İlk şaşkınlık:
Orwell Hindistan'da doğmuş! Ve Kitapla Orwell'in Hayatı Arasındaki
Benzerlikler
Kaybedenler
kulübünün daimi üyesi olan doğu ülkelerinin tarihine merak
saldığımdan beri, Orwell'in Burma Günleri internette orada burada
gözüme çarpıyordu. Türkiye'ye son gidişimde aldım. Can
Yayınları afilli bi kapak yapmış, o hani renkli renkli olan yeni
seriden. Yazarın hayatının anlatıldığı paragrafın giriş
cümlesi şaşırttı beni: "1903'te Hindistan'ın Bengal
eyaletinin Motihari kentinde doğdu."
Cahilliğime
şaşırdım tabi. Hindistan'da yaşadığı hiç duymamıştım,
duyduysam da henüz kaybedenler kulübüyle çok ilgim olmadığı
için kulak ardı etmiştim muhtemelen. Ama şimdi bu bilginin çok
önemi vardı benim için. Sömürü zamanında Hindistan'da doğmuş
bir İngiliz, büyüyünce, 1984'ü, Hayvan Çiftliği'ni yazıyor.
Sefa süren bi hayata gözlerini açmış gibi görünse de, belki de
oradaki yerlilerden daha çok acı çekiyor, kendini hiçbir topluma
ait hissedemiyor. Üstelik 47 senelik ömründe iki büyük dünya
savaşına şahit oluyor. Bu adamın distopya yazması kadar normal
bir şey olabilir mi?
Kitabı okuduktan
sonra aklımda bi sürü soru: Baş kahraman Flory, Orwell'in kendisi
mi? Yazarın hayatının anlatıldığı paragrafta İngiltere'de
kolej bitirdiğinden bahsediliyor. Yani genç yaşta İngiltere'ye
dönmüş, o halde nasıl bu kadar iyi biliyor Burma'daki yaşamı?
Zaten doğduğu yer Burma değil. Peki Burma'da hiç yaşadı mı?
Memur olarak veya Krallık'a bağlı bir şirket görevlisi olarak
Burma'da çalıştı mı? Yoksa bunlar tamamen başkalarından
duyduklarından uydurduğu kurmacadan ibaret mi, ki yakıştıramıyorum
nedense bu ihtimali kendisine... Vs, vs...
Wikipedia'ya koştum
tabi ki. Hayatını okudukça, roman daha iyi oturdu kafamda,
ayrıntılar netleşti. Başlangıçta bloğa sadece alıntıları
not edip bırakmayı düşünürken, bi çok ekleme yapmam
gerektiğini fark ettim. Orwell'in hayatıyla başlayalım
:
Bir yaşındayken
annesi ve ablasıyla birlikte İngiltere'ye dönmüşler. Okula
burada başlamış, epey zaman burslu okumuş. Maddi durumları iyi
olmadığı için üniversiteye devam edememiş. Doğu'ya yani
Hindistan'a İmparatorluk polisi olmak üzere gitme fikri bu
çaresizlikten çıkmış. Sınavlara girmiş, kazanmış ve 1922'de,
19 yaşında Burma'ya doğru yola çıkmış.
|
Burma'da çalışırkenki pasaport fotoğrafı |
Orada bir süre sıkıntı
içinde çalışmış. Çünkü diğer beyazlara uyum sağlayamamış.
Burma dilini çok çabuk öğrenmiş ve bir beyaza yakışmayacak
şekilde yerlilerin etkinliklerine katılmış. Bol bol okumuş.
Polis hayatından uzaklaşmak ve İngiliz yemeği yiyebilmek,
kitapçılara uğrayabilmek için sık sık büyük şehir Rangoon'a
gitmiş. Psikolojik durumunu ise bu romanda çok iyi
gözlemleyebiliyoruz. Sonra Deng hummasına yakalanmış.
Sivrisinekler sebebiyle oluşan bu hastalığa yakalanan Orwell,
1927'de hastalık izni için İngiltere'ye dönmüş. İzin süresince
düşündükçe bir dönüşüm geçirmiş ve görevinden istifa
etmiş. Sonra 1931'de A Hanging, 1934'te Burma Günleri, 1936'da
Shooting an Elephant gibi emperyalizm hakkında görüşlerini çatır
çatır vurguladığı eserlerini yazmış. Sonra 1984, Hayvan
Çiftliği gibi başyapıtları gelmiş.
|
Ayaktakilerden, soldan üçüncü Orwell |
Kitaptaki ana
karakterler:
Flory:
Burma'da doğmuş, ailesi öleli çok olmuş. Bir İngiliz şirketinde
çalışıyor. Beyaz olduğu için doğuştan üst sınıf. Ama yaşam
standardı (pek çok hizmetkara sahip olması dışında)
İngiltere'de yaşayan bir üst sınıf kadar iyi değil. Ne de olsa
ya çok sıcak ya çok yağmurlu bir coğrafya, sinemasız,
tiyatrosuz, operasız, istediği kitabı satın alamayacağı bir
mahrumiyet bölgesi orası. Ayrıca beyaz yaka olsa da sonuçta bir
işçi.
Burma'da yaşayan
tüm beyazlarda ortak olan bu özelliklerin yanında, roman boyunca
Flory'den başka hiçbir karakterde göremeyeceğimiz dertleri de
var. Kendini yerlilerin yerine koyabiliyor, İmparatorluğun
despotluk ettiğini, Hintlilerin her şeylerini çalıp, onlara
medeniyet getirdikleri yalanına inandıklarını düşünüyor. Sırf
beyaz oldukları için kendilerinde yerlilerin pucca sahibleri
(efendileri) olma hakkı görmelerinden tiksiniyor. Bu fikirlerini
paylaşabileceği kimsesi de yok. Tamamen yalnız, çalışmak,
okumak ve içmek dışında bi şey yaptığı yok. Bu kadar bıkmışsa
neden bırakıp İngiltere'ye gitmiyor? Çünkü, burada doğmuş ve
onyıllardır burada yaşıyor, Avrupa yaşamını bilmiyor.
İngiltere'ye gittiğinde ne yapacağını bilemeyeceğini romanı
okudukça anlıyoruz. CV dünyası 1 yüzyıl önce de vardı.
Yalnızlığını
en iyi anlatan cümlelerden biri:
Yüzünde
çevresindekilerin onu sevdiklerinden hiçbir zaman tam olarak emin
olamayanlara özgü yarım gülümseme vardı.(45)
Dilenciler,
gönlü geniş bir beyaz adam olduğunu bildikleri için, gördükleri
yerde Flory'ye üç beş bi şey vermesi için yalvarıyorlar. Bir
dilenciye para verdikten sonra,vicdanı rahatlamayan Flory'in
söylenmesine kulak verelim:
"Git
bakalım Mattu, bunlarla kendine bir içki al. Yozlaşabildiğin
kadar yozlaş. Bunların hepsi ütopyayı erteleyen şeyler."
(59)
Flory,
Burma'da şirketlerde çalışan her beyaz adamın yaptığı gibi,
çalışmak için cangıla gidiyor, oradaki kampta kalıyor. İzinli
olduğu haftalarda kasabada vakit öldürüyor. Bu vakit öldürme
günlerinden birinde, yaşama isteği o kadar az ki, günler geçmek
bilmiyor. Kitap okumak artık tatmin etmiyor. Yalnızlık O'nu
tüketiyor:
Bomboş
geçen bir günün ardından akşam karanlığının çökmesiyle can
sıkıntısı çıldırtıcı, intihara özendirici bir ölçüye
varır. İş, dua, içki, konuşma – bunların hepsi bu duygunun
karşısında güçsüz kalır; ancak derinin bütün gözeneklerinden
ter fışkırmasıyla boşaltılabilir bu duygu.(72) (Spordan
bahsediyor)
Flory
kendini bildi bileli böyle değildi. Orwell'in deyimiyle bir
zamanlar "kahramanlara
tapacak kadar gençti".(83)
Burma'da bir beyaz adam olmanın keyfini çıkardığı zamanlar
oldu. Cangılda eşek gibi çalıştı, sonra şehre gelince bol bol
yedi içti, saygın olmak O'nu rahatsız etmedi. Çalıştığı için
askerlikten kaçabildi:
Savaş
çıktığında Flory yirmi dört yaşındaydı ve memleket izni
almak üzereydi. Askerden kaçmayı başarmıştı. O zamanlar bunu
yapmak kolaydı ve çok doğal bir şey gibi görünüyordu.
Burma'daki sivillerin, vicdanlarını rahatlatıcı bir kuramları
vardı: gerçek vatanseverlik kendi işini adam gibi yapmaktır,
diyorlardı.(86)
(Burada
Orwell'in askere gitmenin gerçek vatanseverlik olduğunu düşündüğünü
sanmıyorum. Yine beyaz adamın kendi kendine söyleyip inanıverdiği
yalanlardan şikayet ediyor.)
Sonra
bir hastalığa yakalandı. (Tıpkı Orwell'in Deng hummasına
yakalanması gibi). Vücudu yaralar içinde kaldı. Hastalığın
coğrafyanın kötü yaşam koşullarından kaynaklandığı iddia
ediliyordu ama o anlamsız içkiyle doyurulmuş yaşam biçiminden
dolayı vücudunun güçsüz düştüğünü biliyordu. Hasta olduğu
günlerde her şey alamını yitirdi. Bol bol okudu. Ve düşündükçe
o girdaptan kurtulamadı.
Şimdi
düşüncelerinin odağında duran ve hepsini zehirleyen şey, içinde
yaşadığı emperyalizm havasının her gün daha da acılaşan
nefretiydi. Çünkü beyni geliştikçe – beyninizin gelişmesini
durduramazsınız ve yarı eğitimlilerin en büyük trajedilerinden
biri, geç gelişmeleridir; çünkü o zamana kadar yaşamda bir
yığın yanlış yapmışlardır – İngilizler ve imparatorluk ile
ilgili gerçekleri kavradı. Hindistan İmparatorluğu bir
despotluktu – hoşgörülü olduğu kuşkusuzdu ama yine de asıl
hedefi hırsızlık olan bir despotluktu. Doğu'daki İngilizlere,
sahiblog'a (patron, sahib) gelince; Flory onların toplumunda yaşaya
yaşaya onlardan öyle çok nefret eder olmuştu ki, artık adil
düşünemiyordu. Çünkü eninde sonunda bu zavallı şeytanlar,
başkalarından kötü insanlar değillerdi. Hiç de özenilmeyecek
yaşamlar sürüyorlardı; otuz yılı düşük bir ücretle yabancı
bir ülkede geçirmenin karşılığı olarak harap olmuş bir
karaciğer ve bambu koltuklarda oturmaktan ananasa dönmüş bir arka
ile eve dönüp ikinci sınıf bir kulübün başına bela olmak,
kötü bir pazarlıktı. Öte yandan sahiblog'un yüceltilecek bir
yanı da yoktu. 'İmparatorluğun ileri karakolları'nda çalışan
adamların en azından yetenekli ve çalışkan oldukları konusunda
yaygın bir görüş vardır. Bu bir yanılgıdır. Bilimsel hizmet
verenler dışında – orman şubesi, kamu işleri şubesi ve
benzerleri – Hindistan'daki İngiliz memurun işini ustaca yapması
için özel bir neden yoktur. İçlerinden çok azı, İngiltere'de
bir taşra kasabasının posta memurunun gösterdiği çalışkanlığı
ya da zekayı gösterir. Asıl yönetim işi, daha çok yerli astlar
tarafından yapılır; despotizmin belkemiği memurlar değil
ordudur. Arkalarında ordu oldukça memurlar ve işadamları, aptal
bile olsalar güven içinde işlerini yürütebilirler. (86)
Gerçekleri
görmenin eyleme geçmedikçe vicdanı rahatlatmayacağını şu
paragraftan anlayabiliriz:
Daha
okulunu yeni bitirmiş kaba gençlerin, ak saçlı hizmetkarları
tekmelediklerini görürsünüz. Kendi vatandaşlarınıza duyduğunuz
nefretle yanıp tutuştuğunuz, bütün İmparatorluğu kana boğacak
bir yerli ayaklanmasını özlediğiniz anlar gelir. Ve bunda onurlu
bir yan yoktur, pek içtenlik bile yoktur. Çünkü, au fond
(aslında), Hindistan İmparatorluğu bir despotluksa, hintliler
sömürülüyorsa, onlara zorbalık yapılıyorsa bu sizin umrunuzda
mı? Sizin tek aldırdığınız şey, özgür konuşma hakkınızın
elinizden alınması. Siz, despotizmin yarattığı bir
ürünsünüz...(88)
Ve
yalnızlığını en güzel anlatan cümleler:
Her
yıl, Flory kendini sahib'ler dünyasında daha da yabancı hisseder
olmuştu. Hangi konu üzerinde olursa olsun birazcık ciddi
konuştuğunda başını derde sokma tehlikesi her gün artıyordu.
Kitaplarıyla ve söze dökülemeyen gizli düşünceleriyle
içedönük, gizli bir yaşam sürmeyi öğrendi. Doktor'la olan
konuşmaları bir tür kendi kendine konuşmaydı; çünkü Doktor
iyi bir adamdı, ona söylenenlerden çok az şey anlıyordu. Ama
yaşamı gizlilik içinde sürdürmek, insanı çürütür. (...)
Sessiz, yalnız, gizli, kısır sözcüklerle kendini avutarak
yaşamaktansa hiç durmadan "kırk yıldır" diye bir
şeyler anlatan en kalın kafalı pukka sahib gibi yaşamak bile daha
iyidir.(88)
Eğer
dünyadaki herhangi bir konu üzerine düşüncenizi dürüstçe
söylemenizi ayıplanacak bir şey olarak gören insanlar arasında
acı bir yalnızlık çekerek yaşamınızı sürdürmüş ve orta
yaşlarınıza merdiven dayamışsanız, konuşma ihtiyacı bütün
ihtiyaçlardan daha büyüktür.(143)
Bir
türlü adını koyamadığı bir acı çekmek en kötüsüydü.
Yalnızca sınıflandırılabilir hastalıklara yakalananlar ne kadar
şanslıydı! Yoksullar, hastalar, aşk acısı çekenler ne kadar
şanslıydı.(215)
Kulüp insanları:
Flory'nin yaşadığı kasabada Avrupalıların toplandığı bir
kulüp var. Hizmetkar, yani köle olarak işe alınanlar dışında,
beyaz tenli olmayanlar giremiyor. Şirketlerde veya kamu kurumlarında
çalışan beyaz tenliler, eşleri veya arada bir gelen beyaz tenli
misafirler Kulüp'te takılıyor. Hepsi yerlilerden nefret ediyor, bu
coğrafyaya medeniyet getirdiklerini, onlar olmasa bunların
(yerlilerin) bi şeyi beceremeyeceklerini, demokratik yasalar
getirelim derken vahşi yerlilerin şımartıldığını
düşünüyorlar. Gün içinde muhabbet mutlaka buraya bağlanıyor.
bütün Avrupalı Kulüplerine bir yerli üye alınması hakkında
yüksek mevkilerden bir talimat gelince geçen bir diyalogdan
alıntıyla örnek vereyim:
"Bu
Kulüp'te yerli olmayacak! Sürekli olarak böyle küçük küçük
şeyler vere vere İmparatorluğu çökertiyoruz. Bu ülkenin
kışkırtıcılar tarafından çürütülmesinin nedeni de bizim
onlara karşı çok yumuşak davranmamız. Tek bir politika var,
onlara bir pisliğe karşı nasıl davranıyorsak öyle
davranmalıyız. Bu önemli bir an ve olabildiğince saygıdeğer
olmak istiyoruz. Birlik içinde davranmalı ve onlara şöyle
demeliyiz: 'Biz efendiyiz, siz ise dilencisiniz...Dilenciler, kendi
yerinizi bilin!" (42)
Bu sırada yavaş
yavaş yükselen yerli isyanı hakkında Kulüp üyelerinden birinin
söylediği de şu:
"Yerliler
bize gelip kalmamız için yalvardıklarında 'Hayır, elinizde şans
vardı, kullanmadınız. Biz de sizi bırakıyoruz, artık kendinizi
yönetin bakalım!' diyeceğiz. İşte o zaman ne biçim ders almış
olacaklar!"(43)
Kulüpteki
- sayısı 10'u geçmeyen - karakterleri tek tek açıklamayacağım.
Hepsi birbirine benziyor. Orwell'in şu cümlesi durumu gayet iyi
özetliyor:
Hindistan
kasabalarının hepsinde Avrupalılar Kulübü ruhsal bir kale,
İngiliz iktidarının gerçek makamı ve yerli memurlar ile
milyonerlerin boşuna ulaşmaya çabaladıkları Nirvana'dır.(26)
İsyan
eden yerlilerin bir beyaz adamı öldürmesi üzerine Kulüp'teki ruh
halini şöyle anlatıyor Orwell:
...bağışlanamaz
bir olay olmuştu – bir beyaz adam öldürülmüştü. Böyle bir
şey olduğunda, Doğu'daki İngilizlerin içini bir ürperti kaplar.
Burma'da her yıl yaklaşık sekiz yüz kişi öldürülür; bunun
hiçbir önemi yoktur; ama bir beyaz adamın öldürülmesi
canavarlıktır, kutsal şeylere karşı işlenmiş bir suçtur.(284)
Peki
beyaz adamın öcü nasıl alınacak?
"...Onları
yakalayacağız. En azından 'birilerini' yakalayacağız. Yanlış
adamı yakalamak, hiç adam asmamaktan çok daha iyidir."(287)(Bu
strateji idam yasaklanmış olsa da hala her yerde geçerlidir
sanırım.)
Kulüp'tekilerin
Flory hakkındaki görüşlerini özetleyen cümlelerden biri de şu:
Her
şey konusunda bir doğru, bir de yanlış görüş varken niçin
Flory'nin her zaman yanlış olanı seçmekten hoşlandığını bir
türlü anlayamıyordu.(229)
Ko
S'la:
Flory'nin çocukluk arkadaşı, aynı zamanda 15 yıllık hizmetkarı.
(Kölesi demeye çekiniyorum çünkü 19. yüzyıl sonunda, 20.
yüzyıl başında İngiltere resmi olarak köle alıp satıyor
muydu, yoksa modern kölelik denilen döneme geçip ismini "uşak,
hizmetkar" gibi sözcüklerle yumuşatmış mıydı,
bilemiyorum. Kitapta net olarak "köle" sözcüğünün
geçtiğini hatırlamıyorum. Hafızam çoğu zaman iyi çalışmaz
zaten.) Ko S'la, efendisinin tam bir beyaz adam olmasını istiyor,
O'nun aykırı düşünceleri, diğer beyaz adamlar gibi spor yapmak,
akşam Kulüp'e gitmek gibi rutinlerinin olmaması canını sıkıyor.
Çünkü beyaz adamın üstünlüğüne gönülden inanıyor.
Efendisini çok seviyor. Günün her saatini O'na adamaktan memnun.
İngilizce anlıyor, çok iyi konuşamasa da. Ayrıca sürekli kavga
eden iki karısı var. Her hizmetkar gibi kadın efendilerden yani
memsahiblerden nefret ediyor. Flory'nin evlenmesi ihtimali üzerine
hizmetkarlar arasındayken şunları söylüyor:
"(Evlenirse)
Ben (işten) ayrılmam, çünkü on beş yıldır ona hizmet
ediyorum. Ama o kadın geldiğinde bizi nelerin beklediğini
biliyorum. Mobilyaların üzerindeki lekeler için bize bağıracak,
öğleden sonraları ona çay taşımamız için bizi uykumuzdan
uyandıracak, günün her saatinde mutfağa gelip işlere burnunu
sokacak, pis tencerelerden ve un çuvalındaki hamam böceklerinden
dert yanacak. Bana kalırsa bu kadınlar, geceleri uyumayıp
hizmetçilerine işkence yapmak için yeni yollar düşünüyorlar."
(141)
Ve
yerli kadınların beyaz tenli kadınlar hakkındaki düşünceleri:
Aralarında
Ma Pu ve Ma Yi de olmak üzere ötekilerin hepsi onunla birlikte
içlerini çektiler. Hiç kimse Ko S'la'nın sözlerini kendi üzerine
alınmamıştı. İngiliz kadınları ayrı bir ırk olarak
görüyorlardı; hatta insan olarak gördükleri bile kuşkuluydu. Ve
gözlerine öyle korkunç görünüyordu ki bir İngiliz erkeğin
evlenmesi genelde evdeki bütün hizmetçilerin, hatta yıllardır
onunla birlikte olanların bile kaçması için bir işaret anlamına
geliyordu.(142)
Böyle
düşünmeleri nedense şimdi çok normal geliyor bana. Erkeklerin
"efendi" olmasına alışmışlardır. Anlamadıkları
işleri yapan erkekler evde çok vakit geçirmez zaten, evde
durmayınca hizmetçilerin işine de çok burunlarını sokmazlar.
Ama o dönemde Avrupa'dan kalkıp taaa oralara gitmiş kadın
muhtemelen tuzu kurudur ve ev hanımıdır. Veya orada doğup
büyüdüyse bile, küçüklüğünden itibaren hep hizmetkarları
olan, tüm gün evde olmasına rağmen hiçbi iş yapmayan, ev
patronluğu yaparak kendini, otorite ihtiyacını tatmin eden
kadınlardır. Hayatta başka bir görev edinemez, okumak veya
çalışmak veya evde kendi kendine bir mesai edinip entellektüel
alanda kendini geliştirmek istese bile, öyle bir ortamda, Flory
gibi yalnızlığa düşer, belki de delirir. Beyaz bir kadın, bir
memsahib olmak dışında bir hüneri olursa delirir. Mutlaka
istisnalar vardır, onları öğrenmeyi çok isterim. Fakat yüzdeleri
düşük olacağından, kadın-erkek yerlilerin onlarla karşılaşma
ihtimali çok düşük olsa gerek. Bu yüzden nefretlerini
anlayabiliyorum.
Doktor
Veraswami: Flory'nin tek yakın arkadaşı. Az sayıdaki okumuş,
yüksek mertebeli yerlilerden biri. Kasabanın tek doktoru. Tam bir
İngiliz hayranı olmasına ve yerlilerin köleliği hak ettiğini
düşünmesine rağmen Flory ile iyi arkadaşlar çünkü
tartışabiliyorlar. Kitabın fikirsel altyapısını en iyi anlatan
cümleler bu ikisinin diyaloglarında göze çarpıyor. Bu yüzden
bol bol alıntı yapacağım. Doktor'un görüşlerini şu diyalogla
özetleyebiliriz:
"Niye
her zaman şu pukka sahib dediklerinizi aşağılayıp duruyorsunuz?
Onlar toprağın tuzudur. Yaptıkları büyük şeyleri düşünün:
Clive, Warren Hastings, Dalhousie, Curzon. Onlar öyle insanlardı ki
-sizin ölümsüz Shakespeare'inizden alıntı yapacağım-
böylelerinin benzerlerini bir daha göremezsiniz."
"Peki,
sen onların benzerlerini bir daha görmek ister misin? Ben istemem."
"Bir
İngiliz centilmeninin ne kadar soylu bir insan olduğunu düşünün.
Birbirlerine olan göz kamaştırıcı bağlılıkları! Devlet okulu
ruhu! Biraz tatsız tavırları olanlarda bile -kimi İngilizlerin
küstah olduklarını kabul ediyorum- biz Doğuluların yoksun
oldukları çok değerli nitelikleri var. Kaba dış görünüşlerinin
altında altın bir yürek taşıyorlar."(51)
Alttan
alta isyan hareketlerinin, milliyetçilik bilincinin yayıldığı bu
sömürge coğrafyasında, kitap okumayı seven, yeni görüşlere
açık bir doktor, nasıl bu kadar kör olabilir? Kitapta eksik kalan
noktalardan biri bu sanırım, Doktor'un bilinçaltını hazırlayan
etkenleri tam olarak göstermiyor.
"Ben
Burmalıların bizi bu ülkeden atmalarını istemiyorum. Tanrı
korusun! Herkes gibi ben de para kazanmak için buradayım. Benim tek
karşı çıktığım şey, şu beyaz adamın sorumluluğu palavrası.
Pukka sahib rol yapıyor. Bu çok can sıkıcı bir şey. Eğer
hepimiz sürekli olarak bir yalanla yaşamıyor olsaydık şu
Kulüp'teki lanet olası aptallar bile daha eğlenceli olurlardı.
(...) Zavallı siyah kardeşlerimizi soymak için değil de onları
kalkındırmak için burada olduğumuz yalanıyla elbette. Sanırım
bu oldukça doğal bir yalan aslında. Ama bizi çürütüyor...
Sürekli olarak bir üçkağıtçı ve yalancı olduğumuz duygusuyla
yaşıyoruz, bu bize işkence ediyor ve gece gündüz kendimizi
aklamaya zorluyor. Yerlilere karşı hayvanca davranışlarımızın
yarısının altında bu yatıyor. Yalnızca hırsız olduğumuzu
itiraf etsek ve sonra da palavralarla uğraşmadan hırsızlığımıza
devam etsek biz Anglo-Hintliler neredeyse dayanılabilir insanlar
bile olabilirdik."(52)
Flory'nin asıl
derdinin atalarının yaptığı adilikler değil, bitmez tükenmez
yalnızlık hissi olduğunu görüyoruz burada. Rol yapmak zorunda.
Kurdukları tiranlığı hoş göstermek için bir ilerleme ve
medeniyet yalanı uydurmuşlar, bunu devam ettirmek zorundalar.
Despotluğun, sınırsız otoritenin, başkalarına saygısızlığın,
tüm bu negatif tanımlamaların temsilcisi olan kişinin en çok
kendine zarar verdiğini düşünüyor. Kendi özgürlüğünü
kısıtlıyor. Bir rol ediniyor ve artık o rolü oynamak zorunda.
Tavırları ve fikirleri hem tiranlık hem de yerliler tarafından
sürekli kontrol ediliyor. Dışarıya karşı idare etse de kendine
karşı rol yapmayı beceremediği için, burada yerlilerin
medenileşmesini zerre kadar umursamadığının farkında olduğu
için korkunç bir yalnızlık çekiyor. Azınlık bile olsa dahil
olabileceği bir grup yok. 1936'da yazdığı "Shooting an
Elephant" makalesi çok daha iyi özetliyor bu görüşlerini.
Şuradan okuyabilirsiniz: wikilivres.ca
Flory'nin çevresinde
kendisi gibi düşünen kimse yok. Doktor dışında biriyle
fikirlerini paylaşması kendisi için tehlikeli. İstese bu
yalnızlıktan sıyrılıp, gizlice direnişe katılabilirdi belki.
Kabul edilir miydi yerliler tarafından? Edilmese bile en azından
denemiş, kendine saygısını arttırmış olurdu. Fakat çözüm mü
bu? Kendini Kulüp'e ait hissedemiyor diye, ait olmadığı başka
bir topluluğa yamanmak, bütün sıkıntılarını bitirir miydi?
Flory'nin içe kapanık karakterini de unutmayalım. Kendisi de laf
arasında karakterinden yakınıyor:
"Üzgünüm
Doktor; ev çatılarına çıkıp seslenen biri değilim ben. Buna
cesaretim yok. (...) Böylesi daha güvenli. Bu ülkede ya bir pukka
sahib olacaksın ya da öleceksin. Onbeş yıldır senden başka
kimseyle dürüstçe konuşmadım. Burada yaptığım konuşmalar
benim emniyet supabım;kimseye sezdirmeden birazcık kara ayin, senin
anlayacağın."(57)
Başka bir bölümde
de Kulüp'te beyaz adamların Doktor'u aşağılamasına ses
çıkaramadığı için eve giderken kendi kendine yakınmasına
şahit oluyoruz:
"İt,
korkak it seni," diye söylendi Flory kendi kendine; ama yine de
çok kızgın sayılmazdı; çünkü bu düşünceye alışmıştı
artık. "Sinsi, tembel, ayyaş, ahlaksız, ruhuyla bozmuş,
kendine acıyan bir itsin işte. Kulüp'teki bütün o aptallar,
kendini onlardan üstün sanmayı pek sevdiğin bütün o can sıkıcı
salaklar, onların bile her biri senden daha iyi bir insan. En
azından kendilerine özgü ayılıklarıyla erkek onlar. Korkak
değiller, yalancı değiller. Yarı ölü, yarı çürümeye yüz
tutmuş değiller. Ya sen..."(80)
Bu
sırada Flory, dostuna yönelik toplu bir hakaretin altına imzasını
atmıştı. Bunu yapmasının nedeni, yaşamında binlerce başka
şeyi yapmasının nedeniyle aynıydı; reddetmek için gereken o
küçücük cesaret kıvılcımından yoksundu.(81)
O'nun dertlerindiren
en büyük sebeplerden biri de yerlilerin en okumuşunun bile
beyazları yüceltmesi ve bunu rol icabı değil, inanarak
yapmalarıydı. Orwell'in Doktor için söyledikleri daha iyi
anlatıyor durumu:
...İngiliz
sert bir şekilde İngiliz karşıtıydı, Hintli de fanatik ölçüde
İngilizlere bağlıydı. Dr. Veraswami, İngilizlere karşı,
binlerce İngiliz tarafından küçümsenmenin bile sarsamadığı
tutkulu bir hayranlık duyuyordu. Büyük bir hevesle kendisinin bir
Hintli olarak yozlaşmış ve aşağılık bir ırka ait olduğunu
savunurdu. İngiliz adetine duyduğu güven öylesine büyüktü ki
hapishanede bir kırbaçlama ya da idamda hazır bulunduktan sonra
kara yüzü solmuş bir şekilde eve gelip de kendini ancak viski ile
toparlayabildiği zaman bile inancının gücünde azalma olmuyordu.
Flory'nin görüşleri O'nu çok şaşırtıyor; ama aynı zamanda da
sofu bir dindarın, Tanrı'nın duasının tersten okunuşunu duyunca
aldığı hazza benzer ürpertici bir haz veriyordu.(53)
Ve şimdi Doktor'un
"Tayyip gitse kim gelecek, Kılışdar mı?" minvalinden
sözlerine kulak verelim:
"Ticaret
için burada olduğunuzu söylüyorsunuz. Elbette öylesiniz.
Burmalılar kendi başlarına ticaret yapabilirler miydi? Makineler,
gemiler, tren yolları yapabilirler miydi?Siz olmazsanız umutsuz bir
durumdalar. Eğer İngilizler orada olmasaydı Burma ormanları ne
olurdu? Dosdoğru Japonlara satılırdı, onlar da kesip yok
ederlerdi. Sizin elinizde yok olmadıkları gibi gerçekten
gelişiyorlar da. İşadamlarınız ülkemizin kaynaklarını
geliştirirken memurlarınız da bizi uygarlaştırıyorlar, yalnızca
kamu sevgileri yüzünden bizi kendi düzeylerine çekmeye
çalışıyorlar. Bu göz kamaştırıcı bir özveri rekoru."(54)
"Zırva
bunlar sevgili Doktor. Kabul ediyorum, delikanlılara viski içmeyi
ve futbol oynamayı öğretiyoruz; ama bundan başka pek bir şey
öğrettiğimiz yok. Okullarımıza bak - ucuz katipler yetiştiren
fabrikalar. Hintlilere işe yarar tek bir el sanatı öğretmedik.
Buna cesaret edemeyiz; endüstride rekabetten korkarız. Hatta
çeşitli endüstrileri ezip yok ettik. Hint muslinleri nereye gitti
şimdi?"(54)
Hint
muslinleri denilen şey, kumaşlar. Aşağıdaki Wikipedia
alıntısından da görebileceğiniz gibi, İngilizler rekabeti
engellemek için sadece kendi fabrikalarında üretime izin vermeye
başlamışlar. Hintliler İngiliz ürünlerine mahkum olmuşlar.
Eskiden evde yün eğirip kendi kıyafetlerini dikerken,
geçmişlerinden o kadar kopmuşlar ki, Gandhi'ye kadar bu bez
parçalarının önemini hatırlayamamışlar. Gandhi filminde bunu
daha net görebilirsiniz. Gandhi'nin direniş simgelerinden biri tuz,
biri de bu bezlerdi. Zengin ol fakir ol, her gün evde otur kendi
bezini doku, İngiliz bezi alma. Günümüzde iki günden fazla
sürmeyen, kola içmeyip yola dökme boykotlarının aksine, işe
yaradı.
Orwell'in,
yani Flory'nin "valla biz iyi insanlar değiliz"
konseptinde verdiği bir başka örnek de şöyle:
"Kırklarda
ya da daha öncesinde Hindistan'da da denize açılan gemiler
yapılıyordu ve bunlar için adam da yetiştiriliyordu. Şimdi
burada denize açılabilecek bir balıkçı teknesi bile
yapamıyorsunuz. XVIII.yüzyılda Avrupa standartlarıyla en azından
boy ölçüşebilecek toplar dökülebiliyordu. Şimdi, biz yüz elli
yıl Hindistan'da kaldıktan sonra bütün kıtada pirinç bir fişek
kartuşu bile yapamaz duruma geldiniz. Hızla gelişebilen Doğu
ırkları, yalnızca bağımsız kalanlar oldu. Japonları örnek
vermeyeceğim ama Siyam'ın (Tayland)
durumuna bak..."(54)
Doktor
da durur mu yapıştırmış cevabı. Sıkışınca hepimizin
sarıldığı o pis, o tembel "Doğulu karakter"
"Dostum,
Doğulu karakteri unutuyorsunuz. Bütün tembelliğimiz ve boş
inançlarımızla bizi geliştirmek nasıl olanaklı olabilir? En
azından bize yasa ve düzen getirdiniz. Hiç sapmayan İngiliz
adaleti ve Pax Britannica (İngiliz
Barışı)."(55)
"Pox
Britannica Doktor. Onun asıl adı İngiliz Hastalığı. Hem sonra
barış kimler için? Tefeciler ve avukatlar için. Elbette
Hindistan'ın barış içinde yaşaması bizim çıkarımıza uyuyor
ama bütün bu yasa ve düzen zırvalarının sonu nereye götürüyor?
Daha fazla banka ve daha fazla hapishane – tek anlamı bu."(55)
Ve
en çok da ilerleme kavramıyla derdi olduğunu düşündüğüm
Orwell, küçük de olsa bir distopik tablo çizmeden duramıyor. (Bu
kitap yazıldığında 1984 ve Hayvan Çiftliği henüz ortada
yoktu):
"Şu
hızla yayılan modern ilerleme dediğin şey nereye götürüyor? O
çok sevgili eski domuz ahırımızda şimdi yalnızca bir de
gramofonlarımız ve fötr şapklarımız oldu. Zaman zaman iki
yüzyıl sonra bütün bunların ormanların, köylerin,
manastırların, pagodaların hepsinin yok olacağını düşünüyorum.
Bunun yerine elli yarda aralıklı pembe villalar olacak; şu
tepelerin hepsi göz alabildiğine villalarla kaplanacak ve hepsinin
gramofonlarında aynı melodi çalacak. Bütün ormanlar dümdüz
traşlanmış ve News of the World gazetesi için kağıt hamuruna
dönüştürülmüş ya da gramofon kasası yapmak için doğranmış
olacaklar. Ama ağaçlar öclerini alacaklar, tıpkı Yaban
Ördeği'ndeki yaşlı adamın dediği gibi..."(56)
"Dünyayı
dolaşıp hapishaneler kuruyorlar. Bir hapishane inşa edip bunun
adına da ilerleme diyorlar," diye ekledi umutsuzca – çünkü
Doktor benzetmesini anlamayacaktı."(56)
Bu
son paragraf, hayatına göz attıktan sonra daha anlamlı oldu,
çünkü Burma'da çalıştığı sırada Insein Hapishanesi'nde de
görev yapmış. Burma'daki ikinci büyük hapishaneymiş. Orwell'in
"A Hanging" isimli bir makalesi var, İngiltere'ye
döndükten sonra, 1931'de yazmış, yayımlanmış. Yaşadığı bir
olayı mı anlatıyor, bilinmiyor. Ama yaşadıklarının etkisi ile
kurguladığı kesin. İngilizcesini şuradan okuyabilirsiniz:
orwell.ru
U
Po Kyin: Kasabanın Doktor gibi yüksek mevkide yer alan bir
diğer yerlisi. İkisi yerlilerin ulaşabileceği en yüksek iki
mevkiyi işgal ediyorlar. Doktor işinde gücünde bir insanken, U Po
Kyin bulunduğu yere dalavereyle gelmiş, sürekli rüşvet almış,
işine yaramayan mevki sahiplerinin ayağını kaydırmış.
Yakalanmamasını da iyi beceriyor. Beyazlar kendisinden gayet
memnun, dalaverelerinden haberleri yok.
Kitap
boyunca hedefi Doktor'un adını lekelemek. Böylece, Avrupalılar
Kulübü'ne bir yerli alınacak olursa, beyaz bir dostu olan (Flory)
Doktor'un değil, kendisinin seçilmesini sağlayacak. Asıl hedefi
ise bir beyazla aynı seviyede bir makam elde etmek. Aynı zamanda
dindar biri olduğu için, asıl hedefine ulaştıktan sonra kötülük
yapmayı bırakıp, günahlarının kefalet olarak bi sürü pagoda
(tapınak) yaptıracak. Böylece bir sonraki hayatında fare, böcek
veya kadın olarak dünyaya gelmekten kurtulacak..
Orwell'in
U Po Kyin tanımlamalarından biri şöyle:
Kurnaz
olmakla birlikte, barbarca işleyen bir beyni vardı, önünde
belirli bir amaç olmadan asla kafası işlemezdi; düşünmek adına
düşünceye dalmak onu aşan bir şeydi.(15)
Doktor'a
attığı iftiralardan biri ise şöyle:
Doktor,
yalnızca bölücülükle değil aynı zamanda gasp, ırza geçme,
işkence, yasadışı ameliyatlar yapma, körkütük sarhoşken
hastalarını ameliyat etme, zehirleyerek öldürme, büyülerle adam
öldürme, pagodada
ayakkabılarını çıkarmama,
et yeme, katillere ölüm raporu satma ve askeri polisin davulcu
çocuğuna eşcinsel tekliflerde bulunma eylemleriyle de
suçlanıyordu. Onun hakkında söylenenleri duyan herkes, Doktor'un
Machiavelli, Sweeney Todd ve Marquis de Sade karışımı bir insan
olduğunu düşünürdü.(166)(Orwell'i
seviyorum)
Ma
Kin: U Po Kyin'in dindar karısı. Kocası bütün planlarını
bir tek Ma Kin'e anlatıyor. Kadın kocasının yaptıklarını hiç
tasvip etmiyor ve bunu açıkça söylüyor. Adam "sen bu
işlerden ne anlarsın kadın" deyip, zerre suçluluk duymadan
daha çok gururlanarak, bu yaptığı pisliklerin hedefine ulaşmakta
ne işe yarayacağını anlatıyor. Ma Kin'in bir adamın ölümüne
sebep olduğu için kocasını suçlaması üzerine U Po Kyin'in
cevabı şu:
"Eğer
birileri cinayet işlemeyi seçtiyse bunun suçlusu ben miyim?
Balıkçılar balık yakalarlar ve bu yüzden lanetlenirler. Ama biz
balık yediğimiz için lanetleniyor muyuz? Elbette hayır. Nasıl
olsa öldüklerine göre balıkları niye yemeyelim?"(285)
Kadın
derin bir of çekip, kocasının iyi bir dindar olmayışına,
sonraki hayatlarının sefalet içinde geçeceğine hayıflanmak
dışında hiçbir şey yapmıyor. Belki yerli bir kadın olarak
gidip kocasının planlarını cümle aleme duyursa bile dikkate
alınmayacağını bildiği için, belki de Marx'ın dediği gibi din
afyonunu yuttuğu için. Fakat kocasının konumu sayesinde de olsa,
kitapta iyi konumdaki tek yerli kadın olan Ma Kin'i bu halde
görmek, elbette insanın içini daha da karartıyor.
Ma
Hla May: Flory'nin yerli
metresi veya fahişesi. Aralarında sevgi yok. Arada bir sevişiyorlar
ve Flory kadına para veriyor, hediyeler alıyor. Hatta Ma Hla May'ın
başka bir yerli sevgilisi var. Fakat yozlaşmanın dibine vurmuş
diğer yerliler gibi, yerli hayatını küçümsüyor, köle gibi
çalışmak zorunda olan kendi halkının kadınlarına benzemekten
deli gibi korkuyor. Beyaz bir adamın sevgilisi olmakla, aldığı
hediylerle sınıf atladığını düşünüyor. Flory içinse bu
ilişki pişmanlık sebeplerinden biri. Uyuşturucu gibi. Sevişme,
sevgiyle dokunma/dokunulma ihtiyacını karşılıyor sadece.
Fikirsel bir uyum olmadığı sürece Flory'nin mutlu olması mümkün
değil. Kadının kendisini Flory'nin karısı diye tanıtmasını
umursamayacak kadar da boşvermiş. Ta ki beyaz kadın Elizabeth
kasabalarına gelene kadar. Flory Elizabeth'e aşık oldunca Ma Hla
May'ı hayatından def ediyor. Kadın neye uğradığını şaşırıyor,
aşkından ölüyormuş rolü yapıyor, Flory bu duygu gösterisini
yemeyince, yerli toplumunda yeri olmadığını, onlardan biri gibi
olmak istemediğini söyleyip yalvarıyor. Fakat Flory'nin
kararlılığını görünce başbelası oluyor.
Elizabeth:
İngiltere'de doğmuş, babası
iflas edince annesiyle birlikte Paris'e gitmiş. Zengin yaşamına
hayran. Polo, avcılık, ata binmek, golf, balolar gibi zevkleri var.
Hiçbiriyle ilgilenecek kadar zengin olmasa, hatta sefalet içinde
yaşasa da, durmadan dergi fotoğraflarına bakıp tatmin oluyor. En
büyük hayali zengin biriyle evlenip dergilerdeki hayata kavuşmak.
Sanatçı olduğunu zanneden annesinin aydın arkadaşlarından,
sanattan, sanatın getirdiği sefaletten nefret ediyor. Annesi ölünce
başka kimsesi olmadığı için amcasının yanına Burma'ya
geliyor.
Flory
ise İngiltere'de okumuş, Paris'te yaşamış bu genç kadının
güzelliğine hayran kalıyor. O'nu olduğu gibi tanımak yerine,
kafasında hayal ettiği versiyonuna aşık oluyor. O'nunla tehlikeli
fikirlerini paylaşabileceğini, bi gün evlendiklerinde diğer beyaz
kadınlar gibi acımasız bir memsahib olmak yerine, insanca
yaşayacağını sanıyor. Yerlilerin eğlencelerine götürüyor.
Avrupalılara iğrenç görünen fiziksel özelliklerine rağmen
onların da insan olduğunu anlatmaya çalışıyor.
Flory
yıllardır o kadar içe kapanmış, kendi kendine konuşmaya o kadar
alışmış, anlamlı bir diyalog kurmayı o kadar unutmuş ki,
Elizabeth sıkılıyor mu, konuyla ilgileniyor mu, hiç anlamıyor.
Flory
ise hangi davranışının kızı rahatsız ettiğini bir türlü
anlayamıyordu. Yalnızca Burma'yı kendi sevdiği gibi sevmesini,
oraya bir memsahib'in (kadın efendi) donuk, meraksız gözleriyle
bakmamasını istiyordu! İnsanların çoğunun, yabancı bir ülkede
ancak orada yaşayanları hor görerek rahat edebildiklerini
unutmuştu.(144)
Aralarındaki
ilişki, okuyucunun hemen anlayacağı şekilde anlatılmış:
Rehber-turist ilişkisi.
Biri
ülkeye yeni gelmiş, öteki orada uzun süre yaşamış iki insan
biraraya geldiklerinde ikincinin birinciye rehberlik yapmaya
başlaması kaçınılmazdır.(144)
Bırak
evlenmeyi, iyi arkadaş olmaları bile mümkün değil. Hayata
bakışları o derece farklı. Elizabeth aslında Flory'nin
tiksindiği insanlardan biri. Fakat uzun zamandır beyaz bir genç
kadın görmeyen Flory'nin gözleri kör oluyor. Toplumun baskısına
farkında olmadan boyun eğiyor. Toplumun yani hem yerlilerin hem de
beyazların ikisinin ilişkisini onaylayacağını biliyor. Bunları
uzun uzun düşünmese de, artık hayal kurmaya bile cesareti olmayan
bu adamın birden cesaretlenip aşkının peşinden koşması ancak
bu altyapıyla açıklanabilir. Güzellik aşkının gözlerini
kör etmesiyle değil.
Oysaki Elizabeth, Flory'nin durmadan "...aynı zamanda hem
anlaşılmaz hem de rahatsız edici olabilen o "aydınlara özgü"
konuşmalar..."a dalıp gitmesinden tiksiniyordu.(211)
Kitapta
Flory gibi düşünen tek bir kişi daha olsaydı, direniş romanı
olurdu. Yazar bundan kaçınmış. Arka kapakta doğacak olan bir
aşktan bahsedildiği için, sahneye bir kadının girmesini bekledim
durdum. Belki de kadın Flory'nin aşık olmasına değecek bir kadın
olacaktı, Doğu'da kafası çalışan, düşünebilen bir kadın
görme hasretiyle yandım tutuştum Elizabeth'le tanışana dek.
Fakat olmadı.
Halbuki
Orwell Insein Hapishanesi'nde çalıştığı sıralar arkadaş
olduğu bir kadın vardı, Elisa Maria Langford-Rae. Sık sık
muhabbet ederlerdi. Daha önce iki kez evlenmiş olan kadın,
wikipedia'ya göre Edinburh Üniversitesi'nde hukuk okumuştu,
gazetecilik yapmıştı, bi ara Türkiye'de Atatürk'ün sarayında
kalmıştı. Sonra din değiştirip budist olmuş, Burma'da bir
yerliyle Kazi Lhendup Dorjee ile evlenmişti. Elizabeth karakteri
için Orwell bu kadından ilham aldı mı bilmiyorum fakat Flory
kadar yalnızlık çekmediği bir gerçek. Ayrıca roman boyunca
gözlerim böyle birini aradığını da belirtmeden geçemeyeceğim.
Verrall: Kasabadaki herkes
Elizabeth'in koca bulmak için bu vahşi coğrafyaya geldiğini
biliyordu ve beyazların en gençlerinden olan Flory ile ikisini
birbirlerine yakıştırıyorlardı. Fakat elbette sonunda sahneye
bir rakip çıktı. Kasabaya Verrall adında, yakışıklı, genç,
umursamaz olduğu için karizmatik ve üstelik polo oynayıp ata
binmeyi çok seven bir askeri polis geldi. Geçici görevle geldiği
için ne zaman geri gideceğinin belli olmaması, Kulüp'te yaşlı
beyazların muhabbetlerinden hoşlanmaması, disiplin aşkından
dolayı kadın,içki gibi zevklerden uzak durup durmadan spor yapması
O'nu hem itici hem de acayip karizmatik gösteriyordu.
...Verrall'in
yüzü, istenmeyen yabancıları görmezden gelmek üzere özel
olarak tasarlanmış yüzlerdendi...(223)
Elbette
bütün zengin aile çocukları gibi yoksulluğun iğrenç bir şey
olduğunu ve insanların iğrenç alışkanlıkları yeğledikleri
için yoksul kaldıklarını düşünüyordu.(243)
Alıntılardan
anlaşılacağı gibi, Elizabeth Verrall'i gördükten sonra Flory'yi
defterden sildi. Daha yakışıklı olmasının yanında, maaşı da
daha yüksek, saçma sapan aydınca konuşmalar yapmayan, sınıfına
yakışır bir hayat yaşayan bir koca adayıydı Verrall. Bu durum
Florymizi akıllandıracağına daha beter etti.
Kitabın eski kapaklarından...
Sanki kitabın tek derdi aşk, nefret, entrika filanmış gibi, şu kapaklara bakın:"Tropik bölgelerde aşk ve ihanetin modern klasiği!" Hani nerde emperyalizm, hani nerde sömürgecilik, köleler, entellektüelin yalnızlığı? Onlar satmaz be ablam...Kaç yılında basıldığını bilmiyorum ama belli ki Orwell ünlendikten sonra.
Diğer
alıntılar:
97
- ...çünkü pukka sahib'ler kahvaltıdan önce jimnastik yaparlardı
– iğrenç!
192
– Yaşlı adam, önlerine geçip onları evine götürdü.
Tepetaklak bir L harfi gibi tuhaf, kambur bir yürüyüşü vardı.
Romatizmalarının ve küçük bir hükümet görevlisi olduğu için
sürekli eğilip selam vermek zorunda olmasının sonucuydu bu.
219
– Deprem, bittikten sonra çok eğlenceli bir şeydir. O anda
pekala bir yıkıntının altında da olabilecekken sapasağlam
kurtulmuş olduğunuzu düşünmek sevinç verici bir duygudur.
228
– Yazgı kendi tarzında adil davranıyordu.
260
– Vicdani bir görevi atlatmaya çalışan kadınların o ışıltılar
saçan, öldürücü parlaklığıyla konuşurken...
265 - ...Ko S'la, bekarların hizmetkarları için çok gerekli bir sanat olan efendisini uyandırmadan soyma sanatında ustaydı. (Efendisi sarhoşken)
321
– Kuşkusuz misyonerler onu bebekken yakalayıp vaftiz etmişlerdi;
çünkü yetişkin yaşta Hıristiyanlığa döndürülen Hintliler,
neredeyse hep sonradan dinlerini bırakırlardı.
Üslup
hakkında ufak bir eleştiri:
Bazı
romanlarda en çok dertlendiğim şey, sayfaların akıp gitmemesi.
Bu o eserin edebi açıdan kötü olduğunu mu gösterir, yoksa ben
"roman dediğin şöyle olmalı" gibi takıntıları olan
bir insan mıyım? Bilmiyorum. Fakat bu romanın da bi türlü akıp
gitmediğini, yazarın üslubunun beni genel olarak sıktığını
fakat konuya ilgi duyduğum için sonuna kadar okumakta hiç
zorlanmadığımı söylemeliyim. Halbuki Hayvan Çiftliği hiç
böyle gelmemişti. Bir de kitabın çevirisine ısınamadım. "Hey
dostum, lanet olsun" gibi Türkçe dublajlı film etkisi yaratan
dil soğuttu. Karakterleri kafamda konuşturamadım, canlandıramadım.