18 Haziran 2013

KAPİTALİZMİN KAYNAĞI DİNMİŞ MEĞERSEM...


 
bu elimde görmüş olduğunuz ödev için çok panik yapılmış, ama gezi olaylarının yüzünden, haberleri
takip etme arzusu ile yanıp tutuşunca, kendisine fazla vakit ayrılamamış, anca bu kadar olmuştur.
olduğu kadar... durkheim'dan daha çok içime sindi yine de.az kaynaktan yararlandırm ama daha iyi
sindirdim gibi..
 
dönem bitti. bunlar hep yazın oturtulacak. all iz well...

WEBER’DE DİN VE KAPİTALİZM İLİŞKİSİ

Bu çalışmada, Max Weber’in dinler ve ekonomiye etkileri hakkındaki görüşleri incelenecektir. Bu amaçla, Protestan Ahlakı ve Kapitalizmin Ruhu isimli eserinin yanında, konuyla ilgili başka uzmanların eserlerinden faydalanılmıştır.

Hayatından Kesitler

Weber, 1864 yılında, dini inançları yüzünden takibata uğramış Protestan bir ailede dünyaya gelmiştir.[1] Dini algılamasında ailesinin, özellikle dindar ve kültürlü bir insan olan annesinin etkisinin olduğu muhakkaktır fakat bu durum eserlerinin din ve kapitalizm arasındaki ilişkiyi anlamaya sağladığı katkının üzerini örtemez. Ayrıca, Weber’in, marksizmin dünyayı kasıp kavurduğu 19.yüzyılda yaşadığı göz önünde bulundurulursa, kapitalizmle ilgili düşüncelerinin önemi daha iyi anlaşılır.

Weber’in Protestan Ahlakı ve Kapitalizmin Ruhu isimli eserinin ilk iki bölümü bir dergide yayılanmış[2], kitabın tamamı ise, kendisi öldükten sonra, karısı Marianne tarafından el yazmaları derlenerek yayımlatılmıştır. Karısı sonradan bir kitap yazmış ve burada Weber’in hayatını anlatmıştır.[3]

            Weber’in sinirsel problemleri daima var olmuştur. Bunu annesine olan aşkına, cinsel problemlerine bağlayanlar olduğu gibi, karakterinde yer almamasına rağmen siyasetin içinde yer bulmaya çalışmasına ve başarısız olmasına bağlayanlar da vardır. Radkau, bu iddiasını şöyle dile getirir: “Aslında o ne savaşçı ne de yönetici olarak doğdu, ama kabul etmek istemedi.”[4]

            Weber, 1900’lerin başında Rus devrimini anlamak için Rusça öğrenmiş, sonrasında Almanya’nın -dünya gücü olmak istiyorsa- Birinci Dünya Savaşı’na girmesi gerektiğini savunmuş ve aktif olarak bu konuda emek vermiştir.[5] Savaş sürecinde düşünceleri değişmiş, 1916-1917 yıllarında aldığı resmi görevde savaşın genişlemesini önlemek için Alman yöneticileri ikna etmeye çalışırken, yine dünya politikasına yön vermenin önemini vurgulamıştır.[6] Savaştan sonra ise siyasetten kopmaya başlamıştır. “Hiçbir siyasi partiye üye olmamış ancak yaşamı boyunca ‘eleştirel’ tavrını korumuştur.”[7]


Din ve Kapitalizm

Weber, Protestan Ahlakı ve Kapitalizmin Ruhu adlı eserinde “Kapitalizm neden batıda ortaya çıktı, insan neden çok para kazanmak ister?” gibi temel sorulara yanıt aramaya çalışmaktadır.[8] Bunun için, kendisinin de içinde yetiştiği Protestan kültürünü, diğer kültürlerle kıyaslama yoluna gitmiştir.

Rasyonalizm

Weber’in kapitalizm ve Protestanlık açıklamalarında rasyonalizm önemli yer tutar. Özdemir, burada rasyonelliğin “herhangi bir sosyo-kültürel ölçüt tarafından değil, tamamen insan aklı tarafından yönlendirilen insani faaliyet” olarak temel alındığını belirtmektedir.[9]

Protestanlık Öncesi Batıda Din

Weber’e göre modern dönem öncesi; siyasal, yağma, parya veya irrasyonel kapitalizm şeklinde adlandırılabilirdi. Ortaçağ’da manastır hayatı, keşişlerin çileci hayatı rasyonel kabul edilmekteydi. Toplum onları taklit etmeye çalışsa da, dinle halk arasında din adamları vardı, din halk için ulaşılmaz bir değere sahipti. Aristokratik kültürün ve servetin belli kişilerde toplanması, kısaca feodalizmin çizdiği kalın sınırlara ek olarak, büyücülük gibi kavramlar da halkı dinden uzaklaştırmaktaydı.[10]

Protestanlık Rasyonel Kapitalizmi Nasıl Doğurdu?

Protestanlık itibariyle din, halkın düzeyine indirilebildi, dünyevileşti, seçkinlere özel olmaktan çıktı. 1400’lerin ikinci yarısında yaşayan Sebastian Frank ise bu düşünceyi şu şekilde eleştirmekteydi: “Manastırdan kurtulduğunuzu sanıyorsunuz, oysa şimdi herkes hayatı boyunca bir keşiş olmak zorundadır.”[11]Frank’in bu düşüncesinin sebebi, rasyonel kapitalizmle ne anlatılmak istendiği anlaşıldığında, daha açık hale gelecektir.

Rasyonel (modern) kapitalizm, Weber’e göre, batıda, Protestan toplumlarda ortaya çıkmıştır.[12] Protestan inançta amaç, çalışma, üretme, kazanma ve zevkten uzak durma yoluyla Tanrı’ya yakın olmaktır. Özellikle püriten versiyonunda çileci (ascetic) yaşam tarzı şarttır. Bu mezhebe kabul edilmek zordur. Kişi, kurallara uymadığında (yeterince çalışmadığında, zamanını ve parasını boşa harcadığında) ise mezhepten çıkarılır ve hem ekonomik hem de toplumsal anlamda dışlanır. [13]

Eskiden günlük ihtiyaçları gidermek olarak anlaşılan üretme eylemi, modern dönemde çok kazanma ve başarı açlığına evrilmiştir.[14] Weber, dinsel kurumların, derneklerin burjuva kapitalist iş ahlakının yayılmasına yardımcı olduğunu belirtmektedir. [15]

Weber’e göre, batıdaki kapitalizm dünyada ilk kez “özgür emeğin akılcı kapitalist örgütlenmesi”dir.[16] Protestan ahlakının doğurduğu kapitalizm, işvereni sürekli çalışmaya, iş kurmaya ve kazandığı parayla yeni işler kurmaya; işçiyi ise hep olabildiğince çok çalışmaya yönlendiriyordu. Çok çalışan ve kazanan kişi, Tanrı’nın gözünde daha değerliydi.[17]

 Weber, Protestanların iş dünyasında nasıl yükseldiğini anlatmak için şöyle bir örnek vermiştir:

“Meslekler bakımından karışık bir bileşimi olan bir ülkenin mesleki istatistiklerine göz atıldığında, çarpıcı bir sıklıkla, birçok kereler Katolik basınında ve edebiyatında, ayrıca Almanya’nın Katolik kongrelerinde canlı tartışmalara yol açan şöyle bir görünüş ortaya çıkar: Sermaye sahipleri ve işverenler, hatta işçi sınıfının eğitim görmüş yüksek tabakası, özellikle çağdaş iş kollarında yüksek düzeyde teknik ya da ticari eğitim görmüş personel, Protestan özellikleri taşır.” [18]

Protestan Kapitalizmi

Günümüzde toplumsal olaylardan bahsederken sık sık kullandığımız kapitalizm sözcüğüyle ne demek istediğimiz, Weber’e göre “ancak tartışma sırasında ortaya çıkabilir”. Çünkü “tek bir kapitalizm yoktur”.[19]

Weber’in bahsettiği rasyonel kapitalizmin “sınırsız kazanç açgözlülüğü” ile ilgisi yoktur. Mümkün olan en fazla miktarda kar elde etmeyi ve işi ve üretimi akılcı örgütlemeyi içerir. Bu tarih boyunca bir ilktir. Kar isteği her zaman var olmuştur ancak Protestanların yarattığı kapitalizm tarihte ilk kez “fetihle, spekülasyonla ya da serüvenle değil, disiplin ve bilimle” çalışmaktadır. Aslında Weber “en fazla kar” tabiri yerine “sınırsız birikim” demeyi tercih eder. Çünkü her iş sahibi kar elde etmek ister fakat “kapitalisti belirleyen şey kazanç isteğini sınırlamaması ve üretim isteğini de sınırsız kılacak biçimde daha çok biriktirme isteği ile harekete geçmesidir.”[20] Bunun açgözlülük olarak nitelendirilmesini yanlış bulur.

Weber, rasyonel kapitalizmin bireyin hayatına etkisini şöyle bir örnekle açıklar:

“İnsanın yurdunu değiştirmesi olgusunun, işgücünün yoğunlaşmasında en güçlü araç olduğu artık kabul ediliyor. Kendi yurdunda geleneksel tembelliğini para kazanma yolunda üstünden bir türlü atamayan Polonyalı genç kız, yabancı bir ülkede göçebe işçi olarak çalışırken, gözle görülür bir biçimde bütün doğasını değiştirir ve sonsuz kullanım olanaklarına sahip olur.”

Burada göç ile kapitalizm ilişkisine de dikkat çeken Weber, “sonsuz kullanım olanakları” diyerek kapitalizm hakkında fazla iyimser tavır göstermiştir. Ancak özellikle şu noktada oldukça haklıdır: “… işçi barakalarında yaşamak vs., kendi yurdunda hiçbir zaman hoş görülmeyecek bir yaşama düzeyi düşüşüne neden olur. Değişik bir ortamda, kişinin alışageldiği ortamdan farklı bir ortamda çalışıyor olması, geleneği yıkar ve ‘eşitlikçi’ rol oynar.”[21]

Weber, kapitalist sistemde doğan bireylerin sisteme uyum sağlamak zorunda olduğunu, kapitalist uyum yetenekleri olmadığı takdirde, yaşamın dışında kalacaklarını şöyle açıklar: “Tekler, alışveriş ilişkileri içinde oldukları sürece, onları ticari ilişkilerin kurallarına uymaya zorlar. Kendini bu kurallara uyduramayan ya da uydurmak istemeyen işçi nasıl sokağa atılırsa, bu kurallara karşı eylemde bulunan fabrika sahibi de ekonomik yaşamın dışına itilir.”[22] Aslında bu durum, günümüzde Türkiye’de de oldukça rahat gözlemlenebilir. Günümüzde kapitalizm Weber’in anlattığından çok farklı algılanır, canavarca tabir edilir. Algıdaki ve uygulamadaki farklılıkları bir kenara bırakırsak, kapitalist uyum yeteneğine sahip olmayan insanların tembel diye nitelendirilip, sosyal ve ekonomik anlamda toplum dışına itildiklerini rahatça gözlemleyebiliriz. Bu durum, ileride de bahsedileceği gibi, Türkiye’de rasyonel kapitalizmin var olmamasına rağmen, Weber’in kaygılandığı bürokrasinin demir kafesinin burada da hayata geçmesinden kaynaklanıyor olabilir.

Protestanlık Dışında Rasyonel Kapitalizm Mümkün müdür?

            Weber’e göre, tek çeşit kapitalizm yoktur. “(…)her kapitalist toplum, aynı tipteki başka toplumlarda aynen bulunmayan özellikler gösterir.”[23] Bu nedenle, batı dışında da kapitalist toplumların varlığını kabul eder, ancak onlar rasyonalist değildirler.

O’na göre Protestanlık dışındaki kültürlerde rasyonel kapitalizmin yaygınlaşması, çalışmaya değil de zevke ve savaşa düşkün olmalarından dolayı mümkün değildir.[24]

“Batı dışında hiçbir yerde ‘burjuva’ ve ‘burjuvazi’ kavramları gelişmemişti; ayrıca sınıf olarak ‘proletarya’ da yoktu, olamazdı da; çünkü her şeyden önce özgür emeğin, bir işletme içinde ussal bir örgütü yoktu.” [25]

İki büyük Hıristiyan mezhebini ise şöyle kıyaslamıştır:

“Katoliğin büyük ‘öte dünyalığı’, en yüksek idealini ortaya koyan asketik özelliği, yandaşlarına bu dünyanın nimetleri karşısında büyük bir umursamazlık içinde olmayı öğretmiş olmalı.(…) Protestanlık açısından bu anlayış Katolik yaşam biçiminin özelliğini ya da yapay asketik idealini eleştirmek için kullanılır. Bu eleştiri, Katoliklik açısından, bütün yaşam içeriklerinin laikleşmesinin sonuçlarını Protestanlığa bağlayan ‘materyalizm’ yergisi ile cevaplandırılır.” [26]


Çin’de ise din dışında kapitalizm için gerekli her şeyin olduğunu savunur. Fakat dinin etkisi sebebiyle, daha çok üretip, olabildiğince az tüketmek yerine, gerektiği kadar çalışmak anlayışı hâkimdir. Bu da rasyonel kapitalizme aykırıdır.[27]

Hindistan’da da, metafizik inançlar (ayincilik), kast sistemi, ruhların göçü inancı (yeniden doğduğunda daha iyi bir hayatının olacağı avuntusu), akılcı kapitalizmin gelişmesine engeldir.[28]

Batı dışı ülkelerde kapitalizme tarihten örnekler verdikten sonra şöyle yorumlamaktadır Weber:


“Para kazanılırken teklerin çıkarlarının gözetilmesinde mutlak vicdansızlığın evrensel hâkimiyeti, bu ülkelere özgü bir özellik idi ve bunların burjuva-kapitalist gelişimleri, Batı’daki gelişiminin ölçülerine vurulduğunda ‘geri’ kalmıştı. Her fabrika sahibinin bildiği gibi, bu ülkelerin işçilerinin ‘bilinç’ eksikliği Almanya ile karşılaştırıldığında, örneğin İtalya’da, kapitalist gelişimin en temel engeli olmuştur ve bir ölçüde hala da olmaktadır. Kapitalizm eğitilmemiş liberum arbitriumun (her istediğini yapma serbestisi) pratik temsilcilerini işçi olarak kullanmaz; nasıl ki, Franklin’den öğrenebileceğimiz gibi, başkalarıyla ilişkilerinde ahlak ölçüsü tanımayan iş adamlarını da kullanamazsa.”[29]


Bu kullanılmayan işçi ve işadamlarını kapitalist uyum yeteneğinden yoksun kişiler olarak tanımlamıştır.

Kapitalizmin Geleceği

Weber, verdiği tüm bu değere rağmen, kapitalizmin geleceği konusunda karamsardır. O’na göre kapitalizm bir kez iyice geliştikten sonra Protestan ahlakına ihtiyaç duyulmayacak ve insanlar bu ahlaktan iyice uzaklaşacaklardır. Çünkü her biri, uzmanlaşmış bir işlevi yerine getiren çok sayıda birey arasındaki işbirliğinin sürekli örgütlenmesi olan bürokrasi[30], zamanla demir kafese dönüşecektir. Bürokrasinin demir kafesi olarak adlandırdığı bu durumda, insanlığı, mekanize ilişkiler, ruhsuz uzmanlıklar, zevke düşkün yaşam ve rasyonel düşünme tutsaklığı kavramları ile tanımlayacaktır.  İnsan tam bir homo-ekonomikus (rasyonel ekonomik insan yani bencil, maddeci, çıkarcı) olacaktır. İnsan özgürlüğünden bağımsız düşünülemeyecek din, bilim, sanat kavramları insanlıktan iyice uzaklaştırılmış olacak ve bu nedenle, bunlar olmadan var olması imkansız olan karizma (peygamberi potansiyel) yaratılamayacaktır. Karizma ise yeni bir dönüşüm, yeni bir sistem için gerekli olan toplumsal karakterdir. Weber, modern kapitalizmin insanın içindeki materyalist olmayan tüm güzel yönleri öldüreceğini düşünmüş ve bu yüzden kapitalizmden sonra gelebilecek sistemi tasavvur edememiştir.[31]

            Özdemir ise konuya daha iyimser yaklaşmış, Weber’in din, bilim ve sanattan bahsederek, insanın hangi güzel yönlerini kaybetmemesi gerektiği ipucunu bizlere verdiğini ve bir sonraki sistemin “samimi insan etkinliğinden” doğacağını belirtmiştir.[32]
        

Sonuç

            Weber, başta da söylediğimiz gibi, ailesinin de etkisiyle toplumları Protestanlığın penceresinden incelemiştir. Bu da bize bambaşka bir bakış açısı katmıştır. Modern kapitalizmi Protestanlık mezhebinin doğurduğunu öne sürmüş ve bu düşüncesini, mezhebin tarihini ve özelliklerini, diğer inanç sistemlerinden farklılıklarını ve insanlardaki kar elde etme dürtüsü ile inançlarında bir ortak nokta bulma çabasını açıklayarak kanıtlamak istemiştir.

            Weber’in açıklamalarından yola çıktığımızda, Karl Marx’ın ortaya attığı artı değer kavramının Protestanlıkta kutsal sayıldığı sonucuna varılabilir. Çünkü gerektiği kadar kazanmak yerine, sürekli yeni yatırımlar yapacak miktarda fazladan kazanmak, Protestanlığın temel özelliklerinden biridir. Elbette Protestanlık bunun için işçi haklarından feragat edilmesini önermez ancak ne yazık ki pratikte durum böyle olmamıştır. Weber’in araştırmalarında bazı (rasyonel kapitalist olmayan toplumlarda) işçilerin maaşlarının arttırılması durumunda daha iyi çalışmak yerine tembellik ettikleri sonucuna varması bile, işçi haklarını tehlikeye düşürmek için yeterince kanıt oluşturmaktadır.[33]

            Buradan şu sonuca varılabilirdi: Rasyonel kapitalist olmayan toplumlarda bu sistemin uygulanması şart değildir. Sürekli çalışmak, üretmek, biriktirmek ve yeniden iş kurmak dünya üzerindeki pek çok toplum inancına aykırıdır. Çünkü bu, bu dünya için gereğinden fazla zaman harcamak demektir. Gerektiği kadar çalışıp, üretmek, kalan zamanda ibadet etmek, varoluş sebebini sorgulamak gereklidir. Bu tür inanca sahip olan toplumların kapitalist uyum yeteneğine de sahip olmalarını beklemek büyük bir hatadır. Fakat tarihin seyri bu şekilde ilerlememiştir. Burada elbette ki din dışı sebepler aramak gereklidir.

            Bu toplumlara modern kapitalizmin uygulanması çabası hiç de iyi olmayan sonuçlar doğurmaya devam etmektedir. Weber’in rasyonel kapitalizmin geleceğinde karanlık bulutlar içinde gördüğü bürokrasinin demir kafesi, rasyonel olmayan toplumlarda da yaratılmıştır. Çoğu toplumda insanlar yaşamlarının çoğunu çalışarak geçirirler ve bunu Protestanlar gibi inançları gereği yapmazlar. Ruhsuz uzmanlıklar, mekanize ilişkiler yaşamlarına hâkimdir ve bilim, din ve sanatın önemi gittikçe azalmaktadır. Şüphesiz ki kapitalizm, günümüzde Weber’in düşündüğünden çok farklı bir hal almıştır. Kapitalizmin bugünkü halini yalnızca demir kafesle açıklamak imkânsızdır.


REFERANSLAR


Aron, Raymond:         Sosyolojik Düşüncenin Evreleri, Çeviren: Korkmaz Alemdar, 3.bs., Ankara, Bilgi Yayınevi, 1994.


Özdemir, Şennur:       “Karşılaştırmalı Bir Perspektiften Kapitalizm ve Kültür”, Sosyoloji Dergisi, C:III, No: 17, 2008/2, s.49-79, (Çevirimiçi) http://www.journals.istanbul.edu.tr/tr/index.php/sosyoloji/article/view/13174, 10 Haziran 2013.


Thomas, Peter:            “Max Weber Olmak”, New Left Review, Çeviren: Mehmet Evren Dinçer,  C. II, No: 41, Eylül-Ekim 2006, s.267-280, (Çevirimiçi), http://newleftreview.org/II/41/peter-thomas-being-max-weber, 10 Haziran 2013.


Weber, Max:               Protestan Ahlakı ve Kapitalizmin Ruhu, Çeviren: Zeynep Gürata, 2. bs., Ankara, Ayraç Yayınevi, 1999.





[1] Max Weber, Protestan Ahlakı ve Kapitalizmin Ruhu, Çeviren: Zeynep Gürata, 2. bs., Ankara, Ayraç Yayınevi, 1999, Max Weber biyografisi.
[2] Peter Thomas, “Max Weber Olmak”, New Left Review, Çeviren: Mehmet Evren Dinçer,  C. II, No: 41, Eylül-Ekim 2006, s.275, (Çevirimiçi), http://newleftreview.org/II/41/peter-thomas-being-max-weber, 10 Haziran 2013.
[3] Thomas, a.e., s.268.
[4] Thomas, a.e., s.274.
 
[5] Thomas, a.e., s.276-277.
[6] Raymond Aron, Sosyolojik Düşüncenin Evreleri, Çeviren: Korkmaz Alemdar, 3.bs., Ankara, Bilgi Yayınevi, 1994, s.397.
[7] Weber, a.e., Max Weber biyografisi.
[8] Şennur Özdemir, “Karşılaştırmalı Bir Perspektiften Kapitalizm ve Kültür”, Sosyoloji Dergisi, C:III, No: 17, 2008/2, s.51, (Çevirimiçi) http://www.journals.istanbul.edu.tr/tr/index.php/sosyoloji/article/view/13174, 10 Haziran 2013.
[9] Özdemir, a.e., s.56.
[10] Özdemir, a.e., s.54.
[11] Özdemir, a.e., s.54.
[12] Özdemir, a.e., s.53.
[13] Özdemir, a.e., s.52.
[14] Özdemir, a.e., s.51.
[15] Özdemir, a.e., s.53.
[16] Aron, a.e., s.369.
[17] Özdemir, a.e., s.54.
[18] Weber, a.e., s.29.
[19] Aron, a.e., s.368.
[20] Aron, a.e., s.368.
[21] Weber, a.e., s.37.
[22] Weber, a.e., s.47.
[23] Aron, a.e., s.367.
[24] Özdemir, a.e., s.66.
[25] Weber, a.e., s.22.
[26] Weber, a.e., s.34.
[27] Aron, a.e., s.376.
[28] Aron, a.e., s.377.
[29] Weber, a.e., s.49.
[30] Aron, a.e., s.370.
[31] Özdemir, a.e., s.56.
[32] Özdemir, a.e., s.56.
[33] Weber, a.e., s.51.

"DURKHEIM DİN HAKKINDA NE DEMİŞ?" zırvalamaları

dönem bitti. bi cesaret geldi, ödevlerimi koymaya karar verdim. durkheim ödevim çok fena boktan oldu. yetersizliğini hala her anımda hissediyorum. lakin yetişmesi gerekiyordu. bitti bi şekilde. buyrun:
 
 
 
EMILE DURKHEIM VE DİN

Bu çalışmanın amacı, Emile Durkheim’ın din hakkındaki görüşlerinin incelenmesidir. Bunun için, çeşitli kaynaklardan Durkheim ve başlıca eserlerinden olan Toplumsal İşbölümü ve İntihar üzerine temel bir fikir edinilmiştir. Dinsel Yaşamın İlk Biçimleri isimli üçüncü ünlü kitabı ise çalışmanın bel kemiğini oluşturmaktadır.

            İncelemede, bu üç kitap tek tek ele alınmış ve din hakkındaki görüşleriyle bağlantı kurulmaya çalışılmıştır.

 

Toplumsal İşbölümü

1893’te yayımlanan kitabı, Toplumsal İşbölümü, Aron’a göre Durkheim’ın ilk büyük kitabıdır.[1] Bu kitapta, birey-toplum ilişkisini, mekanik ve organik dayanışma terimlerinden başlayarak, açıklamaktadır.

Buna göre, mekanik dayanışma, benzeşmeye dayalı, bireylerin aynı kutsala inandığı toplumlarda, organik dayanışma ise bireylerin düşüncelerinin farklılaştığı toplumlarda görülür.[2] Durkheim’ı anlamakta ortak bilinç kavramı da önemlidir. Sadece bireysel bilincin anlatımı ya da sonucu olmayan ortak bilinç, toplumun bütününe yayılmıştır, ama onu farklı bir gerçeklik yapacak özel niteliklere sahiptir. Nesilleri birbirine bağlar.[3]

Bu tanımlardan anlaşılacağı gibi, “Mekanik dayanışmalarda ortak bilinç, bireysel bilincin bir kısmını kaplar. (…) Toplumsal varlığın eylemlerinin, özellikle dinsel kuralların her biri ayrıntılı olarak belirlenmiştir.”[4] Organik dayanışmalarda ise daha yumuşak, kişisel yorumlamaların daha çok önem kazanıp, yasakların çiğnenmesine gösterilen tepkinin azaldığı bir yaşam biçimi mevcuttur. Bunları oluşturan birey değil, toplumun ortak bilincidir. Dolayısıyla Durkheim, toplumun bireylerden değil, bireyin toplumdan doğduğunu düşünür. “Bireylik bilinci organik dayanışma ve işbölümünden önce var olamaz.”[5] Bu görüş, dinler hakkındaki düşüncelerine de temel oluşturur.

Durkheim’a göre suçlu, toplum yasalarına uymayı reddeden kişidir. Bu durumda tüm anarşistler, devrimciler suçludur. Fakat bu düşünce, “Bu durumda yeni fikirlerin gelişmesi, yani düşünce özgürlüğünün mevcudiyeti imkânsız hale gelmez mi?” sorusunu doğurur. Durkheim bu suçlu kavramından ceza kuramına ulaşır. Bu kurama göre ceza verilmesinin amacı, ortak bilinci doyuma ulaştırmak, toplumdaki yaralanmayı onarmaktır.[6]

Durkheim, organik dayanışmalarda da bir miktar ortak bilinç olduğunu savunur. Eğer bu ortak bilinç zayıflar, insanların kutsalları tamamen bireyselleşirse toplum dağılma tehdidi ile karşı karşıya kalır. Toplumsal İşbölümü kitabında Durkheim, bu sorunun “bireylerin toplulukla bütünleşmesini destekleyecek profesyonel grupların örgütlenmesi” ile çözülebileceğini söyler.[7] Aile, devlet, siyasal grup gibi toplumla bütünleşmeyi sağlayacak gruplardan başka dinleri de bu anlamda değerlendirir. Fakat din de, diğer gruplar gibi tek başına bireyin toplumla bütünleşmesini sağlayamaz. Çünkü çağdaş toplumlarda dinler, eskiden olduğu kadar bireyleri sınırlayamaz, yönlendiremez. Bireyler artık yaşamlarındaki özgürlüğü arttıracak topluluklara katılmaya meyillidir. Bu durumda çağdaş insanı bir arada tutabilecek tek yol meslek grupları ya da “korporasyonlardır”. Bu örgütlenme biçiminde, işçi ile işveren toplumsal düzenin sıkıntılarına karşı birlikte yer alacaktır.[8]

 

İntihar

Durkheim’ın, Toplumsal İşbölümü’nden sonraki ikinci büyük eseri İntihar, 1897’de yayımlanmıştır. Bu eserde, çağdaş toplumlardaki ortak bilinç eksikliğinin, bireyselleşmenin intihara olan etkisine değinmiştir. Yaptığı araştırmalara göre, Almanya’da “Protestanlar Katoliklerden daha çok intihar ederler, çünkü Katolik dini Protestan dininden daha üstün bütünleştirme gücüne sahiptir.” Fakat bu kabulü bir yönden eleştirilmektedir. Eleştirilere göre eğer bu iki dinsel grubun yaşam biçimleri aynı değilse, aynı zamanlarda yaşasalar bile, dinlerin ortak bilince etkisine dair kuramı hatalı olacaktır. Herhangi bir farkın bulunmadığı kanıtlanmalıdır. [9]

İntihar’dan 15 yıl sonra yayımlanacak Dinsel Yaşamın İlk Biçimleri isimli eserinde ise “Tanrısıyla buluşan bir inanan, yalnız inanmayan kişinin bilmediği yeni gerçekleri gören bir insan değildir; o aynı zamanda daha çok şey yapabilen bir kişidir. O, kendisinde, gerek yaşamın güçlüklerine katlanmak, gerekse onları yenmek konusunda daha büyük güç olduğunu hisseder.” demiştir.[10] Böylece, dindar insanların diğerlerine göre, çağdaş yaşamın getirdiği intihar türünden, anomi etkisinden korunabileceği sonucuna varılabilir.

Durkheim ortak bilincin azalmasının doğurduğu kötü sonuçlardan biri olarak kabul edilen intihar oranının artmasına çözüm olarak toplumsal bütünleşmeyi çoğaltacak örgütlenmeleri sunmuştur. Meslek grupları teorisi, intihar oranları konusunda da oldukça önemli bir yere sahiptir.[11]

Kısacası Durkheim, toplumsal koşulları, intihar oranının artışındaki temel sebep olarak görür ve psikolojik sorunları fazla göz ardı etmesi sebebiyle eleştirilmektedir.[12]


Totemizm Üzerine

Durkheim’ın Sur le Totémisme (Totemizm Üzerine) isimli makalesi 1900’de yayımlandı. 1890larda gerçekleşen Dreyfus Olayı ile birlikte, dinlerin insan ahlakı üzerindeki -ayrımcılığa kadar giden- etkilerine daha çok ilgi duymaya başladı. Çünkü bu olay, laiklik yanlısı sosyoloğu oldukça derinden sarsmıştı.[13]


Dinsel Yaşamın İlk Biçimleri

57 yaşında, 1912 yılında, Les Formes Elémentaries de la Vie Religieuse (Dinsel Yaşamın İlk Biçimleri) isimli kitabı yayımlandı. Ertesi yıl, Fransız Felsefe Derneği’ne, din sorunu ve insan doğası hakkındaki Les Problème Religieux et la Dualité de la Nature Humaine başlıklı bildiriyi sundu. [14]


Eserin Yapısal Özellikleri

Aron’a göre Durkheim’ın üçüncü büyük kitabı olan Dinsel Yaşamın İlk Biçimleri, kitaplarının içinde “kuşkusuz en önemlisi, en derini, en orijinali ve yazarın düşüncesinin en açık biçimde belirdiği kitaptır”.[15]

Eser, üç kitaptan oluşur. Araştırmanın konusu ve din sosyolojisi ile bilgi kuramı arasındaki ilişki hakkındaki görüşlerini belirttikten sonra birinci kitaba, yani hazırlık sorularına geçer. İlk kitapta dinin, ilksel dinin ve kutsalın tanımlarına uzunca yer vermiştir. Konuya girmeden önce tüm tanım problemlerini, yanlış anlaşılma ihtimallerini çözmek istemiştir. İkinci kitapta ise ilk dinleri ayrıntılandırmış, bu inançların kökenlerine inmiş, ruh, peri ve tanrı kavramlarını incelemiştir. Son kitapta ise dinsel törenlerin olumlu ve olumsuz etkilerini incelemiş ve çalışmasını sonuca bağlamıştır.[16]

Yazarın tüm kavram açıklama çabasına rağmen, kavramların Türkçe’ye çevrilmesinde bir karmaşa olduğu tarafımızca gözlemlenmiştir. Cem Yayınevi’nin yayımladığı ve bizim burada temel aldığımız kitap, “Dinsel Yaşamın İlk Biçimleri”[17] olarak çevrilmiş ve kitabın içinde özellikle fazlaca değinilen ilk dinler “yalınkat dinler” olarak adlandırılmıştır. Ataç Yayınevi, aynı kitabı “Dini Hayatın İlkel Biçimleri”[18] olarak çevirmiştir. Vadi Yayınları’nın Din Sosyolojisi[19] isimli derleme kitabında ise adı geçen eserin sadece giriş bölümüne yer verilmiş ve söz konusu dinlerden yine “ilkel dinler” olarak bahsedilmiştir.

Bu kavramsal farklılıklara dikkatimizi çeken ise İştar Gözaydın olmuştur. Gözaydın, kitabın orijinal isminde yer alan Fransızca élémentaire sözcüğünün İngilizce’ye elementary olarak çevrildiğini söyler. Bununsa Türkçe’ye ilkel olarak geçirildiğini belirterek, durumu şöyle eleştirir:

“Fransızca ve İngilizce primitive kelimesinin karşılığı olan ilkel kelimesi yerine, özellikle eserin içeriğinde yer alan tartışma göz önünde bulundurulduğunda, bizce ilksel kelimesinin kullanılması çok daha doğru olacaktır. Çünkü Durkheim, dini neden –o zamanki adlandırmayla- ilkel toplulukları ele alarak incelediğini açıklarken, bu toplulukların dinsel hayatın ilksel, yani başlangıçtaki daha basit biçimlerini yaşadıkları önermesinden hareket eder. (…) eserin girişinde, bir dinsel sistemi ilkel olarak adlandırabilmenin koşullarını ortaya koyarken, ilkel ifadesini kullanmak konusundaki tereddüdünü ortaya koymakla birlikte henüz bu ifadenin yerini alabilecek daha iyi bir ifadenin var olmadığını belirtir.”

Gözaydın, bu ayrıma dikkat çektikten sonra, kitabın ismini makalesinde “Dinsel Hayat” olarak anacağını dipnotta belirtmiştir.[20]

Bizse hangi kavramın bizi daha doğru bir değerlendirmeye götüreceğini bilebilmek için daha ayrıntılı bir çalışma yapmak gerektiğini düşünmekteyiz. Bu nedenle, bu çalışma boyunca, incelediğimiz ana kitabın, (Cem Yayınevi’nden Dinsel Yaşamın İlk Biçimleri’nin) çevirisine sadık kalacağız.

Eserin İçeriği

Durkheim, bu eserinde, toplumsal bir olgunun ilk biçimlerini inceleyerek söz konusu olgunun özünün kavranabileceği varsayımından yola çıkar ve en ilksel dinlerin incelenmesinden genel bir din kuramı oluşturur. Kendi ifadesiyle “Bu çalışmada bugün bilinen en ilkel ve en basit dini incelemek, çözümlemek ve açıklamasını yapmak” düşüncesindedir.[21]

İlkel Dinler, Dini Anlamaya Yardımcı Olur mu?

En ilkel olarak kabul edilebilecek dinin, temel iki özelliğe sahip olması gerektiğini düşünür: Birincisi, o dine mensup toplumun “basitlikte diğerlerinin en aşağısında” olması gerekir. İkinci şart ise, dinin hiçbir öğesi kendinden önce var olan bir dinden etkilenmiş olmamalıdır.[22]

Bu en ilkel dini analiz ederken, asıl amaç, günümüz insanını anlamaktır. Elbette Durkheim, bu aşamada gelebilecek itirazların, günümüz insanını anlamak için tarihin başlangıcına giderek şimdiki zamandan uzaklaşılmak isteğinin garip karşılanacağının, farkındadır. Örneğin “Avustralya kabilelerinin o kaba ibadetlerinin, Hıristiyanlığı anlamak için bize yardım edebileceklerini kabul etmek” yoluyla din olgusunu küçümseyen, din düşmanı bir araştırmacı olarak anlaşılma ihtimalinin çok uzak olmadığının biliyordur.[23] Bu ihtimale karşılık, böyle bir amacının olmadığını ve bir bilim insanına bu amacın zaten yakışmayacağını ve bunun sebeplerini uzun uzun anlatır.

Durkheim, tersine o kaba dini ritüellerin, hurafelerin bile insani ihtiyaçları ve toplumsal yaşamın bazı evrelerini açıkladığını, bu nedenlerle araştırılmaları gerektiğini belirtir. O’na göre “esas itibariyle yanlış olan hiçbir din yoktur”, olsa olsa farklı özelliklere sahip olabilirler, fakat hepsinin ortak özelliği “insani varoluşun belirli koşullarına karşılık gelmektir”.[24] Durkheim, ilkel bir toplumda tüm bireylerin aynı dine inanıp, bu dinin tüm özelliklerini benimsediğini, mezhep, ibadet şekli gibi önemli ayrıntıların bireyden bireye değişmediğini, bu nedenle ilkel toplumların daha basit olduğunu ve fakat gelişmiş dinlerin kökenini oluşturması sebebiyle bugüne ışık tutabileceğini düşünür. 

Dini Anlamak İnsanı Anlamayı Sağlar mı?

O’na göre tek bir dini bütünüyle anlamak nasıl önemliyse, dinin genel itibariyle ne olduğunu bilmek çok daha önemlidir. Çünkü, din insanla ilgilidir. Tüm dinlere yukarıdan bakan çalışmalar daha önce de olmuştur ki bu kişiler genellikle filozofturlar. Fakat onlar “din hakkında kendi kendilerine yaptıkları fikri çözümlemelerle yetinirler, ancak zihinsel çözümlemelerinin sonuçlarını, kendi ideallerini en güzel bir şekilde gerçekleştirecek dinlerden alınmış örneklerle açıklarlar”. Oysaki bu, dini anlama amacından çok uzaklara yönelmiş bir yöntemdir.[25]

Durkheim, bu eserinden anlaşıldığına göre, tüm dinlere eşit mesafede yaklaşmıştır. Hepsine saygı göstermiş ve toplumu anlamak için bir araç olarak görmüştür. Çalışmalarında kendi dini görüşlerini ve inançlarını herhangi bir şekilde yansıtmamış veya en azından yansıtılmaması gerektiğini dürüstçe belirtmiştir. Sosyolojik çalışmalarda tam anlamıyla objektif olmanın zorluğu ve gerçekten mümkün olup olmadığı tartışılır. Bunu da göz önünde bulundurursak, Durkheim’ın bu çabası, din sosyolojisiyle ilgilenen tüm insanlar için örnek alınmalıdır.

Ünlü sosyolog, çalışmasında köken sözcüğünün ne anlam ifade ettiğinin yanlış anlaşılmaması için özel çaba sarf etmiştir. Bu sözcükle “mutlak bir başlangıç değil, bugün bilinen veya ötesine gidemediğimiz en basit sosyal durumu” kastetmekte ve “dinin var olmaya başlamış olduğunu söyleyebileceğimiz bir an yoktur” diye belirtmektedir.[26]

Durkheim, kitabın sonuç kısmında çalışmanın “Her çağda, bütün inananlar için ortaklaşa olan bu duygu, yalnızca yanlış bir kanı olamaz” kabulünden yola çıkarak, din konusunu araştırmaya değer olduğuna karar vermiştir.[27]

“(…) büyük toplumsal kurumların hemen tümü dinden doğmuşlardır. Ama ortak yaşamın başlıca biçimlerinin, başlangıçta dinsel yaşamın değişik biçimlerinden ibaret olması için, dinsel yaşamın tümüyle toplu yaşamın en yüksek biçimi, küçülmüş, özetlenmiş bir anlatımı olması gerekir. Toplumdaki her önemli şeyi dinin doğurmuş olması, toplum düşüncesinin dinin ruhunu oluşturmasından dolayıdır.”[28]

Din ile Toplum Arasında Nasıl Bir Bağ Vardır?

Dinsel yaşamın temelini toplumun oluşturduğunu iddia eden Durkheim, toplumun kötülüklerle, adaletsizliklerle dolu olması gerçeğine dayanarak tanrıların bu kadar aşağılık bir varlıktan, toplumdan yetki almış olamayacağını savunanların olacağını kabul eder. Bu kişilere şöyle cevap verir: “adalet ve doğrunun egemen bulunduğu, kötülüğün bütün biçimleriyle sökülüp atılmış olduğu, yetkin bir toplum (…) bir ham düştür; insanlar düşkünlüklerini avutmak için kendilerini, gerçekte hiç yaşamadıkları bu düşlerde aldatmışlardır. (…) Oysa bu eğilimlerin kökleri bizdedir; bizim varlığımızın ta derinlerinden çıkarlar…”[29] Durkheim adeta insanlığa idealist ütopyalara kafa yormak yerine kendisiyle, yani toplumla barışık olmasını öğütler.

O’na göre dinler, toplumu yansıtmak zorundadır. Bu nedenle, tüm dinlerde hırsızlık, aldatmacılık, ahlak düşkünlüğü, savaş, hastalık ve ölüm tanrıları olmuş, şeytanlara, perilere yer verilmiştir. Hayatta olduğu gibi dinde de iyiler ve kötüler vardır.

“Orada her şey bulunur; çoğunlukla iyinin kötüye, yaşamın ölüme, aydınlık güçlerinin karanlık güçlerine üstün geldiğinin görülmesi de, gerçek yaşamda durumun başka türlü olmamasından dolayıdır. Çünkü eğer bu karşıt güçler arasındaki ilişki tersine olsaydı, yaşam olanaksız olurdu; oysa gerçekte yaşam sürüyor ve hatta gelişme eğiliminde bulunuyor.”[30]

 Durkheim’ın din konusundaki görüşlerinin biraz dışına çıkarak söylemek gerekirse, hayat hakkındaki bu sürekli iyilerin kazandığına dair yorumu fazla iyimser görünmektedir.

            “Ülküsel bir dünya düşünmek ve onu gerçek dünyaya eklemek yetisine sahip tek varlık insandır. Peki, insana bu ilginç ayrıcalık nerden gelmektedir?” sorusuna yanıt arar. Bunun için kutsal kavramıyla ülkü kavramının benzerliğinden bahseder. O’na göre, ortak yaşam belli bir yoğunluk ölçüsüne vardığında dinsel duygunun ve coşkunun uyanmasına yol açar. Birey, kendini tanıyamayacak ölçüde coşkulanır ve anlam verebilmek için çevresindeki nesnelere yüce anlamlar, kutsal değerler, olağanüstü güçler yükler. Toplum ülkü yaratarak kendini yaratır. Kısacası ülkü, birlikte olma duygusunun coşkusuyla, toplumun kendisi hakkındaki düşüncesinden oluşur. Ülküsüz bir toplum olamaz.[31]

            “İsa’nın yaşamının başlıca günlerini kutlayan Hıristiyanların ya da Mısır’dan çıkışlarını, Dekalog’ların ilanını kutlayan Yahudilerin toplantısı ile yeni bir temel ahlaki ya da yasal düzenin kuruluşunu ya da ulusal yaşamın kimi büyük olaylarını anmak için bir araya gelen yurttaşların toplantısı arasında temel bir fark var mıdır?”[32]

Bu sözlerle ulusal ülküler ve dinsel ülküler arasındaki benzerliğe oldukça bir örnek vermiştir.

            Bilim ve Din Aynı Kulvarda mıdır?

Bilimsel düşünüş ile dinsel düşünüş aynı amaca, doğa, insan ve toplumu açıklamaya hizmet eder. Bilim, bir gerçeklik olan dini reddetmez. Bu konuyu şu şekilde açıklar: “Bilim gerçek bir varlığı nasıl yok sayabilir? Ayrıca bir eylem, insanları yaşatmanın bir aracı olarak dinin yerini bilim tutamaz; çünkü bilim, yaşamı açıklasa da onu yaratmaz; inancı da açıklamaya çalışabilir; ama bunu yapması bile inancın varlığını gerektirir.” Durkheim, dinin insanı ve doğayı tanımak görevini elinde tutmasına karşıdır. Bu, bilimin işidir. Bu nedenle, “dinin kendisi bilimin bir konusudur; bilim için yasa koyma yeteneğinden çok uzaktır.”[33]

            Ancak bilimsel düşünme, gittikçe daha yetkinleşmesinin de etkisiyle, dinsel düşünmenin önüne geçmektedir ve daha da geçmesi kaçınılmazdır. Din, şu anda geçmişteki halinden farklıdır, gelecekte de bugünden farklı olacaktır. Dinde asla kaybolmayacak olan öğeler, tapınma ve inançtır.[34] Ancak insanların inanma sebepleri değişmektedir.

“Hıristiyanlığın efendilerden kölelerine iyi davranmalarını istemek üzere dayandığı ilkeler, bizi artık coşturamaz; öte yandan yine örneğin Hıristiyanlığın insanların eşitliği ve kardeşliği konusundaki düşüncesi de, bize bugün haksızlık ve eşitsizliklere çok geniş yer bırakmış görünüyor. Düşkünlere karşı öğütlediği acıma duygusu bize çok yüzeysel görünüyor; biz onun yerine daha etkili bir tutum istiyoruz…”[35]

            Durkheim, bireysel dinlerin de varlığına değinir. “Bir de çağımızda, her bireyin yalnız iç dünyasında ve kendi öznelliği içinde özgürce kuracağı bir dine olan özlemler var.”[36] Ancak gelecekte böyle bir din anlayışının hâkim olamayacağını düşünür. Çünkü inanç demek coşku demektir ve inanç sahibi insan bu inancı yayma konusunda bastırılamaz bir gereksinim hisseder.[37]

            Dinin Geleceği

“Kısacası eski tanrılar yaşlanıyor ya da ölüyorlar; başkaları ise doğmuş değiller. (…) Hiçbir kutsal kitap yoktur ki sonsuza değin yaşayabilsin…” diyerek var olan dinlerin geçerliliklerinin zamanla azalacağına dair görüşünü özetler. Yeni bir din oluşturmanınsa yine toplumların işi olduğunu söyler. Auguste Comte’un da, İnsanlık Dini’nde tarihsel anıları canlandırma çabasının yapay (toplumun doğurmadığı) bir örgütlenme olması sebebiyle başarısız olduğunu savunur.  Durkheim’a göre din, ölmüş bir geçmişten değil, yaşamın kendisinden çıkar.[38]

            Bilim ve dinin günlük hayatta insan yaşamına etkisini güzel bir kıyaslamayla şöyle açıklar Durkheim: “Bilim parça parçadır, tam değildir; ancak yavaş yavaş ilerleyebilir ve hiçbir zaman tamam olamaz; yaşam ise bekleyemez. Yaşatmaya, hareket ettirmeye hizmet eden kuramlar, bu nedenle bilimden önce gitmek ve onu vakitsiz biçimde tamamlamak zorundadırlar.” Din, bilimin sözünün geçerli olmadığı zamanlarda tek gerçek kaynaktı fakat artık bilimin sözünü dinlemek zorundadır. “Onun karşısına, kendisinde doğan ve artık onu eleştirip denetleyen bir rakip güç çıkıyor.” Yeni din anlayışı, insanların dinden beklentisi, dinin bilimi destekler olması ve ona emretmemesidir.[39]

            Durkheim eserinin sonunda, toplumbilimin insan bilimi açısından yeni bir yol açtığını savunur. Daha önce büyük soruları yanıtlamak için bireyin yüceliğinden, doğanın amacı olarak görülmesinden, daha üstün bir varlığın olmayışından yola çıkılarak sadece iki tartışma konusu üretilmişti: Birincisi, insanın özelliklerinin tamamen bilimsel ve mantıksal yollarla incelenmesine dayanıyordu. İkincisi ise, sorgulamaya, araştırmaya imkân vermiyor, deneyüstü gerçeklere bağlanıveriyordu.[40]

Durkheim ise şöyle bir çıkış yolu sunmaktadır: “…bireyin ötesinde toplumun bulunduğu ve toplumun da yalnızca akılla yaratılan ve sözle anlatılan bir varlık olmayıp, bir etkin güçler dizgesi olduğu kavrandığı anda, insanı açıklamanın yeni bir yolu olanaklı olur.” Elbette toplumsal incelemeyi dikkate almanın tüm sorulara yanıt vereceğini iddia etmemekte ve çabasını şu şekilde özetlemektedir: “Gerekli olan şey, bu varsayımı denemek onu elden geldiğince yöntemine uygun biçimde olguların denetimi altına almaktır. Biz de burada bunu yapmaya çalıştık.”[41]

Sonuç

Durkheim, Dreyfus Olayı’nın ve haham ailesinde büyümenin verdiği farklı bir bilinçle, toplumu anlamak için dinin önemli olduğunu düşünmüştür. Toplumu anlama çabasında olan bilim insanının yapması gerektiği gibi, dinlerin gerçek olup olmadığını sorgulamak yerine, insanın dinle olan ilişkisine odaklanmıştır. Dinin gerçekliğinin araştırılması da elbette bilimin konusu olabilir ancak bu konu insanı anlamaya yardımcı olmaz. İnsan var olduğu şekilde incelenmeli, neden böyle olduğuna dair sorular sorulmalıdır. Bu nedenle Durkheim, din ve insan ilişkisi hakkında faydalı sorular sormuştur.

            Dinin toplumdaki kenetlenmeyi arttırması, dinsiz bir toplumun var olamayacağı ve bireysel dinler hakkındaki görüşleri oldukça gerçekçi ve akılcı kanıtlara dayanır. İnsanların daha iyi bir dünya yaratma ütopyalarını adeta küçümser. Dinler işte bu ütopyaları canlı tutmak için vardır ama öyle bir dünya asla gerçek olmayacaktır. Çünkü insan aynı zamanda hem iyi, hem kötüdür.

            O’na göre dinleri toplumlar doğurmuştur. Bu nedenle dinsiz bir toplum olamaz, çünkü toplum olmanın gereği bir şeye olan inancını yaymaya çalışmaktır. Hiçbir din sonsuza kadar süremez ama insanlık asla dinsiz de kalmayacaktır, biri bitince yenisi başlayacaktır. Fakat, dinler zamanın ihtiyaçlarına göre şekil değiştirecektir. Örneğin, artık bilime saygı duymayan din yok olacaktır. Bu görüş, modern insanın özgür düşünceye olan aşkını göz önünde bulundurursak, oldukça haklıdır. Çünkü günümüzde bilime saygı duymayan din, olsa olsa korkudan besleniyordur. Günümüz insanı korkunun hayatını yönetmesinden hoşlanmaz ve inancını kuvvetli tutamaz. İnancın eksikliği ise dini değişmeye ya da yok olmaya zorlar.

            Modern insanın dinle olan ilişkisi üzerine daha fazla çalışma yapılmalıdır. Durkheim’ın da söylediği gibi, bu konu oldukça karmaşık olacaktır. Çünkü inanılan dinler, doğdukları hallerine kıyasla oldukça farklı yapılara bürünmüşlerdir. İnsanların inanma sebepleri bireyden bireye değişebilmektedir. Yine de bu farklılığı anlamak, din tarihine baktığımızda geçmişle günümüz arasında anlamlı bir kıyaslama yapabilmek için günümüzün din konusundaki fikrini bilmemiz gerekir.

 
KAYNAKÇA

Aron, Raymond: 1994             Sosyolojik Düşüncenin Evreleri, çev. Korkmaz Alemdar, 3. bs., Ankara, Bilgi Yayınevi.

Durkheim, Emile: 2005            Dini Hayatın İlkel Biçimleri, çev. Fuat Aydın, İstanbul, Ataç Yayınları.

Durkheim, Emile: 2010             Dinsel Yaşamın İlk Biçimleri, çev. Prof. Dr. Özer Ozankaya, İstanbul, Cem Yayınevi.

1998            Din Sosyolojisi, derleyen: Yasin Aktay & M. Emin Köktaş, 2. bs. Ankara, Vadi Yayınları.

Gözaydın, İştar: 2010               “Durkheim Sosyolojisinde Dinin Tarihsel ve Güncel Olanakları”, Sosyoloji Dergisi, C:III, No:21, s. 1-15.

 

[1] (Raymond Aron, Sosyolojik Düşüncenin Evreleri, çev. Korkmaz Alemdar, 3. bs., Ankara, Bilgi Yayınevi, 1994, s.225)
[2] (Aron, a.g.e., s.226)
[3] (Aron, a.g.e., s.227)
[4] (Aron, a.g.e., s.228)
[5] (Aron, a.g.e., s.229)
[6] (Aron, a.g.e., s.230)
[7] (Aron, a.g.e., s.233)
[8] (Aron, a.g.e., s.241)
[9] (Aron, a.g.e., s.242)
[10] (Emile Durkheim, Dinsel Yaşamın İlk Biçimleri, çev. Prof. Dr. Özer Ozankaya, İstanbul, Cem Yayınevi, 2010, s.569)
[11] (Raymond Aron, Sosyolojik Düşüncenin Evreleri, çev. Korkmaz Alemdar, 3. bs., Ankara, Bilgi Yayınevi, 1994, s.241)
[12] (Aron, a.g.e., s. 243)
[13] (Aron, a.g.e., s.280)
[14] (Aron, a.g.e., s.280)
[15] (Aron, a.g.e., s.243)
[16] (Emile Durkheim, Dinsel Yaşamın İlk Biçimleri, çev. Prof. Dr. Özer Ozankaya, İstanbul, Cem Yayınevi, 2010)
[17] (Durkheim, a.g.e.)
[18] (Emile Durkheim, Dini Hayatın İlkel Biçimleri, çev. Fuat Aydın, İstanbul, Ataç Yayınları, 2005)
[19] (Din Sosyolojisi, derleyen: Yasin Aktay & M. Emin Köktaş, 2. bs. Ankara, Vadi Yayınları, 1998)
[20] (İştar Gözaydın, “Durkheim Sosyolojisinde Dinin Tarihsel ve Güncel Olanakları”, Sosyoloji Dergisi, C:III, No:21, 2010,  sf.2-3)
[21] (Din Sosyolojisi, derleyen: Yasin Aktay & M. Emin Köktaş, 2. bs. Ankara, Vadi Yayınları, 1998, s.130)
[22] (Derleyen: Yasin Aktay & M. Emin Köktaş, a.g.e., s.130)
[23] (Derleyen: Yasin Aktay & M. Emin Köktaş, a.g.e., s.131)
[24] (Derleyen: Yasin Aktay & M. Emin Köktaş, a.g.e., s.132)
[25] (Derleyen: Yasin Aktay & M. Emin Köktaş, a.g.e., s.134)
[26] (Derleyen: Yasin Aktay & M. Emin Köktaş, a.g.e., s.138)
[27] (Emile Durkheim, Dinsel Yaşamın İlk Biçimleri, çev. Prof. Dr. Özer Ozankaya, İstanbul, Cem Yayınevi, 2010, s.570)
[28] (Durkheim, a.g.e., s.571-572)      
[29] (Durkheim, a.g.e., s.573)
[30] (Durkheim, a.g.e., s.574)  
[31] (Durkheim, a.g.e., s.575)
[32] (Durkheim, a.g.e., s.582)
[33] (Durkheim, a.g.e., s.585-586)
[34] (Durkheim, a.g.e., s.586)
[35] (Durkheim, a.g.e., s.582)
[36] (Durkheim, a.g.e., s.76)
[37] (Durkheim, a.g.e., s.579-580)
[38] (Durkheim, a.g.e., s.583)
[39] (Durkheim, a.g.e., s.588)
[40] (Durkheim, a.g.e., s.606)
[41] (Durkheim, a.g.e., s.607)