

200 - Şu anda geçici işlerde çalışıyor ve "ne iş olsa yapıyor" -ki bu da liselerde hademelik anlamına geliyor-. (Son Ayrım, Patrick Champagne)

200 - ...aktivizmini, doktrinini ve kesinliklerini yitirmiş. Vasıflarına ve beklentilerine uygun bir mesleki konum bulmasını engelleyen ekonomik kriz, komünizmin bir gerçeklik ve umut olarak çöküşünün de etkisiyle, Sylvie'yi politikanın tümden reddiyesine yöneltiyor. Aklı karışmış vaziyette o da ahlakın kesinliğinin ardına sığınıyor; bütün siyasi partilerden,  "başkalarına ahlak dersi vermek" istedikleri halde kendileri "baştan aşağı çürümüş" oldukları için iğreniyor. (Son Ayrım, Patrick Champagne)

201 - ...televizyonun, reklamların her yeri doldurmasının ve bu yoksul mahallelerin tam kalbine (yasal zorunluluklarla) kurulan hipermarketlerin varlığının gençlerin beklentilerini değişime uğrattığını da biliyorlar. Ne var ki her şey aslında bunları bilmek istemiyorlarmış gibi cereyan ediyor; belki de sanki vaziyetin fazlasıyla farkında olmanın, ahlaki olarak kabul edilemez gördükleri bu davranışlara bir özür, bir gerekçe oluşturabileceği korkusuyla. (Son Ayrım, Patrick Champagne)

202 - Şartlar dayanılmaz hale geldiğinde buraları terk edebilecek olan, daha varlıklı toplumsal sınıflara mensup olanların aksine bu "küçük beyazlar", burada çakılı kalmaya mahkum oldukları için daha da şiddetli tepkiler veriyorlar. (Son Ayrım, Patrick Champagne)

209 - "Havaların geçen haftaki gibi güzel olduğu zamanlar, biz işe gitmek için uyanırken onlar uyumaya gidiyorlardı. Bütün gece saçmalıyorlar. Bütün gece "Yaşasın Saddam Hüseyin, yaşasın Falanca!" işitiyorduk..." (Son Ayrım, Patrick Champagne)

213 - "Bana ırkçı olduğumu söylediklerinde onlara 'Mantıksız konuşuyorsunuz, ırkçı olsaydım ZUP'ta site görevlisi olmazdım, başka iş yapardım, kamyon şoförlüğüne geri dönerdim!' diyorum. Irkçılığı yükseltenler onlar. Bu yüzden gelecek seçimlerde neler olacağını görmek için bekliyorum... Her çeşit insanı, 'Umurumda bile değil; Le Pen nasıl biri olursa olsun, seçimlerde ona oy vereceğim!' derken duyuyorum." (Son Ayrım, Patrick Champagne)

214 - "...bir şeylerin satın alındığı gerçeğini bile bilmeden büyüyorlar." (Son Ayrım, Patrick Champagne)

214 - "Hiçbir fikrim yok, nasıl çıkacağımızı buradan... Kanser gibi, nasıl çıkartacağız bilmiyorum, çünkü... Onlarla tartışamıyorsun, sana güvenmiyorlar. Geçen gün bana, 'Kesin senin bir çıkarın vardır!' dediler, onlara, 'Konuşuyorum, çünkü konuşmak istiyorum' diyorum... Belki olumlu bir şeyler görsem kişisel olarak tatmin olurdum." (Son Ayrım, Patrick Champagne)"

215 - "Bir sebebi olmalı..." (Son Ayrım, Patrick Champagne)

215 - "Bana, 'Nasıl  bir cehennemde yaşadığımızı gördün mü sen? Bu kenar mahalleler... Neyimiz olacak ki?.. Her yerde hamamböceği var, içerisi kirli, dışarısı kirli ve biz, biz de kirli hissediyoruz!' dedi. Eve giderken caddelerin oraya geldiğim zaman ben bile kötü hissediyorum kendimi. Pis bir yer, yani işte, insanın içinde oraya karşı bir saygı uyandırmıyor. Kişiliğim gereği her şeye saygı duyarım, ben öyleyim ama dışarıda koşan çocuklar, buraları onları dengeli bir hayat kurmaya teşvik edecek türden değil. Ebeveynlerini görüyor, bazen bir odada 10, 12, 15 kişi yaşıyorlar, mahremiyetleri yok, kendilerine ait bir köşe yok küçük çocukken..." (Son Ayrım, Patrick Champagne)

215 - "Artık bulunacak iş kalmadı. (...) Eğer Arap isen sana iş yok." (Son Ayrım, Patrick Champagne)

216 - "Ne yaparlarsa yapsınlar onlar için bir gelecek olmadığını biliyorlar... Arkalarını yaslayabildikleri tek şey şiddet ama bu şiddet, zarar verme amaçlı bir şiddet değil. Daha çok bir yardım çağrısı gibi, bakın bize, biz buradayız diyorlar, biz de varız ve kalabalık olduğumuz zaman neler yapabildiğimizi görün." (Son Ayrım, Patrick Champagne)

216 - "Kendi kıymetlerine güvenler yok." (Son Ayrım, Patrick Champagne)

217 - "...bir erkek iş bulmak isterse bulur." "Hayır o kadar kolay değil. Bu gençlerin hiçbir vasfı yok." (Son Ayrım, Patrick Champagne)

217 - "...çünkü her şeyi baştan, tertemiz yapıp yoksulluğu saklasan da sorun bitmemiş olacak. Cephesi boyanmış evlerin arkasında sorunlar devam edecek." (Son Ayrım, Patrick Champagne)

218 - "Benimle dalga geçtiler başlangıçta, nasıl olduklarını biliyorsunuz, sonra onlarla sohbet ettim, 1 saatten fazla. Zaman zaman bir tanesi rahatsız oluyordu ve 'Ne konuşuyoruz burada? Neyden bahsediyoruz?' diyordu, başkaları onu sakinleştiriyordu. Yani gerçekten konuşmak istiyorlardı, konuşmak hoşlarına gidiyor. Bizi bir yere götürmese de sadece konuşmak... Onları dinleyen insanlar olması..." (Son Ayrım, Patrick Champagne)

219 - "Fıtratı ırkçı, sebebini bilmeden, öyle..." (Son Ayrım, Patrick Champagne)

219 - "Kafam karışık. Bir ara Komünist Gençlik aktivistiydim. O zaman da aynı... Parti'nin eğitiminden geçtim. Kendimi bir şeylerle özdeşleştiremiyorum yani, hiçbir şeyle. Hiçbir parti bana hitap etmiyor. Artık bilmiyorum. Le Pen'e oy vereceğim diyerek bazen kendimi bile şaşırtıyorum, bu onları çok korkuturdu ve... Ama o da benim tavrım değil... (...) Ayrıca partilerin hepsi midemi bulandırıyor. Bence artık partiler insanların beklentilerine cevap veremiyorlar, düzinelerce üçkağıt var ama buna rağmen... başkalarına ahlak dersi vermeye kalkıyorlar. [politikacılar] Entrikaları bırakmıyorlar. Milyarlarla oynuyorlar ve küçük bir aktivist umurlarında bile değil. Ayrıca Komünist Parti kadar kapalı bir parti görmedim. Belki şimdi, yeni gelenlerle [yenilikçilerle] bir şeyler değişmiş olabilir ama... Bir şey söyleyemezsiniz: 'Parti dedi ki...', o kadar işte. Toplantılarda hep böyleydi ve ben her zaman, 'Bu doğru değil, bunları tartışmalıyız, yoksa anlamı ne? Aidatımızı ödüyoruz ve bizden tek istediğiniz bu!' diyordum. Paris'teki binalarına bakın... Şaka gibi!" (Son Ayrım, Patrick Champagne)

05 Nisan 2017

Adalet Ağaoğlu Okumalarımı Toparlama Çabası

Kitapları da ismi gibi hem sert, hem yumuşak bir yazar. Hem karşısında boşa konuşursan, düzgün Türkçe kullanmazsan, uygun sıfatları seçmezsen, telaffuzun iyi olmazsa azarlayacak seni. Çok cahilsin be, deyip geçecek. Dövse daha iyi diyeceksin. Saygı duyuyorsun çünkü. Hem de üzülecek senin için. Kendi geçmişindeki tuhaflıları , cahillikleri, eksiklikleri nasıl çok iyi anlayıp aktardıysa, biliyorsun ki, seni de iyi anlar. Anlar mı? Sadece kendi geçmişiyleydi belki de anlama kavgası. Belki de o da genç nesli anlayamayıp koyverenlerden olmuştur. 

Önce günlüğünü okudum, ilk cildini. 69-77 arası olanı. Çok fazla günlük okumamıştım daha önce. Bu kadar severek okuduğum bi günlüğü de hiç hatırlamıyorum. Kendiminkilerden bile bu kadar zevk almadım. Aman ne büyük marifet, insan kendi günlüğünden zevk alır mıymış zaten? Olsun dedim bu kitabı okudukça, özendim, Adalet Hanım gibi yazmaya başladım günlüğümü. Günlük olayları ekledim. Sadece hislerimi değil, bugün bunu yaptım, şunu yaptım, Türkiye'de ve dünyada şunlar oldu ve tüüüüüm bunlar da bana bunu bunu etti. Değişiklik oldu. 10 yıldan fazladır günlük yzaıyorum, biraz değişiklik ilişkimize iyi gelir tabii.

Sonra denemelerini okudum. 77-86 arasında orda burda yayımlanan yazılarını. Deneme okumayı da çok sevmezdim. Hele ki gazetelerde çıkan köşe yazılarının kitaplaştırılmasını hiç...Ünlü bi köşe yazarının ününden faydalanıp paraya para dememe çabası gibi gelirdi. Belki bazıları için öyledir. Fakat yine anı düşünüp sonuca varma hatasına düşmüşüm, bu kitapla birlikte anladım. O dönem içinde bolca para kazandırsa da, önemli olan, o yazıların orda burda kaybolup gitmesinin önlenmesi, derli toplu biçimde arşive geçmesiymiş.

Bu iki kitap sayesinde yazarla tanıştım. Daha hiçbir romanını, öyküsünü okumadan, edebiyat nasıl olmalı, üzerine fikirlerini dinledim. Sürekli yenilik arayışından, eskiyi tekrarlamamaktan bahsediyordu. Nasıl olurdu ki bu? Edebiyat yöntemleri, akımları hakkında hiçbir bilgisi olmayan roman okurlarındanım ben de. "Edebiyatta yenilik" deyince zihnimde teknokent, ar-ge çalışmaları gibi kavramlar canlanıyor. (Teknik üniversitenin "inovasyon" afilşleri içime işlemiş.) İçinden geleni yazmaz mı yazar? Oturup düşünür mü nasıl yazması gerektiğini? Kendi kendine yöntem savaşları verir mi?

Pek safmışım, kabul ediyorum. Artık çok mantıklı geliyor bu yöntem arayışı. Adı konmuş olsun, olmasın, aklındakileri bi düzene sokup anlatmak zorundasın eninde sonunda. Yöntem arayışı dediğimiz bu sanırım, içinden geçenleri, hangi sırada, kimin ağzından, nasıl bir dille anlatacaksın? Bu arayışın kaç farklı yolu olabilir ki, diyor sonra içimdeki yenilik düşmanı yaratık. İşte Ağaoğlu'na göre, yeni bi yol bulamadıysan, eskileri tekrar ediyorsan, hiç yazma, daha iyi.

İşte bu yüzden sert bir yazar diyorum. Herkes kitap yazabilir, gibi cümleler zırvalamıyor. Net. Ama net olmak uğruna saçma sapan aforizmalar da uydurmuyor. İkilemde kalmış gibi görünürken bile net. Hangi ikilemde kaldığını açıklığa kavuşturmak istiyor sanki. Aysel gibi. Dar Zamanlar'ın başkarakteri gibi. Duygularında ya da düşüncelerinde, fark etmez, her ikisinde de muğlaklığa düştüğünde bunu açıkça anlatıyor. Muğlaklığa düşmesini netleştirmek için çaba harcayışını bile öyle bir anlatıyor ki, insan gülümsüyor. Şirinleşmeden, günümüz blog yazılarında hepimizin başvurduğu samimiyetin sığ dilinden uzak durarak yapıyor bunu. Ağdalı cümleler de kurmuyor üstelik. Nasıl oluyor? Yöntem işte burda işe yaramıyor. Çünkü bu sadece O'nun yöntemi, formülünü bulup, "aaa ben de yazıvereyim" denecek şey değil.

Zaten O'nun nasıl yazdığını anlatmaya çabalamak da boşa. Romanlarını okumak lazım anlamak için. Henüz iki tanesini okudum. Dar Zamanlar serisinin ilk iki kitabını. Güncesinde ve Geçerken'de kurgusuz anlattığı derdini, kurgu içinde iyice sindirdim, sanırım. Her kitapta yeni bir şeyler yapmaya çalışan bir insanın tüm kitaplarını okumadan net cümleler kurmak ne kadar mümkünse, o kadarını anladım ben de. Tabi bir de dünyayı algılama yeteneğim ne kadar büyükse, o kadar.

Kitaplarında anne sıcaklığı, babaanne okşayışı, öğretmen şefkati yok. Her karakterde sadece o karakter var. Bütünde ise sadece Adalet Ağaoğlu var. Bir yazar. Ne bir anne, ne bir kadın, ne bir kız evlat, ne bir kızkardeş, ne bir vatansever, ne devlet memuru, ne gazeteci, ne dönem yalakası, ne de bir öğretmen... Hadi diğerleri neyse de, nasıl başarıyor kadınlık etiketlerinden bu kadar ustaca -onları yok saymadan- kurtulmayı? Ece Temelkuran'da, Elif Şafak'ta, hatta Buket Uzuner'de de biraz biraz hissettiğim o kızkardeş hissini nasıl oluyor da duymuyorum bu kadının kitaplarında? Duygusuz olduğundan mı? Hayır, kesinlikle değil.

Dert edindiği konulardan biri sayesinde olabilir. En azından şimdilik anladığım bu. 70lerde, "kadın yazar" lafına bildiğin gıcık olmuş. Günlüğünde de, makalelerinde de değinmiş buna. Bir yazarın, kadın ya da erkek olamayacağını, tüm insanları, kadın erkek demeden anlatabilmesi gerektiğini düşünmüş. Günlük hayatta cinsiyetçiliğe her fırsatta kafayı takan benim gibilerin bile, içlerinde derinden bir edebiyat sevgisi, saygısı varsa, sakince dinleyip kafa yormamasının imkansız olduğunu düşündüğüm görüşleri var. Alıntılarda illaki yer vermişimdir. Özet geçmek açısından, BBC Türkçe'ye 93'te verdiği röportajdan ilgili kısmı not ediyorum:

"Uzun bir süre ben ayrı bir kadın duyarlığı olabileceğini kabul etmemiştim. Çünkü yazar insana bakar, insan dünyasıyla ilgilenir ve insanı ikiye bölemezsiniz erkek ve kadın diye. Biz romanlarımızda, hikayemizde kadını görmek zorunda olduğumuz kadar, erkeğin de dünyasını görmek ve topluca, dış ve iç etkenler ortasında insanı bulmak zorundayız. Sonraları ben kadın duyarlığını kabul etmek zorunda kaldım. Türkiye'de bir kadın olarak yazmanın, kadın yazar olmanın beş misli çok daha fazla bir direnişi gerektirdiğini anladım."


Şimdi sırada ne var peki?

Aysel'in zihni var. İkinci kitapta hep Aysel'in başka zihinlerdeki yerini gördük. Özledim Aysel'i, umarım üçüncü kitapta tekrar konuşur. Ama derdini anlatmanın yeni bi yolunu bulduysa yazar, kim ne karışır, bulmuştur, bizi yine ayırır. Ne gelir elden? Hasret de sevdaya dahil.

Ali ne yapıyor acaba? Bi de O'nunla karşılaşsak ne güzel olurdu. Tuncer ne yapacak düğün gecesinden sonra? Ölmeye mi yatacak? Tezel, Aysel ve Ömer üçlüsünün yarını nereye çıkacak? Ayşen ne yapacak? Nasıl büyütecek kendini? Tamam, hepsi değilse de, Aysel... En kıymetlisi Aysel...

Diğer romanlarında kimler var peki? Geçerken'de varlığından haberdar olduğum, Fikrimin İnce Gülü'ndeki Bayram kim?

Güncelerinin devamı nasıl peki, 90-96 arasını anlattığı dördüncü günceyi merak ediyorum en çok. Meşhuuur , hepimizin sevgi duyduğu doksanlarda nelere sinirlendi? Boktan gündem içinde O'nun da sevdiği komik şarkılar, oldu mu? Tiksinerek mi baktı doksanların rengarenk modasına. Televizyona çıktı mı? Sevdiği diziler oldu mu? Madımak hakkında neler yazdı defterine?

Bu kadın, Cumhuriyet'in kuruluşundan günümüze getiriyor bizi. Damla damla birikiyor günler. Eskiler masalla gerçek arası. Peki bizim kuşağımızı nasıl anlatıyor kurgularında? Anlıyor mu bizi? Bizi, kendisine bu denli uzak yetişen bu nesli, anlamaya niyetlendi mi hiç? Başarabildi mi? Çok merak ediyorum. Göreceğiz. Az kaldı.


-------


Damla Damla Günler alıntıları: https://kanatlikedimasali.blogspot.nl/2017/02/kitap-damla-damla-gunler-adalet-agaoglu.html

Geçerken alıntıları: https://kanatlikedimasali.blogspot.nl/2017/02/kitap-gecerken-adalet-agaoglu.html

Ölmeye Yatmak alıntıları: https://kanatlikedimasali.blogspot.nl/2017/04/kitap-olmeye-yatmak-dar-zamanlar-i.html

Bir Düğün Gecesi alıntıları: https://kanatlikedimasali.blogspot.nl/2017/04/kitap-bir-dugun-gecesi-dar-zamanlar-ii.html


BBC Türkçe röportajı:








Kitap: Bir Düğün Gecesi (Dar Zamanlar II) (Adalet Ağaoğlu)

Everest Yayınları
3. Basım, Eylül 2016
İlk Yayın: 1979


7 - İntihar etmeyeceksek içelim bari!

25 - Ben de o zaman neden o eski aşk dolu dostluğumuz için yeni bir çaba harcamaktan çekindim? Yüzüne, gözlerine bulaşan bu hüznü neden sevip okşamadım? Kim tuttu beni?

26 - Deftere geçirilerek anımsanan şeylerden bir hayır gelirmiş gibi.

27 - Doğrusu herkes bir şey yapmak peşinde. Herkes tutukevlerine, cezaevlerine, gözaltı yerlerine hiç değilse bir tepsi suböreği, iki sandık portakal götürebilme peşinde. Yitirilen inançların yerine, durum zorluyor diye, acilen yarım yırtık yeni inançlar koyuveriyorsan, utanmamak için, salt utanmamak için, yeni inançlar edinmişsin gibi dönüyorsan ortalıkta, daha çoook utançlar yaşarsın. Yaşayan görecek.

28 - Sen de devgençlere silah bulanlardan olmayıver, kulaklara usuldan usula fısıldamayıver, neyin eksilir?

29 - ...bütün utanma duygularını senin için harcayan korkunç yenge Müjgan...

32 - Deli gibi, mecnun gibi takılıp Ömer'in, Aysel'in ve burda karınca sürüsü gibi çok olan onların kopyaları peşine, sanki ben de gittiğim, oturup kalktığım her yerde "Efendim, bu iktidar çok kötü bir iktidar. Bu adamlar çok rezil adamlar. Çok yanlış işler yapıyorlar ve bile bile yapıyorlar köpekler! Memleketi hiç düşünmüyor, hep kendi çıkarlarını düşünüyorlar. Çoğunluğa yararı olmayacak bir köprüyü, bilmem kaç paralar yedirip elin adamlarına, getirip İstanbul'un tuzu kuruları için, kendi adamları için kuruyorlar!.." demesem olmazdı. Üstelik ben iyi ressamım ya, o günler el üstünde tutuluyorum ya, göz zevkime güven pek yaygın ya, İstanbul'un estetik sorumluluğunu yüklenmek de bana düşer. Sanat ve kültür kolonimiz öyle istediği için estetik konusunda uzmanım ya, konuş artık: Efendim deli bunlar! Köylü olsalar, deli olsalar hadi neyse. Köylü aklıyla getirip güzel İstanbulumuzu çeliğe, halata, betona bulayacaklar karşıdan karşıya... Şu tablomun üstüne bir uçtan bir uca karakalemle sert iki çizgi çizseniz, aynı kalemle bu çizgilerin arasını da cart cart tarasanız neye dönerse bu resim, işte İstanbul da ona dönecek...

35 - Hele benim beni anlamamı hiç istemiyorum.

35 - Meğer nihilist olmak komünist olmaktan da zormuş!

37 - Yok aman yok. Duygulu falan değilim. Bencilim bencil! Defolsunlar başımdan!

38 - ...bu karnıgöğe  debelenen pis yaratıklar sensin, sizsiniz, elinde şeltoksla bu işi beceren de Papa, pardon para!..

43 - Sersemlerin aklına bile gelmez böyle bir şey yapmak. Paracıklarını nerelerde harcarlar bilemem.

46 - Kendimi koyverdim mi, koyvermedim mi? Hep geleceğe dönük mü yüzüm? Yoksa sallanıyor muyum?

48 - Ben bir general vurabilirdim vurmasına da, bunların kahraman kesilmesinden daha kahraman oluveririm diye korktum. Üstelik, bir generali vuracaktıysam da, onlar istedi diye vurmazdım. Ben aslında bütün generalleri, CIA'nın oyununa gelmiş masum generalleri temizlemek isterdim, çünkü Amerikan pazarından sürme aşırırken yakalanıp da, kurtuluşu "Pis kapitalistler!" diye bağırı bağırıvermekte bulan Sevil Hanım gibileri de devrimci kadromuzun içine ithal etmelerini önlemenin tek yolu bu. Ayrıca "Satılık General" diye de bir şarkı var bu yeryüzünde. Yalnız sürme satılmıyor ya Amerikan pazarlarında?

71 - ...ne çok şey öğrendim bu ikisinden ve sonunda hiçbir işe yaratamadım...

72 - Yine de başkalarının kaybı kendininkiler kadar acı vermez kimseye...

72 - Kiminle başbaşa geçirmeliyim bu akşamı?

73 - Şimdi içeri gireceğim. İçerde biri olacak. Adı yok. Artık adının olmasını istemiyorum. Adsız biri. Ama biri. Beni, kendisini gördüğüm için gerçekten sevindirecek biri. Yok. Yoksa yok. Onu ben bulacağım. Koskoca İstanbul. İçinde on yıl, on yıldan fazla zaman geçirdiğim İstanbul. Burda böyle birini mutlak tanıyorum. Böyle biri kesinlikle var, olmaz olur mu?

74 - Doğduğum kenti ve oradakileri hemen hemen hiç düşünmez olduğum, Oktay'ı başımdan defettiğim, Maçka'daki galeride küfrü basıp ardından tokadı yediğim, -ardından yüzümdeki tükürüğü silemediğim- cezaevi kapılarında dayanışmaya koşmaktan caydığım -yani caydırıldığım-, sonra benden kutsal bir görevi yerine getirmem istendi diye, yeniden paçaları sıvadığım -paçaları yeniden sıvadığım için kendime lanetler ettiğim-, "the end"i kondurmak için de kalkıp bir mektupla bezginliğimin bütün yükünü Aysel'in üstüne yükleyerek her şeyden elimi yüzümü yıkadığım zaman; "the end"in altına koskoca bir tura gibi "Her şey hiç. Tek gerçek yalnızlık" imzasını atışım, üç gün sonra, üç ay sonra, ama önünde sonunda biteceği bilinen bir yoksullukmuş.

82 - ...payımıza düşen en küçük birer daireyi, Küçükesat'taki külüstür apartmanın iki dairesini işte, Aysel'le ben -ee mirasa karşıyız ya-, yeni Anayasa özgürlüğünden başımız dönmüş olarak, subaylara yüzme havuzu, kıyı konutu falan yapılsın diye, şanlı ordumuza bağışlamıştık...

83 - Herkes de neler biliyor. Ben dünyadan habersizim canım. Koca alıp bırakmaktan, içmekten, zalimlerden nefret etmekten ve resimlerimi güzel yapmaya çalışmaktan sağı solu görecek halim mi oldu? Özellikle son yıllar... Sahi, bu işler arasında Aysel'e o mektubu yazmak da var. Ne istedim ki Aysel'den? Ha Aysel, ne istedim senden? Neden bu derece yalnız bırakmak istedim kendimi?

84 - Şu dönemdeki en kötü gün bile, dünün o iğrenç sömürgeci şaşaasına yeğdir.

85 - İnsanlar arasında durmadan mikrop gibi yayılan bir hastalığın bulantısı bu. Kuşku ve güvensizlik. (...) Yoklaya yoklaya yaklaşmak herkese. (...) Her gün biraz daha kapanmak. Her gün biraz daha köstebekleşmek, tilkileşmek, böcekleşmek...

87 - Bu kadını buraya Jön Türkler miras bıraktı, başka biri değil.

88 - Aklım karıştı mı, kendime bile küserim ben.

89 - Öyle ya, arada bunlar olmasa kimse bir derdini postayla doğrudan bir örgüte bildiremez, o küçücük kağıtlar da başka bir yolla o büyük örgütün büyük adamlarının eline ulaşamaz değil mi? -Hepsi o eski aşağılık duygularımız, hep!- Onun için bu yozun da yozu, Jön Türk artıkları hep arada olacaklar.

89 - Sen benden daha hepçi ya da hiççisin. Ya da öyleydin. Nasıl oluyor da, bunca sevgisizlik, güvensizlik, bunca hıyarlık ve en iyisinden çocuksu enayilikler ortasında hiçte değilsin? Sorarım elbet. Çünkü benden iyi bilirsin ki, "hep" diye bir şey zaten yok. O zaman nasıl oluyor da "hep"in peşindesin... Sürekli olarak o bütün sevginin, o bütün insanın peşindesin ha?

90 - Senden kurtulmak tümüyle her şeyden kurtulmak olurdu.

90 - Sana olan sevgim de, katır gibi ayaklarının üstünde dikilip duruşuna duyduğum hayranlık da bana yük. Sırtıma koca bir yük sevgin.

95 - Oysa korkum bundan da öncesine dayanıyor. Koskoca yaşında Aysel'deki büyük değişim. Buna tanık olmak. Kişinin önünde, onu kendi yargıcı yapacak bir örnek bulunmamalı.

96 - Gelmezse, beni hiçlikten bile nasıl kuşkuya düşürdüğünü hiç bilmeyecek.

104 - İçte biriktirilen, açığa vurulmayan ilk uzaklık her gün biraz daha aramıza girerken?

106 - O bile bir şeydir. İkisi arası olmanın ötesinde bir şey...

107 - Özgürlük gibi haklılık da görece bir şeydir. Haklılık ya da özgürlük diye tek, bütün zamanlar için geçerli bir şey yoktur...

107 - ...çünkü böyle bir şeyi ben yolboyu gizli gizli, çok gizli, çok belirsiz bir biçimde umdum...

111 - İçin için, genç kızlığında kendi başına yaptığı küçük ihtilallerine Tezel'in hazır konmuş olmasına içerleyerek.

111 - Bir öğrencinle bir kezcik yatıverdin diye kendin de (ahlakçılarımız iki yıl ancak dişlerini sıkabildiler) üniversitedeki kürsünden kovulmazdın üstelik.

112 - Aysel, bütünüyle yabancısı bulunduğu, üstelik hiç hoşlanmadığı bir insanlar dört duvar arasında kalmışçasına şaşkın. Şaşkın ve yıkkın: Demek bu adamcağızın aşkınlık, diye geveleyip durduğu şey, içinde dört yıldır sinsi sinsi besleyip büyüttüğü kocaman bir düşmanlık, uçsuz bucaksız bir kinmiş! Demek açıksözlülüğüme duyduğu saygı bir tuzak. Faşistlerin sosyalist parti kurdurup da, üyelerini bir kepçede toplamayı amaçladıkları türden bir tuzak!

113 - "Bütün ayrıntılarını vermek zorunda değilsin" diye kesmiştim sözünü.

114 - Kesip biçtikleri, ayıklayıp attıkları arasında değilsem, birlikteliğimizin sürmesinden onur duyacağımı söylemiştim ona.

116 - Ama yaşamasını bildikleriyle özümlemiş, öğrenebildiğini insanlığına yedirmiş; kendini sınava çekmeden başkalarını sınamaya kalkmayan, kendini anlatmada gösterdiği acemilikleri bile tam kendisi olan; şimdi bulunduğu yerde sahiciliği belirgin çok ender gençlerden biriydi Engin benim için.

119 - ...geçmişi yalnız kendi gözünde değer taşıyan züğürt baronlar gibi...

126 - Her şeyden birden kopmanın pek kolay olmadığını görüyorsun değil mi Tezel? Bir yere girince, en azından üstüne başına oranın kokusunun sineceğini?

142 - Hüzün gözleri irileştirir, derdi Tezel bir zamanlar. Sevinçse kısar, küçültürmüş; içlerinde ikişer yüzlük ampuller yanıyormuş gibi de parlarmış...

161 - Aynı karından çıktık diye senin çıkarcı suratını görmek zorunda mıyım? Fırsatçı sen de!.. En yakınlarına bile insanca tek yaklaşımın olmadı. Bir bunu öğrenmişsin. En yakınlarına bile boyun eğdirmeyi. Eğmediler mi edepsizleşiyorsun. Herkese her bir biçimde küfredebilirim sanıyorsun. Buraya seninle sarmaş dolaş olmaya gelmediğimi biliyorsun ya, ondan deliriyorsun. Yaptıklarınıüstelik bir de onaylamalıyız ki için rahat olsun değil mi? Onaylamıyorum işte! Onaylamadığımı biliyorsun. Yarın çok sıkışırsanız askerin silahını bile satın alırsınız siz. Her şeyi satın almaya bir kez alışınca, bu memleket sahipsiz, tapusuz bir toprak parçası çünkü, bir kez el koymaya başlayınca askeri de alırsınız ve namluların ucunu öz kardeşlerinize bile çevirirsiniz! Sen de bat, anama verdiğin şu sofra da yerin dibine batsın! İçimi katılaştırdın, durmadan körükledin beni. Suç bende değil, anlaşıldı mı?!

170 - Burada yapılacak bir şey kalmadı. Sen yapılabilecek her şeyi yaptın. Derslerde karşıma geçip "Ooo, maşallah hocam, bakıyoruz Küba'nın ekonomisini de eleştiriyorsunuz artık. Sonra da sosyalist geçiniyorsunuz" dedin.

183 - Sizse bize, "Yarın bu düzen değişince, ülkenin yine ekonomistlere, mühendislere, mimarlara, yargıçlara gereksinimi olacak. Ama siz bu alanları size karşı olanların eline bırakmak niyetindesiniz. Gerçekçi bir tutum değil bu" derdiniz.

185 - Benim üniversitedeki yaşamım, küçüklü büyüklü bir grup arkadaşla oluşturulmuş yeni bir aileydi sanki.

187 - Biz, aramıza en çok polis sızmış kuşağız ya hocam...

197 - Evet, şaşacaksınız, ben de şaşmıştım; düşmanlarla dolu bir yolda tek dost yüz, yoksunluklarla dolu bir yaşamda tek zenginlik anımsanınca böyle olunur ancak.

198 - Bunca yıl iğneyle kuyu kaza kaza edinilmiş bir kişiliği yok mu sayacağız? Bu tür çabaları küçümsersen, kendi çabalarını da küçümsemen gerekir, çünkü seni de küçümseyecekler çıkar gelir günün birinde. 

199 - Neden sevdalanmıştır? Kendi çevrenden biri olsa, bunu sormak aklından bile geçmez, değil mi? Böyle bir soru sorulmaz.

199 - Şimdi yoksul kızlar için altı arabalı, altın çakmaklı delikanlılar gözde ve genellikle altı arabalı, altın çakmaklı kızlar için yoksul, devrimci gençler.

200 - Utanılacak olan sevdalanmak değil be oğlum. Utanılacak olan, her şey için savaşan birinin, söz sevdaya geldi mi, orda savaşmaya yan çizmesi. 

201 - Bende pırıltının, kendini açığa vurmuş pırıltının nebzesi yoktu. İçin için yanan, dile gelmemiş, dumanını bile kendinden saklayan bir sevda.

202 - Kaş çatmanın, insanlığı geri itmenin gereği yok. Ne yaparsan yap, insan gibi yap. Ne yaparsan yap, kendinden kaçmadan yap. Yalnız başka güçlüklerden değil, kendi güçlüklerinden de kaçmadan yap. Devrimse de, sevdaysa da. Birini iyi yapan, ötekini de iyi yapar zaten.

203 - O zamanlar bu sözünüze karşı dururken, şimdi bu sözünüzdeki doğruluğa sığınmayı uygun buluyorum. 

207 - Çünkü Tuncer yeterince pişkinleşememiş daha. Kendi kendinin savcısı olmaktan bütünüyle kurtulamamış.

208 - Ayrıca bunlar, vezir atının bakışını bile kaçırmazlar. Attan da gelse bir selamdır. Bir gün işe yarayabilir.

212 - İçerken yiyemem!

219 - Böylece hüznünü çağdaş bir örtüye sarıyor. -Nicedir hüzün ve acı ne denli büyük olursa, o denli çok gülünüyor...

237 - Bir kez daha onun, bana açık olduğu denli, benim ona açık olmayı göze alamadığımı.

238 - Elbirliğiyle kurbanımızı verdik. Şimdi duası okunuyor. 

240 - Tutup Tezel'in yeniden ve çok fazla titremeye başlayan elini öpüyorum. Bunu neden yaptığımı bilmiyorum. "Şimdi bu eli ne yapayım Ömer? Naftalinleyip anılarımın arasına mı katayım? Bak, şurdan bir kadeh içki kapıp gelmezsen, öyle yapacağım. Büyük profesörümüz, çok duygulandığı bir anda, tutup şu elimi derin bir saygıyla öpüverdi, diye yıllar boyu anlatıp gezeceğim. Beni önemsedi biliyor musunuz, önemsedi beni, diye övünüp duracağım..." "Seni severim Tezel, bilirsin."
"Yok, sen yalnız Aysel'i, bir de, hangi adreste oturduğunu pek bilmediğin halkını seversin."

245 - Şimdi aramızda iyi bir formül bulduk mamafih. Bize verilen yiyeceklerin en byenilebilir gibi olanlarını birleştiriyoruz, bunları Tommy yiyor. Kalanları da birleştiriyoruz, ben yiyorum. Böylelikle Tommy de biraz kuvvet kazanmaya başladı.

258 - Ercan'ın alınganlık huyu yok, belli. Kendi yerine iyice yerleşmiş bir delikanlı bu.

258 - "Kız, Tezel deyip durma. Hala, desene!.." diye sarılıveriyor Tezel de ona."Ben senin düğününde bulunmak için daha nelere kıydım. Kesin alınmış ne kararlarımı altüst ettim Ayşenim. Bir lokma içkinin lafı mı olur?"

261 - Yirmi iki yaş, her zaman en son dakikada birinin ortaya çıkacağını, kendisini güneşli güzel günlere doğru çekip götüreceğini umabilir. Böyle bir son dakikanın ürperişlerini gelecek güneşsiz günlerde de aynı güçle yeniden yeniden duyacağını sanabilir. Kırk beşini geçmiş bir akıl adamı ise, o aklı başına toplamak zorunda.

262 - Ayşen, yüzüne yapay mutluluk çizgilerini taşıyan maskeyi oturtuyor.

264 - Öğlesonu uyanabilir, benimle konuşabilirdin. Hatta "Ayşen ararsa uyandır anne" diyebilirdin. Sen, bir yığın uzak insan arasında yaşamını nasıl sürdürüyorsun, bana anlatabilirdin. Beni elimden tutabilirdin. Kimse tutmayınca, bak işte şimdi, beyaz dantel eldivenli ellerimden biri Ercan'ın elinde. 

275 - Annemi anlamak üzere ana olmaya hazırlanıyorum. Çocuklarını anlamak üzere bunlar hiçbir şeye hazırlanmamışken...

286 - O gün, gidecek hiçbir yerim yokmuş ki... Bunu bildim. Kimseye gerekmediğimi. Bana, dilediğim hiçbir köşede yer olmadığını. 

299 - Gittikçe yalnızlaşıyorum. Ercan yenebilir beni.

300 - Birini seven biri var mı acaba bu kentte?

300 - .. beni sevmiyordun. Bana acıyordun. Beni yetiştirmenin gurunu seviyordun. 

301 - Yine de nasıl oluyor, bütün bu yazılanlar, ezberlediklerim, evimde öğrendiklerimden, bu düzenden duyduğum nefretten daha öfkeli kılamıyor beni? Acaba halk, uzağımızdakiler, işçiler, öğrendikleri zaman nefreti, öğrendikleri zaman öfkeyi; devrilesi bir düzeni nerden öğreniyorlar? Bu kitaplardan mı? Benim gibi, bir merhabasızlıktan, bir sevgisizlikten, bir bakıştan, baskıdan ve açlıktan mı yoksa? Açlık. Şimdi soruyorum: Kim daha aç? Hangisi daha öldürücü? Bunu arkadaşlarıma söyleyemem. Onlara böyle bir açlığın sözünü edemem.

312 - O gün Zehra'yı annemden, Uğur'u babamdan ayırabilmek için çok güçlük çekmiştim.

325 - Ömer Abi'ye bakıyor, öğütleri yine kendine. Ne savaşkan kadın!.. Başkalarından önce kendini denetlemekten yorulmayan bir kadın. Ömer Abi'ye karşı yakınlığı, dostluğu, aşkı, evet belki aşkı bile terliklerini giyip oturmuyor kanımca. Bunca yıl sonra... Yıllar sonra bile, o birlikteliğin ayaklarını uzatıp yorgun oturmasına boyun eğmiyor. Benim algıladığım bu. Asıl öğrenmem gereken bir şeyi en son, artık işe yaramayacağı bir zamanda öğrenmem iyice yoruyor beni. Ömer Abi'ye bakıyorum. Hiç tanık olmadığım bir yorgunlukta, bezginlikte, "Peki Aysel, peki. Hadi sen gecikme artık. Biz Ayşen'le otururuz" diyor.

326 - Halamla Ömer Abi'nin artık ne tümüyle birlikte, ne tümüyle ayrı olamayacaklarını, işte buna benzer bir şeyi, nedenini bilmeden algılamam... Beni asıl yaşlandıran bu.

331 - Bizi, bir mantar hastalığıyla da olsa, birbirimizden ayrı kılmaya özen gösterenlere karşı aynılaşmalıyız.

332 - "Benimle kim ilgilendi? Kim elimden tuttu çocukluğumda?" Eh ne yapalım, herkes senin gibi katır diretkenliğinde olamaz...

334 - Çalışarak mutlu oluyormuş! Yardımsevici karılar derneğinin kılık değiştirmiş yeni bir üyesi bu Aysel artık. Nerden buluyor bu işleri, o mutlu olma yollarını? Neden intihar etmiyor?

337 - Şu Aysel'i de gerçekten çıldırtabilsem!

339 - Yüzsüz bir kadın oldu Aysel. Tam duyarlıklı bir anını yakalamışken, Aysel kum tanecikleri gibi avuçlarımın arasından kayıp gitti. Tezel'i özlemiş. Beni değil... "Demek Tezel bile senden daha ileri sevmek konusunda, anladın mı? Bunu söylüyorum ben, anladın mı Aysel? İşitiyor musun? Mantar hastalığım falan da yok. Hiçbir eksiğim, kusurum yok. Seni yitirmekten gayrı hiçbir bokum yok!.."

345 - Kendini bu kadar önemsemeseydin, bu girişten böylesi sıkılmazdın Ömer!..

350 - Bir mors alfabesi söker gibi, titreyen o başın içinden bunları söküp çıkarıyorum.

368 - Tezel, umutsuzluğunun doruğuna çıkmış, oradan aşırı duyarlılığının kurbanı başını sallayıp duruyor. O duyarlılığı alkolle, vurdumduymazlık ve gırgırla örtbas etmeye çalışa çalışa yıprattığı yüzünü buruşturuyor...

369 - Ama Aysel gibi biri, içeri alınmaktan Sevil yüzü suyu hürmetine sorguya götürülmekten gizli bir sevinç duyabiliyorsa, ne yapılır? Ağlanmaz mı? İnsanların bu derece şaşkınlaşmasına, bir direncin böylesi çocuksulaştırılmasına ha, ağlanmaz mı? Başına devlet kuşu -hangi devlet kuşu canım, yiğitlik kuşu- konmuş gibi almış bu işi; apaçık işte. Buna ağlanmaz mı Ömer? Ağlanmazsa, insançekip kurşunu beynine sıkmaz mı?

371 - Ne de olsa dünün bağsız öğrencisi değil. yeni bağlarını ya pekiştirmesi, ya koparması gerekecek; en güç olan da bu. Doktor olmadan, doçent olmadan, Prof. olmadan önce kendisi olmak. O kartvizitleri taşıyan KİŞİ olmak. En çok burda zorlanacak. 

03 Nisan 2017

meczup bile değişir coğrafyadan coğrafyaya

Türkiye'deyken orda burda karşıma çıkan, kafası uçmuş insanlarla muhabbet etmeyi severdim. Özellikle İstiklal Caddesi civarında denk gelirlerdi. İllaki edebiyatla bi alakaları olurdu. Evsiz tipli, orda burda takılan, hayatın sillesini yemiş, boşvermiş insanlar.. Ufak bi kafede otururken, dükkan sahibiyle kanka olmuş, dışarda sigara içerken gelip muhabbete dalar mesela. Başlar anlatmaya. Aklına geleni söyler, seni fazla dinlemez. Verdiğin her cevaptan yeni bi anısı gelir aklına, ordan oraya atlar. Seni sadece dinleyici olarak görür aslında. Aslında sen olmasan zaten kendi kendine konuşacaktır. Yine de, ciddiye aldıysan, he deyip geçmediysen minnetle bakar gözleri. Günlük hayatta alıştığımızın tersine, samimi bi muhabbetin peşindedir. Alabildiğine bencildir o da, bizim gibi, ama gereksiz kibarlıklara girişmez, dinliyormuş gibi yapmaz. Hem mütevazidir, hem kendine güveni tamdır. Vs vs..

O zamanlar gençtim, yeni insanlar, başka hayatlar tanımaya çok meraklıydım da ondan mı severdim bu muhabbetleri, yoksa konuştukları şeyler mi ilgimi çekerdi, bilmiyorum. Bi şeyler değişti, artık burda, başka bir dilin konuşulduğu bu ülkede zevk almıyorum davetsiz muhabbet misafirlerinden. Dili anlamamak değil problem, 2,5 senede ister istemez gelişti İngilizcem, olabildiğince az pratik yapmama rağmen. Ne dediklerini anlıyorum, refleks olarak cevap da verebiliyorum. Ama yabancı olduğumu çatdadanak anladıkları için, ilk soru "Nerelisin?" oluyor ve "Türkiyeliyim" deyince açılan muhabbetler hep aynı yöne gidiyor. Erdoğan, Hollanda'ya faşist demesi, Hollanda'daki Türkler vs... Sıkıcı, çok sıkıcı. Zaten bunlardan konuşmak istemiyorum, bi de bana kalkıp Türkiye'yi anlatmaları yok mu!.. Tayyip'ten önceki Türkiye'yle şimdikini kıyaslıyor bana. Gülen'le çok farkları yok aslında, sadece birden anlaşamadılar, kökenleri aynı, diyor. Mevlana'ya benzetiyor, ikisi de mistik diyerek... Bi arkadaşım var, Orhan, diyor, ailesiyle politika konuşamıyor, anlaşamıyor, diyor. Kendisi ne Erdoğancı, ne Gülenci, diyor. Atatürk de diktatördü ama daha iyiydi, diyor.

Hadi ya, diyorum, ne kadar ilginç. Sadece bunu diyebiliyorum. Beni hiç dinlemiyor çünkü. Bacak bacak üstüne atıp öne doğru eğiliyor durmadan yaktığı tütün sigarasını içerken... ve kitaplardan, haberlerden öğrendiği kadarıyla, Türkiye'yle ilgili daha önce hiç duymadığımı düşündüğü bi gerçeği daha anlatmaya başlıyor bana. Bana bana, Bihterine!

He deyip geçiyorum. "Yoruldum abicim bu konuları konuşmaktan, bana başka şeylerden bahset," diyecek güç bile bırakmıyor insanda. Durmadan konuşuyor. Bulunduğum yerden uzaklaşmaktan başka seçenek bırakmıyor bana.

Kaçınılmazsa zevk almaya bakmak, bi seçenek. Ne düşündüklerini öğrenmek, yaşadığın yerde farklıinsanların görüşlerini öğrenmek filan..  Ama olmuyor, zaten lafı bölüp muhabbete dalabilen, muhabbette dominant olabilen bi insan değilim, çok sıkılıyorum. Utanıyorum, çekiniyorum filan değil, bildiğin sıkılıyorum.

Bu yaptığım ırkçılık mı sevgili blog? Sorarım sana. Kendi memleketinin evsizleriyle konuşmaktan zevk alıp, göçtüğü ülkeninkilerin muhabbetini beğenmemek... Ya da daha hafif tabirle milliyetçilik mi? Yok be, değildir. Olsa olsa sıkılmaktır. Beni bana anlatma, demektir. Belki de büyümektir. Belki de artık düzene uymayıp boşveren insanların hayatlarına eskisi kadar saygı duymuyorumdur. İstiklal'de bağıra bağıra şiir okuyan, kapı önünde sigara içerken yanıma yanaşan bi evsiz daha görürsem, bi bakarım, ne hissediyormuşum. Ama du bakalım, memleketin evsizleri bile değişmiştir belki bu son bikaç yılda.

O değil de, pişşt, bak ne diycem: Türkiye çok değişti, biliyo musunuz?



Yukarıdaki kartpostalı İstiklal Caddesi'nde, Sahaflar Pasajı'nda bi sahaftan almıştım. Uzun uzun muhabbet etmiştim adamla. Uzuuun beyaz saçları ve uzuuun beyaz sakalları vardı. Üniversitenin başındaydım. Ne konuşmuştuk o kadar? Evlenmeyin demişti ya da kadınlarla ilgili bi şeyler demişti. Boşanınca nasıl rahatladığını anlatmıştı. Sonra tekrar gittiğimde göremedim onu. Oğlu vardı sanırım, suratsız, benim yaşımda bi tipti. Meczuplukla alakası yoktu, karizması çizilmesin diye gerekirse nefes bile almayacaktı, o derece olması gerektiği gibiydi. Sonra ben de onun gibi biri oldum, o ayrı.

Bu kartpostal, koleksiyonumun ilk üyesi oldu. Sonra, zamanla biriktiler. Seçilenler bi duvarı kapladı. Belki de hepsi o meczupça muhabbetin yüzü suyu hürmetineydi. Akıllı tarafından bakarsak hayata, so what? der insan. Bi duvar kartpostallarla kaplanmışsa ne olmuş? Kira değil mi ev, çıkarken boyatmak gerekir, boşa masraf. Öte yandan... O kadar basit değil işte. 

Düzen dediğin, normallik dediğin ota boka, gereksiz şeylere masraf çıkarmıyor mu sanki? Bi düğün olur misal, elbise gerekir, ayakkabı gerekir, ayağı vuran cinsinden, takı gerekir, çanta gerekir, saç, makyaj gerekir. Bunların hepsi masraf. Bu saydıklarımın hepsi olabildiğince günlük hayatta kullanılamayan türden olması gerekir. Öte yandan, her düğünde, her kutlamada, fotoğraflarda laynı kıyafetle görünmemek de gerekir. Dolayısıyla hayatında en fazla bikaç kere giyeceğin şeylere tonla yatırım yaparsın. Neden? Çünkü düzen kadına böyle yapmasını emreder! 

O yüzden, bana masraf bahanesiyle gelme sayın düzensever. O kartpostalın bi anlamı var, neye mal olursa olsun, düğün için alınan topuklu ayakkabıdan bin kat daha değerli. 

(Evet, yakın zamanda düğün var, gerginim ve kafam da biraz güzel)

Kitap: Ölmeye Yatmak (Dar Zamanlar I) (Adalet Ağaoğlu)


Everest Yayınları
5. Basım, Kasım 2016
İlk Yayın: 1973



14 - Bazıları, erkeklerden bazıları, başlarını açmayı akıl etmişler. Yaşlı kadınlar damalı örtüleriyle yüzlerini kapatıyorlar. İçlerinden on kez, "Allahım sen günah yazma" diye yakarıp dua ederek, üç kere bağırlarına tükürüyorlar. Erkek kadın "umum" bir yerde ilk bulunuşları.

14 - Doktor bekardır. Sarı saçlarını parlatarak her yere geç gelmeyi, kendisini henüz bir hastadan dönüyor göstermeyi ve böylece herkesten daha ülkücü olduğunu belirtmeyi sever.

20 - Kız ve erkek öğrenciler ilk kez birbirlerine değeceklerdi. Ama, onca provaya karşın değemiyorlardı. Adımları birbirine karışıyordu. Sarılmak gerektiğinde, birbirlerinden birer metre uzakta duruyorlardı. Bu bile, erkek ve kız çocuklar arasında, birinin de kendini dereye atıp boğulmasıyla sonuçlanan büyük aşklara yol açacaktı.

21 - Seyirciler arasındaki eşraf ve esnaf babalar, polka ve rondo ile kirlenen namuslarını örtbas etmek için durmadan öksürüyor, kafalardaki bütün sıkıcı düşünceleri kovalamak için gerekli gereksiz gülüyorlardı. Medeni olmak buyrulmuştu. Eh, ne yapsın onlar da medeni olmuşlardı işte. Suç kendilerinde değildi.

22 - Geceler boyu bekar odasında, yatağında, helada, sofrada kendi kendine tekrarladığı, ama hiçbir fırsatla kimselere söyleyemediği ne kadar düşüncesi, ne kadar sözü varsa, hepsini bu akşam söyleyecekti işte.

23 - "Bir gün öğretmen de ölür. Ama ardından binlerce ve binlerce kişide yaşar o. Bir alev, sönmez bir ateş gibi, ilim meşalesini nesilden nesile devreder." (Bunları yobaz bir hocadan başına taş yiyip ölürken söyleyecek.)

24 - Aysel'in babası, Salim Efendi, Kurtuluş Savaşı'nda İsmet Paşa'yı Ankara'ya götüren jandarmalardan biri olmakla yakın zamana dek övünmüşse de, artık bunu unutmuş gibidir.

30 - Babanın ya da annenin tansiyonu yoksa, en üst kata yerleşmişlerdir. Kimsenin tepelerinden halı silkmesine ve gürültü etmesine izin vermemek için. (Şencan Apartmanı)

32 - Bir Kültür Bakanlığı vardır. Bütünleme sınavlarına engel sınavları, ekim ayına birinciteşrin, Adalet Bakanlığı'na Tüze Bakanlığı denilmektedi.

34 - "Dersim'e sefer olur, zafer olmaz" diyenlere karşın, Umumi Müfettiş Korgeneral Abdullah Alpdoğan, Dersim'e gidip köylülerle konuşmuş ve bu konuşma sırasında bir fotoğrafı çekilmiştir. Dersim'i (Tunceli) itaate alan iki güçten söz edilmektedir: Asker ve beton.

41 - Bütün iyi aile çocukları Galatasaray'da okuyormuş.

41 - Halam, Fenerbahçe'de dedemden kalan köşkte oturuyor.

42 - Babam küçük bir kasabada kaymakam, evet. Fakat dedem paşaymış. Bunu kimse bilmiyor ki. Bir gün öğrenirler.

42 - Ailesi hem köylü, hem de çok fakir. Babası da yokmuş zaten. Hele, Galatasaray'a hiç giremez.

42 - Babası hoca olduğu için, ona Kur'an ezberletirmiş; Kur'an'ı Arapça ezberlediğini bizden saklardı. Ben, öğretmenime söyledim. Neredeyse okuldan kovuluyordu. Başöğretmen acıdı da kovmadılar. Onu nasıl başöğretmen yapmışlar bilmem.

44 - Atatürk inkılaplarına böyle karşı gelirse, Belediye Reisi'ne dükkanını kapattıracağını söyledi de, Aysel müsamereye öyle çıkabildi. Zavallı Aysel! O, hiç Ulu Önderimizin istediği gibi bir Türk kızı olamayacak bana kalırsa.

45 - Bütün hocalarımız harp olmayacağı için çok seviniyorlar. Buna biraz içerliyorum. Ne olsa, hocalarımızın çoğu ecnebi. Türk olsalardı harpten korkmazlardı.

46 - Ama, ne olsa köylü işte. Avrupai kafalı biri olsa o da oğlunu Avrupai bir okula gönderirdi.

48 - Yoksa gebe miyim? Öyle ya. Çoktan aybaşı olmam gerekirdi. Neden olmadım? Kadınlığım mı bitti?

49 - İnsan kendini tek başına özgürleştiremezse ve tek başına özgürleşme düşü içinde boğulmuşsa, kendinden sonra gelenlerin altına yatmalıdır.

49 - Ama hiçbir yerli film, bir öğrenci odasında, kendi öğrencisinin odasında, bir doçent hanımın kadınlık zarının yeniden nasıl bozulmuş olduğunu göstermez.

50 - İşçiler, hizmetçiler, hastabakıcılar, marangozlar, marangoz çıraklalrı, dükkan çırakları, hademeler, çöpçüler... Bu gece Büyük Tiyatro'da My Fair Lady'y, seyretmeye gidemeyecek kim varsa başkentte, hepsi. Hepsi, sabahın köründen başlayarak, asla erişemeyecekleri bir masal hayatına vergi ödediklerini düşünmeksizin.

52 - Ne ki, bazı çirkinlikler fırsatsızlıktan önlenir. Benim de fırsatım yok şimdi. Ama bazı güzellikler de fırsatsızlıktan çirkinleşir. Onunla şimdi konuşmak istiyorsam, bu belki de son anda tamamlanabilecek bir şeyi tamamlayabilmek içindir. Hiçbir şeyi tamamlayamadan ölmüş olmamak için.

55 - Her şeyi kitaptan ezberlenmiş gibi düzgün bu oğlanın. Sahiciye benzemez.

55 - Aysel'i başkente yollamadan da durmadan boğulmaktaydı Salim Efendi. Oğlu okuryazar olduğundan bu yana boğulmakta. Öğretmene rastladıkça boğulmakta. Kaymakam mahfellerde, bayramlarda, kalkınan ışıklı bir ülkeden söz ettikçed, boğulmakta. Şakir Ağa, erkana rakı sofraları kurdukça, bağına bahçesine kuzu çevirmeye götürdükçe onları, boğulmakta. Onu, Belediye Reisi'nin kolunda, şosede dolaşırken görüp görüp boğulmakta. Onun öğretmenden yanak aldığını görüp boğulmakta. Jandarma Kumandanı'na besili hindiler gönderdikçe boğulmakta. Memurinin gittikçe dışına düştüğünü, hiçleştiğini görerek boğulmakta. Boğuldukça nemrutlaşmakta. Nemrutlaştıkça yenilik, uygarlık adına ne görürse ortalıkta, topuna birden soğukluk duymakta, hatta kin toplamakta...

59 - En çok onun kendilerini, "Yiyiçiğim, içiciğim" diye konuşturmasına takılırdı.

66 - Ali, henüz kaldığı otele de, başkente de alışamamış olmanın şaşkınlığı içinde ağlamayı becerememiştir.

67 - Bir kadın, erkek sırtları arasında tek tük yer alan kadınlardan biri, ak mendiliyle hıçkırıklarını ağzına hapsederken, birden, "Öff, ne pis kokuyorsun sen çocuk!" deyivermişti.

69 - Çıplakken bir matbaa işçisini bir öğrenciden, bir efendiyi bir uşaktan, bir zorbayı bir aşıktan nasıl ayırdedebilirsiniz?

70 - Ayrıntıları düşünmekten ölemiyorum.

74 - (Sahi, kabul günü ne zaman ithal edildi acaba yurdumuza?)

78 - Ben oraya gelince, en ağırıma giden de annemin, babamın bana başımı örttürmeleri oldu. Sana anlattığım gibi, burda benim yaşımdaki kızlar, hiç başlarımızı örtmüyoruz. Sadece, okula giderken kasketlerimizi giyiyoruz. Zaten Ölmez Atamız, bizlerin uyanık ve medeni olmamızı istemiştir. Şayet beni burdan bir öğretmenim yazın, başım örtülü olarak dolaştığımı görseydi kimbilir neler derdi?

80 - Biz Türk erkeklerine hep kardeşimiz gözüyle bakarız ve bakmalıyız.

81 - Çok komikti. Ayıp olmasın diye fazla gülmedim.

82 - Herkesten Hitler'in çok büyük bir adam olduğunu duyuyorum. Sevgili kardeşim, yurtta sulh, cihanda sulh diye, ben hiç harp  olmasın istiyorum. Fakat Hitler, Ulu Atamızı tanımadığı için ve O'nun ölümünün dünya için ne büyük bir kayıp olduğunu bilmediğinden olacak, böyle herkesi telaş içine sokuyor.

84 - Babam kaymakam olduğu halde yemekte ağzını çok şaplatması sinirime dokunuyordu. Kardeşim Nurten'e, "mersi" demesini öğrettim.

84 - Tabii hariciyeci olunca kaderde Moskova'ya gitmek de var. Nitekim, bir gün doktor da olsan, Şark hizmeti şarttır ve memleket uğruna insan bazen istemediği yerlere de gitmeye mecbur kalabilir.

89 - Dündar öğretmen de Atamızı bir kendisinin sevdiğini sanıyor.

93 - Hitler'in attığı her gol, Hitlercilerin bıyıklarını biraz daha küçültmeleriyle sonuçlanmaktadır.

96 - Belediye Reisi ve Kaymakam Bey, babamdan ne istiyorlar bilmem. Şakir Ağa'nın yaptıklarını görmüyorlar mı? Onlar gibi babam da çocuklarını rahat şartlar içinde okutamıyorsa kabahat onun mu?

103 - Belki biz gerçekten de alevler ortasında bir gül bahçesinde yaşamaktayız.

104 - Ağlamasını öğren oğlum Ali. Ağlamadın mı olmuyor. İyi ama, kime ağlamalı? Ağlamak için de biri gerek.

109 - Bazen, tövbe ama, abimin Atatürk'ü hiç sevmediğini sanıyorum.

110 - Halbuki jimnastik öğretmenimiz, benim taşımamı istemiş. Fakat Yıldız'ın babası saylav olduğu için, müdüranım onun taşımasını uygun görmüş.

113 - Yolunda giden bir evlilik. Yıllar sonra yatakta birbirine hala istekle sarılan iki kafa dengi. Evliliğin bir tanımı varsa, en yalını bu olmalı. İki kişiyle bütün bir dünya kurulamayacağını da bilen üstelik.

114 - Her şey yolunda görünüyordu. Artık öyle görünmemeli. Otuz yılda hiçbir yere gelinmemişse, bir başkaldırı mutlak olmalı. Bu hiçlik de yaşanmalı. Bir boşluğa olanca hızla düşülmeli. Bu düşüş gerçek yüzünü göstermeli. Bir düşüş yokmuş gibi yaşanılamaz. Düşülen yerden yıldızlar seyredilemez. Ülkücülük şırıngası ile Oscar Wilde bilgiçliği arasında asılı durulamaz. Bir yere dikilmeli. Orada sağa sola bakılmalı.

116 - Tamam... Buydu işte beni de hoşnut eden... Bir gençliği paylaşmak. Önünde her şey için daha çok zamanı olanlardan otlanmak.

117 - Kim istemez kendini beğenerek ölmeyi? Kendimi doğrulamış olarak ölmeyi ben de isterim. Her şeyde haklı bularak kendimi. Bütün haksızlıkları da başkalarına yıkarak. Devrederek. "Kısmet değilmiş!.."

119 - Demek tedbir zehiri fazla karışmış kanıma. Belki de bu zehirle savaşmaktan ölemiyorum.

120 - Açıklamaya girişmeler bazen çok uzun sürüyor. Yine de hiçbir şey çözümlenmiş, hiçbir şey anlatılmış olmuyor. Bu da insanı bir an önce kesin, somut bir iş yapmaktan, diyelim ölmekten alıkoyuyor hep. "Ölmek de bir iştir işler içinde" der, Ömer'in şair arkadaşı.

121 - DEmek, ölmeye karar verişim onun bu davranışından ötürü değil! Demek, öyle gurur kırılması falan gibi cıvık bir duygu yüzünden yürümedim ölüme. Birden, sigaram dudaklarımda, çırılçıplak oturduğum koltukta, az önce hesabını gördüğüm omuzlarımı dikiyorum. Kendi gözümde yeniden güzelleşip büyüyorum. (...) Türkiye'nin ayrıcalıklı aydın kadını oluyorum yeniden. Ölümümü kendim seçmişim işte.

121 - Kalan sağlara sevinmek. Her zaman sevinilecek bir şey bulmak...

123 - Anlaşılan Yahudiler birden kötü kesilmişlerdi. Bunu da ilk gören Hitler olmuştu zaten!

126 - Yine de Batılı çamaşırcı kadınların kendi ülkesindeki en soylu hanımefendilerden daha ince olduklarına inanıyordu.

128 - Yine de dudağına hafif bir ruj sürmekten ve yarım kollu bir giysi içinde olmaktan gayri Batı'yla hiçbir ilişki kuramamış olduğu ortadaydı.

128 - Alman yenge ikide bir, Aydın'ın gözünün önüne nedense bir yığın toprak testi getiren bir aksanla, "Elle est charmante, notre Sevil!" diyordu.

132 - Başkentteki yöneticiler, bilirkişi ve uzmana duydukları susuzluğu, Avrupa savaşından yakayı kurtarıp yurda dönen okumuşlarla gidermeye çalışmaktadırlar.

134 - Ardında biraz ürkek, biraz saygılı, biraz da hüzünlü bir kadın bıraktığını bilir. (Sevil ve annesi)

136 - "Şimdi başkentimizde bir orkestra var. Ama ne zaman ki her vilayetimizde bir orkestramız olur, işte o zaman Batı uygarlığına erişiriz.

139 - Kimi tutmak gerek peki?

141 - Milliyetçi bir öğrenci olarak yetiştirilmeye çalışıldığın bu okulda Dar Kapı'yı okumakla ahlakdışı hareket ettiğini biliyor musun? (...) Bilmeden vatana nasıl ihanet edilebileceğini öğrendi sonunda.

142 - Ertürk, bu ilk suçundan ötürü bağışlanınca, bir daha bilmeden suç işlememeyi de öğrendi. "Oku!" diye verdiklerinden gayri hiçbir şey okumamayı, "Düşün!" dedikleri dışında hiçbir şey düşünmemeyi...

156 - Bir maaşın yoksa hükümet kapısından, dar gelirli de değilsin.

157 - Neden sanki büyükler evlerinde hep turşu kuruyorlar da, çocuklarına bir boyalı şeker alıvermiyorlar?

162 - Fethi Bey, hiç boynunu kullanmıyor. Dönmek gerekirse bir yana, bütün gövdesiyle dönüyor.

164 - Turan neresiydi acaba? Ya lokantada adı geçen boyalı kuş? Boyalı kuş gerçekten var mıydı?

184 - Metin'in bu dersi asma teklifi hiç hoşuma gitmedi doğrusu. Yine de kibar bir çocuk.

190 - Neden bilmem, durmadan haksızlığa uğruyoruz.

192 - Ben de serbestlikten yanayım ama artist resimleriyle uğraşıp ülkemizi bir yana bırakarak değil.

194 - Böyle yazı, yazı makinesi, kitap vb. gibi işlerle uğraştığımı sağa sola çıtlatmaktan zevk duyarım.

195 - Bir arada hem saygıdeğer, hem saygıdeğmez; hem kusursuz, hem kusurlu; hem giyinik, hem çıplak. Hem kadın, hem insan.

197 - ...hep dar gelen zamanımın on saati birden, bir dalganın şurdan kalkıp şuraya ağıvermesi kadar yalın bir biçimde geçivermişti. Acaba gerekli ya da gereksiz, severek ya da sevmeyerek yapılan böyle yüzlerce şeyden hangisi beni bu kadar ısıtmış, pırıltılara boğmuştu?

197 - Kılları alınırken bile kendi gözümde hep bir fikir yığını haline gelmiş olan bu başı, bu boynu, bu kolları, bacakları hemen yeniden var saymakta bocaladım.

198 - ...o sabah değin sanki hep kadınlığımdan kopuk; sağlık, rahatlık için yapılmış birer görevdi.

198 - Sınıf? Öyle ya. Hangi sınıftanım ben?

198 - Yaşanmışlığı olmayan hiçbir cümle kalıbının hiçbir anlamı yüklenmediğini bir gün anlar mı acaba?

199 - Geceden kalan türküleri unutuvermiştim. Kaşlarımn orta yerinde bir ağırlık duyuyordum.

199 - Kendi kendimi asıl ilk böyle yakaladım işte. Temizlikçi kadına, "Konuklar geldi. Oturdum", "Bir arkadaşımla kaldım", "Canım yatmak istemedi. Dikiş diktim" ve bunlara benzer bir yığın başka şey söyleyebilirdim. İlle bir açıklama yapmak zorunda da değildim üstelik. Ama fırsatı bir kez daha okumuşluğum üstüne değerlendirivermiştim.

200 - Pedikürün ardından bir kokteyle davetliysem, alışverişe gideceksem ya da akşama konuklarımız varsa, bunları hiç söylemiyordum. Hep ciddi görevlerim olmalıydı.

201 - Tahta ayaklı başucu lambasının duygusal ışığını kapatıyorum.

204 - Şimdiki çocuklara kimseler görev yüklemiyor. Bir görevi kendileri seçerlerse seçiyorlar. Ya da güvensizliği yaşıyorlar. İnançsızlığı. İyi ama, neye inansınlar? Kime?

206 - Aşkale'den İstanbul'un Büyükada'sına, Moda'sına, Şişli'sine geri dönenler keyifle ellerini ovuşturuyorlardı. Durumu kolay atlatmışlardı. Varlık Vergisi adı altında pek de bir şey ödememişlerdi. Çoğu, neleri var neleri yok, çoktan karılarının, çocuklarının, analarının üstüne yaptırmışlardı çünkü.

207 - Almancı bazı yazarları, genç genç üniversite öğrencilerini, Hitler'i örnek alarak kendilerini ırkçılığa adaöış olanları, şimdi birden gözaltında tutma çabasına girişmesi neden?

211 - "Gel içeri. Bir de hasta olma başıma. Eline iş veriyorsak öğrenesin diye veriyoruz. Yaptığın bana ise, öğrendiğin kendine."

213 - Aysel ilk kez o akşamüstü umutsuzluğa düştü.

213 - Babasının aklına getirmemek gerek; ne büyüdüğünü, ne de hala okumakta olduğunu. Bir bardak su istedi mi, hemen fırlayıp vermeli.

221 - Çelimsiz bir telsizcinin de içinde bir yürek taşıyabileceğini düşünemiyordu henüz. Ama o zaten, "Türkiye'yi uygar milletler seviyesine yükseltecek" görünüş ve çabada olmayan hiçbir şey ve hiçbir kimseyle ilgilenmiyordu.

231 - Aysel artık, tenis oynayan bir Cumhuriyet çocuğunu önemsememezlik edemez.

232 - Aysel, içinde onarılmaz bir kırıklık duyuyor. Yeniden evin kıyıda köşede unutulmuş eşyası olduğunu seziyor. İlk gerçek öfkeyi tanıyor. Dışa vurulamayan o, insanı içten içe kırbaçlayan, insana kendini aştıran ve durmadan kendini zora koşturan... Eline geçen bu ilk fırsatı ne olursa olsun iyi değerlendirmeli. Kendisinin de bir "kişi"olduğu akıllara yer etmeli.

238 - Çehov'un anlattığı halk, onun mujikleri ya da bizimkiler böyle bir durum karşısında tek şey isterler: Ölse de kurtulsak!

240 - Bir elmayı bir tabak içinde çatal bıçakla yemeyi nerde öğrenmiştim ki ben? Neden yaptım bunu? Herhalde karşımdaki masada oturan dört kişi öyle yapıyordu da ondan. Darwin sağ olsaydı da bizi tanısaydı, kolayca kanıtlardı kuramını.

240 - Doğallık: Intelligenzia'nın yeni buluşu. Yeni peygamberler: Köylüler.

241 - Ama biliyordum, "İşçi sınıfı artık bizden o kadar uzak değil" diyecekler. Ben bile inanmıyor muyum buna? En azından inanmak istemiyor muyum?

242 - İlle inandırmaya çalışmanın gereği ne peki?

242 - Belki de salt gövdesi çekmiştir beni.

242 - Hemen kabulleneceğim okumuş ya da cahil, kolay çözümleyici hayat yargıçlarının yargısını. Ve bu öylesine işime gelecek ki!..

243 - "Bir bunalımdı" derim. "Sürmenaj...""Böyle yapmam gerekiyordu, böyle yaptım." Aydınların bu tür hakları vardır. Bu haklardan birini kullanmış olmam kimseyi yadırgatmaz. Yadırgatsa da aydınalrın başkalarına aldırmama hakları vardır. Ne yapalım? Bu böyle.

243 - Onunla yatmaktan aldığım tat bitmiş. Hiçbir şey olmamış gibi.

246 - Castro, yumuşak olup da sert olmaya çalışan bakışlarıyla, duvara çizilmiş küçük bir kız resminin üstünü süslüyor. Küçük, güleç; evleri bizim evlerimize benzemeyen, kır yolları ve bahçeleri bizim kır yollarımıza ve bahçelerimize benzemeyen; inekleri, babaları ve gıcır gıcır kolalı önlükler kuşanmış köylü anaları bizim ineklerimize, babalarımza ve köylü analarımıza benzemeyen, ilkokul okuma kitaplarında sayısız rastladığım bu küçük kız resminin, Castro'nun görev yüklenmiş ince omuzları altında işi ne?

246 - Uslu ve çalışkan bir öğrenciye verilen bir ödül.

248- "Bütün bu kitaplar okununca, Hanya'yı Konya'yı görünce bir insan... Bir erkek... Yani nasıl anlatsam, her kadından tat alınmaz olunuyor. Salt bir kadının gövdesi değil aradığım. Beynimle de doymak istiyorum. Aynı düşünceyi paylaştığımız bir kadın istiyorum yatağımda. Ama öyle bir kadın da yatmak için temiz bir yatak, sonra da yıkanmak istiyor."

249 - Daha önce, şubat ayının son haftasında yani, Türkiye Büyük Millet Meclisi, alınan tarihi bir kararla Birleşmiş Milletler Topluluğu'na katıldığımızı, böylece artık özgür ve uygar devletler içindeki yerimizi aldığımızı açıklamıştır. (1945)

256 - "Hem onlar Hıristiyan memleketi. Biz Müslümanız elhamdülillah." Ardından hemen düzelttiler: "Hayır yani din işlerini devlet işlerine karıştırdığımızdan değil. Gerekirse çıplak kadın heykeli de kondururuz ilçemizin münasip bir yerine. Ancak şimdi daha su derdimiz var. Yol derdimiz var. Gıda derdimiz, yakacak derdimiz, gaz, tuz, et..."

256 - Şimdilik işletsin dükkanını bakalım da, ilerde ben vali olunca alırız eve. Vali hanımı da ilaç dükkanında çalışmaz ya!..

264 - Amerika Birleşik Devletleri Başkanı Roosevelt dün ansızın ölmüş. (...) Ankara'da bütün bayraklar yarıya indirildi.

266 - İyi bir gazeteci, gördüğü bir olayın her cephesini, hatta görünmeyen cephesini bile iyi aksettirebilen insandır.

269 - Hitler balon gibi sönmüş. Gestapo şefi Himmler ise karanlıkta şarkı söyleyen çocukalr gibi boşuna esip savuruyormuş.

269 - Acaba benim babam ne tarafı tuttuğunu neden hiçbir zaman söylemez? Bizim evde konuşulanlar, yok terfi, yok tayin, yok şu yemek pişecek, yok bugün falanlara gidilecek...

272 - Düşünüyorum da herhalde onun böyle erkekten kaçan bir kız oluşunu doğru bulmuyorum ve bir Atatürk çocuğu olarak değişmesini istiyorum. Bu da bize düşen bir görev, değil mi?

276 - Yer yerinden oynasa, kimimize yok yok.

277 - Bir adam bir başka ülkede, bir başka ülke üstüne her şeyi böyle inceden inceye biliyorsa, ondan çekinmek de gerekir.

278 - Memleketimize şeker geldi. (40lar)

282 - Bilgiç bilgiç başlarımızı salladık. Dağıldık.

282 - Gençlik Parkı'nda oturursam, halka daha mı yaklaşacağım, nedir? Engin'in gözüne girmek istemişimdir belki. Düşüncemle tavrımı, tutumumla yaşamımı özdeşleştireceğim... Hayır. Böyle değil. Bu düşüncenin dışındayım. Daha yalın bir nedeni var bunun: Seyretmek. Değerlendirmek.

282 - Üstümdeki renk renk kareli battaniyeye bir tekme atıyorum. İşte o zaman ölmeyi bile beceremeyecek denli geç kalınmış olduğunu anlıyorum. Ölmek nedir? Ölmek, yaşamış olduğunu bilmeyi gerektiriyor.

283 - Sevmek, bilmektir. En iyi öğrendiğim şeyse "vecize" söylemek.

284 - Zayıf olmayı kendime yasaklamaksızın. Bir toplumcuya yakışıp yakışmayacağını düşünmeksizin.

285 - Ama basıp istifayı Dışişleri'nden, onca dilediği "hariciyecilik" mesleğinden, niye İstanbul'da tümen tümen sol yayınlar basan bir yayınevi kurduğunu soracağım Galatasaraylı Aydın'a.

286 - Bir fikirden yana olmakla bir fikir olmak aynı şey değil. Bu delikanlının yanında kendime yer ayıra ayıra, nerdeyse benimsediğim fikir olduğuma inanacağım.

300 - Mister Truman da zaten ellerinde çok güçlü bir yeni silahın olduğunu söylüyor. Bu silah kullanılırsa bütün dünya altüst olabilirmiş. Henüz daha vatanımız için hiçbir şey yapamamışken bizim de sonumuzun gelmesi çok acıklı olur. Ayrıca, bir kızla daha doğru dürüst arkadaşlık bile etmedim.

301 - Fransızlar aslıdna sulhü severler. Mecbur kalmasalar Şam'ı top ateşine tutmazlardı sanıyorum.

301 - Fakat önce aynı partiden olup da sonra ayrı parti kurmak bana çok çocukça geliyor. (...) Mesela ben Erdal'la iyi arkadaşım. İlerde başka bir parti tutmaya başlasam ona karşı biraz ayıp olur. (...) Atatürkümüz başımızda sağ olsaydı, zaten bütün bu çekişmelere lüzum kalmazdı sanıyorum.

303 - Neden hep ona anlatmam gerekeb bir şeyler olduğunu sanıyorum?

305 - Ah, en sonunda, en sonunda okumuşluğumun bir işe yaradığı duygusu içindeyim. Somut, elle tutulur. Vermek, vermek... Sakınılmış ne varsa...

306 - "Ama adam haklı. Şaşmayın hayır. Gülmeyin de. Haklıymış işte. O ailelerden birinin yetiştirmesi olsaydım ve sizden bunu isteseydim, yatardınız benimle..."

s.307
s.308


312 - İki iri heykelin altında iri harflerle TÜRK yazılı. Ali heykelleri ilk gördüğünde, Bunlar Türk'se, ben neyim, diye düşünmüştür. Küçüklük duygusu o zamandan kalma.

313 - Bütün adaleleri dışa fırlamış iki güçlü Türk. Çenelerini, saçlarını, kafa biçimlerini ne köylüde, ne başkentte gördüğü insanlara benzetebilmekte Ali. Bir gün bir derste Yunan tanrılarını okudular. Bazı resimler gördüler. Ata'nın iki yanındaki güçlü dört kişi o derste gördüğü resimleri anımsatıyor Ali'ye.

314 - Ama insan okuyunca duvarcı, amele falan olmak istemiyor nedense.

315 - Radyoevi'nde sınava girme düşüncesi öyle kolay kolay, tek başına altından kalkılabilecek bir düşünce değil ki. Nerdeyse reisicumhur olmaya karar vermekle bir.

317 - Ali karşısındakine yüklediği çaresiz bocalamayı sezdi.

321 - Şimdi giyinirken Ali keyifli keyifli gülümsüyor. Avni Abisinin kendisine böyle kızışını seviyor. Onun bu öfkelenişleri bu bağırı bağırıverişleri içini ısıtıyor nedense. Okşanıp sevilip tatlı sözler dinlemekten çok ısıtıyor. Biri tarafından yürekten sevilmenin tadına varıyor Ali.

325 - Ta uzaktan bakışa bakışa yan yana gelmek güçtür. İnsan ne yapacağını şaşırır. Gülümsesin mi, ciddi mi dursun, el mi sallasın, gelene doğru yürüsün mü?..

332 - Birbirlerine bakıp zorla gülümsediler. Daraltılmış, tutuklu gülümsemeler... Bu çocuklar ta yürekten patlayan bir gülüşü hiç tanımıyorlar.

337 - Marlene Dietrich 1931'den buyana ilk kez Berlin'e gitmiş, Amerikan işgal kıtalarına şarkı söylüyor.

347 - Bana olan tutkunluğunun dalgasına kapılıp da kafasına benimsemeyeceği bir fikrin, bir bilginin sokulmaması için nerdeyse hücum altında tetikte bekliyordu da denilebilir. Aramızdaki karmaşık ilişkiyi ne kullanıyor, ne de kullandırmak istiyor.

349 - Ertesi gün Atatürk'ün huzurunda, bir ondan izin aldığımızı bilerek yani, Ömer'le nişanlandık. Bütün kokuşmuş töreleri de böylece alt ettiğimizi sandık.

350 - Yanan bir sigarayı avucuna bastırır gibi neyin ne denli acıtacağını, neyin ne denli yırtılıp parçalanacağını ve neyin seni nereye götüreceğini bilmek için kendine bir seyirci koltuğu seçmezdin.

350 - O korkunç soğukkanlılığı  yeniden yaşamak istemem. Neydi beni insanlıktan bu kadar uzaklaştıran?

350 - "Gövdesiyle birlik beyniyle de doymak" isteyenlere yetmek için kaç kişiyiz? Kaç parça olması, kaç parçaya bölünmesi gerek kadınlık zarımızın bütün okumuş erkeklerimizi doyurabilmesi için? Sonuna dek özgürleştirebilmemiz için onları ve vatanı, bir gecede kaç yatağa bölüşmemiz gerek?

353 - Sevimli yanlışlar yapıyorlar evet. Örnekse, oyun boyu bir dizi ezilen, sömürülen insanları gösteriyorlar. Bunlar niye ezildiklerinin, hatta ezildiklerinin bile farkında olmuyorlar ama, oyun sonu mutlak, her şeyin farkındaymışlar gibi ağaların, beylerin korkudan dudaklarını uçuklatacağını sandıkları sözler ediyorlar. Gerçekte böyle şeyler olmadığı için, sahnede oluyormuş gibi gösterilmesi yüreklere bir ferahlık verse gerek.

353 - Ömer bu oyunu görmek istemişti. Sevimli yanlışları seyretmekten de bilimsel bir sonuç çıkarır o.

353 - Bir zamanlar analarımız bize katılmazlardı. Bizi kendilerine katmaya çalışırlardı. Biz de onları beğenmez olmuştuk zaten.

355 - "Gövdenizi benden sakınmadığınız için teşekkürde geciktim. Hep geri attım bunu söylemeyi. Hak etmediğim bir şeydi..." Yooo, ne demek? Çoktan hak ettiğin bir şey. Hak ne söz?

362 - Romanya gazetelerinin Türkiye hakkında şu yayını yapmakta olduğu belirtilmektedir: İkinci Dünya Savaşı'nda Türkiye, tarafsızlık maskesi altında Hitlercilerin emperyalizmini pek faal bir şekilde desteklemiştir. Balkan Paktı'nın mevcudiyetine rağmen ezilen memleketleri müdafaa için kılını bile kıpırdatmamıştır. Hitler'in Rusya'ya tecavüzünden üç gün önce Türkiye, Almanya ile dostluk paktı imzalamıştır. buradan kalkan Alman uçakları Sovyet Rusya üstünde görünmüşlerdir. Boğazlar'dan Türkler yalnız mihver gemilerinin geçmesine izin vermişlerdir. Ankara'daki Sovyet mümessilleri aleyhine dava açmışlar, böylece Sovyet Rusya'ya husumet duygularını aşılamışlardır.

363 - Ulus gazetesi bir ek çıkarıyor. Daha doğrusu, bir propaganda broşürü. Bu broşürde komünizm, DP, Mareşal Çakmak'ın adları yanyana geliyor. Ali'nin aklı büsbütün karışıyor. DP gerçekten sol bir parti mi acaba?

364 - Neden "Vatan Sathı" böyle karman çorman? Acaba şimdi tam da Türk Gençliği'nin muhtaç olduğu gücü asil kanında araması gereken zaman mı? Öyle de acaba Ali, vurdumduymaz bir memur olmuş, Atatürk'ün verdiği göreve sırt mı çevirmişti?

367 - "DP hele bir başa geçsin... Merkezi Hükümet'te diyanet işlerini de kuracak. Beni de oraya gönderecekler..."

372 - Neden sanki ötekiler, kendi ülkesinin gençleri de böyle değillerdi? Acaba neden Aydın, Alain gibi olamıyordu? Örneğin, bir "Tan Olayı"nı karşılıklı oturup sakin sakin, bütün doğruları ve yanlışları tarta biçe değerlendirmeleri, birbirlerini böylece çoğaltmaları için ne eksikti? Eksik olanları ortaya çıkarmak ve değerlendirmek için neden ille yabancı bir ülkede bulunmak gerekiyordu? Mantık kitaplarından onlar da düşünme yöntemlerini, doğruyu saptama yöntemlerini öğrenmişlerdi. Kitaplardan öğrendiklerinin hayatla hiçbir ilintisi yokmuş gibi yaşamasız kalması nedendi?

375 - Yer yerinden oynasa Aydın yanındakinin, sadece bir kadın olduğunu unutamayacak. Yanındakinin insanlar içinde bir insan olduğunu düşünemeyecek...

375 - Acaba "uygar" bir kızın nasıl olacağını nereden çıkarıyordu Aydın? Hangi gözleminden, hangi geleneğinden, hangi görgüsünden? Neden, nasıl kuruyordu böyle bir düşü?

376 - Öğrencilerin yakalarında Birleşmiş Milletler rozetleri varmış galiba. Altıok yerini nedense bu rozetlere bırakmış.

378 - Bir türlü makul olamayıp, içinde komünist cinler barındıran bu öğretmen kimdi?

381 - Biz cumhuriyetsek, yeni kurulan Çin de cumhuriyetse; biz demokrasiysek, ABD de demokrasiyse Marshall Fikir Planı, dünya halkları arasında nasıl bir fikir boşluğu, nasıl bir yöntemle dolduracak? Demokrasi, günlük politikaya göre durmadan değişen bir temelsiz ilkeler yığını mı, yoksa kaçınılmaz olan bütün değişimleri insanın özgürlüğüne ve yücelmesine doğru yöneltecek bir temel görüş, bir fikir mi? İnsanı özgürleştirmek için canı-kanı olmayan ilkeleri koltuk değneği etmek yeterli mi?

392 - Öteki kardeşlerin nerede Engin? Ne yapıyorlar? Anan? Ya saat onarıcısı baban? Kampana fabrikasındakiler ne diyorlar? Kurtulmak ve kurtarmak istiyorlar mı? Sordun mu onlara? Sor.

392 - Söyle bana Engin: Şimdi hayran hayran ve güvenle yüzüne baktığın kadın özgür mü? Özgürleşti mi hiç değilse o? Söyle Engin. Kurtardı mı bir şeyleri? Bu mümkün mü? Tek başına kurtulmak ve kurtarmak mümkün mü?..

395 - Herkes beni arıyormuş, bense lunapark gibi bir yerde dönmedolaba binmeye dalmışım da ondan utanıyormuşum.

397 - Durmadan ödeyecek, her şeyi ödeyecek denli zengin olmadığımı, elimde olan, bildiğim, biriktirdiğim bütün zenginliğimi kendisine çoktan verip tükettiğimi nasıl açıklayabilirdim?