31 Ocak 2018

Sinema ve Ben

Blog dünyasında mim diye bi şey olduğunu duyardım da, ne olduğunu bilmezdim. Çok şükür ölmeden onu da öğrendim, başım göğe erdi. Benim gibi cahiller için açıklayayım: Birisi diyor ki "ben şu soruları hazırladım, aha kendim de cevapladım, şunlara şunlara da diyorum ki 'bak bu sorular sizin de ilginizi çeker gibi, siz de cevaplasanıza...' " İşte bu cevaplasanıza dediği kişileri mimlemiş oluyor burda kuyuya ilk taşı atan kişi. O da sourları cevaplayıp başkasını mimliyor. Derken, ilk defa ice bucket challenge'da gördüğüm bu yöntemle ordan oraya atlıyor bloggerlar. Bilmediğin bloglarla tanışmış oluyorsun filan...

Öneri Makinesi'nin başlattığı Sinema Mimi'ne iştirak eden Saçaklı da beni mimlemiş savolsun. Hadi o zaman, ne duruyoruz?



1. Sinemada izlediğin ilk film? 


Babe. Dayım en küçük oğluyla beni sinemaya götürmüştü. Nerden esmişti bilmiyorum. Böyle bi gelenek yoktu sülalemizde ve bi daha da yaşanmadı zaten. 101 Dalmaçyalı'ya gideceğimizi sanıyorduk ama onda yer mi yoktu, yoksa seansı mı uygun değildi, yoksa vizyondan mı kalkmıştı niyeyse Babe'e girdik. Böyle hafiften mızıkladığımızı hatırlıyorum. Ama ilk defa sinemaya gittiğim için çok da sesimi çıkarmamıştım. Sinema salonuna, karanlığa, kocaman ekrana uzuuuun süre bakmaya alışkın olmayan bünyem filmden hiçbi şey anlamadı, hatta uyuyakaldı. Ama şimdi hatırlıyorum da, ya filmin ses sistemi kötüydü ya da film altyazılıydı. Hiçbi şey duyamadığım ya da anlayamadığım için sinirleniyordum. Sonunda çabalamaktan vazgeçip kendimi uykunun tatlış kollarına bırakmıştım.

Filme de ayıp olmuş, şimdi fragmana bakınca hoşuma gitti. İzleyeyim bari de gönlünü alayım.



2. Film en güzel ...de/da izlenir.

Sinemada. Hatta evet, diğer bloglarda okuduklarıma katılıyorum, mümkünse açık hava sinemasında. Açık hava sinemasına ilk defa bikaç sene önce gittim, Atina'da. Baya merkezde bi yerde. Çok güzeldi. Ah... ah...

3. Film izlerken olmazsa olmazın var mı? Varsa nelerdir?

Olmazsa olmazım yok sanırım. Ama gıcık olduklarım var: Gürültü, fısıltı, telefon kurcalanması, bıt bıt sesi, ışığı... He bi de "Cast"in C'sini görür görmez ayağa fırlayan tipler. Bazen Cast akarken arkaplanda film oynamaya devam ediyor, ekstra sahneler oluyor, onlarda bile hemen koşa koşa salonu terk etme derdinde bazıları. Hadi bikaç kişi olur, anlarım, tuvaleti, sigarası gelmiştir ne bileyim... Ama işte bu salonu terk etme arzusu bulaşıcı sanırım, bikaç kişi kalkınca, herkes kalkıyor,, çıkmaya çalışıyor, filmi izlemek için benim de ayağa kalkmam gerekiyor, derken filmin sonundaki ekstra sahnelerin içine sıçıp batırıyoruz topluca. Çok ayıp oluyor.

4. Tek başına mı, kalabalık mı?

Tek başına ya da o filmi uyum içinde izleyeceğim biriyle başbaşa. Hadi üç kişi olalım ama fazlası zarar. Geyik yapmaktan filmi izleyemiyoruz. 

5. Mısır mı, cips mi?

İkisine de gerek yok bence. Hem içerden gürültü yapıyor, çiğneme sesimden filmi duyamıyorum, hem dışarıya da çok gürültü gidiyor. Ben yemesem bile başkalarınınkini duyuyorum. (Bu anket sayesinde ne kadar problemli bi insan olduğumu hatırladım, tişkirlir öneri makinesi.)

6. İki boyutlu mu üç boyutlu mu? 

İki boyutlu. Gözlüklüyüm. Gözlüğün üstüne 3D gözlük takmak pek eğlenceli olmuyore.

7. Avm sineması mı sokak sineması mı?

Sokak sineması. Tabi ki daha konforlu olsalar daha iyi olur ama bu halleriyle de onları tercih ederim. Koltukların çok rahat olması gerekmiyor benim için. Zaten oturduğum şekilde 2 saat sabit duramıyorum. Koltuk rahat da olsa da, olmasa da 30 pozisyon değiştiriyorum. Rutubet kokusuna da burun alışıyor bi yerden sonra. Fekat mesela uzun boylu ya da daha kilolu insanlar için o eski model koltuklara sığmanın zor oluşunu da anlayabiliyorum. N'apalım, herkes rahat ettiğine gidecek tabi. Fakat İstanbul'dayken arada bir Yeşilçam Sineması'na giderdim, kafesinde oturup tek başıma beklerdim. 1 kişi için de olsa filmi oynatırlardı, ki genelde çok kalabalık olmazdı. Güzeldi. 

8. Filmden önce filmin fragmanını izlemek mi, yorumları okumak mı?

Fragmana şöyle bi göz atmak. Fragmanda bütün filmi anlatmasalar bi de, çok güzel olacak. Sonrasında filmi anlamadığımı hissediyorsam ya da çok sevdiysem ya da çok gıcık olduysam  yorumları okurum.


Bitti. Ne kadar takıntılı bi insan olduğumu hatırlatması dışında, zevkliymiş:) Ben de Macera Kitabım'ı mimleyeyim o zaman. Kimsede görmedim O'nu sanırım. Bi de tabi "filmlerle ilgili olsun da ne olursa olsun" diyen herkesi de davet edeyim ayrıca. 

30 Ocak 2018

Kitap: Suikast (Harry Mulisch)


Orjinal Adı: De Aanslag

Orjinalinin ilk baskısı: 1982
Doğan Kitap Yayınevi
Almanca'dan çeviren: Ahmet Arpad

Evet, ne yazık ki, Hollandaca aslından çevrilmemiş. Yine de çeviri güzel, su gibi akıp gidiyor en azından. Fakat burada bir Hollandalı, bu kitabı okuduğumu duyduğunda, "Oo.. Harry Mulisch çok zor, çok entelektüel bir yazar, ben hiçbir kitabını okuyamadım..." deyince bi şüphelendim. Acaba düzgün çevrilememiş olabilir miydi? Cümleleri basitleştirerek mi çevirmişti acaba ilk çeviren? Çünkü benim elimdekini okuması son derece basit. Fazla entelektüel bi okur olduğumdan falan değil, gerçekten basit... Bu kitabı orjinalinden okuyacak seviyeye gelirsem bir gün, belki tekrar kurcalarım Mulisch'i, zor muymuş, kolay mıymış... Belki de o yorum yapan kadınla kitap zevklerimiz, zor kitap anlayışımız farklıdır... Bilmiyorum.

Neyse efenim, bu kitap, 80lerde basıldıktan sonra filmi de çekilmiş ve film, 1986'da yabancı film dalında Oscar kazanmış. Filmi henüz izlemedim, bulmak zor. Netflix'te -tabi ki- yok. Bulup izleyeceğim bi şekilde. Youtube'da orjinal dilinde var, güzel görünüyor. 

Konu kısaca şöyle: İkinci Dünya Savaşı'nın son zamanları. Dünya Nazilerden kurtulduğu için kutlama yapmaya başlamışken, Hollanda'nın Haarlem şehrinde Nazi yönetimi hala devam ediyor.  Açlık var, kış var, karartma var, akşamları sokağa çıkma yasağı var... Direnişçiler de var. Suikast düzenliyorlar Nazi askerine, polisine... Sessiz, kendi halinde, dört evlik bir sokakta bir polis öldürülüyor. Ve sonuçları o civarda yaşayanlar başta olmak üzere pek çok insanı etkiliyor.

Kitabı farklı kılan şey, Naziler deyince artık klişe sayılabilen konulardan uzak durması. Yahudileri öldürüyorlar, gaz odaları var, bazı Hıristiyanlar ispiyonlamış komşularını, vay pislikler, falan filan, tamam. Ders kitaplarında öğretilebilecek versiyon bu. Mulisch ise o günleri gerçekten anlamak isteyenler için evdeki ve sokaktaki hayatı en ince ayrıntısına kadar anlatmış. İnsanlar neden sesini çıkartamazdı? Çıkartanların yaptıkları eylemlerin sonucu ne olurdu? Günler geceler nasıl geçerdi? Peki sonrasında, Nazi yandaşlarıyla, onların aileleriyle, savaş mağdurları birbirlerinin yüzüne bakmayı nasıl başardılar? Ne zaman unutulmaya başlandı o günler? Direnişçiler ne yaptı savaştan yıllar sonra? Delirmeden nasıl yaşadı bunca insan?

Böyle büyük toplumsal deliliklerin ardından insanlar nasıl başarıyor delirmeden kalmayı? Adeta evrime bir kanıt daha bulduğumu hissediyorum şimdi. Kesin ilk ben bulmuşumdur evet: Unutabilen veya ayak uydurabilen, yaşıyor, gerisi nanay...

Kısacası Mulisch, Hannah Arendt'in yaptığı gibi, dinleyenin işini kolaylaştıracak hazır cevaplar, sosyal mesajlar vermeden, kamu spotuna dönüşmeden anlatıyor o günleri. Bir de kitabı okumayı kolaylaştıran tekniklerden birini kullanmış yazar: Aynı karakterlerin gelecekteki hallerini de gösteriyor bize. Muhtemelen yazarın amacı kitabı kolaylaştırmak değildi, zaten asıl derdi savaş zamanındaki kötülüklerin dışına çıkıp, bunların uzun vadedeki etkisini incelemekti. Fakat okur açısından, savaş zamanında tanıştığı çoğu karakterin gelecekteki halini de görmek tatmin duygusu yaşattığı için, okumayı kolaylaştırıyor.  

Bir de olayların Haarlem'de, Amsterdam'da geçmesi benim için ekstra bir etki yaptı. Şimdi dört mevsim turistlerle dolup taşan Museumplein o zamanlar işgal altındaymış. Yazarın çocuk karakterinin gözlerinden bakıp savaş sokaklarında gezdim. Dahası, orda burda karşılaşılması kolay olmayan tarihi olayların da ipuçlarını verdi kitap. 1960larda Amsterdam'da yapılan eylemler, kraliyet ailesine karşı yapılan protestolar... İpuçlarını takip edip gerçeklere ulaşmak da bana düşüyor bi zahmet. 


Şimdi alıntılar:

1945

17 - Fotoğrafta, bir grup karnı doymuş, şişman Amerikalı...

19 - Savaş yıllarında faşistler oğullarına çoğunlukla Anton ya da Adolf adını takardı. Gazetelere büyük gururla verdikleri doğum ilanlarını da SS veya NSB'nin simgeleriyle süslerlerdi. Hatta bazıları çocuklarına Anton Adolf adını takardı. Savaş sonrası yıllarda, Anton, adı Adolf ya da Anton olan biriyle tanıştığında, ona doğum tarihini sorar, savaş sırasında doğup doğmadığını bilmek isterdi. Yoksa onun annesi ile babası da savaş yıllarında Führer yandaşı mı olmuştu? Savaştan on beş yıl sonra anne babalar çocuklarına yine Anton adını takmaya başlamıştı.  Adolf adı ise günümüze kadar sorunlu bir ad olarak kalmıştır. Yeni doğan çocuklara yine Adolf adı verilebildiğinde, insanlık İkinci Dünya Savaşı'nı artık tamamen unutmuş demektir.

34 - Anton bunun ne demek olduğunu, yıllar sonra üniversite öğrenimi sırasında bir rastlantı sonucu öğrenecekti. Sivil polis, annesinin yürüyüşünden, onun Yahudi olup olmadığını anlamak istemişti.

37 - Babası şapkasını çıkarmak zorunda kalmıştı... (...) Yaşamında hiç melon şapka kullanmayacaktı. Savaştan sonra da hiç kimse şapkalı gezmesindi!

51 - Fakat bizim işimiz kolay değil. Onlarınki ise çok kolay. Başedebilmemiz için az da olsa onlara benzemek, kendimizden bazı şeyler vermek zorundayız. Onlar için bu söz konusu değildir, hiç vicdan azabı çekmeden bizi yok edebilirler. (Bir direnişçinin düşünceleri)

64 - Biraz sonra Rijks Müzesi'nin arkasından geçtiler. Buraya babasıyla gelmiş olduğunu anımsadı. Kocaman bir alana vardılar. Ortasında, dört köşe, oldukça büyük iki barınak durmaktaydı. Alanın bir bölümü tel örgülerle kapatılmıştı. İlerde, Rijks Müzesi'nin tam karşısındaki yapının çatısında kocaman bir lir vardı. Yapı, bir Yunan tapınağını andırıyordu. Alınlık tablasının tam altında da iri harflerle "CONCERTGEBOUW" yazmaktaydı. Hemen önünde, tabelasında "Ordu Yurdu" yazan küçük bir yapı gözüne çarptı. Sağında solunda büyük villlalar vardı. Almanlar galiba bazılarını büro olarak kullanıyordu.

65 - Cebinden çıkardığı sigara kutusundan yassı bir Mısır sigarası aldı. Anton, kutusunda "Stambul" yazdığını gördü.


1952

72 - İngilizce bilenler kendilerini onlardan biri sanıyordu. Hediye edilen sigarayı sevinçle alıyorlardı. Öteki dünyadan gelmiş kurtarıcılardı o insanlar!

72 - Pantolonunun sağ paçasında, bisiklete binerken taktığı mandal hala durmaktaydı.

73 - Ocak 1945 ile haziran 1945 arasındaki beş ay, haziran 1945 ile bugün arasından çok daha uzundu Anton için. Zamanın böylesine şekil yitirmesi, anıların bulanıklaşması, ileriki yıllarda çocuklarına savaştan söz ederken Anton'u hep zorlayacaktı.

74 - Nazilerin vurulduğu yerlerin yakınındaki evlerin ateşe verilmesi o günler için olağandı. Ancak bu evlerde yaşayanların da kurşunlanarak öldürülmesi terörizmdi. Savaş yıllarında, sadece Polonya ve Rusya'da bu gibi davranışlara rastlanırdı. O ülkelerde olsaydı, Anton'u da kurşuna dizerlerdi, beşikteki bebeği de...

77 - ...eğer biraz yürekli olsaydın, değil askere, gönüllü olarak Kore'ye gitmek için de müracaat ederdin. Orada neler olduğundan haberiniz yok sizin. Barbarlar Hıristiyan medeniyetinin kapısını kırmaya uğraşıyor! (...) Faşistler Kore'dekilerin yanında kimsesiz çocuklardır. Koestler'i okumalısınız hepiniz. (Kore Savaşı'nın Hollanda üzerindeki etkisi de Türkiye'dekiyle aynıymış demek ki. ABD komünistlere karşı, biz de öyleyiz, o zaman ne duruyoruz?)

78 - Eski SS'ler Kore'de savaşmakla günahlarını affettirecek. Ne var bunda?

79 - Kısa paçalı pantolonu, o yıllarda, toplumun varlıklı kesiminde pek modaydı.

89 - Peter, o akşam kafasına koyduğunu yapmış olsaydı, oturduğum bu tabure çoktan kül olup gitmişti. 

90 - Peter on yedi yıl yaşamıştı. Onun şimdiki yaşından üç yaş daha genç. Fakat yine de hala onun ağabeyi sayılıyor. Düşünmesi zor şeyler...

93 - "Kraliçemiz ve vatanımız için şehit oldular."

93 - Belki de Şehitler Anıtı Yüksek Komisyonu'nda uzun süre, karı koca Steenwijk'lerin adlarının bu tabelaya yazılıp yazılmayacağının tartışması yapılmıştı. Komisyon üyelerinden bazıları, onlar savaş esiri olarak kurşuna dizilmedikleri, bambaşka bir nedenle hayvan gibi öldürüldükleri gerekçesiyle karşı çıkmış olabilirdi. Bunun üzerine üst komisyondaki üyeler de, "Steenwijk" adının tabelada yeri olup olmadığını tartışmışlardı belki. Ancak yerel komisyonun, tabelaya Peter'in  adını koymama teklifi üzerine, babası ile annesi anıtta yer almış olabilirdi. Ne de olsa ağabeyi, savaşta ölmüş silahlı direnişçilerden biri sayılırdı. Ve onlar için başka anıtlar dikilmişti. Tutuklular, direnişçiler, Yahudiler, Çingeneler, eşcinseller... Tanrı korusun hepsini birbirine karıştırmamalıydı. Yoksa tam bir karışıklık yaşanırdı.


1956

101 - Bir defasında bu düşüncelerini, devamlı yelkenli yatlardan söz eden arkadaşlarına açmak istemişti. Suratına öyle bakmışlardı ki, hemen susmuş, düşündüklerini kendisine saklamaya karar vermişti.

102 - Anton, çoğu insanın, oyunu kullanmadan önce uzun uzun düşünmediğini, pek bilinçli hareket etmediğini, aradan yıllar geçtikten sonra kavradı. Çoğu seçmenin, ya kişisel çıkarları ya o partiyi kendine yuva saydığı ya da adayın çok güvenilir bir kişiliği olduğuna inandığı için o partiye oy verdiğini fark etti. (Burda da yokmuş. Nerede yaşanıyor bu sıçtığımın ideal demokrasisi?)

105 - (1956'nın ikinci yarısı) Amsterdam'da, kitapçılardan evlere kadar, komünistlere ait ne varsa saldırıya uğramıştı. Ve kimi adresleri yayımlayan basın da onlara bir güzel destek olmuştu. Tarafsız habercilik adı altında, şurada oturan şu parti yöneticisinin evinin dünkü saldırıda az bir zarar gördüğü bildirilmişti. (Daha geçen hafta Hollanda'da basın özgürlüğü üzerine bi şeyler anlattı okuma kulübündeki hocamız. Özgürlük, göreceli ne yazık ki.) 

113 - ...ses tonundan, bu cevabı pek çok kez tekrarlamış olduğu belliydi.

113 - Seninle aynı sınıftaydık. Babanı ve anneni vurdular, sen tıp öğrenimi görüyorsun. Babam öldürüldü ve ben şofben tamir ediyorum.

117 - Hitler'in savaşı kaybedeceği belli olduğunda bir sürü insan direnişçi pozuna girivermişti. Lanet olası o palavracı kahramanlar!

118 - Evinizin yandığını duyduğumda, babamın öldürülmüş olduğu haberini henüz getirmişlerdi. Bir an olsun bizleri düşündün mü? Ben seni düşünmüştüm, 'acaba ona bir şey oldu mu?' diye sormuştum kendi kendime. Sen beni o anda aklından geçirmiş miydin?


1966

125 - Tevrat'ta sözü edilen, Yakub'un uyurken yastık diye başını koyduğu taştı bu. (Kutsal hırka, kutsal taş, ne zaman bırakacak insanlar nesnelerle kurduğu bu gereksiz saygı dolu muhabbeti?)

133 - Nasıl oluyordu da, Vietnam Kurtuluş Ordusu'nu Nazilerle karşılaştırabiliyordu. Amerikalıların eski Amerikalılar olduğuna inanması da yanlıştı. Savaştan yıllar sonra değişen onlardı. Bir karşılaştırma gerekiyorsa, şimdiki Amerikalıları Nazilere benzetmek yerinde olurdu.

136 - Hindistan'dan kurtulduktan sonra Hollanda'nın durumu düzeldi. Öyle değil mi? (Bu cümle neden bahsediyor? Öğrenmem lazım.)

136 - Bize borçluydular, teşekkür etmemize hiç gerek yok. Amerikan İhtilali de Amsterdamlı bankerlerin parasıyla finanse edilmişti. Hem o senin Marshall Yardımını da son kuruşuna kadar geri ödüyoruz, sevgili Gerrit. On sekizinci yüzyılda buradan Amerika'ya gitmiş olan paraların ise ömür boyu geri gelmeyeceğine eminim.

136 - Kimin için yaptı bütün bunları? Prensesimiz için... Son kelimeyi söylerken midesi bulanıyormuş gibi yüzünü ekşitti.

136 - Sen basit bir saray faşistisin, başka hiçbir şey.

137 - Monarşinin o gizli çekiciliğinden sizin hiçbirinizin haberi yok! (...) İnsanın ruhu için Soestdijk Sarayı'nda bir akşamdan daha güzel, daha asil ne olabilir? Işıl ışıl pencereler, arka arkaya girişe yanaşan siyah limuzinler, göz alabildiğine merasim üniformalı, bellerinden kılıç sallanan beyler, takıları parıldayan uzun tuvaletli hanımlar...(...) Tanrı izin verirse, majestelerini bile görebilirsiniz! Ve ötelerde, çok ötelerde, tel örgüler ardında, yağmurun altında, jandarmanın korumasında basit halk...

138 - Senin basit dediğin halk...geçenlerde Amsterdam'da kraliyet ailesinin üzerine bir güzel sis bombaları yağdırdı. (1966'da, Provo hareketi)


144 - Yaptığınıza değdi mi? diye Anton birden sözünü kesti.


145 - Eğer senin annen ve baban, dedi Anton ağır ağır, o evlerden birinde yaşıyor olsaydı, yine de orada vurur muydun Ploeg'u?

(...) Hayır, lanet olsun! ... Tabii vurmazdım.

158 - Çocuğuna, yemek istediği şeye pomfrit dendiğini öğretemez misin? (kızartılmış patatesten bahsediyor)

160 - Biz yıllar boyu kimi şeyleri hiç çözmeden erteledik durduk. Fakat şimdi sorunlar ortaya çıkmaya başladı. Çevremdekilerden çok şey duyuyorum. Hastalık yirmi yıl gizli kaldı. Belirtilerini şimdi fark ediyoruz.

176 - Daha on bir-on iki yaşlarında bir çocukken, Hollanda haritasını mikroskobun altına koyarsa, Haarlem'de oturan insanları göreceğini sanırdı...

176 - Çok eski olduğu selesinden belliydi. Amsterdam sokaklarında böyle bisikletlere artık rastlamak mümkün değildi. (Amsterdam'da her yıldan bisiklet bulunduğunu düşünürdüm. Hem sele yıldan yıla değişen bi şey miymiş ki?)

178 - Fakat o geçmişini kimya yoluyla deşmek, gizli kalmış kimi şeyleri gün ışığına çıkarmak niyetinde değildi. Belki de deneyler sonucunda, istediği değil de, kontrol edemeyeceği bambaşka bir şey ortaya çıkardı. Bu tehlikeli olabilirdi.

179 - İşte yıllar boyu direnişten geriye kalan bu... Darmadağınık, bakımsız, mutsuz, hep yarı sarhoş gezinen, bodrum katında yaşayan, odasını belki de sadece eski dostlarını son yolculuklarına uğurlamak için terk eden adamın biri. O böyle yarı sürünür yaşarken, savaş suçluları affedilirken, o artık sözü geçmeyen bir seyirci...

181 - ...beş paranın da artık geçerliliği kalmadı ya...

182 - Bisikletlerimize binmiş ilerliyorduk kanal kıyısındaki yolda. Sevgililer gibi el ele. (Bu moda ya da bu kültür o zamanlar da varmış demek...)

184 - Kızı toplumun kurbanı olmamıştı ki. O adam tarafından öldürülmüştü. Bunu yapmayan, toplumda en kötü şartlar altında yaşayanların her an için suç işleyebileceğini kabul eder. O zaman bu insanların ırza geçme suçu işlemesini, adam öldürmesini de kabulleniyor demektir.


1981

195 - Eskiden bu gibi deyimlerle arası iyi değildi, kullanmazdı onları. "Olan oldu" veya "Mükemmel iyinin düşmanıdır"... Ancak şimdi bu gibi sözler kimi düşüncelerini yansıttığı için kullanmaya başlamıştı. Onları klişe olarak kabul etmiyordu. Nesillerin toplu hayat deneyimi vardı bu sözlerde. Hüzünlü gerçekler gizliydi onlarda, idealistlerin bilgelikleri değil.

208 - Silahlar dağ gibi yığılıyor. Günün birinde ateşlenecek, buna eminim. Çünkü kaçınılmaz. Adem ile Havva'nın dayanamayıp elmayı bir gün yemeleri gibi. Fakat biz bu gibi "elmaları" yok etmeliyiz.

227 - Kimseyle görüşmedikleri için kimsenin sevmediği Aarten'ler savaşta üç insanı ölümden kurtarmıştı. (Kimseyle görüşmeyen, içe dönük insanları sevmemiz, koruyup kollamamız, en önemlisi de onlara saygı duymamız ve onları rahat bırakmamız için bi neden daha...Hiç...)


29 Ocak 2018

5. Hafta ve Motifler

Çelıncımızın bu haftaki sorusu: A quote to live by. Kendi kendime anlayabileceğim bi cümle değil bu. Neyse ki Fermina çevirmişti soruların hepsini. Hayatına yön veren bi alıntı, gibi bi şeymiş.

Durup dururken kitaplardan ya da filmlerden alıntı yapabilen biri değilim. Öyle net hatırlayabildiğim üç beş cümle var, dur yazayım, çok canım çekti:

- Kelimeler albayım, kelimeler, hiçbir anlama gelmiyorlar. (Tehlikeli Oyunlar, Oğuz Atay)
- Para nerde? Araba nerde? (Organize İşler)
- Hem dersini bilmiyor, hem de şişman herkesten! (Şiiri bildiğimden değil, Polis filmi sahnesi, Haluk Bilginer sesiyle...)
- Beni siz delirttiniz evet, evet evet siz! (Cem Karaca sesiyle)
- Çay yok, bok için! (Kemal Sunal'ın Yoksul filmindeki repliği)

Bunların hiçbiri hayatıma yön vermedi tabi ki. Laf arasında söylediğim için aklımda kalan cümleler bunlar... Sonuncusunun hayatıma yön vermesini çok isterdim, uğraşıyorum hatta fakat ne yazık ki o derece öküz olamadım henüz. Zamanla olur bence. 

Fakat özellikle ciddi sevgilim olduktan ve evlendikten sonra, yani "canım istese de istemese de, yapılması gerekenler" hakkında daha ciddi düşünmeye başladıktan sonra babamın bi sözünü çok fazla tekrarlamaya başladım. Özellikle u.ı teselli etmem veya rahatlamam gerektiği zamanlarda. "Tespihin tanelerini teker teker çek." Yani her şeyi birden düşünüp panik yapma, bunu böyle yaparsam, şöyle olursa, diye taa ileriki aşamaları boş yere düşünme. Ne yapman gerekiyor şu an? Onu yap, gerisi için endişelenme, hiç düşünme.

Listeleme manyaklığım da belki babamın bu tespih nasihatinden geliyordur. Yeni bi şey için adım mı atıcam, mutlaka her adımı kağıda yazmam, görmem gerekiyor. Yaptıkça her adımın üstünü çizmem filan. O her gün yenilenen listeler olmasa hayatımın en gereksiz harcaması olan düğün organizasyonunu nasıl tamamlardık bilmiyorum. Nasıl kafayı yemeden sağlam kalabilirdik? İnsanlarla uğraşmamak için doğumgünü organizasyonlarına yardım etmeyi bile reddeden ben... Neyse, evet, sakin olmamı sağlıyor bu alıntı, babam gözümün önüne geliyor bi de her seferinde, elleri... Sigara ve makine yağı karışımı baba kokusu... 

Anne-babaların gittikçe küçülmesi de çok acı değil mi? Bu konuda ayrı bi yazı yazılmasını talep ediyorum. Biz büyüyoruz, onlar gittikçe küçülüyor. Halbuki bi zamanlar kocamanlardı. Annem güçlü kuvvetliydi. Şimdi şöyle bi sarıldım mı bitiveriyor. Babamın en küçük parmağını tutardım eskiden, şimdi elleri yine büyük ama vücudu... Otuzlara girişimin etkisi midir nedir, annemin babamın yaşlanması hüzünlendiriyor artık beni. Zamanın geçmesi de öyle, hatta kızıyorum farkında olmadan geçen zamana. İnsan bi haber verir! Ayıp. Her şey olağan giderse, annem-babam ölecek mesela benden önce. Çok tuhaf. Aramız mükemmel olduğundan değil. Ama onların yok olması, çok tuhaf. Üzülmek değil bu. Onlar gidince n'aparım korkusu da değil. 5 yıl önce hiç aklıma gelmeyen şeyler bunlar. Bendeki bu değişiklik korkutuyor belki de beni.

Neyse, bu yazı da babama gelsin madem. Hayatımda en çok kızdığım ve beni en çok etkilemiş üç beş kişiden biri. 

----------

He bi de motif çelıncımız var artık, 200 günde 200 motif. Ezgissimo başlattı. Her gün yeni bi motif örmekmiş çelıncın amacı. Ben sadece her gün bi motif örmek, diye anlamıştım. O yüzden acı gerçeği öğrenince kendime güvenim azaldı. Çünkü 1) her gün yeni bi modeli nasıl bulacağım? 2) yeni bi modeli öğrenmek epey vaktimi alıyor. Sıkılıp bırakabilirim bi yerden sonra. O yüzden arada bi tekrara düşme izni verdim kendime müsaadenizle. Kendime kaçacak bi delik ayarlamam lazım yoksa süreklilik sağlayamıyorum :)

İlk hafta elimden gelen budur: 


Minikleri en başta deneme olarak yapmıştım. Elbet bi yerlere sokuştururum onları da. Küçüklerin hepsini bir sayıyorum. Bu durumda şimdiye kadar 6 tane yapmışım. Bugün 7.günmüş mesela, öyle diyelim yani. Bundan sonra düzenli ilerleyeceğime namusum ve şerefim üzerine yemin billah olsun.

Şimdilik bu kadar efem.
Saygılar, sevgiler, 
Kanatlı Kedi



28 Ocak 2018

Dil öğrenmek ile evden çıkmak arasındaki müthiş bağ

Bu sene bu dili ya öğreneceğim, ya nalet olsun deyip ayrılacağım kendisinden. O kadar çok dil kursuna yazıldım ki, ödevler yap yap bitmiyor. Lise hazırlıktaki gibiyim, kafamda yabancı dilde bi şeyler yankılanıyor. Okuduğum son iki roman da Hollanda sokaklarında geçiyordu. Şikayetçi değilim, kendim kaşınıp başvurdum bütün kurslara, kitapları kendim aldım... Zevkli de geliyor şimdilik. Ama bi yerden sonra bıkıp soğur muyum sorusu geldi bugün aklıma. Amaan onu da o gün düşünürüz, di mi?

Normal dil kursuna devam ediyorum. Onun dışında bir konuşma grubum var ki, geçen dönem başlamıştım. Ücretsiz. Bir de okuma kulübüne katıldım bu dönem, yaklaşık 1,5 saat bir kütüphane görevlisi veya gönüllü kişi okuyor, biz de kitaptan takip ediyoruz. Arada durup anlamadığımız yerleri soruyoruz filan. Çok verimli. Ve bu da ücretsiz.

Geçen dönemden beri aklımda olan ama erteleyip durduğum taalcoach (dil partneri) olayına da başvurdum sonunda. Yine gönüllü bir organizasyon. Haftada 1-2 saat biriyle buluşup konuşmak için. En fazla 1 sene faydalanabiliyoruz bundan ki zaten 1 senenin sonunda artık ihtiyacım kalmaz diye umuyorum. Başvuru için 30euro ücreti var bunun. Bugün biri aradı, yarın buluşacağız bakalım nasıl geçecek. Yaşlı bi teyze gibiydi sesi.

Saçma sapan bi gerginlik var bu sebepten üstümde. Ne soracak kadın bana? O, o yaşında gönüllü olup çalışırken, benim bu yaşımda evde oturduğumu duyunca ne tepki verecek? Yargılayacak mı? Üretmeyeceksen ülkeme niye geldin, bakışı atacak mı? Kendimi açıklamak zorunda hissedecek miyim?

Peki ben bu konuları ne zaman aşacağım, sevgili insan kardeşlerim? Olacak olacak, insan içine karışmak zorunda bırakıyorum kendimi, karıştıkça olacak...

Bi de üst komşumuz var ki, çözemedim. Ya aşırı sıcakkanlı (ki "bir Alman ne kadar sıcakkanlı olabilir?" gibi bi önyargım -asla, kat'a ve haşa- olduğundan değil, ben o kadar sıcakkanlı olmadığımdan) olduğunu , ya da çözemediğim bi çıkarı için beni kullandığını düşünüyorum. Dil partnerim olmayı teklif edip duruyor. Birincide ayak üstü söyledi, olur, çok güzel olur, dedim. İkincide mail attı. Hala istiyor musun, vaktin var mı, falan diye. Çalışmadığımı biliyor, laf mı soktu acaba zaman falan diyerek? Şaka bi yana, hakketen sen ne kadar da iyi bi insansın mı acaba ya? Aslında kadına ben de tekrar sormak istemiştim ama Avrupalı açıksözlülüğü dediğimiz huydan yoksun olduğum için, çekindiydim.

Yani özetlersek, çok yakında
iki dil partnerim,
bir dil kursum
bir konuşma kulübüm,
bir de okuma kulübüm olacak. Bu dönem bu dili sular seller gibi öğrenmezsem zeka piroblemim var demektir. Kendimden proje çocuk yaptım resmen.

Bence tüm bunların asıl güzel yanı dil öğrenmek değil, topluma dahil olmak. Hollanda'yı turuncunun, peynirin, yeldeğirmenlerinin, kanalların, otun ve Red Light'ın ötesinde görebilmek. Evden çıkmak yav işte! Çıkıp tek başına müze gezmek değil de, insanlarla görüşmek.

Bi taraftan da kendimden korkuyorum, ne zaman bıkıp kabuğuma çekileceğim bakalım, diye. Belki bu kez hiç olmaz. Çünkü aslında bildiğim sular bunlar, spor yapmak gibi değil. Okumak, yazmak, ödev yapmak... Bunlar bebek işi. Sadece sohbet etmek zorlayıcı. Onu da alıştırma olarak görür, kişisel algılamazsam, tamam işte...

Amaan neyse, böyleyken böyle. Daha bi sürü yazacağım var da toparlayamadım bi türlü. Yarın, çelıncın altına eklerim belki.

Selamlar efem,
Kanatlı Kedi


22 Ocak 2018

4. hafta, komşularla sıfır sorun ve fakat kabuslar

Çelıncımızda bu haftanın sorusu: Şu an pencerenden gördüğün manzara ne?

Fotoğraf koymak yerine betimleme yeteneğimi geliştirme çalışması olarak kullanıciim bu soruyu. Ne kadar olacak bakalım... Hadi bism...

Sol tarafta bizim oturduğumuz apartmanın benzeri, abidik gubidik pencereli, dört katlı bir apartman var. Birinci kattakilerin ufak bi bahçesi, ikincilerin balkonunda bahçe tadında bolca yeşillik ve çiçek, dördüncünün balkonunda ise bahçe olmaya çalışan ama başarısız sonuçlanmış boş saksılar var. Üçüncüde ise ayırt edilebilecek değişik bi şey yok. Bizim gibiler sanırım. Balkonu güzelleştirmek gibi bi çabaları yok. Sigaraya çıktıklarını da görmedim. Metrekare israfı. Apartmanlarımızın önünde 10-15 arabalık bi otopark ve aralara serpiştirilmiş ağaçlar var. Şu sıralar hepsi kuru, yapraksız. Bugün hava az gri ve rüzgarsız. Güzel yani, iç açıcı. He bu arada sağ tarafta da sıra sıra dizilmiş birbirine yapışık bahçeli evler var. Görünürde insan yok. Öğle arasında az ilerideki iş binalarında çalışan insanların bizim mahallenin meydanına yaptığı büyük göç dışında genellikle insanla dolup taşmıyor burası zaten. Pencerenin önünde dikiş makinası ve kitaplar dizili olduğu için manzaranın yarısını göremiyorum aslında. Ayağa kalkarsam da tam şu anki manzarayı anlatıyor sayılmam. O yüzden yarısını anlattım, gerçekçilik çok önemliymişçesine.

Bu çelınc sayesinde bir senenin haftalarını sayıyorum ilk defa. Sevdim bunu. Bu hafta ne yaptım, ne yapmadım hesabı yapıyorum. Belki daha az boşa zaman geçiririm. Umut...

Bu hafta pek kitap okumadım sanırım. En son Tirza'yı bitirmiştim, yenisine başlamadım. Sonsuza giden kitaplarımdan da pek okumadım. N'aptım? Bilmiyorum. 

Haftasonu komşularımız geldi misafirliğe. Hepsi yabancı. Üst komşuya gitmiştik aylar önce, iade-i ziyaret babında bize geldiler. Tabi haftalar öncesinden randevulaştık, öyle çat kapı değil. Öyle olunca bi gerildik biz. Acaba ne yerler, ne içerler? Bizim hep aldığımız pilsener tadındaki blond birayı severler mi? Sevmezler büyük ihtimal. O zaman başka her çeşitten bikaç bira alalım ki beğendiklerini içsinler. Şarap işine hiç girmeyelim, güzelinden anlamayız. Gelenlerden birinin İtalyan olacağını sanıyorduk bi de, o yüzden şarap işinden kaçmıştık fakat Romanyalı çıktı. Neyse, bira içtiler. Bi gün önceden poğaça yapmıştık, beğendiler, hepsini yidiler. Tarifi de istediler. Vuhu... Yine Türk milletini iyi temsil ettik ve yabancıların gönüllerini yemekle fethettik! 

Alt komşumuzun balkonu da bahçe gibi. Beklediğimiz üzre hediye olarak çiçek getirdi. Burda her köşe başında bi çiçekçi olmasının, marketlerin kocaman çiçek reyonu olmasının sebebi bu, ev ziyaretine gittiklerinde illa çiçek götürüyorlar. Tabi bizde vazo yok. Çiçekleri nereye koyacağımızı şaşırdık başta. Sonra atmaya kıyamadığım, ben bunlarla bi şey yaparım ki, dediğim kavanozlara paylaştırdık. Bi de suya koymadan önce çiçeklerin saplarını azıcık ucundan kesmek gerekiyormuş. Bunu öğrendik sayelerinde.

Acemilikleri ya da kültürel farklılıkları tuhaf karşılamayan insanlar. Rahatladık bunu fark edince. Halbuki niye rahatlıyoruz ki, diye düşündüm sonradan, daha doğrusu niye geriliyoruz? İşte bunlar hep eziklik. Batıya karşı duyulan eziklik. Bi de tabi yabancı bi kültürde kendini azınlık hissetme duygusu. İkincisi daha hoşgörülebilir fekat birinciden -milliyetçi safsatalara kapılmadan- kurtulmak lazım. Nasıl olacak bilmiyorum. 

Duydum ki feysbuklar yine bu safsatalarla dolmuş. Gazamız mübarek oluyormuş. Sağcısı solcusu birleşip vatan millet sakarya edebiyatına sarılmış. İçim sıkıldı yine arkadaşlardan öğrenince. Onun etkisiyle sanırım, bi kabus gördüm sabah: 

Dersane arkadaşlarımdan biriyle görüşmüşüm nedense. Harry Potterla ilgili bi etkinlik varmış. Ailesi ayarlamış. Böyle kapalı bi etkinlik. Harry Potter gelmiş, bi de yönetmen mi yapımcı mı artık her kimse, kamera arkasındaki önemli adamlardan biri. İkisi de Türkçe konuşuyor. Konuşma yapıyorlar küçük bi salonda, çok duygulanmışlar ilgimizden filan... İçiyoruz, dans ediyoruz, ortalıkta çoluk çocuk, yaşlı genç koşturuyor... Etkinlik bitiyor, dışarı çıkıyoruz binadan. 10-15 merdivenden çıkıp kapısına varılan, eskiden resmi amaçlarla kullanıldığı belli olan binalardan biri. Şimdi sanki belediyenin bedava resim kursu filan verdiği bi yer gibi. O büyük merdivende ayaküstü muhabbet ederken uzaktan polisin geldiğini görüyoruz. Dağılın, diyor. Bizi kalabalık görünce eylem yaptığımızı sanmışlar. Anlatmaya çalışıyoruz, "ya hiç alakası yok, Harry Potter vardı vallaha bak aha burda" diye ama hemen başlıyorlar binanın içine bizi tıkıştırmaya. O sırada fark ediyorum ki Harry Potter ve birlikte geldiği bikaç kişi bizi tanımıyormuşçasına götüm götüm uzaklaşıyor. Gencin biri peşlerinden yetişiyor "iki dakka durun da açıklayın polise durumu, size inanırlar" falan derken, biri sessiz silahını çıkarıp vuruyor o genci. Ben şok. Çevreme bakıyorum, benden başka kimse görmüyor. Anlatmaya çalışıyorum, "Harry Potterlar da işin içindeymiş, silahlıymış onlar, bak kaçıyorlar" diye... Kimse dinlemiyor. Hala gülüp eğleniyorlar. Bi sürü yaşlı, çoluk çocuk. Tanıdığım kimse yok.

Sonra fark ediyorum ki kimliğim üstümde değil. Dans ederken çantayı bi yere atmışım. Ödüm daha da karışıyor bokuma. Çaktırmadan o eğlenceyi yaptığımız salona gidiyorum. Kapının arkasında asılı buluyorum çantamı, içinde kimliğim de var, oh şükür. Polis varsa kimlik sorar, kimliğin yoksa iyice süründürür. Niyeyse böyle işlemiş kafama. O an aklıma bi fikir geliyor. Çaktırmadan çıkabilirim belki burdan. Binadan bi çıksam, sokaktan geçen biri gibi davranabilirim. Fakat ihanet etmiş olmaz mıyım içerdekilere? Ama onların zaten kafalar bi dünya, Harry Potterların ihanetini anlattığımda dinlemediler ki beni, onlar için kendimi tehlikeye attığıma değer mi? Hem dışarda neler olduğunu anlamak için daha çok fırsatım olur, belki  yardım bile edebilirim onlara... Kapının arkasında kimliğime bakıp bunları düşünürken uyandım. Kalbim küt küttü hala, epey bi bekledim geçsin diye. 

Polisli kabuslar da bizim coğrafyamızın kaderi sanırım. Bi sürü anlam çıkartırım bu kabustan ama yapmıycam. Misal son sahne, ülkeden uzaklaşmanın vicdan azabı olabilir. İnsanlara bi şeylerin yanlış gittiğini anlatmaya çalıştığımda verdikleri apolitik "amaaan bi şey olmaz yeaaa" cevaplarına hala kızgın olduğumu gösteriyor da olabilir. Peki neden Harry Potter? Hadi diyelim "Batı eğlence sektörüne kapılıp beynimizi uyuşturduğumuz için gerçekleri göremiyoruz" demek istiyor burada şair, fekat Potter ekibinin ajanımsı silahlı kişiler olmasına ne demeli?

Bilinçaltım boktan. Kabusları çözmeye uğraşmak zevkli gelse de, sizi daha fazla yormıyciim, korkmayın. Sadece, çok canım sıkılıyor. Öyle konuşuyom işte.




17 Ocak 2018

Kitap: Tirza (Arnon Grunberg)

Hollanda edebiyatını okumaya, Türkçe'ye çevrilmişlerden seçtiklerimle başladım. İlki, Cees Nooteboom'un Mokusei'siydi. Fazla kısa olduğundan mı, üslubuna ısınamadığımdan mı bilmem, pek içim ısınmadı. Çok soyut gelmişti anlatım. Şu an konusunu zar zor hatırlıyorum.

İkincisi Arnon Grunberg'in Tirza'sıydı ki, işte bundan epey bi etkilendim. Sevdim veya sevmedim demek zor. Rahatsız ediciydi diyeyim. Yazarın amacı da öyle olmakmış gibi, dolayısıyla işini iyi yapmış. Doğru neydi, yanlış neydi, sorgula babam sorgula... Yazarın medeniyetle bi alıp veremediği var. Karmakarışık olaylar ve duygular içinden en iyi anladığım bu. Batı medeniyetinde özgürlükler, aile hayatı, çocuk yetiştirme yolları, sınırlar, konuşulması/konuşulmaması gerekenler, toplum içinde nasıl davranılması gerektiği, girilen roller, bunlardan çıkılması gereken zamanlar, ötekiler ve bunların ne derecede hayatımıza dahil olabileceği, biz'im kim olduğumuz, siz'in kim olduğunuz...

Edebiyatı neden sevdiğimi hatırlattı: Hiçbir soru sormadan tüm bunlar hakkında düşündürtebilir yazar bizi, sadece olayların gidişatını anlatarak.

Buraya ilk geldiğimde, kütüphaneye ilk üye olduğumda Herman Koch'un Akşam Yemeği isimli kitabını alıp okumuştum. Kapağını sevmiştim. Yazarın Hollandalı olduğundan filan haberim yoktu. Niyeyse Hollandalı bir yazarın kitabının Türkçe'ye çevrilebileceğini düşünemiyordum. Hollandalı yazar diye düşününce kimse gelmiyordu aklıma. Fakat çevrilmiş bi şekilde. Ve kitap, Forbrydelsen'le aynı dönemde okuduğumdan mıdır nedir, bu masal ülkesinin sevimli yüzünün arkasında bi şeyler gizlendiği hissi uyandırdı. Ülkenin çok satan kitaplarından biri olan Akşam Yemeği'nde yazarın en büyük derdi; orta sınıf vatandaşın medeni olmak uğruna içine attığı vahşi duygular, içgüdüleri, bastırdığı çağdışı sayılan fikirler ve bu bastırılmışlığın suça dönüşme ihtimali. Ve bu suçun yine medeni yollardan aklanmaya çalışılması. Kısaca Batılı insanın takmak zorunda hissettiği maskeler. Üçüncü dünya ülkelerinde her gün sürüyle insanlık dışı suçlar işlenirken burada bunların engellenmesine rağmen bi terslik olduğu hissiyatı... Şimdi hatırlaldığım kadarıyla böyle yani.

Tirza'da da benzer dertleri hatırlatan bi hava vardı bana kalırsa. Afrika'da, hatta Türkiye'de "kendine dert arıyor pezevenk" deyip geçeceğimiz dertler. Fakat gerçek. Dünyanın bir yerinde dert varsa, diğer tarafının hiçbir zaman gerçek anlamda günlük güneşlik olamayacağını düşünüyor insan.


O zaman, alıntılar:

19 - ...Hofmeester hayatı boyunca kendine en uygun duruşu aramıştı, şimdi hayatının son dönemlerinde bile hala kendine uygun bir duruş bulabilmiş değildi. Duruş yerine elinde tuttuğu kurulama bezini bulmuştu.

57 - Neden her şey açıkça konuşulmak zorunda? Neden bazı konuları kendi haline bırakmıyorsun? Neden sessizliğe saygı göstermiyorsun? Neden sessizlik seni bu kadar tehdit ediyor ve dayanılmaz geliyor?

145 - Aynanın karşısında durup kendine baktı ve yüzünde yakaladığı hüzünlü ifadeye kendisi de şaşırdı. Bu hüzün bazen içinden giderek yükselen duyguların hepsini bastırırdı. Utanç, korku, yüzkarası olmanın, farkına varmanın getirdiği hüzündü bu.

148 - Jörgen Hofmeester gelişme gösteriyordu. Daha sosyal olmuştu. Daha müsamahakar, daha ulaşılabilir. Ne olursa olsun o en çok Tirza'nın babasıydı ve bu rolü içinde olabildiğince babacandı, sınır tanımıyordu. Ne olursa olsun onda bir kusur bulunamayacaktı.

150 - Aklına ilk tanışmaları, ilk günleri, ilk haftaları geldi. Karşındaki için beyaz, boş bir sayfa olduğun günler, özgürlüğün beraberinde getirdiği mutluluk.

155 - Öğretmenin dostane tavrı Hofmeester'a hasmane görünüyordu. Başkasının mutluluğu onun için tehdit taşırdı.

157 - Kimilerinin yabancı dil ya da çizim konularında beceriksiz olduğu gibi Hofmeester da arkadaşlık konusunda beceriksizdi. Tam da bu nedenle bir müzik aleti çalabilmek isterdi. İnsanlarla konuşmak yerine onlara müzik icra etmek isterdi. Düşüncelerini karşındakine iletmek için konuşursun, oysa Hofmeester'ın düşünceleri genellikle karşısındakine iletilmemesi gereken, gizli olan ve her iki tarafın iyiliği için gizli kalması gereken düşüncelerdi.

162 - Kadın da onun kadar üzgündü konuşmasında sık sık "dünya ekonomisi" ifadesi geçiyordu. Bu ifade kulağına Dünya Yahudileri gibi geliyordu ama daha masumdu ve o nedenle sanki daha korkunçtu.

163- Yenilenler birbirlerini tanıyabilir miydi? Yoksa sonsuza kadar anonim mi kalıyorlardı?

164 - Korkunç bir utanç duyuyordu, hissettiği bütün duygular bir araya gelerek üzerinde, bu halimle insanların karşısına çıkamam, düşüncesini hakim kılıyordu. Bu şekilde artık sokakta yürürken yere bakan, süpermarkette arabasını iterken ayaklarına bakan, geçmişini yüzünden okuyacaklar diye başkalarının bakışlarından korkarak kaçan bir adam olmuştu. Uyuzlu bir geçmişi vardı, damgalanmıştı.

173 - Çocuklarında, kendi duyduğu korkuyu görüyordu... çocukları onun nasıl biri olacağını, kim olduğunu belirliyordu...

235 - İnsanlara yaklaşmasındaki amaç daha az pislenme çabasından başka bir şey değildi.

245 - Kağıt para, sahip olduğu başka bir şeyin olmadığını örtbas etmeliydi. Ödüyordu. Ödemek özgürlük anlamına geliyordu. Ödemek değer kazandırır.

294 - Hofmeester başını ellerinin arasına aldı. Ona iyi gelmeyecek kadar çok şey hatırlıyordu. Hatırladıkları birbirine karışıyor ve aklını karıştırıyordu.

298 - Hayatının bu döneminde müşfik bir dokunuş onda şok etkisi yapıyordu.

306 - Melez her zaman melezdi.

307 - ...sonra da ona bir lütufta bulunulmuş gibi, "teşekkürler," diye ekledi.

310 - İbi ya da karısı olsa farklı yaparlardı. Utanmadan, çekingen davranmayarak. Bilinçsizce.

324 - Utancın ne olduğunu biliyor musun? Medeniyet.

328 - Annemle babam hasta değildi. Ancak tamamen sağlıklı oldukları da söylenemezdi. Ya da belki söylenebilir, süper sağlıklıydılar, fazlasıyla. Dini elden bırakmışlardı ve köy halkının bunu öğreneceğinden korkuyorlardı. Aslına bakarsan onlar hiçbir zaman...inançlı olmamışlardı. Fakat bunu kimse öğrenmemeliydi. Zaten kimse bilmiyordu. Farklı olmaktan, dikkat çekmekten korkuyorlardı. Önce sayfiye evinde sonra da esas evlerinde bu korkuyu yaşadılar. Onunla bütünleştiler. Farklı olmaktan nefret ediyorlardı. Anlıyor musun? Beyaz olmayan her şeyden. Farklı olan her şeyden, alışılmışın dışındaki her şeyden nefret ediyorlardı. Alışılmışın dışındaki her şey onlar için hastalıktı. Hastalıktan nefret ediyorlardı. Annemle babam için psikiyatrik hasta, Yahudi, zenci ya da homoseksüel arasında bir fark yoktu. Hiçbirine çare yoktu. Oysa kendileri iyileşmişti ama yine de üzerlerinde bir iz, bir kalıntı, her an iltihap kapabilecek bir kabuğun kalmış olabileceğinden korkuyorlardı. Bunun için babam bir gün dükkanının önünde bir Yahudiyi öldüresiye dövdü. Kürekle. Bu şekilde köyde kimse onun iyileşmiş olduğundan şüphe duymayacaktı. İyileşmeyi çok ciddiye alıyorlardı.

342 - Tirza doğduğundan beri her yerde, bir anlık dikkatsizliğin yol açtığı kazalar, felaketler gördüm. Bir ömür boyu ceza çekmek için daha fazlası gerekmez. Tirza sayesinde dünyanın asıl yüzünü gördüm. Tehlikeli, tamamıyla tehlikeli. Sevgisiz ve mantıksız. Kalorifer borusu, asansör kapısı, banyo küveti, her yer tehlike dolu. Her yerde acı var. Küçük çocuklar korku bilmez. Bunu onlara öğretmen gerekir. Korkuyu onların içine sokmak gerek, 'uf' demesini öğrenmeliler. Burası, 'uf,' bu da 'uf.' Küçük çocukları korkutmak gerekir yoksa ölürler.

344 - ...gidecek bir yerin olmayınca senden nefret edilmesine de katlanabilirsin.

351 - Turistler için Afrika buyuduç Dünya turistler ve personel olarak bölünebilirdi. Her an her yere hareket edebilen turistler ile onlara hizmet edenler. Onları eğlendirenler. Meşgul edenler. Bir yere gidemeyenler.

351 - Kahve molası vermiş bir yaşlı gibi konuşuyordu ama elinde değildi, sakinleştirmek istiyordu. Sakinleştirmesi gerekiyordu.

352 - Hofmeester kültüre inanmazdı, inançtan söz edilebilirse tabii. Kültür nedir? İnsanın hayatta kalma stratejisi; uyum sağlama ve kendini görünmez hale getirmeye muktedir olması. Yoksa buna da mı kültür deniyordu? Ne kadar görünmez olunursa o kadar iyiydi. Görünmez olan yaralanmazdı.

Çocuklarını, toplumu kurtarma ağı olarak değil, bir kafes olarak gören, eleştirel bakışa sahip bireyler olarak yetiştirmişti. Yüzme havuzunda, müzik okulunda, Latince, Yunanca, matematik ve biyoloji derslerindeki başarılarından sonra para kendiliğinden gelirdi. Gerçek özgürlük paradır, eğer parayla özgürlük satın alınamıyorsa, yeterli para yok demektir. Onun özgürlüğü gördüğü yerde Tirza ile İbi kapitalist bir komlo ile karşı karşıya olduğunu söylüyorlar. Bu yaklaşım yine moda oldu. Her ne kadar Hofmeester bunun bir komplo olmadığını, buna özgürlük dendiğini iddia etse de ona inanmak istemiyorlardı.

354 - Yetişkinler arasında seks aşağılamaktan ibarettir.

355 - Siz kurtuldunuz...Siz Afrika'da, nefes almaya devam ederken ölmüş durumdasınız. Size bir şey olmaz. Siz yara almazsınız, yaralanmaz bir makine, bir ürün, bir...şeysiniz. Tüm geleceği kaçırdınız ve bu sayede çaresizlikten de kurtuldunuz.

357 - Başkasının acı çekmesinden hoşlanırız demek istemiyorum, tam tersi. Genellikle başkalarının gerçekten acı çektiğini görmek istemeyiz.

368 - Seks sevgisizdir. ... Hayvan sevgi tanımaz, demek istiyorum, en fazla azgınlık bilir. Açlık, susuzluk, yorgunluk.

373 - Senin için geleceğim yok, geçmişim yok, kağıt para kadar tarafsızım. Birçoğu gibi kendi hayatı içinde yolunu kaybetmiş bir Batılıyım. Hepsi ruhsal huzuru, sakinliği ya da başka bir şey aradığını söyler, oysa hepsi aynı şeyi ister Kaisa, kaybolmayı.

377 - Ben medeniyetin ürünüyüm... Medeniyeti hayvanın üstüne saldığında ortaya çıkan şeyim. Ben buyum. Her zaman medeni olmaktan başka bir şey istemedim.

383 - Afrika'ya gelen bazı Batılıların delirdikleri biliniyordu. Geri gitmiyorlar, buharlaşıp yok oluyorlar, çevrelerindeki renklere bürünüyorlardı.

391 - Başkasının hayatında, hatta kendi hayatında bile hiçbir rolünün olmadığını fark ettiğinde nasıl ölüneceğini bilmiyorum. Bunu nasıl yapman gerekiyor, kimsenin umurunda olmadığın ihtimalini ciddi olarak göz önünde bulundurduğunda, kimse için önemli olmadığını anladığında nasıl ölmelisin bilmiyorum.






15 Ocak 2018

3. hafta ve bağzı filmler

Çelıncta üçüncü soru:

3. Daha fazla yapmak istediğin 5 şey...

- Spor tabi ki. Oturmaktan bacaklarım ve götümün uyuşmadığı bi hayat. Mecburiyetten değil, sevdiğim için spor yapmak... Falan filan, bıdı bıdı... (Geç bunları, anam babam, geç bunları...)

- Hazır cevap olmak, aman tatsızlık çıkmasın diye susup insanlara içten içe sinirlenmek yerine, kavga çıkarmadan cevabımı verip rahatlamak. İçimde kalanlar yüzünden saatlerce o anı düşünmek yerine arkamı döndüğümde unutabilmek. Nalet olası insanları kafaya takmamayı öğrenebilmek.

- Zamanı yönetebilmek. Planladığım şeylerden son anda vazgeçmemek. Başkalarını kırmamak için programımı bozmamak.

- Gezi planı yapmak.

- Evden çıkmak. Evden çıkabilmek.


-----------
Bu hafta çok fazla, normaldekinden daha fazla boş vaktim var. İki gün müze gezmek niyetindeyim. Son dakka yok hava kötüymüş, yok efenim başım ağrıyomuş gibi bahanelerle vazgeçmek yok! Bi de bol bol film izlemek niyetindeyim. Acaba Saçaklı'nın bahsettiği Altın Küre çelıncına mı girsem, yoksa kenarda köşede beklettiğim birikmiş yerli filmleri mi azaltsam? Yoksa kronolojik sırayla izleme işine geri mi dönsem? Yerli filmler daha çekici geliyor ama bakalım... Bu akşam başlarım. Öncesinde hava hala grimsi aydınlıkken, kitap okumalı. Belki üstümdeki negatif elektrikleri unuturum okudukça.


Bu arada son zamanlarda Otje'yi bitirdim. Hollandalı yazar Annie M. G. Schmidt'in çocuk kitabı.  Benim seviyeme göre biraz ağırdı ama resimler ve hikaye o kadar zevkliydi ki anlamadığım kelimeleri boşvere boşvere devam ettim. Arada üşenmediklerime sözlükten baktım tabi. Hikaye de dolu doluydu. Kimliği olmayan bir baba-kız. Göçmen filan olduklarını sandım başta ama alakası yokmuş, devlet dairesinde bi şekilde kaybolmuş gitmiş kimlikleri, kendi suçları da değil yani. Kimliği olmayınca düzgün bir işte çalışamıyor baba, bi taraftan polisten kaçıyorlar çeşitli sebeplerden. Neyse ki hayvanlarla arkadaş oldukları için tanıdıkları tüm hayvanlar yardım ediyor ve her seferinde bi şekilde kurtuluyorlar. Kısa kısa bölümler, insan tam olarak anlamasa da bi sonraki bölümü merak ediyor, bi an önce geçmek istiyor. Şimdi yeni bi çocuk kitabı bulmam ve başlamam lazım. Hikaye okumak hem buranın kültürünü öğretiyor (misal; ısırganotu çorbası (brandnetelsoep) diye bi yemeklerinin olduğunu öğrendim), hem de illaki üç beş kelime katıyor hafızaya.


Bi de dün Tolga Örnek'in yönettiği Labirent'i seyrettim. İdare ederdi. Meltem Cumbul'a saygı duydum biraz daha. Şimdiye kadar harfleri bi tuhaf söylediği için hoşlanmazdım oyunculuğundan. Bi de ilk çıktığı zamanlar çok fazla televizyonda göründüğü için ekşici gençler gıcık olmuş, o negatif yorumları okuyup, videoları izleyip etkilenmiştim bi ara, ben de gıcık olmuştum hafiften. Ama bu filmde oyunculuğu güzel. Olağanüstü değil ama kötü de değil.* Ya ekşiciler (yine) abartıp haksızlık etmiş ya da Meltem Cumbul kendini geliştirmiş.


Gerçi yakın zamanda Kadın İşi Banka Soygunu filminde de izlemiştim kendisini. Yine o değişik konuşma şekli sebebiyle ısınamamıştım. Bi de bu film Labirent kadar ciddiye alınarak hazırlanmamış gibiydi. Ya da komedi arasına serpilmiş drama olduğu için insanın izlerken ciddiye alası gelmiyor. Seyirciye aptal muamelesi yapan filmlerdendi diyeyim kısaca en iyisi. Hani şu, espriyi göze sokan, neyi neden yaptığını açıklayan türden. Yine de senaryo, fikir orjinaldi. Yine çoğu yerli yapımda olduğu gibi, keşke güzelim konuyu böyle harcamasalardı, dedim. Konu şöyleydi (spoilersız): Çok yakın arkadaş olan 4 kadın. Hepsinin az-çok kendi derdi var. Önce hepsini tek tek tanıyoruz, karakterlerini öğreniyoruz. Sonra bunlar dertli bi akşam içerken, banka soymaya karar veriyorlar ve olaylar gelişiyor.** Elveda Rumeli'nin Zarife'si de oynuyor afişten görüleceği üzre. Hala çok seviyorum kendisini.

Bugün de filmler hakkında ahkam kestim di mi? Evet. Spoiler vermeyeyim diye kendimi kısıtlayınca sırf ahkam kesmekten ibaret oluyor yazı. Sebepleri sonuçları rahatça açıklayamıyorum. Ha, başında  "dikkat spoiler var" deyip, sonra rahatça, uzun uzun anlatabilirdim tabi derdimi, kimse beni tutmuyordu şüphesiz. Lakin üşendim. O kadar çaba gösterme isteği uyandırmadı iki film de bende. Bu kadarcığı da belirtmezsem rahat edemiyorum, hem hafızama da iyi geliyor.

Neyse efenim bugünlük bu kadar,

Mesut ve bahtiyar kalın,

Kanatlı Kedi






* Spoiler: Hatta kavga sahnelerinde gayet iyi, baya çalışmış belli ki.

** Spoiler geliyor: 2010lar filmi olduğunu da sokaktaki polisten, biber gazının vurgulanmasından anlıyoruz. "Gezi'den önce mi çıkmış, sonra mı?" sorusu geliyor hemen insanın aklına. Vikipedi diyor ki: 2013'te yapılmış, 2014 Ocak'ta çıkmış. Tam bir gezi sonrası filmi yani. 


14 Ocak 2018

Yeni çelınc ve bikaç film

Saçaklı'dan duyduğum çelınca başlıyorum. Aha da sorular bunlar:

Asıl kaynak

Her haftaya bi soru. Geç kaldığım için ilk 2 soruyla dalıyorum muhabbete:

1. Neye şükrediyorsun?

İyilik sağlık filan diyeceğim ama sağlık için şükredecek yaşa gelmedim sanırım daha. Yani şükretmem gerektiğini biliyorum tabi ki ama ilk aklıma gelen o değil, içgüdüsel olarak çok şükür diyemiyorum. Sadece benim yaşımda veya benden daha genç olup da hasta olan birilerini görünce aklıma geliyor. Hatta yine şükürden çok "lan hayvan gibi bakıyorum bedenime, bunun cezasını ne zaman çekeceğim acaba?" diye endişeleniyorum. Sağlık için şükretmek için bi olgunluk gerekiyor sanırım ki o derecesi henüz bende yok. Bi gün gelir diye umuyorum.

Benim asıl şükrettiğim şey, şimdilik çalışmak zorunda olmayışım. Çok büyük bi lüks olduğunun farkındayım ve hakkını vermeye çalışıyorum. Çalışan insanların genel şikayetidir ya hani, bi tatilim olsa şunu şunu yapıcam, derler ama tatil gelince hiçbirini yapamazlar, tembellikle geçer zaman. İşte koyversem ben de öyle olucam. Olmamak için sürekli kontrol altında tutmaya çalışıyorum her anımı. Şimdi düşününce, çoğu zaman işe yarıyor bu kontrolcülük. Yoksa boşlukta "hiçbi işe yaramıyorum" girdabına kapılıp diplere dalmak büyük bi olasılık. 

Bi de çok mıymıy sevgi pıtırcığı tadında konuşmak istemiyorum lakin kısaca değinmem şart. Bu hayata en büyük şükranım, beni anlayan biriyle bi araya gelmemi sağlaması sebebiyle. Hayatta evlenmem diyen bi insandım, sırf onunla birlikte olabilmek için evlendim. Her zaman her şey güllük gülistanlık olmasa da, gülleri çok sevmem zaten, çok dinselleştirilmiş bi çiçek altı üstü, gerek yok:)

2. Evim/yuvam dediğin yer hakkında yaz.

Yalnız kalabildiğim, kitap, kağıt, kalem bulunan, özgürce girip çıkabildiğim, kimseye hesap vermediğim, anahtarı bende olan yer.

---

İşte bu kadar.. Çabucak bitti. Hepsini birden cevaplayıveresim geldi ama olmaz di mi? Çelıncın ruhuna aykırı.

Gelelim son zamanlara... Bissürü film izledim. Sondan başlayayım.


Dün Arif V 216'ya gittik sinemada. Film ekibi de burdaydı. Film öncesinde sahnede kısaca konuşma yaptılar, biz çekerken çok eğlendik, umarız siz de eğlenirsiniz falan filan. Güzeldi, datlışlardı. Film de güzeldi. Ali Baba ve Yedi Cüceler hariç Cem Yılmaz'ın sevmediğim filmi yok, sadece oyuncu olarak katkıda bulunduğu diğer filmlerini de hep sevdim. Dolayısıyla filmi sevmek için gitmiştim, sevdim, güldüm, sırıtmaktan yüzüm ağrıdı. Ali Baba ve Yedi Cüceler'den kazandığı parayı da bu filme harcamış sanki, zira V 216 çok masraflı görünüyor. Helali hoş olsun. Spoiler vermemek için kendimi zor tutuyorum, susayım ben en iyisi.


Bi gün önce de Ayla'yı izledim. Gora'da bile duygulanıp ağlayabilen bi insanım, doğal olarak Ayla'da sürekli salya sümüktüm. Ama içimden gelerek ağlamadım. İnsanların ağlatma düğmeleri var, bazı filmler onlara basmak için tasarlanıyor. Misal, Çağan Irmak filmleri, Türk dizileri... Ayla da öyleydi. Duygusal bi sahnede ver coşkulu müziği, ver bakışmayı, içimden "yine aynı şeyi yapıyo şerefsizler" dememe rağmen elimde olmadan ağlıyorum. Sesin tonu mudur, frekansı mıdır nedir, gözyaşlarımı boşaltıyor. Yemin ederim bununla ilgili bilimsel bi çalışma kesin yapılmıştır. "Sesin gözyaşına etkisi". Üşenmeyenler araştırıp link atarsa çok sevinirim. Bilimsel konularda googlela konuşmayı sevmiyorum da...

Kısacası Ayla'yı sevmedim. Çok ağlatmayı hedeflemiş filmlerden hoşlanmıyorum. Hele ki konu tarihle, politikayla ilgiliyse iyice işkilleniyorum. Kesin bi duygu sömürüsü, bi konudan uzaklaştırma, bi propaganda var diye... Netekim bu film de öyleydi. Bolca milliyetçilik, bolca vatan sağolsun, bolca şehit kanı... Güzelim hikayeyi bu kadar içi boş milliyetçilik sosuna bulamasalardı, savaşın taraflarını, sebebini anlatsalardı, daha tarafsız bakabilselerdi çok güzel bir film çıkabilirdi ortaya. Oscar adaylığı umrumda değil. Geçen sene miydi, ondan önceki mi, Hacksaw Ridge'i aday gösterdilerse, Ayla da gösterilebilirdi bence. Zira O da tarihi olayları çağımıza yakışmayan saçmalıkta anlatan bir filmdi. Taraflıydı. Vatan uğruna ölmenin propagandasını yapan filmler çekmek... Bitse keşke ama bitmez tabi ki, hala bu filmler sayesinde bağlılık hissi yenileniyor insanlarda. Türkiye'de ilkokul çocuklarının Ayla filmine götürüldüğünü hesaba katarsak bi de, taşlar yerine daha iyi oturur sanırım.

Neyse efenim. İnsanları düşünmeye iten filmlerimiz olsa keşke. Hiç ağlatmasa ama hissettirse. Var öyle filmlerimiz ama işte keşke bunlar daha çok izlense... Bütün dünya buna inansa, bir inansa... (Yine ütopyalara bağladım, susayım)


Ağlatmayan ve kıymetli bir Türk filmi daha izledim: 11'e 10 kala. Yaşlı adamın olduğu sahneler, acaba belgesel mi, diye düşündürüyor. Öyle bi gerçekçilik. Nejat İşler oynuyor. Yönetmen; Pelin Esmer. İhtiyarlık kaplamış bütün senaryoyu, ağır adımlarla ilerliyor ama sıkılmıyor insan. İnsanlığın binbir çeşit yüzü akıyor her karesinden. Diğer iki filmin konusunu yazmaya gerek duymadım,  haklarında sürekli konuşuluyor diye ama bunu özetleyeyim. Yaşlı bi adam, koleksiyon yapıyor. Hayatını buna adamış. Vazgeçmesini isteyenlere karşı, yavaş fakat kararlı adımlarla mücadele ediyor. Arkaplanda İstanbul, esnaflık, apartman hayatı, manzaralar, rutubet, hayatta yırtma çabası vs var. İstanbul'da geçen her film gibi, her şeyden biraz biraz olmak zorunda zaten. Fakat bunda hepsi birbirine girmemiş. 

İşte böyle. Kızgın ok tadında fikirlerimi kafanıza kafanıza sapladıysam gideyim artık.

Sevgilerle, lilililerle....

Kanatlı Kedi





08 Ocak 2018

Kitap: Damla Damla Günler IV 1990-1996 (Adalet Ağaoğlu)

1990

Yılmaz Güney'liler Paris'i

9 - Milletin kuyularda, dehlizlerde, çıkmaz sokaklarda birbirine toslayarak, çarpıp ederek yolunu bulmaya çalıştığı bir yıl daha bitti. Yeni biçim genç yazarların, toplum kurtarıcılarından yılıp kendilerine adadıkları, kendisi olmayı, 'ötekini unutmak' sandıkları, birey'i bireysellik, bencillikle aynı kefeye koymalarının ateşi yükseldikçe yükselmekte. Buna karşı ya da buna tepki, aydınlık, güzel, solun sanal populizmini bir yana koyarak, bilimsel akıllarını cilalama yolunu seçmiş görünen gençler, ender olsalar da, bütünlüklü bir hayat adına sorumluluk duygumu ayakta tutmaya beni zorlamaktalar.

12 - Hele adamın bir dergide Göç Temizliği'nde geçen '...bir şey elde edeyim diye kimsenin sırtını okşamadım,' cümleme parmak basarak: "Ya nerelerini okşadınız hanım?" diye yazabilmesi, bunun basılabilmesine karşı Zeynep Avcı'dan başka kimsenin, hele 'feministlerimizin' gıkının bile çıkmaması... 'Aydınlarımızı' ölçüp biçmenin peşine gel de düşme!

14 - Adana doğumlu, güneydoğu iklimli Yılmaz, Ankara'nın Telsizler semtini, burada olup bitenleri nasıl böyle bir duyarlıkla anlatabiliyordu. (Yılmaz Güney'in Boynu Bükük Öldüler kitabından bahsediyor.)

15 - 'Faili meçhul'lerce vurulup da aylar aylar boyu ameliyat, tedavi, bakım altında kalan, tekerlekli koltuğa mahkum kılınmış Server Tanilli...

19 - Otellerde kendimi daha bağımsız, çok daha özgür hissediyorum, demeliydin. Demedin.

20 - Eve vardık ki eşi Gülay yemek hazırlığında, iki küçük oğulcukları televizyon başında, yere uzanmış seyirdeler. İlahiii Yılmaz'lar e mi, ne diye kucaklar götürürsünüz çocukları, ağlata falan yatırmaya kalkarsınız. Sofra kuracaklarmış da... İşte tam bize özgü, misafiri ille de evde yatırmak, ille de yedirip içirmek töresi.

27 - Oturup dır dır ötmemin altında Batı'ya karşı her zamanki aşağılık duygumuzun rolü bulunduğunu düşünmekteyim. "Ben şuyum, buyum..."ları o kadar öne çıkarmam gereksiz.

27 - ...duşun tavanı beni iki büklüm durularak da içine alacak gibi değil. Ancak çömelerek yıkanabilirim, o da pek mümkün görünmüyor.

31 - Kadın günü yaklaşırken yazarlığına gösterilen ilgi öyle çoğalır ki, ayıp olmasın diye yaşayamadığın gibi, ölemezsin de...

32 - Bir hastaya nasıl bakılacağını bilmemekten doğan üzüntüsü ve telaşı kötü bir gerilim yaratmakta.

32 - Farz et ki annen ölmedi. Say ki yanıbaşında. Demli akşam çayı, yanı sıra ince gümüş ağızlığına takılı Gelincik sigarası elinde; tıpkı çocukluğunda olduğu gibi şööyle her zamanki soylu edasıyla azarlamakta seni: Kendini yorma, her şeye koşturma, boğazını sarmayı unutma, dedim durdum; dinlemiyorsun ki... Bir an sessizlik olur;  çilli yanakları pembeleşmeye başlamıştır; (ağzının sol yanını şöyle bir kıvırarak kabahat sende anne, desene. Beni böyle yetiştiren sen değil misin?) Hafifçe doğrulursun; çayından bir yudum alıp sorar: Nereye kalkıyorsun öyle? Baksana anne, şu perdenin kıyısı kıvrılmış, gözüme batıp durmakta, düzelteyim... Kıs kıs kıs gülüşürsünüz. En büyük şifreniz karşılıklı göz kırpmanız... Annem ölmemiştir.

34 - Bizde kadının üstü peşinen dibine kadar örtülü olduğundan yeteneklerinin yaratıcı erkek gücü altında peyderpey ezilip kalması sözkonusu olmamıştır.

35 - Karısı bahçeye suyu akan çamaşırları asarken... (Yenişehir'de Bir Öğle Vakti'ndeki kapıcıyı ve karısını hatırla)

EŞİK
Bükmekle Kırmak

41 - Tarih bir dekor olarak da kullanışlıdır pekala! Geçmişe kaçanların bugünün yaygın kültürü dışında ve bunlardan farklı görünme lüksü. Yarı aydının tam aydınmış gibi görünme manevrası. Anlayışlı olalım. Her şey olması gerektiği gibi olmaktadır. (Sahi, bu benim Yazsonu'mda geçen bir lafım mıydı, yoksa Marx'a mı aitti?)

42 - 18 Mart'ta Şişli Abide-i Hürriyet'te miting var. Orda yürüdükten sonra Cemal Reşit Rey'de oturarak konser dinlemeye gitmek de var ki, bu da tam tamına benim hayatım: Haksızlıklara karşı dur, uysal-ince otur konser dinle. Doğrusu, sekter yani 'kötü' solculara göre bu küçük burjuvalığımı değiştirmeye hiç de niyetli değilim. Sanki Marx büyük burjuva babasına karşı gelen bir küçük burjuva değilmiş gibi! Sözü meclisten dışarı kıldın mı, her şey iyi ve güzeldir. Şimdi saçımı boyatmaya berbere, sonra da Metropolis filmini görmeye gideceğim!

44 - ...akıllı, bilgili, hayatın güzel değerlerini, anlamını korumakta sessizce direnç göstermiş ender kadınlarımızdan. Şatafatsız, üretken, hiçbir şey yapmıyormuş gibi durup eşlerine omuz veren saygıdeğer kişiler.

46 - Halim tarafından büyük torpil. Kendimi koca parası yiyen bir kadın olacakmışım gibi hissediyorum.

49 - Kadına bağımsızlık-özgürlük ise işte böyle: Şırınga şırınga üstüne genlerimize işlemişlikle kendimizi kendimiz mahkum ettiğimiz tutsaklıktan, tayin eylediğimiz 'ev kadınlığı' makamından istifa!.. Sen böyle çarçabuk hevese kapılmaz, ufku pembelere boyamazdın. Ne oluyorsun böyle? Seni ödüllendiren imkan sahibi okurun seni korumaktan cayar mı cayar. Kimse senin keyfinin kahyası değil ki...

51 - Bu mahallede biri olacak da, benim okurum çıkacak.

56 - Ben de özendim; ezberlediğimi sandığım Sandılar'ını okumaya kalkıştım, elime yüzüme bulaştırdım. Oysa işte, şurda hep elimin altında durup durmakta Behçet Necatigil'den BEYLER'i. İçinden içinden oku oku unut.

Viyana Kuşatması

67 - Sorumluluklar, bağlılıklar, alışkanlıklar, anlayışlı olmalar, 'kocaları yalnız bırakmayın'lar, bırakıp bırakamamalar, iki arada bir derede kalmalar, bencilliklerin üstesinden gelmeler: İkilemler, ikilemler...

67 - /ayıp olmasın diye yaşayamayıp ayıp olmasın diye ölemeyenlere/ ithaf edilmiştir bu kitap.

68 - Yarından sonra ayın 11'i. Bülbül Sokak'taki alt komşunun pazarlama kahramanı olan Ettora Scola'nınViyana-Lugano ortakları seni o gün aramayacaklar mıydı? Saat 17.00'de idi, değil mi? Öyleydi ya. 11 Haziran PAzartesi, yürüyüşe bile çıkamazsın artık.

69 - Yazdığımı, gece gündüz iyi çalışabildiğimi söyledim dilim dolanarak. Bunu, yine oradaki gibi gelip geçici bir 'heves' sandı galiba. Fakat öyle değil. Biliyorum, değil. Su çalkantılarının duyargalarda yarattığı ürpertileri bestelemekteyim: Atılım ve kaçış. Bağımsızlık ve korku. Gel ve git. Bütün ve yarım. Telefon konuşmamız bitti bitmedi, ben benim kulağıma şunu da fısıldadı: Sen bu 'oda-roman'ını Halim yanıbaşındayken yazamıyormuşsun meğer! Ya hani böyle ister istemez gözüne çarpar da, ne yaptığını, iştah açıcı biçimde 'sekse kaydığını' görüverirse diye... Ya, çok okunur olmak üzere kendini pornografiye verdiğini düşünürse, diye!!!

71 - Gönüllü kulluk ürünü olan ezginliğin bitti gitti.

72 - ...yaazr eşine hiç baskı yapmayan eş'le karışık arkadaş tonunu takınıp sordu: "Romantik Viyana nasıl gidiyor, çalışabiliyor musun?"

80 - İlk defa tek başına bir 'adam'la gece çıkışı yapıyorum, bu da kendi karısına asla böyle bir şeye izin vermeyeceğini sandığım Atilla Bey'e rastlıyor!..

81 - Yahu niye bu kadar ezilmiş, suçlu mu suçlu'ymuşun gibi duydun ki kendini, niye, niye? Keşke aşki bir şey olsaydı be!

82 - Asıl üzüntüm de, Tunç'u bağımsızlığıma inandıramamış olmam üstüne güçlü mü güçlü sezgim.

83 - İyi bilgi: Muziplik etmek, zeka gösterisine sıvanmakla eşek şakası yapmak arasındaki farkı çok hassas terazilerde tartmayı unutma.

83 - Bu sabah onunla (Hannayla) mahalle kilisesine gittik.

85 - Sadece gözleri açıkken gördükleri var, kapalıyken daha iyi görülebilecekler yok. Hayallemeler eksik. Ayrıntılar hazinesi kuru.

87 - İstanbul'a dönünce, burda temellerini attığım kitapların inşaatını ve dekorasyonunu tamamlamak için daha bir iki yıl aralıksız çalışman gerekecek.

88 - Öyle ki, ben çalışırken bir yandan da karşılıklı oyun oynayıp durmaktayız. Başımı ikide bir merakla sallamakta, önüme arkama eğip doğrultmaktayım: Şıngıırt o yana, tıngıırt bu yana yuvarlanmakta... Hani sanki kafatasım kurukafa. Bu duyguma kendi kendime güldüğüm bile oluyor.

89 - Berlin'in iki yakası Doğu'su ile Batı'sı arasındaki 'Duvar' yıkıldı. Bu ne demek? Bu ABD ile SSCB arasındaki soğuk savaşın sonu mu demek? İki süper güç arasındaki şiddetli gerilimin 'duracağı' (?) mı demeye gelmekte, yoksa bu Almanya Berlin'inin Avrupa Birliği kucağını Amerika iştahına gepgeniş açmasının ilk adımı mı demek? "Bizim Ortadoğu'ya İsrail'i dikmemiz yetmez, siz de şöyle bir gelin bakalım Rusya, gelin de, nükleerleri(nizi) paylaşalım; çoklarını bize verin, azları sizde kalsın" mı demek?

90 - Tuhaf bu yai "Keşke ben de 'orada' olsaydım da bu insanları kucaklasaydım!" gibi coşkun bir hisse kapılmadım. Tıngırdayan beynim hala daha 'Tarih Tekerrürden İbarettir' ezberiyle kuşatılmış durumda demek ki.

Viyana Valsi

93 - Viyana dünyada kendimi beğenir gibi olduğum tek yer.

94 - Fakat barok mimari, diyeceksen ve romanında böyle bir 'bilgi'ye selam çakacaksan...

98 - Teması erotizm olan sergi nasıl sergiymiş, bakalım. (...) Neler mi sergilenmekte Halim? Hiç de senin Playboy dergilerindeki gibi şeyler değil.

'Yazara Bakmak'

101 - 'Evin erkeği' sabahtan akşama Rumeli Hisarüstü, köprü şantiyesinde iş gördüğü için 'ev kadını' denen evin kadınının ne hallerde olduğunu görecek gözü kalmamıştı. Pazar günü çamaşır bir yandan, ütü, yemek, musluk, banyo ovmak bir yandan derken...

102 - 'Benimki'nin katkısıyla temizlik sorunu çözüldü gibi. Dayanışma buna denir işte!

110 - Hani sanki geçmişin kokusu kekikmiş, yalnız öyle gelmekteymiş gibi.

119 - 'Sokak ressamlarından', dediydi. Ne olursa olsun, 'bilinmeyen' bu ressamın telif hakkı ne olacak?


1991

Sınırlarda

123 - Nasıl kurulup edildiğini, ilkin silah yapacak silah fabrikası parçalarının Akdeniz üstünden ve 'gizlice' armağan edildiğini Kudüs Ey Kudüs adındaki belgesel romandan dudağım uçuklayarak öğrendiğim İsrail devleti, yakıldıkları fırınların ,ntikamını ABD'ye maşalık ederek mi alacak? Yoksa Arap dünyasında olmayan demokrasi namına onları İslam kıyımına mı tabi tutacak?Osmanlı'nın topallamasından bilistifade onları Ortadoğu'dan boşaltan Batı yayılmacılığının, şu dominyonseverlerin canlanışı mı bu?

124 - Onu geç, seni asıl dehşete düşüren Hitler mezalimine uğramış olanların savunusuz insan kıyımına hiçbir şeyi hiç yaşamamış gibi, göz kırpmadan kalkışabilmiş olmaları değil mi?

124 - ...akıl çağının peygamberlerini de kendileriyle hesaplaşmaya çağırıyorum... (...) Engin, kuzeyli ruh doktorlarından Bernt'le konuşmaları sırasında ona bir insanın parmağını bir düğmeye basıvereceği çılgınlık anından dem vurmaktaydı. Saddam'la Bush dalaşmaları: Çılgınlık zamanı.

125 - Hele şu ayrıntıya bak sen: "...Pijama lastiği. Çengelli iğneye takılan lastiği bir el usul usul iterken bel kanalında..." Sanki o el, senin elin.

126 - Hoş zaten erkek cinsinden kim Sevgi'yle 'arayı yapmak' istememiştir ki?..

127 - Saddam, nükleer silah kullanacağım, atom bombası atacağım diyor; atamaz, diyorlar. Nerden biliyorlar ki?

129 - Biri kadın, biri erkek olması şartı var; biz iki kadın bir erkek halinde gittik, Batılı sayıldık. Cumhuriyet'imize saygı duyuldu.

135 - Birinin 'devrimciliği' çeşitli önyargılar vasıtasıyla gözden düşünce yanından kaçan kaçana.

Büyükada İşgali

163 - Şurası apaçık, bu anma gecesinde biz sanatçı Yılmaz Güney'e kavuşmuyoruz; 'Kürt ırkçıları' Güney'i kullanıyorlar. 80'lere doğru ve sonrasında Güneydoğu Anadolu'da devletimizin ayrımcılığı, şiddet terörü, terör şiddeti çağırır kuralını doğrulamış bulunuyor. Açıkhava Tiyatrosu'nda Arkadaş'ın gösterimi, biz solcuların süreklilikle sempatizanı olduğumuz Kürt yurttaşlarımızın nasıl 'Kürt ırkçısı'
 kesilip Güney'e bağlılığı kullandıklarına bir tanıklığımız sayılmalı.

164 - Halim'in 'gelecek hayatımız' bağlamında benimkine karşı kayıtsızlığını epey önceleri anlamış bulunmaklığım aramızdaki bütünlükte bir çatlak açmadı değil. Ne kopabiliyor, ne birlikte olabiliyoruz. Son bir-iki yıldır birbirimizi çok yorduk; yoruyoruz, ama birbirimizden başka içinde dinlenilecek temiz bir köşe yok.

167 - Aradaki çatlağa uhu sürdüm; belli değil gibi; hoşnut kalsa bari.

O zamanlar-Bu Zamanlar

180 - 'Güneydoğu krizi' namı altındaki terör: PKK. Dün Bakırköy'de bir eylem. Çetinkaya mağazası içine fırlatılan molotof kokteylleri = 11 ölü. (PKK "eylemler yakında İstanbul'a taşınacak" demişti iki gün önce Diyarbakır'da köyler 'kazındığında', güvenlik güçleri vurulduğunda; Diyarbakır ve çevresinde insanlar korku içinde kıvranıp durduğunda, 'memleketi savunmaya' her daim hazır, insanı korumaya hep sağır güçlerin kendilerine güvenleri sonsuz. Biz haklarız, biz haklarız!..)

Yirmi yıldır, beri gel, eğil, eğil, yap, yapsana kaz yürüyüşü... Dün, İstanbul'un göbeğinde de göçüp giden 11 can daha! On bir yerim birden sancıyor. Kürt yurttaşlarımız, Kürt kardeşlerimiz, ne güzel dostumuzdunuz siz bizim. Terör size göre değil. İnsan sevginize, memlekete vefanıza ters düşen bir yoldayız birlikte. Hakkını savunmak masumlara saldırmak demeye gelen terör harekatıyla olamaz.  Yokluk yoksunluk derdiyle teröre teslim olmayın! Beni sizden, Halim'i Maraş şantiyesinde karayol yapımları için birlikte çalıştıklarından ayırmayın!

182 - Basın, tabii ki 'İstanbul'a da taşınmış' 11 ölümlük bu kıyıma büyük ağırlık vermekte. Bu olay Kürt-Türk meselesindeki yumuşama umutlarını kökünden kazıyıp bitirdi gibi.

183 - Her yazıyı bir-bir buçuk sayfaya sığdırmak Milliyet'teki ilk zamanlarımda bana zor geliyordu, ama artık alıştığımı biliyorum: Kötü bilgi.

185 - Böylece biten yıl içinde edindiğim unutulmaz bilgilerden biri de şu oldu: Ben, tanıtımın değil, okurunun var ettiği yazarlardan biriyim.


1992 

Yeni Tanışmalar 
Yazılı Rüyalar

192 - '68 gençliğinin memleketi ilericilik, devrimcilik adına 'kurtarmaya soyundukları' bir dönemde, bir müzikçimizin kollarını sıvayıp 'klasik müziğimizi' bugüne kabul ettirmeye sıvanması ne demek?

195 - ...Cemil Meriç'in Sosyalizmin Şer Çiçeği başlıklı yazısındaki çokboyutluluğu 'hissedemeyenler' de bulunacaktır. Fakat Haziran 1987'de ölümünden az önce -hele şükür- onun 'hayatını' resmen ve resmedilmiş görenler, onu Kaplan'larla kurtların arasında saymak cürümünün bedelini 'hiçlenerek' ödeyeceklerdir.

196 - (İşte Cemil Meriç'le Tanpınar arasındaki fark! İlkinde günlük hayatı gelecek adına sorgulamak var; Tanpınar iyi gelecek umudunu 'tesadüfe'terk ediyor. Tesadüf: Kendi yükünü hafifletmek, günlerin arasında bir tesadüf olabilene kadar sabırla beklemek.)

197 - "Şair kendini dinleyeceği yerde, etrafının dedikodusunu dinliyordu. Onun içindir kö sözü, ruha hitap edebilmek kudretini kaybediyordu."

204 - Annemle babamı, mezarlarının başında, dönüşüm döneminin bireyler üstündeki etkilerini, iki kültür arasında kalmışlığın iç dünyalarında yapıp ettiklerini, çelişkileri ilk defa baştan sona bir dram okur gibi okudum: Çocukları, Cumhuriyet'in ilk kuşakları tarafından haksızlığa uğratıldı onlar...

Küçük Notlar

205 - Van 100.Yıl Üniversitesi'nden Seyit Ali, yazarlığım üstüne tez hazırlıyormuş. İstanbul'a gelmiş; Taksim, Gezi'de buluştuk. Sorularını yanıtladım.

211 - Halim bu haftasonu buraya gelmedi. Aramız oldukça nahoş: Seni 'yokmuş' saymasına alınmıştın; epey oluyor, fakat sen bir türlü düzelemiyor, düzelemedikçe de savunu oklarını 'ben varım'lara hedefleyip hedefleyip fırlatıyorsun.

217 - "Arkanızdan ağıt yakmak isteyenlerin kalemleri ellerinde kalmış, bekliyorlardır: Be birader, gideceksen git de, yazımızı yazalım." (Cevdet Kudret Bey)

220 - Sanat Dünyamız dergisi son sayısında "Roman Krizde Mi?" diye bir dosya açmış. Roman bu sıralarda Eco ve Orhan Pamuk'tan sorulduğuna göre dosyada adımın A'sının geçmemesi bir yana, Tempo da "Dinozor Edebiyatçılar" listesinin başköşesini bana ayırmış bulunmakta. Besbelli: Naftalinlenip sandığa kaldırılmak istenmiyorsa her yılbaşı bir roman armağan edilecek memlekete. Eco dillerden düşmezken Orhan yine iyi başardı ayakta kalmayı...

Bana ben: Dur bakalım, Tempo, adın soyadın A ile başladığı için, alfabetik sıraya göre koymuştur seni belki dinozor yazarlar listesinin en başına.

223 - Nedim Gürsel'e neredeyse 'şair' payesini verecekler. Varlık dergisinde 'Hakkı Yenenler' arasında gösterilmiş. Oysa Nedim Bey cırt dese, her yanda yankılanmakta. Hiç hakkı yenilmiş gibi bir durumu yok. Dünyaca tanınmışlığa aday tek yazarımız nerdeyse o. Kitabına soruşturma açılanlar arasındaysa eğer, bundan en iyi bal süzen, bunu kendi hayrına çevirme hüneri gösteren dehamız o değil mi sanki?

223 - O: "Canım ne olacak. Vakit kazanırız; siz seçiverin işte Adalet Hanım." Ben: "Neden ama?" O: "Dışarda tanınmanız için bir şans bu. Başka şansınız pek yok ki Adalet Hanım..." Ben: "Yoksa yok. Siz fazlasıyla varsınız ya, yeter!" O: "Yani istemiyor musunuz?" Ben: "İstemiyorum! Evet, istemiyorum! Pazara sizin elinizden sürülmek pek bana göre değil, efendim!...."

Hayatın Cilveleri

227 - "Askeri darbe anayasası yerini demokratik bir anayasaya bırakmış değil. Bu gerçekleşene kadar, bürokrasiye ilişkin her sorun ve soruya yanıtımız geçersiz, anlamsız olacak, MG en hafifinden 'yokmuşa' getirilecektir. Hala daha sıkıdüzen yasalarının altında, özgür düşünceye, yaratma hürriyetine kapalı böyle bir velayetin kültürü, eğitimi, talim ve terbiyesi bize kucak açsaydı bu, birbirimizi oyaladığımız, birbirimizden hoşnut kaldığımız anlamına gelmez mi? Darbe anayasası yürürlükteyken okul kitaplarına girmek, darbe talim terbiyesinin kullanımına sokulmak, itilip yasaklanmaktan daha çok düşündürmeli bizi..."

231 - Acaba başka dillerde rüya anlatımının fiil çekimi ne, üslupları nasıl?

21 Eylül-1 Ekim 1992
Londra

234 - ...Mısır'dan Naval El Saadavi'nin Müslüman kadın ezilmişliği üstüne konuşması var, fakat gitmeye niyetli değilim. Kitabını okudum. Batı'nın hevesle kucak açtığı 'İslam kültürünün gaddar yanı'...

235 - Okurlarından birnin Orhan'a: "Sizin romanlarınızda neden hiç 'kadın kahraman yok?' " demesi, benim yaratıcılık damarıma basmaya yetti.

"Ne kadar azsan
O kadar çoksun"
E.Fromm, Marx'ın İnsan Anlayışı

255 - Yaa, evlilik denen iki kişilik hayat budur işte: Canın istiyor diye kapuska bile yiyemezsin. Fakat ötekine haftanın üç günü kırmızı şarap ilavesiyle 'a la Adalet' sosu haiz spagetti yapabilirsin.


1993-1996

Sahnede Olmak/Veeee/Perdeee!

262 - Son zamanlarda 'yaşam'ı bütünüyle terk etmiş, 'hayat'ı baş tacı etmiş bulunuyorsun. Neden? Şundan: Eskiden yaşamı çok, hayatı az tanıyordum.

263 - Burada, bu zamanda Türkiye denen bu tımarhanede, işte şu şantiyeden tımarhanedeki meslektaşlarım arasında ben, onların beni neden sevdiklerini, neden nefret ettiklerini bilemeksizin söz-kelime manyağı olarak yaşamayı hala sürdürebilmekteyim. Ayıp olmasın diye yaşayamayıp ayıp olmasın diye ölemeyen garibanlardan biri.

265 - (Oyunu yukardan kaçak seyrettim ve seyircinin, olabilecek en doğal biçimde, bu sahnenin usulca gözaltlarını silmeleriyle verdiklerini gördüm. Duygu sömürüsü mü? Asla! Çünkü hayatın katı kaba gerçeği de şööyle çat diye düşmekte ortalığa... Kara kedeerle ak sevinç birbirinin içinde tam olması gerektiği gibi erimekte.)

267 - 'Ana fikir değiştirilemez' şartının yerine getirilip getirilmediğine kim karar vermiş? Vizyona çıkmadan önce yazara neden gösterilmemiş? Karar verme makamı neresiymiş, neymiş, nasılmış? Film görücülere sunulduktan sonra sinemacılarımızın dehşet bir narsistlikle 'film başka-roman başka' fetvalarına ne demeli? Sanki yazar bunu bilmiyor. Biliyor ve hepsinin yakasına yapışıyor: Anlaşma maddelerine uyulmaması, yazarın fikirleriyle oynanması da mı 'sinema sanatı'nızın keyfine kalmış?.. (Sarı Mersedes'ten bahsediyor.) 

270 - Emil'i gömdük. Teşvikiye Camisi'nde onu alkışlarla gönderen bizlere homurdanan dincileri de gördük.

271 - "Fikrimin İnce Gülü" filminin Sarı Mersedes, Arabam vb. adlarıyla dolaşmaya başlaması üstüne üstlük. Avukatım Sayın Haluk İnanıcı film şirketine (Cengiz Tuncer???) karşı dava açmıştı. Tedbir kararı için 4 Mart'ta Sultanahmet Adliyesi'ne beraber gittiydik. Tedbir kararı reddedilmiş! Fikir-Sanat Eserleri yasası, yargı organlarının bu konudaki tutumları, eserlerin kullanımlarından doğacak haklar üstündeki vurdumduymazlıkları, hatta yasaların dile getirilişindeki 'cehalet' kimin umurunda? "Sinema dili başka, roman dili başka," ya!

ROMAN-Tik'ten Madrid'e
Madrid. 7-13 Mayıs 1993

284 - Kah kah kah, kih kih kih! (Müfettişim: Bak gördün mü, Sivas'ı, otel katliamını unuttun gitti..)

285 - Örgütlü olmak iyi de, yazar ancak 'örgüt' ve 'parti' bayrağı altında yazardan sayılıyor ki; kötü. Kötü bilgi. "Fikrimin İnce Gülü" mahkemeye verilip de toplatıldığı zaman Güner'ciğimin bana: "Hadi sen de yazardan sayılırsın artık!" demesi geliyor aklıma.

286 - "...Aziz Bey'in üstüne 'suç' gibi yanlış cetveller çıkarılarak devletsiz bir düzende ve sahte, ikiyüzlü bir laiklik altında yaşadığımız gerçeğinin üstü örtülemez..." Sivas olayları hakkındaki bu demecim üstüne az önce telefonda kendilerinin 'İslamcı Gençlik' takımından olduğunu söyleyen birinin tehdidiyle karşılaştım. Adını sordum, mırın kırın bir şey söyledikten sonra, "Adımı boşverin, evinize grup halinde geleceğiz zaten, gün verin hele," Güler misin, ağlar mısın? "Beni basmanız için bir de randevu mu vereceğim?" İster verseymişim, ister vermeseymişim, "Biz sizi buluruz nasıl olsa"ymış.

291 - "...If you are not pleased with your lover, you can always get rid of his bed, but what can you do if your own country fucks you over and over?"

293 - ...Pınar Kür (beni hep görmezden gelir)...

299 - Sürekli yağmur yağıyor. Sis de yoğun. Hoşuma gidiyor. Çoluk çocuk sokağa fırlayamıyor.

304 - İşin acı yanı, son yirmi yıldır adım adım bir zamanlar saygıyla anılan 'aydın'ların artık 'entel/dantel' diye alaya alınması.


1994

Sisifos Söylemi

306 - Az önce bunu yazı makinesine takılı kağıttan okumuş olan Asistan Üner kendini pencereden aşağı attı ya? Yok canım! Bu mesele aslında romanın başka bir kahramanı olan Yaşlı Yazar'ın hayali... Kendine kıyamıyordur, 'öteki'si, kendinden bir başkası yapsın bari: Kaçamak. Fare deliği, fare deliği... Kendinden kaçan böyle bir kaçamak deliği bulur.

314 - İstanbul şehri hayatımız RP'nin 'adil düzen'ine tevdi edilmiş bulunuyor.

315 - Seçimlere hile karıştı, deniyor. Millet elleri, parmakları vıcık vıcık çöpler arasında 'atık oy'ları aramakta...

320 - Akşamüstü Bülbül mahallesinin kıytırık 'asi gençliği', özentilerin özentisi mahlukatın pencerelerimizin altına toplanıp dırıltılarına, bağırıp çağrışmalarına karşı itirazıma yanıtları: "Sana ne ulan?" "Biz yaparız, sana ne?"

324 - Okur-yazar sınıfımızda daha değişik bir gürlük var: Hemen her gün ortaya birkaç tane yeni yazar çıkmakta. Birinci hamur kağıtlara basılıyorlar; tanıtımları da, "kör gözün parmağına" şöyle ışıl ışıl... Bu yeniler biz eskilere dudak büküyor; yetmedi 'dinozor sınıfından bunlar' yaftası yapıştırıyorlar. Kendilerinden memnunların 'fetret' dönemindeyiz. Cezaevlerinde işkence görenler, çocuklarının ölü mü, diri mi olduğunu hala bilemeyen ana babalar umurlarında değil. Artık bu devir, tez elden köşeyi dönme devri! Kapitalizmin ana şartı tüketim ekonomisi de böyle böyle becerilecek demek ki... Al/Sat. Kullan/at, kullan/köşeyi acilen dönemeyenler sınıfı aşağılık sınıftır. Hiç'tirler. Silinmelidirler. 'Bari kalabalık etmesinler'. Bunları besleyip duracağımıza asılmalıdırlar!.. 12 Eylül'den bu yana 'meçhul katiller' memleketi...

5 Ağustos-4 Eylül
Reims Günleri

337 - Çünkü anlamıştım; buralarda 'yazarım'dediniz mi, çok, çok kıymetlisiniz. Avrupa'ya çıkışlarımda bu bana hep kendisiyle övünmek gibi gelmiş, Paris'ten verilmiş Societe Des Auteurs'e üyelik kartımı bile yanıma almamışımdır, ama artık öğrendim. İyi bilgi: Efendim ben yazar şu, Türkiye'den geliyorum deyiveriyorum. Hele şu son niteleme yok mu, karşınızdaki bir 'mucize' görüyormuş gibi oluyor. Tabii 'kadın' cinsindenseniz. Hem Müslüman, hem kadın, hem başı açık, hem yazar! 'Mucizeler' önünde eğilinir ya, genellikle öyle yapılmakta. Üstelik burası gibi 'kutsal bir din yeri'ndeyseniz; Jeanne d'Arc'la kardeşsiniz.

339 - Tarihçilerin geçmiş zamanı eşeleyip bulması, bulduğu 'tabletleri' okuması iyidir, güzeldir de aslolan 'şimdi'nin ruhunu okuyabilmek. Geçmişe hayat içre şimdi'siz yaklaşmak fenersiz dolaşmaya benzer.

344 - Birbirimizi severiz. Fakat 12 Eylül sonrası yazarlığıma çamur atılması, hem de bunun toptan üyesi bulunduğumuz TYS yayını maşasıyla olması, kitabımın toplanması sırasında sevgili Yaşar'ımızın sessiz kalmasından çocuksu bir kırgınlık duymadım değil.

345 - Romanlarımız 'tanıtım' namı altında sadece 'alatılıyor'. Oysa 'anlaşılması'na çalışılmalı. Konuları değil, kurgunun bütün kanalları tartışmaya açılmalı.


1995

Damlıyor Güneş
Bilinmez Yerlere

352 - Yazdıkalrım da kendim gibi, yersiz. Yayınevlerinin değerli ilgilerine karşın bu duygum çok güçlü.

357 - Türkiye Cumhuriyet'i DEvleti, hadi toptan Batı diyelim, Batı'ya çok hizmet etti. Onun açık pazarı, şusu busu da oldu. Bu hakkın kabulü gecikmiş bir kabuldür. Bari biz kendi kendimizi onarsak da, AB'ye böylece 'kabul edilsek'; hiç değilse bir oy hakkımız olur; kalenin dışını da içi gibi yakından görürüz; şu olsun, bu da böyle olmasın, deme hakkımız doğar. Tek yanlı 'küçümsenme' yerine, karşılıklı hesaplaşma hakkımız doğar. Brüksel'de olup biten, şimdilik şatonun kapısı önünde durmamızın kabulüdür. Bakalım sofraya kabulümüz ne zaman mümkün olacak. Elimizi yüzümüzü temizlemeyi; 'onlar için' olamktan önce 'kendimiz için'...

358 - (Eski kuşak-yeni kuşak edebiyatçı arasındaki farkları anlatıyor.) Genç edebiyat yazarı kendisinden öncekinin önünde artık öyle yaprak gibi titremiyor. Kendine güveniyor. İç dünyalardan çok dış görünüme, 'görünmeye' çok daha istekli. Genel olarak 'çok satma'nın 'çok iyi yazar' demeye geldiğine inanıyor olmalı ki, bu yolda rahatlıkla zaman harcayabiliyor. Bu da yayınevlerinin hoşuna gidiyor. Mal'a yapay değer biçmek için birbirlerini tamamlıyor gibiler. Aslında eski kuşakla yeniler arasındaki hiyerarşinin silinmesi, ilişkilerin demokratikleşmesi iyi bir şey. Ama eşitlikle terbiyesizlik, kendine güvenle topluma ve gelecek zamanlara karşı sorumluluk arasındaki çizgi çok ince. Yeni kuşağın, ne olacaksa çarçabuk olsun isteğinden doğma gözü kara bir yarış, bence hayli tehlikeli. Bireyciliğin, ben ben'ciliğin hakimiyeti demeye geleceği için. Yeni kuşak, kendinden öncekileri bilmemekten, eskilerin duyduğu eksiklik kadar bir eksiklik duymuyor gibi... Kendisini 'bu ve böyle yapan' koşullarla bir sorunu yok sanki.

362 - Aferin Can Dündar! Milliyet'e 'Romantik devrimci' diye ışıldak reklamlarla o getirilmişti; şimdilik yalnızca Ahmet'in çıkarılışını protesto ederek gazeteden istifa etti. Tevekkeli hep gözüm tutmuş, pek sevip durmuşumdur bu çocuğu! Solcuysan çalışacak, üreteceksin vee üretimin dört başı mamur olacak. Öperim seni Can Dündar.

369 - Ben bu romanımda Hayır... 'başkaldırısının' yanına özellikle ad olarak üç nokta yan yana koydum; sloganvari bir ünlem sanılmasın diye... Çünkü bu roman kahramanları yoluyla kişinin kendine başkaldırmasının, kendisiyle barış sağlama çabasının romanı. Elbette 'o kişi'leri 'bu kişi' yapan dışarısıyla keçiler gibi alın alına toslaşarak...

372 - (Aziz Nesin'den bahsediyor.) Bari istediği dilediği biçimde gömülmesine yol versinler de, vicdanlarının karasından birazcık kurtulsunlar. (Bir bilgi: Aziz Nesin'in isteği yakınlarınca -el altından- yerine getirilecektir. Kimse duymasın.)

375 - (Pavese'nin Yaşama Uğraşı'ndan alıntı yapıyor.) Ben en az sekiz yıl daha gerideyim çağdaşlarımdan. Onların yirmi iki yaşındayken emin oldukları konularda, ben otuzumda hala kararsızım...

377 - Sen böyle yazarken bir şeyler anlatabilirsin de, konuşurken sıfırsın. Bu sefer ne yapacaksın bakalım.

22-29 Ağustos:
Londra'ya Gidiş-Dönüş

384 - Alev Alatlı adındaki zihni keşküllü 'roman yazarı' bir 'eser'inde okuruna Adalet Ağaoğlu'nu adıyla sanıyla Devlet Tiyatrosu kapısındaki mafya çetelerinin bir üyesi olaraktan burada durmadan, hiç durmadan oyunlarını oynatıp duran biri diye sunmuş bulunsa bile... (Düşünce özgürlüğü böyle 'aydın'lara bol gelmekte...)

386 - Ne diyeceğimi bilemedim. Resmi ideoloji ile benim kadar çok hesaplaşmış edebiyat yazarı az. Ölmeye Yatmak'la böyle bir hesaplaşmayı ilk başlatanlardan biriyim, diyebiliyorum. Muhalifim. Yazar olarak beni ben yapan, devlet biçiminin cumhuriyet olması, ama asla ve kat'a demokrat olamaması görüşümdür. Atatürk başkanlığı çok kısa sürdü, onun Cumhuriyet ideolojisi altı ok toplumsal değişimlere dar gelmekte. İdeolojinin karar verme makamı TBMM'nin elinden alınıp gizli bir güç gibi  TSK'ya devrolmuş bulunmakta... Haksızlıklar işlendi. İşleniyor. Ben Cumhuriyet'İn uslu çocuğu olamadım; 12 Eylül Anayasası'nda da açıkça "Hayır" dedim. Genelgeçerle uyumlu değilim. Çevremle dahi uyumlu olamamaktayım. Şimdi Cumhurbaşkanlığı Kültür Ödülleri seçici kurulu böylece bu yaramazlıkları ve eleştirel uyumsuzlukları sevdiğini mi göstermek istemekte acaba? Devletin sanki bir çeşit 'özür dileme' gibi giriştiği bu işi reddetmek de anlamsız. Hükümet değil, partiler değil bu girişimi yapan Cumhurbaşkanlığı. Bunu reddedeceksem nüfus kağıdımı, T.C. vatandaşlığını da reddetmeliyim. Tam bu noktada boynum kıldan ince. Çünkü benim dilim olan memleketimden başka dışarda sırtımı dayayacağım bir yerim yok. Örgütüm, etik kulübüm, alışveriş mağazalarım falan yok. 1953'lerin bütün Paris'i yayan yaşamış Adalet'i gibi fiziksel güce de sahip değilsin be Fatma İnayet! Söylesene, başka ne düşünmeliyim? Tıssss.

389 - Halim İTÜ'den sınıf arkadaşı Süleyman Bey'le buluştu. Evliliğini Ankara'da yakından bilip tanıdığımız Nazmiye Hanım da her zamanki sessizliği, içine kapalı ama insani yakınlığı ile resmi görevinin başındaydı.

393 - (Hiçbir şey bilmesen, derinlerde olup bitenleri sezerken sezmemişe getirsen de, okurunun yazarı olduğunu pek güzel biliyorsun. 'Halka göre' bir edebiyat yapmadığın, onun keyfi için seviye düşürmeye yanaşmadığın halde...)

394 - Cumhurbaşkanlığı Kültür Ödülü'nünbana verilmesi üzerine PEN Yönetim Kurulu'nda gazetelere bunun PEN'le hiçbir ilgisi yoktur, ilanları verilmesi görüşülmüş. Sonradan vazgeçilmiş. Neden acaba? PEN'in üyesi bile değilken, onlarla ne ilgisi olabilirmiş ki?

Bence gazete ilanı çok az. Beni Petitbüro'ya da gammazlamalılar ve Olcas Süleymanof'lar gibi edebiyat dünyasından sürdürmeliler mesela. İyi olur. Böylece bu kadar mankafa bir 'aydın' ortamındaki iç sürgünlüğü maddeten de tamamlanmış olur. Zarf kapanır. Kırmızı mumla yapıştırılıp mühürlenir. 'Görülmüştür' dahi yasaktır.

396 - Leyla Erbil (Yazar): "Ağaoğlu'nun Çankaya'da T.C. yazarlığının simgesi olarak bütün yazarlar adına yaptığı ve gerçeklerden bütünüyle kaydırılmış konuşmasının tek bir satırına bile katılmıyorum... Böyle bir yazarla PEN gibi bir derneğin çatısı altında bulunmak ilk kez rahatsızlık veriyor bana.

Beni PEN'den 'elbirliği ile' kovdurmaya kalkışılmışsa da, çok yazık. Adalet Ağaoğlu PEN, Onur Kurulu üyelik şartlarından biri olan 'ahlaken yazar kalitesi'ne sahip bulunulmasını sağlayamadığı için istifa etmiş bulunmaktaydı. Onlar ise hem 'müfteri' hem bir meslektaşına, kadınlığından ötürü, "Ya nerelerini okşadınız hanım?" diye alenen yazıp yayımlatan biriyle aynı çatı altında bulunmaktalar.

398 - Ölmeye Yatmak'ın Salim Efendi'sinin daralmalarına şöyle bir değinip geçmek yetmezdi. 'Aydın romanı' denilen o romandaki yazarlık tutumumun, 1968'lerde bile hala daha laiklik koltuğuna yangelip yatmaktan, Batılılık demenin toptan bu demekten ibaret kaldığını, 'özgürlük' kavramını didiklemekten öteye geçemediğimi düşünüyorum. Bu bile ilaç gibi ne kadar iyi gelmişti okur-yazar takımımıza...

398 - Ben, Helsinki Yurttaşlar Derneği'nin kurucu üyelerinden biri olarak da AB'ye girmemizden yanayım. 80 yıllık laik Batılılaşma hareketini artık geri çeviremeyiz, ABD gibi emperyalist ve silah taciri, dolayısıyla savaş yanlısı bir ekonomiye git gide köle olmuş bulunmaktayız. AB'ye üyeliğimiz bize Avrupa'da bir oy sahibi olmamızı sağlayacak: Orayı eleştirimizi de yüz yüze dile getirebileceğiz. Dışarda, kapı önlerinde sızıldanıp durmak yerine insan ve toplum haklarını oylarımızla arayacağız.

399 - Christoph diyor ki: "Demokrasi deniyorsa, RP'nin seçimleri kazanması halinde bunu hazmetmek zorundasınız." Hüsam da: "Canım gürültü patırtı istemem ben de, ama gitmezler sonra," diyor. Christoph tarih bilincimiz ise bizim demokrasi noksanlığımıza uzun be uzun değinerek kendisine baştan taraftar ettiyse de, Hüsam'ın 'hazmetmek gerekir, bunu biliyorum ama, bir geldiler mi, bir daha gitmezler' sancısı havaya hakim olmaya başlayınca Christoph kestirip attı: "O da sizlerin bileceği bir şey!.." Besbelli, o zaman da gitmelerini sağlarsınız, demeye getiriyor. Kim, nasıl sağlayacakmış bunu?


1996

Eksik Günler
Yaban ve Yalan Zamanlar

406 - Halim evde. Bir aralık bana: "Git gide tatsızlaşıyorsun," dedi. "Kan şekerimi ölçtürdüm, sınırda çıktı," dedim ben de ona. Tatlılık matlılık bir yana da şu 'git gide' meselesi bütün gün yordu bitirdi beni.

408 - (Enis Batur'dan alıntı) "...Adalet Ağaoğlu ile konuşuyorduk geçenlerde. Son zamanlarda hiçbir yazarımızda rastlamaz olduğumuz bir özeleştirel yaklaşımla, kendisini de suçlayarak, artık kimsenin ötekinin haklı davasına arka çıkmadığını söylerken hüzün içindeydi. Gerçekten de simgesel çıkışlar bir yana, kimse haklı davasında başkasına sahici bir destek vermez oldu bu ülkede. Yorulduk, kanıksadık, çaresizlik kuyusuna mı düştük, yoksa adamsendecilik mi iliklerimize işledi, kestiremiyoruz..."

İktisatçılar Haftası

414 - Güneydoğu'da işsizliğin, yoksulluğun önlenmesinde silaha sarılmak yerine hükümetin yapacağı çok şey varsa da, söyler misiniz bana, bundan önceleri bölgede on köyün sahibi ağalar vardı ve onlar hakkında çok konuşuldu, yazıldı, çizildi ya, onlar şimdi nerdeler? Irgatlarından derledikleri servetleriyle aynı bölgeye yatırım yapmadan nereye, neden çekip gittiler acaba? Neredeler? Şehirlerdeler ve özellikle Marmara çevrelerinde; sözümona fabrikacılık, aslen de yap-satçılık etmedeler...

420 - Şimdilerde toplumuna, insana sorumluluk duygusu yüksek olanlara, hafiften şöyle bir burun kıvırarak 'idealist' diyorlar.

Toplum ve Siyasa: Islıkla Kumar

422 - Halkından kopuksun, halkından kopuk! Bunların hiçbirini yapamıyorsun... Fildişi kuleleriniz yıkılmıştır. Ya Refah'lılara katılacak, ya mahallenin Ülkü Ocak'lı oğlanlarını seveceksin.

423 - Biz okur-yazar takımı böyleyizdir: Yaşar Kemal'in İnce Memed'i, hem de haklı haklı, dağ taş öç almaya çıktı da, Yaşar'ın ta kendisini birine yumruk atarken gören oldu mu? İyi yazar dediğin, kendi yapamadıklarını yazandır. (Hadi işte o günkü fasıldan çıkma aforizman da bu olsun bari de, teselli bul.)

426 - Sinekli Bakkal romanının Rabia'sını Doğu-Batı terazisinde tartmakla kalmayıp iki kültür arasında sıkışmış insanların dramını sanki bütün sahiciliği ile anlamlandırabilmem de babamı 'nihayet' anlayabilmeme bağlı... (...) Bu kuşağın orasına burasına dokunup geçmek yetmez. Kültürel değişime zorlukla morlukla ayak uyduranların 'yokmuşa' getirilişleri üstüne kitaplar yazılmalı. İTÜ'den çıkma "Bu Erbakan da nerden çıktı?" diye şaşıp düşmek de yetmiyor. Taşın bağrından sadece filizler fışkırmıyor, altından solucanlar, kurtlar murtlar da çıkıyor şöyle bir kaldırınca...