Özel hayat özgürlüğümü geri istiyorum. Firmaların bilgilerimi satın almasını ve iznim olmadan hayatıma girivermesini istemiyorum.
Hayatımda gereksiz insanların, odamda gereksiz eşyaların, mailimde okumadığım postaların, pc masaüstümde gereksiz ikonların, telefonumda gereksiz mesajların bulunmasından hoşlanmam.
Tanımadığım insanlara bir malı veya hizmeti neden almak istemediğimi anlatmak zorunda değilim.
Misal: Bozuk olan ev telefonu hattımı yurtdışı aramalarını açmak istemiyorum, diyelim. Bu fikrimi karşımdaki çağrı merkezi çalışanına anlatmak zorunda değilim. Ama anlattım! Çünkü karşımda bi insan var ve nedense onu kırmak istemiyorum, kibarca kapatmak istiyorum telefonu.
Misal: Gece tam 00:02de telefonumu vermediğimden emin olduğum D-Smart'tan, sırf bilmemne kampanyasında bilgi almak isteyip istemediğimi öğrenmek için aranmak... normal midir? sikayetvar.com'a şikayet yazdım, ertesi gün aradı Dsmart, özür diledi, listelerden numaramın çıkartılacağını söyledi cart curt...İlla uğraşmam gerekir miydi bunun için?
Bir malı talep edersen, özellikleri sana anlatılmalıdır, bu çok mantıklıdır.
Neden istemediğini anlatarak vakit kaybetmek, çağın gereği olabilir, ama mantıksız olduğu konusunda hemfikir miyiz?
"Çığrından çıkmış kapitalizm insanı nasıl çıldırtır?" diye soran olursa, hayatımın buna örnek teşkil edebileceğini düşünüyorum. Cep telefonuma gelen kampanya mesajları, çağrıları beni çıldırtacak zira. (Tabi kapitalizmin üzerimdeki yan etkileri yalnızca bu değil, diğerlerine belki başka zaman geliriz).
Ev adresi, mail adresi ve telefon numarası gizli bilgidir. Israrla taciz eden firmalar, numara listelerini birbirine satan lanet olası firmalar, hepinizi www.sikayetvar.com a bildirdim.
Tüketici Bilincini Geliştirme Derneği'ne (Tübider) sordum bunları nereye nasıl şikayet etmeliyim diye, bunun toplumsal bir sorun haline geldiğini, numaraları BTK'ya bir yazı eşliğinde şikayet edebileceğimi söylediler. Onu da yapacağım.
Şikayet etmeden de bunların bana bulaşması engellenebilmeli, bi cezası olmalı bunun. Özel bilgilerim üzerinden para kazanılması doğru mu? Madem öyle bana da bi komisyon verin! Peşinizi bırakmıcam olum, korkun lan benden! İğrençisiniz ipneler...* diyesim geliyor refleks olarak, mesajınızı her gördüğümde...
En çok taciz eden firmalar kara listem:
Arif İletişim
Toroslar Danışmanlık
Vatan Bilgisayar
Satürn
Media Markt
Decor Yapı
Garanti Bankası
Yargıcı Güzellik Salonu
*Gemide, Erkan Can repliği
Her blog gibi biraz film ve kitap içerir. Biraz da sosyoloji, toplum, gözlem, Hollanda, korku, heyecan, neşe, nefret, endişe, hüzün ve kimbilir daha neler..
30 Kasım 2012
KARA LİSTEMDEKİ TACİZCİ FİRMALAR
Etiketler:
arif iletişim,
decor yapı,
dsmart,
garanti bankası,
media markt,
özel hayat,
satürn,
sikayetvar.com,
taciz,
telefon,
toroslar danışmanlık,
Tübider,
vatan bilgisayar,
yargıcı güzellik salonu
27 Kasım 2012
BULUT ATLASI
Dün izledim. Ekşisözlükten okuduğum kadarıyla insanlar filmi ya çok sevmiş, ya çok saçma bulmuş. Ben sevdim, severken kendime sık sık "oyuna gelme anne!" dedim. 3 saat boyunca gözüme sokulan "ezilen/ezen" kıyaslamasının Amerika'da yapılması sinirime dokundu. Düşündükçe film hakkımdaki her bir düşüncemi kendi kendime alt ediyorum. İzlemezsem eksik kalacağım bir filmdi. Bilimkurgu, kitaptan uyarlama. Ama herkes başka düşünüyor, o yüzden illa izleyin denecek bir film değil. Ben yine de biraz spoiler içeren düşüncelerimi aktarayım:
Fimi izlemeyi düşünüyorsanız, şimdi okumayın, izledikten sonra okuyun spoiler içerir!! (izledikten sonra da okumayabilirsiniz tabi, bananeyse)
Özel ilgiyle hazırlanan, çok masraf yapılan Hollywood filmlerinden. Filmde şırınga edilmeye çalışılan ezen/ezilen karşıtlığının önüne geçen aksiyon sahneleri eminim epey pahalıya patlamıştır. Hikayenin yanında bu görsellik filmi bu kadar güzel kılıyor. .
Film, 6 farklı zamanda geçen, hepsinin birbirine bağlandığı hikayelerden birkaç dakikalık görüntüler eşliğinde, karmakarışık olarak anlatılıyor.
1. 1850ler: Sınıf ayrımının, siyah ve beyaz ırk ayrımının doğal olduğunun düşünüldüğü zamanlarda, asil bir ailede yetişen bir avukatın aydınlanması ve anılarını bir deftere kaydetmesi. Burada ilginç olan "bu halde mutlusun değil mi?" diye kölelerine sormaları ve adamın mecburen "evet" demesini köleliğin doğallığına inanmalarına dayanak olarak göstermeleriydi. Beyazların dayanamadığı güneş altında tarlada çalışabilmelerini "deve gücüne" sahip olmalarına bağlamaları... İnsanların nasıl bu kadar zalim olabildiklerini hep merak etmişimdir. Zaten film boyunca bunu sordum yine kendime.
2. 1930lar: Eşcinsel bir aşk. Bir besteci. Bu sanatçının asil birine yamanmazsa hayatını idame ettiremeyeceği gerçeği, bu asil bestecinin O'nun eserini çalmaya kalması (Profesörlerin asistanlarının makalelerinin altına imza atmak istemeleri gibi). Bizim ezilenin hakkını, eserini korumak istemesi... Kendinden sürekli emin bakışları. Bir sanatçının cinsiyet, yaş sınırı tanımadan aşık olabileceği gerçeği.
3. 1970ler: İdealist bir gazeteci (babası da idealistti). Daha önce örneğini çok gördüğümüz olaylar. Hükümetin bir hatasını fark eder, ki bu elbette petrol ve nükleer enerjiyle ilgilidir. O ve ona yardım edenler öldürülmeye çalışılır. Sonunda iyiler kazanır gibi olur. En azından ölmez iyi kalpli gazetecimiz (Bu kısım günümüz idealist Hollywood filmlerine çok benzediği için şimdi anlatmak çok sıkıcı geldi). Bir sahne fenaydı. İyi gazetecimiz katilinden kaçarken, göçmen bir kadına sığınır. Katil gelip ne tarafa gittiler diye sorduğunda, başka bi şeyler söyler kadın. Adam bağırdıkça kadının köpeği havlamaya, katile artizlenmeye başlar (ufacık bi şey). Adam köpeği vurur, kadına "koduumun ırgatı" der gider, kadın şok geçirir. Bi yerde adamı yakalar, öldürür. Ağlayarak "bana sakın "koduumun ırgatı deme!" der. Şimdi anlatmak çok saçma geldi ama tutamadım kendimi. Kadın o atölyede sadece gelen yasal görevlilere "biz burda yasadışı bi şey yapmıyoruz, bizim patronumuz çok iyi bi insan, herkesi sigortalı çalıştırıyoruz" demek için vardır. Yani günümüze yaklaştıkça insanlar, köleliğe devam etmek zorunda olmasına rağmen, kölelik artık hakaret sayılır. Şu anki toplumun anlayışına göre, üç kuruşa inanmadığı şeyleri söylemek kölelik sayılmaz. Fark nedir? İnsanlar daha huzurlu diyebilir miyiz?
4. 2012: Çılgın, yaşlı bir yayıncımız var burada. Kendi kendine sorar, insan niye yayıncı olur ki, diye. İnsanlık dışı bir olay sonucu kitap satışları tavana vurur, paranın dibine vurur. Sevinir, sevinci kursağında kalır....Fln filan. Bu da komik bi hikaye. Burda idealist olan kim diye düşünüyorum, bulamıyorum. Hikaye yine kölelik ve özgürlüğü anlatıyor ama ağzının kenarıyla. İdealist görülebilecek insanlar yalnızca İskoç taraftarlar. Bir barda, maç sonrasında "burda hiç mi gerçek bir İskoç yok" sorusuna yüksek alkol ve ateşle cevap verirler. Günümüzde idealizmin bu olduğunu düşündürür. İnsanların hayalleri artık insan haklarından ziyade, sürekli gözümüze sokulan, anlık stres atmalara dönüşmüştür. Futbol, alışveriş, seks...
5. 2044: Distopik Kore. Üretilmişler, yani yüzleri, mimikleri tamamen aynı, kendi mimikleri olmayan satış görevlileri. En etkileyici bölümdü benim için. Çünkü günümüz hizmet sektörünü anlatıyor neredeyse birebir. Yüzleri aynı olan bu kadınlar, aynen AVMlerdeki mağazalarda, restoranlarda gördüğümüz kadınlar gibi. Müşteriye güler yüzlü davranmak zorunda, ne olursa olsun. Kendi duygu ve düşünceleri olmamak zorunda. Sonra bir sendikacı gelir ve bu Üretilmişlerden birini (Somni 451: Fahrenheit 451'le bir ilgisi var mı acep?) kurtarır. Ona gerçekleri gösterir. İsyan etmezse sonunun ne olacağını gösterir (imha edilip sonra yeni bir Üretilmiş üretilecektir vücudundaki proteinlerden). Somni isyan eder. Üretilmişlerin üretildiği fabrikayı yok etmeye karar verir. Yakalanır. Tabi ki başarısız olurlar. Hikayesini anlatır öldürülmeden önce. Başarısız olacağını bildiğini, ancak bunu yaparsa insanların zamanla gerçekleri öğreneceğine inanır. [Hollywood burda kapitalizme isyan etmemizi öğütler, insanlar daha fazla tüketsin diye hizmetçilere yapılan işkenceyi, insanlık dışı yaşam şartlarını kabul etmememizi öğütler. Buna isyan etmezsek böyle bir sorunun varlığından diğer milyonların hiçbir zaman haberinin olmayacağını öğütler. Sendikaları desteklemek gerektiğini öğütler. Sonunu düşünen kahraman olamaz der. İnsanın gaza gelmemek için kendini epey tutması gerekir. Çünkü filmden çıktığında, gecenin karanlığında sokakta yürürken, ilerde yükselen kocaman ışıklı binalar, yollarda vızır vızır geçen arabalar, gecenin köründe bile acelesi olan topluluk, kafasında hesaplarla dolaşan insanlar gözünü korkutur. Ne kadar yakınım 2044'e der insan. Üretilmişlerin Tüketicilerin yaşam alanına giremediği ve Tüketicilerin Üretilmişleri zerre kadar merak etmediği bir dünya. AVMler bunun için en iyi örneklerdir.]
6. Çooook ilerde bir zamani medeniyetin çöktüğü zaman. İnsanlar bir önceki bölümde anlatılan isyancı Somni'ye tapmaya başlamıştır. Kabile hayatına geri dönülmüştür. Gezegenler arası yolculuk yapılabilmektedir. Mutlu bir aşk hikayesiyle biter elbette.
Filmden çıktığınızda içinizde haksızlıklara karşı sessiz kalınmamasının ve canlı kalanların mutlu olabildiklerini görmenin verdiği huzur vardır. Bir taraftan da bu huzurun saçma olduğunun farkındasınızdır. Çünkü düşünmek istemeseniz de düşünürsünüz: "Bu isyanların sonunda ölenler de vardı, onların ölmesi sadece bir istatistik mi olmalı? Ya da gelecek nesillerin daha iyi yaşamaları için kendilerini feda ettiklerini düşünüp, onlara minnet duyarak görevimizi yerine getirmiş mi saymalıyız kendimizi? Bugün bizim görevimiz yalnızca bu mu gerçekten? Birkaç "çılgının" çıkıp bizim yerimize haksızlıklara direnmesini mi beklemeliyiz?" Bu, hiçbir şey yapmadan bir kenarda durup, yapanları alkışlamanın verdiği huzursuzluktur.
Bir taraftan da isyan etmenin filmlerdeki gibi işe yarayacağını düşünmemenizdir. Bir kere hayata geleceğim, ne gerek var ölüme, dersiniz, dünyayı ben mi kurtaracağım dersiniz.
Gerçek hayatta alkışlamaktan bile korktuğunuzun farkına vardığınızda, kendinizden daha çok nefret edersiniz.
Not: Şu linkte filmin anlamadığınız noktalarını dolduracak güzel bir tablo var: http://www.scene-stealers.com/wp-content/uploads//2012/11/cloud-atlas-infographic.png
Selam eder, kitabın yazarının gözlerinden öperim.
Fimi izlemeyi düşünüyorsanız, şimdi okumayın, izledikten sonra okuyun spoiler içerir!! (izledikten sonra da okumayabilirsiniz tabi, bananeyse)
Özel ilgiyle hazırlanan, çok masraf yapılan Hollywood filmlerinden. Filmde şırınga edilmeye çalışılan ezen/ezilen karşıtlığının önüne geçen aksiyon sahneleri eminim epey pahalıya patlamıştır. Hikayenin yanında bu görsellik filmi bu kadar güzel kılıyor. .
Film, 6 farklı zamanda geçen, hepsinin birbirine bağlandığı hikayelerden birkaç dakikalık görüntüler eşliğinde, karmakarışık olarak anlatılıyor.
1. 1850ler: Sınıf ayrımının, siyah ve beyaz ırk ayrımının doğal olduğunun düşünüldüğü zamanlarda, asil bir ailede yetişen bir avukatın aydınlanması ve anılarını bir deftere kaydetmesi. Burada ilginç olan "bu halde mutlusun değil mi?" diye kölelerine sormaları ve adamın mecburen "evet" demesini köleliğin doğallığına inanmalarına dayanak olarak göstermeleriydi. Beyazların dayanamadığı güneş altında tarlada çalışabilmelerini "deve gücüne" sahip olmalarına bağlamaları... İnsanların nasıl bu kadar zalim olabildiklerini hep merak etmişimdir. Zaten film boyunca bunu sordum yine kendime.
2. 1930lar: Eşcinsel bir aşk. Bir besteci. Bu sanatçının asil birine yamanmazsa hayatını idame ettiremeyeceği gerçeği, bu asil bestecinin O'nun eserini çalmaya kalması (Profesörlerin asistanlarının makalelerinin altına imza atmak istemeleri gibi). Bizim ezilenin hakkını, eserini korumak istemesi... Kendinden sürekli emin bakışları. Bir sanatçının cinsiyet, yaş sınırı tanımadan aşık olabileceği gerçeği.
3. 1970ler: İdealist bir gazeteci (babası da idealistti). Daha önce örneğini çok gördüğümüz olaylar. Hükümetin bir hatasını fark eder, ki bu elbette petrol ve nükleer enerjiyle ilgilidir. O ve ona yardım edenler öldürülmeye çalışılır. Sonunda iyiler kazanır gibi olur. En azından ölmez iyi kalpli gazetecimiz (Bu kısım günümüz idealist Hollywood filmlerine çok benzediği için şimdi anlatmak çok sıkıcı geldi). Bir sahne fenaydı. İyi gazetecimiz katilinden kaçarken, göçmen bir kadına sığınır. Katil gelip ne tarafa gittiler diye sorduğunda, başka bi şeyler söyler kadın. Adam bağırdıkça kadının köpeği havlamaya, katile artizlenmeye başlar (ufacık bi şey). Adam köpeği vurur, kadına "koduumun ırgatı" der gider, kadın şok geçirir. Bi yerde adamı yakalar, öldürür. Ağlayarak "bana sakın "koduumun ırgatı deme!" der. Şimdi anlatmak çok saçma geldi ama tutamadım kendimi. Kadın o atölyede sadece gelen yasal görevlilere "biz burda yasadışı bi şey yapmıyoruz, bizim patronumuz çok iyi bi insan, herkesi sigortalı çalıştırıyoruz" demek için vardır. Yani günümüze yaklaştıkça insanlar, köleliğe devam etmek zorunda olmasına rağmen, kölelik artık hakaret sayılır. Şu anki toplumun anlayışına göre, üç kuruşa inanmadığı şeyleri söylemek kölelik sayılmaz. Fark nedir? İnsanlar daha huzurlu diyebilir miyiz?
4. 2012: Çılgın, yaşlı bir yayıncımız var burada. Kendi kendine sorar, insan niye yayıncı olur ki, diye. İnsanlık dışı bir olay sonucu kitap satışları tavana vurur, paranın dibine vurur. Sevinir, sevinci kursağında kalır....Fln filan. Bu da komik bi hikaye. Burda idealist olan kim diye düşünüyorum, bulamıyorum. Hikaye yine kölelik ve özgürlüğü anlatıyor ama ağzının kenarıyla. İdealist görülebilecek insanlar yalnızca İskoç taraftarlar. Bir barda, maç sonrasında "burda hiç mi gerçek bir İskoç yok" sorusuna yüksek alkol ve ateşle cevap verirler. Günümüzde idealizmin bu olduğunu düşündürür. İnsanların hayalleri artık insan haklarından ziyade, sürekli gözümüze sokulan, anlık stres atmalara dönüşmüştür. Futbol, alışveriş, seks...
5. 2044: Distopik Kore. Üretilmişler, yani yüzleri, mimikleri tamamen aynı, kendi mimikleri olmayan satış görevlileri. En etkileyici bölümdü benim için. Çünkü günümüz hizmet sektörünü anlatıyor neredeyse birebir. Yüzleri aynı olan bu kadınlar, aynen AVMlerdeki mağazalarda, restoranlarda gördüğümüz kadınlar gibi. Müşteriye güler yüzlü davranmak zorunda, ne olursa olsun. Kendi duygu ve düşünceleri olmamak zorunda. Sonra bir sendikacı gelir ve bu Üretilmişlerden birini (Somni 451: Fahrenheit 451'le bir ilgisi var mı acep?) kurtarır. Ona gerçekleri gösterir. İsyan etmezse sonunun ne olacağını gösterir (imha edilip sonra yeni bir Üretilmiş üretilecektir vücudundaki proteinlerden). Somni isyan eder. Üretilmişlerin üretildiği fabrikayı yok etmeye karar verir. Yakalanır. Tabi ki başarısız olurlar. Hikayesini anlatır öldürülmeden önce. Başarısız olacağını bildiğini, ancak bunu yaparsa insanların zamanla gerçekleri öğreneceğine inanır. [Hollywood burda kapitalizme isyan etmemizi öğütler, insanlar daha fazla tüketsin diye hizmetçilere yapılan işkenceyi, insanlık dışı yaşam şartlarını kabul etmememizi öğütler. Buna isyan etmezsek böyle bir sorunun varlığından diğer milyonların hiçbir zaman haberinin olmayacağını öğütler. Sendikaları desteklemek gerektiğini öğütler. Sonunu düşünen kahraman olamaz der. İnsanın gaza gelmemek için kendini epey tutması gerekir. Çünkü filmden çıktığında, gecenin karanlığında sokakta yürürken, ilerde yükselen kocaman ışıklı binalar, yollarda vızır vızır geçen arabalar, gecenin köründe bile acelesi olan topluluk, kafasında hesaplarla dolaşan insanlar gözünü korkutur. Ne kadar yakınım 2044'e der insan. Üretilmişlerin Tüketicilerin yaşam alanına giremediği ve Tüketicilerin Üretilmişleri zerre kadar merak etmediği bir dünya. AVMler bunun için en iyi örneklerdir.]
6. Çooook ilerde bir zamani medeniyetin çöktüğü zaman. İnsanlar bir önceki bölümde anlatılan isyancı Somni'ye tapmaya başlamıştır. Kabile hayatına geri dönülmüştür. Gezegenler arası yolculuk yapılabilmektedir. Mutlu bir aşk hikayesiyle biter elbette.
Filmden çıktığınızda içinizde haksızlıklara karşı sessiz kalınmamasının ve canlı kalanların mutlu olabildiklerini görmenin verdiği huzur vardır. Bir taraftan da bu huzurun saçma olduğunun farkındasınızdır. Çünkü düşünmek istemeseniz de düşünürsünüz: "Bu isyanların sonunda ölenler de vardı, onların ölmesi sadece bir istatistik mi olmalı? Ya da gelecek nesillerin daha iyi yaşamaları için kendilerini feda ettiklerini düşünüp, onlara minnet duyarak görevimizi yerine getirmiş mi saymalıyız kendimizi? Bugün bizim görevimiz yalnızca bu mu gerçekten? Birkaç "çılgının" çıkıp bizim yerimize haksızlıklara direnmesini mi beklemeliyiz?" Bu, hiçbir şey yapmadan bir kenarda durup, yapanları alkışlamanın verdiği huzursuzluktur.
Bir taraftan da isyan etmenin filmlerdeki gibi işe yarayacağını düşünmemenizdir. Bir kere hayata geleceğim, ne gerek var ölüme, dersiniz, dünyayı ben mi kurtaracağım dersiniz.
Gerçek hayatta alkışlamaktan bile korktuğunuzun farkına vardığınızda, kendinizden daha çok nefret edersiniz.
Not: Şu linkte filmin anlamadığınız noktalarını dolduracak güzel bir tablo var: http://www.scene-stealers.com/wp-content/uploads//2012/11/cloud-atlas-infographic.png
Selam eder, kitabın yazarının gözlerinden öperim.
18 Kasım 2012
ANKETİMSİ
Son günlerde bazı arkadaşlarıma şu soruyu sordum: "Geleceğiniz hakkında ne hissediyorsunuz? Mutlu (ya da nasıl olmak istiyorsanız öyle) olacağınızı düşünüyor musunuz? Ümitli misiniz, korkuyor musunuz? Diğer insanlardan çok farklı korkularınız olduğunu düşünüyor musunuz? Diğer nesillerden (misal anne babanızdan) çok daha zor/kolay bi geleceğiniz mi olacak sizce? Neden?"
Mail yollayarak sorduğum bu soruya henüz 6 cevap geldi, aşağıda yayınlıyorum. Yeni cevaplar geldikçe altına eklerim. Tabi ki isimleri belirtmiyorum. Sadece 25 yaş civarında üniversite görmüş (öğrenci/mezun) insanlar olduklarını söyleyebilirim.
Benim kendi geleceğimle ilgili kaygılarım var. Kendimi ne kadar yalnız hissetmeliyim bilemedim, benim gibilerin aklından neler geçiyor merak ettim. Bu yüzden sordum. Buyrun yanıtlar:
----
----
1) Ben genel olarak saglikli oldugum surece istedigim gibi bir hayata diger kosullar ne olursa olsun kavusabilecegime inaniyorum. Mutluluk gibi kavramlarin zamanin sartlariyla ilgili olmadigini dusunuyorum. Umitliyim ve korkmuyorum:) Genel olarak insanlarin korkulari ne bilmiyorum, belki senin anketinle bir iki fikir edinmis olurum, ama bence farklidir herkesin..
Benim korkularim/merak ettiklerim cevresel (dunya) ve sosyolojik (insanlik) acidan nereye gidiyoruz, hersey kontrol altinda midir/olabilir mi(!) gibilerinden.. Anne/babamizdan farkli bir altyapi olusturduk ve daha farkli yasiyoruz ozellikle gelisen teknolojinin etkisiyle, kime neye gore kolay/zor olur, bunu tartmak mumkun mudur bilemedim simdi:)
------
2) Geleceğim hakkında çok ümitli değilim çünkü emeğimin karşılığını alamayacağımı, istediğim şeyleri elde edemeyeceğimi biliyorum. Özellikle türkiye gibi bir ülkede istediklerini elde etmek için önce sürüneceksin sonra çabanın binde birini alabilirsin, çok çalışmadan taviz vermeden olmaz gibi bir anlayışın büyüğünden küçüğüne yerleştiği ya da yerleştirildiği bir ülkede mutlu olmak çok zor.
Bir kere gelecekte mutlu olacağına inanmak için ne yapmak ya da ne olmak istediğini bilmek gerek ben hala bilmiorum 25 yaşımda olmama ve master yapıo olmama rağmen.
Akademisyen olmak istiodum en yakın o geliodu ama artık burada ona da izin verilmiyor. Hissttiğim şey ümit, ya da korku değil ama hayal kırıklığı ve vazgeçmişlik ve beklentisizlik. Dİğer insanlarla korkularımın aynı olması o insanların kim olduğuna bağlı. Benim derdim bir şirkete giriyim, müdür olayım değil derdim sevdiğim işi yapıyım bu çöp toplamakta olabilir, arge yapmakta ama onu bulmak benim için önemli yani derdim bu bitmeyen arayışım.
Gelecek ana babalarımızdan daha zor bizim için. Bir kere farkındalık çok fazla, zaten stres gibi unsurları söylemiyorum tabi. Ama o nesil de başka şeler yaşamış, kimi kocasının her dediğine boyun eğmiş, kimini ana babası zorla evlendirmiş falan. Mesela biz eğitimli kadınlar olarak daha avantajlıyız falan. O sebeple kıyas çok doğru değil, sorunlar farklı ama hissettirdiği mutsuzluk düzeyi aynı olabilir.
Sonuç olarak gelecekten çok ümitli değilim ama yine de mutsuzluktan dibe vurmamı engelleyen şey az da olsa bir umut besliyor olmam.
------
3) siktir git kedi:) (kedi: çok değerli bir yorum:)
-----
4) Evet cok derin bir konuya parmak bastıgını oncelikle belirtmek istiyorum, son bi kac aydır sureklı bunlara dair kafa yormaktayım nereye gidiyoruz ve bize neler oluyor diye? Beni bu soruyu dusunmeye iten neden ise hayatta karşılaştığım bazı noksaklıklar. Calışma ortamımda insanların aciz durumlarda olduğunu zengin ve fakirin bariz bir sınıf ayrımı olarak gorulduğu bir algıda yaşıyoruz maalesef, geleceğe dair endişelerim var sevgili kedi, ümit denen varlıktan yoksun hissediyorum nedense kendimi ya da şu anki ruh halimle yazıyorum sana bunu aklımda surekli sorgu ve suallerle yasamak istemiyorken ben, bazen de insanlar gibi vurdumduymaz armut piş ağzıma dus zihniyeti de agır geliyor bunyeme, anlicağın su sıralar pek mutlu değil gibiyim.
Gelecek içinse bir gun guzel seylerin olacağına inanıyorum fakat insan yaradılışı olarak içsel bencilliğimiz ve hırslarımızı bir kenara bırakarak hayata bakabilirsek.. Anne ve babalarımızın yaşadığı evlilik olayından daha iyisini ümit ediyorum cunku her seferinde gozlemlerim sonucunda kendi kendime boyle bir hayat degil de daha farklı bir hayat olacak yaşadığım diye.. Egrısıyle doğrusuyla, evlilik mantalitelerimiz farklı olacaktır cunku.. Eve geldiğimde sıcak yemeğim olsun camasırım yıkanıp utulensin, orda burda egleniyim gece geldiğimde de koynunda bi kadınım olsun... bakma erkeğe camur attığıma kadınlar da eksik kalır değil onlardan psikoloji aynı, beni biri beslesin ailemin yanından uzaklasıyım rahat rahat gezip toziyim yapacağım iş aynı zaten baba evinde de yapıyordum şimdi kocama yaparım ne olacak hem beni koruyup kollayacak sahiplenecek biri olur diye.. Yaaa demem o ki devir değişti carklar dondu yıl 2012 yi gosterdi, teknoloji cığır aştı, aynı şekilde insan beyinleri ruh hali ve beklentileri de evrim gecirerek bu zamandaki yolculuktan nasibini aldı... Gelecek zamana bağlı olarak, kısmi bir mutlu icerisinde gececek zaman dilimlerinde yeni bir seyahatte değişecek yolculuğunu bekliyor...
-----
5) Geleceğimin her zaman sonraki beş, on, ve daha sonraki yıllardaki zamanlarda yapacaklarımı yaklaşık olarak planladım. Nerede olmak istiyorum, ne yapmak istiyorum, kimlerle yaşamak istiyorum vs vs gibi. Ama aynı zamanda esneğim bu konuda çünkü bunların bi kısmı başkalarıyla değişebilir. Şu ana kadar her şey istediğim gibi gitti ve yaşadklarımın her bir anından çok zevk aldım. Zamanı gelince de üzüldüm olması gerektiği gibi ve sonuna kadarda üzüldüm.. Ne de olsa karakterim böyle. Henüz hayatın kullanım klavuzunu çok da iyi bilmiyorum ve sonuna kadar da kusursuzca bileceğimi düşünmüyorum. Haa dersen ki, ya bi gün kolun bacağın giderse?? Üzülürüm öyle bişii olursa ama yüzüm, gözüm tuttuğu için hayata böyle devam ederim ve gene mutlu olmaya çalışırım. Yakın birilerini kaybedersem, maddi anlamda bişiiler kaybedesem üzülürüm. Ama ben yaşıyorum ya, mutsuz yaşamak istemiyorum.. O yüzden gene de her nefesimde mutlu olmaya çalışırım.. Yaptığım şey Polyannacılık değil elbet, sadece kısıtlı zamnımı mutlu geçirmek istiyorum :))
Ben ümitliyim, çünkü hayallerim var daha gerçekleştirmek istediğim. Ama imkanız, ütopik şeyler değil. Çok kolay şeyler de değil, zor şeyler ama yapabileceğime inandığım şeyler. İnsan yapamayacağı yükün altına girerse ve bunu başaramazsa mutsuz olur.
Benim korkularım yok hayata karşı. Sadece üzüldüğüm şeyler var. O da insanla ilgili değil, insanlıkla ilgili..
Her kuşağın kendince zorlukları vardı ama kendince tatminleri vardı. Kar - zarar marjı gibi yani. Tamam dedeler zamanında ulaşım iyi değildi ve herkes yakınlarıyla daha ii iletişim kuruyordu ama günümüzde ulaşım çok iyi ve dünyanın bi ucu ile dahi ilişki kurabiliyoruz.. Negatifi ise yakınlarımıza zaman ayıramıyor olmamız.. Bana göre her şey güzel, "her şey" in her değişkeni değişince.
------
------
6) Umitliyim, mutlu da olucam, hayat guzel, yasamak guzel ama ailemin yurudugu yollardan daha fazlasini yurumek zorunda kalacagim.
Mesela bazen de umitsiz oluyorum, o zamanda yasamdan siliniyorum. Umitlerim planlarim benim yasama sevincim, ha gerceklesmezse mutsuz mu olurum, hayir. Cunku arkasindan gelen b plani ve o da olmazsa, ondan sonraki mutlaka benle olur.
Evet ben bir plankolik miyim. Sanirim. Ama bir o kadar da rahatim. Aslinda kimi zaman degilim.
Evet ben bir plankolik miyim. Sanirim. Ama bir o kadar da rahatim. Aslinda kimi zaman degilim.
Neyse ben neyim yine karistirdim kendimi
-----
7) Zaman geliyor ümitleniyor hevesleniyor ben yaparım ki bunu diyosun ama diğer zmn gelince de olm ben bunu nasıl yapcam ya çooook çalışmak gerek hayatta mutlu olmak için bu kadar çalışmak gerek mi ki diye düşünüosun sonra aslında en başta hata yaptığını anlıyosun denklemin tek kişilik olmadığını kavrıyosun. Bu sefer çoklu gelecekler için uğraş içerisine giriyor ve hayal ediyorsun. genelde de senin tek başına planladığınla alakası olmayan bir sonuca varıyorsun. hala ben tekil mi yoksa çoğul mu bir gelecek istiyorum, onu seçememiş olarak gelecekten korkma ya da ebevenylerimden daha kolay bi hayat yaşamayı düşünme konularına gelemedim, daha kitabın başındayım. o yüzden bulunduğum zmn en güzeli geleceğe karşı herhangi bir kaygı beslemek geçmişte yaptıklarıma duyabileceğim pişmanlık gibin geliyor. bir de diyorum ki vicdanıretçi olup siyasi sıgınma hakkımı da isviçrede kullanıp gözlerimi alplerde mi yumsam mantıklı değil mi :)
Kedi: Bu kadar şimdilik. Kesin bir sonuca varmıyorum tabi ki. Sadece şunu söyleyebilirim: Herkesin benim kadar karamsar olmaması, geleceğini başkalarının yüzünden karanlık görüp, enerjisinin tükenmesine izin vermemesi, bana da enerji veriyor, daha geniş bakmamı sağlıyor. Teşekkür ederim herkese:)
14 Kasım 2012
ÇAĞDAŞ SOSYOLOJİ TEORİLERİ - 3
http://kanatlikedimasali.blogspot.com/2012/11/cagdas-sosyoloji-teorileri-2.html
Burdan devam:
3. Sembolik Etkileşimcilik
Çatışmacı ya da işlevselci kuramlardan çok farklı bir açıdan bakar topluma.(kedi: bunlar 2 zıt kutup gibi duruyordu, başka açısı da mı varmış bu işin? Hadi bakalım...)
Avrupa, yönetici sınıflar tarafından yönetilen, ABD ise bireysel hareketin daha serbest olduğu bir toplum olarak görüldüğünden bu kuram, 1945 sonrasında, Amerikan sosyolojisinde, (özellikle yapısal işlevselciliğe tepki olarak) doğmuştur. Bireyle ve onun kendini ifade etme yeteniğiyle ilgilenir.
Öncüleri: Mead (en başta gelir), Herbert Blumer, Erving Goffman, Simmel, Robert Park, W.Isaac Thomas, John Dewey, C. Horton Cooley.
Mead (1863-1931): İnsanı hayvandan farklı kılan özellikler vardır: davranışları içinde bulunduğu duruma göre ya da hedefine göre planlamak, sembollerle iletişim kurmak ve anlamını yorumlamak, bir benliğe sahip olduğunun bilincinde olmak gibi. Bu özellikler insanın kontrolü ele geçirmesini sağlar (Mead'e göre).
İletişimdeki sembollerin anlamları duruma göre, vurgulanışına göre farklı anlamlar kazanır. Derste hocanın verdiği sevimli örnek: Hababam Sınıfı'nda Şener Şen, Perran Kutman ilişkisi:)
Ortak beklentiler sonucu herkesin rolü belirlenir. Fakat roller sabit değildir. Zamana, duruma ve kişiye göre değişir.
Ferdi ben (I): İç benlik
Sosyal ben (me): Toplum içindeki benlik ayrımı yapar. Bu ikisi arasında sürekli mücadele vardır. Bu mücadele, toplum içinde olmadığımızda bile kendimizi kontrol etme alışkanlığı doğurur. "Genelleştirilmiş öteki", cenaze törenin gülmemizi istemez ve gülmeyiz. Ancak bu her zaman bizi kontrol etmez. Özellikle önemsediğimiz kişilerin yani "önemli diğerleri"nin baskısına boyun eğeriz.
Sınıf mücadelesi değil, birey ve zihni, iletişim kurma yeteneği, toplumsal davranış psikolojisi üzerine çalışmıştır daha çok. Nesneler, duygular, olaylar, insanların onlara yüklediklerinden başka anlamlar taşımazlar. Toplum her ne kadar kapsadığı bireylere rol vererek onları kontrol altında tutuyor gibi görünse de, roller değişir ve insanlar nasıl davranacakları konusunda seçimlerini kendileri yaparlar (kedi: fazla iyimser geldi bana).
Herbert Blumer: Mead'in öğrencisi. İnsanların neden belli biçimlerde davrandıklarını anlamak istemiş, laboratuvar deneylerine başvurmuştur. Yapı, süreç ve metodoloji adımlarında katkıda bulunmuş bu kurama.
Yapı: deli gömleğidir. Toplumsal roller, otorite gibi zorlayıcı ekenler olsa da, insan davranışların sadece bunların etkilemediğini söyler. Saha çalışmaları, etnografya, niteliksel sosyoloji, yani "keşfetmek" ve "yakından incelemek" yöntemlerini kullanır.
Erving Goffman (1922-1982): Mead'ten ve Durkheim'dan etkilendi. Özellikle dramaturjik fikirleriyle katkıda bulundu bu kurama. Ön bölge (sahne), arka bölge (sahne arkası) diye ikiye ayırdı hayatı. Arka bölgede insan eğitimler alır, kendini sahneye çıkmaya hazırlar. Diğer oyuncular da ona yardım eder. Sahnede tüm altyapısını sergiler. Sahne arkası ne kadar güçlü olursa, sahne o kadar başarılı olur,insan o kadar başarılı sayılır.
İkinci katkısı ise "etkileşim düzeni" alanında yapılacak çalışmalara yeni bir bakış açısı kazandırmış olmasıdır. Toplumda tabi olanlar ile otorite arasındaki ilişkiyi anlamak için, otoritenin (güç ilişkilerinin) incelenmesi gerektiğini savunur. Bu, makro ve mikro araştırma arasında köprü kurma çabası sayılabilir.
Sembolik etkileşimcilik; özellikle başka türlü cevaplanması zor önemli sosyolojik sorulara cevap aradığı, topluma tepeden değil, bireyin gözünden bakabildiği için, son 30 yılda daha fazla ilgi görmekte imiş. Toplumsal düzenle ilgili çok fikir üretmez, yalnızca bireye odaklanır. Bireyler toplumsal sürekliliği nasıl gerçekleştirebilir? Bu açıdan eleştirilebilir.
Geçmiş olsun..
Burdan devam:
3. Sembolik Etkileşimcilik
Çatışmacı ya da işlevselci kuramlardan çok farklı bir açıdan bakar topluma.(kedi: bunlar 2 zıt kutup gibi duruyordu, başka açısı da mı varmış bu işin? Hadi bakalım...)
Avrupa, yönetici sınıflar tarafından yönetilen, ABD ise bireysel hareketin daha serbest olduğu bir toplum olarak görüldüğünden bu kuram, 1945 sonrasında, Amerikan sosyolojisinde, (özellikle yapısal işlevselciliğe tepki olarak) doğmuştur. Bireyle ve onun kendini ifade etme yeteniğiyle ilgilenir.
Öncüleri: Mead (en başta gelir), Herbert Blumer, Erving Goffman, Simmel, Robert Park, W.Isaac Thomas, John Dewey, C. Horton Cooley.
Mead (1863-1931): İnsanı hayvandan farklı kılan özellikler vardır: davranışları içinde bulunduğu duruma göre ya da hedefine göre planlamak, sembollerle iletişim kurmak ve anlamını yorumlamak, bir benliğe sahip olduğunun bilincinde olmak gibi. Bu özellikler insanın kontrolü ele geçirmesini sağlar (Mead'e göre).
İletişimdeki sembollerin anlamları duruma göre, vurgulanışına göre farklı anlamlar kazanır. Derste hocanın verdiği sevimli örnek: Hababam Sınıfı'nda Şener Şen, Perran Kutman ilişkisi:)
Ortak beklentiler sonucu herkesin rolü belirlenir. Fakat roller sabit değildir. Zamana, duruma ve kişiye göre değişir.
Ferdi ben (I): İç benlik
Sosyal ben (me): Toplum içindeki benlik ayrımı yapar. Bu ikisi arasında sürekli mücadele vardır. Bu mücadele, toplum içinde olmadığımızda bile kendimizi kontrol etme alışkanlığı doğurur. "Genelleştirilmiş öteki", cenaze törenin gülmemizi istemez ve gülmeyiz. Ancak bu her zaman bizi kontrol etmez. Özellikle önemsediğimiz kişilerin yani "önemli diğerleri"nin baskısına boyun eğeriz.
Sınıf mücadelesi değil, birey ve zihni, iletişim kurma yeteneği, toplumsal davranış psikolojisi üzerine çalışmıştır daha çok. Nesneler, duygular, olaylar, insanların onlara yüklediklerinden başka anlamlar taşımazlar. Toplum her ne kadar kapsadığı bireylere rol vererek onları kontrol altında tutuyor gibi görünse de, roller değişir ve insanlar nasıl davranacakları konusunda seçimlerini kendileri yaparlar (kedi: fazla iyimser geldi bana).
Herbert Blumer: Mead'in öğrencisi. İnsanların neden belli biçimlerde davrandıklarını anlamak istemiş, laboratuvar deneylerine başvurmuştur. Yapı, süreç ve metodoloji adımlarında katkıda bulunmuş bu kurama.
Yapı: deli gömleğidir. Toplumsal roller, otorite gibi zorlayıcı ekenler olsa da, insan davranışların sadece bunların etkilemediğini söyler. Saha çalışmaları, etnografya, niteliksel sosyoloji, yani "keşfetmek" ve "yakından incelemek" yöntemlerini kullanır.
Erving Goffman (1922-1982): Mead'ten ve Durkheim'dan etkilendi. Özellikle dramaturjik fikirleriyle katkıda bulundu bu kurama. Ön bölge (sahne), arka bölge (sahne arkası) diye ikiye ayırdı hayatı. Arka bölgede insan eğitimler alır, kendini sahneye çıkmaya hazırlar. Diğer oyuncular da ona yardım eder. Sahnede tüm altyapısını sergiler. Sahne arkası ne kadar güçlü olursa, sahne o kadar başarılı olur,insan o kadar başarılı sayılır.
İkinci katkısı ise "etkileşim düzeni" alanında yapılacak çalışmalara yeni bir bakış açısı kazandırmış olmasıdır. Toplumda tabi olanlar ile otorite arasındaki ilişkiyi anlamak için, otoritenin (güç ilişkilerinin) incelenmesi gerektiğini savunur. Bu, makro ve mikro araştırma arasında köprü kurma çabası sayılabilir.
Sembolik etkileşimcilik; özellikle başka türlü cevaplanması zor önemli sosyolojik sorulara cevap aradığı, topluma tepeden değil, bireyin gözünden bakabildiği için, son 30 yılda daha fazla ilgi görmekte imiş. Toplumsal düzenle ilgili çok fikir üretmez, yalnızca bireye odaklanır. Bireyler toplumsal sürekliliği nasıl gerçekleştirebilir? Bu açıdan eleştirilebilir.
Geçmiş olsun..
13 Kasım 2012
ÇAĞDAŞ SOSYOLOJİ TEORİLERİ-2
http://kanatlikedimasali.blogspot.com/2012/11/cagdas-sosyoloji-teorileri.html
Burdan devamla:
2. Çatışma Teorisi:
Toplum: Bireylerin, grupların güç elde etmek için birbirleriyle mücadele ettiği ve bir grubun geçici bir süre için rakiplerini bastırmasıyla çatışmanın denetim altına alındığı ortam.
Bireyler temel bazı çıkarlara sahiptir.
Toplumsal ilişkilerin çekirdeği olan güç, tüm çatışmaların merkezindedir.
Değerler ve düşünceler, toplumun kimliğini ve hedeflerini belirlemez. Farklı grupların kendi çıkarlarına ulaşmak için kullandıkları silahlardır.
4 farklı yaklaşım vardır çatışmacı teoride:
Karl Marks geleneği: Mills, Frankfurt Okulu (Eleştirel Teori)
Max Weber geleneği: Dahrendorf, L. Coser, Randall Collins
Georg Simmel
Chicago Okulu geleneği
Eleştirel Teori: 1923-Frankfurt Üni'nde Frankfurt Sosyal Teori Okulu kuruldu. Finansman Felix Weil, ilk müdür Grünberg ancak asıl adamlar Theodor Adorno ve Max Horkheimer. Marksist temele sahipler. Zamanla üye yapısı ve geliştirilen teoriler değişse de temel noktalar şunlardır:
Ortodoks Marksist düşüncenin çağa göre yeniden değerlendirilmesi,
Totalitarizmden nefret,
Nazi Almanyası ve sovyet komünizminin birey üzerindeki özgürlük kısıtlaması,
Kapitalizmin baskıcı ideolojisi.
Disiplinlerarası teoriler geliştirildi: Erich Fromm sosyalist hümanizm, W. Reich toplumsal psikoloji, Kurt Lewin grup dinamikleri ve toplumsal eylem, A. Löwe politik ekonomi,L. Lowenthal edebiyat sosyolojisi, Benjamin ve Adorno ise edb, sanat ve kitle kültürü üzerine çalıştı.
Yani, pozitivizm ve ampirisizm eleştirisi, gelişmiş toplumlardaki yeni egemenlik biçimlerinin analizi, kültür endüstrisi analizi ve bireyselliğin geleceği konusunda karamsarlık ağır basıyordu. (Kedi: a-ha!bizim neslin kafasına gelmeye başladılar!)
Mills (1916-1962): ABD'deki sosyal bilim kurumlarına asilik etti. Aktivist. Çoğu sosyoloğun döneminin sosyal problemlerini eleştirmemesinden şikayetçi (kedi: aynı şimdiki gibi değil mi? Bugünü eleştiren sosyolog ismi şak diye gelmeli haber takip eden herhangi bir insanın aklına). Amacı sosyal reform yapmak, Amerikan halkına sosyolojiyi tanıtmaktı. Amerikan liberalizminin kritik eşiği aştığına inandı.Çağımızın ahlaki rahatsızlığından, kitlelerin siyasal ve toplumsal liderlerin kontrolüne girmesinden ve çağdaş aydınların manevi liderlik görevlerini yapamadıklarından şikayet etti. Dili anlaşılırdır. (Toplumbilimsel Düşün kitabı)
Bourdieu (1930-2002): Toplumun sınıf çatışması ile incelenmesine dayalı Marksist görüşe karşı çıktı. Sınıf yerine "alan" kavramı kullandı. Akademik, dinsel, ekonomik ve güç alanları farklı farklıydı. Okullardaki eğitimi çok önemsedi. Farklı alanların özerk olabileceğini söyledi (politika ile ekonomi birbirinden bağımsızdı mesela. kedi: nasıl olabilir ki o?)
Ekonomik(ekonomik kaynaklara egemen olmak), toplumsal(ilişkilere egemen olmak) ve kültürel 3 farklı sermaye tipi olduğunu savundu. En çok kültürel sermayeye değindi: Ebeveynler verir çocuklara bunu. Farklı sınıflar arasındaki zevklerin nasıl farklılaştığını, bu sermayenin bireyin başarısını, eğitim sürecini nasıl etkilediğini anlamaya çalıştı.
Dahrendorf (1929-2009): Üretim araçkarının mülkiyetine değil, güç ve iktidara sahip olmanın önemine değindi. Kişi belli bir konumda egemenken başka bir konumda "tabi" olabilir. Misal: Gecekodu mahallesinde hemşehrisine ev temin eden eski mahalleli egemendir, ama metropolde çalıştığı işyerinde ya da şehrin modern bölgelerinde tabi konumundadır. Buradan çıkar grupları ve çıkar ilişkileri kavramlarını üretti. Otorite her zaman statükosunu sürdürmeye çalışır. Bu durum çıkar çatışmasına sebep olur.
Marks gibi proletaryanın en sonunda mutlaka devrimci sınıfa dönüşeceğini düşünmedi. Bunun için koşulların uygun olması gerektiğini, dönem dönem tabi sınıfın refahının artabileceğini, dayanışmanın bu zamanlarda gevşeyeceğini söyledi. Sanayinin (teknolojinin) artmasıyla işçi farklılaşıp kendi içinde bölünecekti, dayanışmasını daha da zorlaştıracaktı.
Sürekli çatışma O'na göre kaçınılmazdı ve toplumsal düzenin temeliydi. Yani çatışmacı ve denge teorileri arasında köprü kurmaya çalışan bir sosyologtu. (kedi: "allah rahmet eylesin, çok iyi adamdı" diyesim geldi. demek ki neymiş, di li geçmiş zamanda anlatmamak lazımmış)
Lewis Coser (1913-2003): Parsons'ın öğrencisi. Marx, Weber ve Simmel'den beslenmiştir. Birey psikolojisini önemser. İnsanlarda saldırgan/düşmanca güdüler bulunduğunu, sıkı ilişkilerde sevgi ve nefretin bir arada bulunduğunu savunur. Bu durum çatışmaya yol açar. Bu illa ki olumsuz bir şey değildir. Çatışmaların, çatışan grupların kimliğini belirlemede faydalı olduğunu düşünür.
Randall Collins (1941- ): Weber, Durkheim, Mead, schutz ve Goffman dan etkilenmiştir. Böylece denge ve çatışma teorilerini harmanlamıştır. Servet, güç ve saygınlık "meta"dır ve az bulunur. Bu nedenle insanlar bunlara devamlı sahip olmak ister, eşit pay almayı reddeder. Diğer insanlar itibarsızlıktan kaçmak için mücadele etmek zorunda kalır. Yani çatışmanın temelinde "baskı" vardır.
Çatışmacılar neden eleştirildi?
- Bir insanın kazancının bir başkasının kaybından oluştuğunu düşünürler. Halbuki her zaman böyle değildir.
- Bireyin fikrinin yalnızca güçlünün çıkarlarının bir yansıması olduğunu savunurlar. Bu sav, olayların açıklanmasında her zaman yeterli değildir.
- Çatışma teorisi, bir grubun gücü nasıl koruduğunu açıklayabilir, ancak güce nasıl sahip olduğunu o kadar iyi açıklayamaz.
Bu da bitti çok şükür...Sıradaki gelsin...
Burdan devamla:
2. Çatışma Teorisi:
Toplum: Bireylerin, grupların güç elde etmek için birbirleriyle mücadele ettiği ve bir grubun geçici bir süre için rakiplerini bastırmasıyla çatışmanın denetim altına alındığı ortam.
Bireyler temel bazı çıkarlara sahiptir.
Toplumsal ilişkilerin çekirdeği olan güç, tüm çatışmaların merkezindedir.
Değerler ve düşünceler, toplumun kimliğini ve hedeflerini belirlemez. Farklı grupların kendi çıkarlarına ulaşmak için kullandıkları silahlardır.
4 farklı yaklaşım vardır çatışmacı teoride:
Karl Marks geleneği: Mills, Frankfurt Okulu (Eleştirel Teori)
Max Weber geleneği: Dahrendorf, L. Coser, Randall Collins
Georg Simmel
Chicago Okulu geleneği
Eleştirel Teori: 1923-Frankfurt Üni'nde Frankfurt Sosyal Teori Okulu kuruldu. Finansman Felix Weil, ilk müdür Grünberg ancak asıl adamlar Theodor Adorno ve Max Horkheimer. Marksist temele sahipler. Zamanla üye yapısı ve geliştirilen teoriler değişse de temel noktalar şunlardır:
Ortodoks Marksist düşüncenin çağa göre yeniden değerlendirilmesi,
Totalitarizmden nefret,
Nazi Almanyası ve sovyet komünizminin birey üzerindeki özgürlük kısıtlaması,
Kapitalizmin baskıcı ideolojisi.
Disiplinlerarası teoriler geliştirildi: Erich Fromm sosyalist hümanizm, W. Reich toplumsal psikoloji, Kurt Lewin grup dinamikleri ve toplumsal eylem, A. Löwe politik ekonomi,L. Lowenthal edebiyat sosyolojisi, Benjamin ve Adorno ise edb, sanat ve kitle kültürü üzerine çalıştı.
Yani, pozitivizm ve ampirisizm eleştirisi, gelişmiş toplumlardaki yeni egemenlik biçimlerinin analizi, kültür endüstrisi analizi ve bireyselliğin geleceği konusunda karamsarlık ağır basıyordu. (Kedi: a-ha!bizim neslin kafasına gelmeye başladılar!)
Mills (1916-1962): ABD'deki sosyal bilim kurumlarına asilik etti. Aktivist. Çoğu sosyoloğun döneminin sosyal problemlerini eleştirmemesinden şikayetçi (kedi: aynı şimdiki gibi değil mi? Bugünü eleştiren sosyolog ismi şak diye gelmeli haber takip eden herhangi bir insanın aklına). Amacı sosyal reform yapmak, Amerikan halkına sosyolojiyi tanıtmaktı. Amerikan liberalizminin kritik eşiği aştığına inandı.Çağımızın ahlaki rahatsızlığından, kitlelerin siyasal ve toplumsal liderlerin kontrolüne girmesinden ve çağdaş aydınların manevi liderlik görevlerini yapamadıklarından şikayet etti. Dili anlaşılırdır. (Toplumbilimsel Düşün kitabı)
Bourdieu (1930-2002): Toplumun sınıf çatışması ile incelenmesine dayalı Marksist görüşe karşı çıktı. Sınıf yerine "alan" kavramı kullandı. Akademik, dinsel, ekonomik ve güç alanları farklı farklıydı. Okullardaki eğitimi çok önemsedi. Farklı alanların özerk olabileceğini söyledi (politika ile ekonomi birbirinden bağımsızdı mesela. kedi: nasıl olabilir ki o?)
Ekonomik(ekonomik kaynaklara egemen olmak), toplumsal(ilişkilere egemen olmak) ve kültürel 3 farklı sermaye tipi olduğunu savundu. En çok kültürel sermayeye değindi: Ebeveynler verir çocuklara bunu. Farklı sınıflar arasındaki zevklerin nasıl farklılaştığını, bu sermayenin bireyin başarısını, eğitim sürecini nasıl etkilediğini anlamaya çalıştı.
Dahrendorf (1929-2009): Üretim araçkarının mülkiyetine değil, güç ve iktidara sahip olmanın önemine değindi. Kişi belli bir konumda egemenken başka bir konumda "tabi" olabilir. Misal: Gecekodu mahallesinde hemşehrisine ev temin eden eski mahalleli egemendir, ama metropolde çalıştığı işyerinde ya da şehrin modern bölgelerinde tabi konumundadır. Buradan çıkar grupları ve çıkar ilişkileri kavramlarını üretti. Otorite her zaman statükosunu sürdürmeye çalışır. Bu durum çıkar çatışmasına sebep olur.
Marks gibi proletaryanın en sonunda mutlaka devrimci sınıfa dönüşeceğini düşünmedi. Bunun için koşulların uygun olması gerektiğini, dönem dönem tabi sınıfın refahının artabileceğini, dayanışmanın bu zamanlarda gevşeyeceğini söyledi. Sanayinin (teknolojinin) artmasıyla işçi farklılaşıp kendi içinde bölünecekti, dayanışmasını daha da zorlaştıracaktı.
Sürekli çatışma O'na göre kaçınılmazdı ve toplumsal düzenin temeliydi. Yani çatışmacı ve denge teorileri arasında köprü kurmaya çalışan bir sosyologtu. (kedi: "allah rahmet eylesin, çok iyi adamdı" diyesim geldi. demek ki neymiş, di li geçmiş zamanda anlatmamak lazımmış)
Lewis Coser (1913-2003): Parsons'ın öğrencisi. Marx, Weber ve Simmel'den beslenmiştir. Birey psikolojisini önemser. İnsanlarda saldırgan/düşmanca güdüler bulunduğunu, sıkı ilişkilerde sevgi ve nefretin bir arada bulunduğunu savunur. Bu durum çatışmaya yol açar. Bu illa ki olumsuz bir şey değildir. Çatışmaların, çatışan grupların kimliğini belirlemede faydalı olduğunu düşünür.
Randall Collins (1941- ): Weber, Durkheim, Mead, schutz ve Goffman dan etkilenmiştir. Böylece denge ve çatışma teorilerini harmanlamıştır. Servet, güç ve saygınlık "meta"dır ve az bulunur. Bu nedenle insanlar bunlara devamlı sahip olmak ister, eşit pay almayı reddeder. Diğer insanlar itibarsızlıktan kaçmak için mücadele etmek zorunda kalır. Yani çatışmanın temelinde "baskı" vardır.
Çatışmacılar neden eleştirildi?
- Bir insanın kazancının bir başkasının kaybından oluştuğunu düşünürler. Halbuki her zaman böyle değildir.
- Bireyin fikrinin yalnızca güçlünün çıkarlarının bir yansıması olduğunu savunurlar. Bu sav, olayların açıklanmasında her zaman yeterli değildir.
- Çatışma teorisi, bir grubun gücü nasıl koruduğunu açıklayabilir, ancak güce nasıl sahip olduğunu o kadar iyi açıklayamaz.
Bu da bitti çok şükür...Sıradaki gelsin...
Etiketler:
adorno,
bourdieu,
collins,
coser,
çağdaş sosyoloji teorileri,
çatışma teorisi,
dahrendorf,
eleştirel teori,
frankfurt okulu,
horkheimer,
marks,
mills,
simmel,
sosyoloji,
weber
ÇAĞDAŞ SOSYOLOJİ TEORİLERİ
Sosyolojiye giriş dersi, uzaktan eğitim ders notlarından ve derste hocanın anlatımından tuttuğum notlardan özetle:
Sosyolojik teori: Soyuttur. toplumu anlama ve açıklama iddiası vardır, ancak yalnızca uzmanlarının anlayabildiği bir dili vardır. Toplumsal gerçeklikleri kullanma kılavuzudur. Bilimsel olduğu iddiası taşır. Günlük rutin hayatı açıklamaya çalıştığı için rutin hayat beklendiği gibi devam ettikçe sosyolojik teoriler gereksiz görünebilir. Alışkanlık haline gelen hayatta bir aksaklık olduğunda, alışkanlıklarımızdan vazgeçmek zorunda kaldığımızda, yapıların, sistemlerin ve teorilerin önemi öne çıkar.
Klasik sosyal teori: Comte, Marx, Durkheim, Weber, Simmel öne çıkan isimleridir. Onlar, hem toplumun yaşadığı değişimi anlamaya, hem de değişime yön vermeye çalıştılar. Sisteme, çevreye, ortama bireyden daha büyük önem atfeder bu teori. 19.yyda özellikle geçerlidirler. "Ortak yapıyı, iyi toplumu oluşturmak için gerekirse kendimizden pek çok şey feda etmeliyiz." düşüncesi hakimdir. Görüşleri çağdaş sosyoloji teorilerine temel oluşturdu.
Çağdaş Sosyoloji Teorileri: Özellikle II. Dünya Savaşı ve sonrasında geliştirilen teorilerdir. 20.yyda sınıf çatışmaları büyük ölçüde tartşılmamaya başlanmıştır. Yıkılması umulan kapitalizm bütün krizlerden daha da güçlenerek çıkmıştır. Böylece, 19. yy da sınıf çatışmaları sebebiyle göz ardı edilen farklılıklar (beyaz ırk üstünlüğü, zencilik, erkek üstünlüğü gibi) eleştirilmeye başlandı. Yükselen ülke, ABD Avrupa'dan kalan sömürgecilik mirasını almak istemedi, sadece iyi yönlerini aldı. Sömürülen insanların da hoşuna gidecek şekilde, sistemi yeniden inşa etti.
Toplum içinde bireyin rolü önemsenmeye başlandı. Toplum yasalarının belirlenmesinde bireyin katkısı nasıl olurdu? Bu sorulara yanıt bulabilmek için çağdaş sosyal teoriler ortaya çıktı.
1. İşlevselcilik, Yapısal İşlevselcilik, Yeni İşlevselcilik
İşlevselcilik:
Toplum: farklı parçaları birlikte işleyen bir sistem. Bir istikrar ve dayanışma ortaya çıkarmayı amaçlar.
Sistem öğeleri karşılıklı ilişki içindedir, işleyişe olumlu katkıda bulunurlar. Sistemler birbirleri üzerinde etkili olabilir. Toplumun işleyişini canlı bir organizmanın işleyişi ile benzeştirilir:
Evrim benzetmesi: Sistemler, sürekli değişen toplumda, varlığını sürdürmek için koşullara uyum sağlamaya ve evrimleşmeye, "dengesini" korumaya, her öğesinin düzgün işlemeye devam etmesi için çalışmaya mecburdur.
Organ benzetmesi: Toplumda (tıpkı vücutta olduğu gibi) çeşitli işlevleri olan kurumlar/olgular vardır. Bunlar işlevini yerine getirdikçe var olur, yoksa zamanla yok edilir. İşlevini yerine getirmemesi artık o işleve ihtiyaç duyulmadığının da göstergesi olabilir. (Cumhuriyet nedeniyle şeyhülislamlık makamının devredışı bırakılması gibi). .toplumun varlığının sürmesinde organın işlevini anlamak, sosyologun işidir.
Toplumun normal hali, denge halidir. Denge ise toplum bireyleri arasındaki ahlaki mutabakata bağlıdır. Dengeye çok bağlı kalan işlevselcilik toplumdaki değişimleri tam olarak açıklayamaz.
(Kedi: -malı, -meli demek kolay, sıkıysa değişimi açıkla!)
Öncüleri: Darwin, Spencer, Comte, Durkheim sayılabilir.
Yapısal İşlevselcilik:
Kaynağı: Parsons (1902-1979) küresel bir toplum kuramı geliştirmek için Weber ve Durkheim'dan yararlandı. İşlevselciliğe yapıyı getirdi. Ne demek bu?Toplum, bireylerin ötesinde, kendine ait bir hayata ve yapıya sahip canlı bir varlıktır. İşlevselcilikteki evrim anlayışına ek olarak "alt sistemler"i açıklar. Toplum, alt sistemlerden oluşur ve bunlar birbiriyle ilişki içindedir, aynı zamanda da bağımsızdırlar.
Misal: Ekonomik sistem, nitelikli işçi için eğitim sistemine, okullar gelecekteki öğrencileri için aileye bağımlıdır. Bu alt sistemler toplumun 4 temel ihtiyacını karşılamış olur: A.G.I.L. (temel değer sistemi)
A (Adaptation), G(Goal attainment): amaca ulaşma, I(Integration): bütünleşme, L(Latency): varlığını sürdürme. Bunları istikrarlı ve etkili bir sosyal sistem için gerekli görür. (Kedi: istikrar her şeyse demek..)
Her birey toplumdaki rolünü eksiksiz oynadığında istikrarlı sosyal sistem sağlanır. Sadece bunun verdiği dış baskıyla değil, birey de rolünü iyi oynamak ister. Çünkü sosyalleşmek ister. (Kedi: rolünü oynamak istememek, toplum dışına atılmak demektir. Kullanılmayan organ, devre dışı bırakılırdı ya hani, ondan işte)
Yani, temel değer sisteminde, "ahlaklılık" önemlidir.
Eylem ve sistem, temel kavramlardan.
Neden eleştirildi?
"Aşırı determinist,
insanları özgür irade ve kişilikten yoksun kuklalar gibi görüyor,
düzeni fazla vurgulayıp, iktidarı gözardı ediyor,
devrimci değişimleri açıklayamıyor, muhafazakar,
ABDye özgü bir yaklaşım,
dili çok çetrefilli (kedi:eğer öyleysen seni hiç sevmeyeceğim Parsons, zaten çok da sevmedim)." diyenler olmuş.
"Farklılıklar, eşitsizlikler problem teşkil edecek olsaydı, tanrı böyle yaratmazdı" düşüncesi hakimmiş.
1970lerden itibaren Marx ve Weber'in çatışmacı kuramları Avrupa'da ve ABD'de daha etkin hale gelmiş. Lakin işlevselcilik daha ölmemiş!...
Yeni İşlevselcilik:
Parsons'ın öğrencileri Robert K. Merton ile Lewis Coser, Jeffrey Alexander, Jürgen Habermas ve Niklas Luhman yeni işlevselcilerden sayılabilir.
Alexander: İşlevselciliği kuram değil, okul olarak görür. Eylem ve sistemi birbirine zıt olarak düşünmez. Eylem, "yorum" ve "strateji belirleme" etkisiyle meydana gelirken, sistemi de "kültür, toplum ve kişilik" oluşturur. Toplumsal eylem ve sistem birbirini doğurur. Toplumsal eylemi mikro, sistemi makro düzeyde değerlendirir. Makro mikroyu, mikro da makroyu etkiler. (Kedi: bundan net bi şey anladığımı söyleyemem)
Çok şükür, bitti bu kısım.
Sosyolojik teori: Soyuttur. toplumu anlama ve açıklama iddiası vardır, ancak yalnızca uzmanlarının anlayabildiği bir dili vardır. Toplumsal gerçeklikleri kullanma kılavuzudur. Bilimsel olduğu iddiası taşır. Günlük rutin hayatı açıklamaya çalıştığı için rutin hayat beklendiği gibi devam ettikçe sosyolojik teoriler gereksiz görünebilir. Alışkanlık haline gelen hayatta bir aksaklık olduğunda, alışkanlıklarımızdan vazgeçmek zorunda kaldığımızda, yapıların, sistemlerin ve teorilerin önemi öne çıkar.
Klasik sosyal teori: Comte, Marx, Durkheim, Weber, Simmel öne çıkan isimleridir. Onlar, hem toplumun yaşadığı değişimi anlamaya, hem de değişime yön vermeye çalıştılar. Sisteme, çevreye, ortama bireyden daha büyük önem atfeder bu teori. 19.yyda özellikle geçerlidirler. "Ortak yapıyı, iyi toplumu oluşturmak için gerekirse kendimizden pek çok şey feda etmeliyiz." düşüncesi hakimdir. Görüşleri çağdaş sosyoloji teorilerine temel oluşturdu.
Çağdaş Sosyoloji Teorileri: Özellikle II. Dünya Savaşı ve sonrasında geliştirilen teorilerdir. 20.yyda sınıf çatışmaları büyük ölçüde tartşılmamaya başlanmıştır. Yıkılması umulan kapitalizm bütün krizlerden daha da güçlenerek çıkmıştır. Böylece, 19. yy da sınıf çatışmaları sebebiyle göz ardı edilen farklılıklar (beyaz ırk üstünlüğü, zencilik, erkek üstünlüğü gibi) eleştirilmeye başlandı. Yükselen ülke, ABD Avrupa'dan kalan sömürgecilik mirasını almak istemedi, sadece iyi yönlerini aldı. Sömürülen insanların da hoşuna gidecek şekilde, sistemi yeniden inşa etti.
Toplum içinde bireyin rolü önemsenmeye başlandı. Toplum yasalarının belirlenmesinde bireyin katkısı nasıl olurdu? Bu sorulara yanıt bulabilmek için çağdaş sosyal teoriler ortaya çıktı.
1. İşlevselcilik, Yapısal İşlevselcilik, Yeni İşlevselcilik
İşlevselcilik:
Toplum: farklı parçaları birlikte işleyen bir sistem. Bir istikrar ve dayanışma ortaya çıkarmayı amaçlar.
Sistem öğeleri karşılıklı ilişki içindedir, işleyişe olumlu katkıda bulunurlar. Sistemler birbirleri üzerinde etkili olabilir. Toplumun işleyişini canlı bir organizmanın işleyişi ile benzeştirilir:
Evrim benzetmesi: Sistemler, sürekli değişen toplumda, varlığını sürdürmek için koşullara uyum sağlamaya ve evrimleşmeye, "dengesini" korumaya, her öğesinin düzgün işlemeye devam etmesi için çalışmaya mecburdur.
Organ benzetmesi: Toplumda (tıpkı vücutta olduğu gibi) çeşitli işlevleri olan kurumlar/olgular vardır. Bunlar işlevini yerine getirdikçe var olur, yoksa zamanla yok edilir. İşlevini yerine getirmemesi artık o işleve ihtiyaç duyulmadığının da göstergesi olabilir. (Cumhuriyet nedeniyle şeyhülislamlık makamının devredışı bırakılması gibi). .toplumun varlığının sürmesinde organın işlevini anlamak, sosyologun işidir.
Toplumun normal hali, denge halidir. Denge ise toplum bireyleri arasındaki ahlaki mutabakata bağlıdır. Dengeye çok bağlı kalan işlevselcilik toplumdaki değişimleri tam olarak açıklayamaz.
(Kedi: -malı, -meli demek kolay, sıkıysa değişimi açıkla!)
Öncüleri: Darwin, Spencer, Comte, Durkheim sayılabilir.
Yapısal İşlevselcilik:
Kaynağı: Parsons (1902-1979) küresel bir toplum kuramı geliştirmek için Weber ve Durkheim'dan yararlandı. İşlevselciliğe yapıyı getirdi. Ne demek bu?Toplum, bireylerin ötesinde, kendine ait bir hayata ve yapıya sahip canlı bir varlıktır. İşlevselcilikteki evrim anlayışına ek olarak "alt sistemler"i açıklar. Toplum, alt sistemlerden oluşur ve bunlar birbiriyle ilişki içindedir, aynı zamanda da bağımsızdırlar.
Misal: Ekonomik sistem, nitelikli işçi için eğitim sistemine, okullar gelecekteki öğrencileri için aileye bağımlıdır. Bu alt sistemler toplumun 4 temel ihtiyacını karşılamış olur: A.G.I.L. (temel değer sistemi)
A (Adaptation), G(Goal attainment): amaca ulaşma, I(Integration): bütünleşme, L(Latency): varlığını sürdürme. Bunları istikrarlı ve etkili bir sosyal sistem için gerekli görür. (Kedi: istikrar her şeyse demek..)
Her birey toplumdaki rolünü eksiksiz oynadığında istikrarlı sosyal sistem sağlanır. Sadece bunun verdiği dış baskıyla değil, birey de rolünü iyi oynamak ister. Çünkü sosyalleşmek ister. (Kedi: rolünü oynamak istememek, toplum dışına atılmak demektir. Kullanılmayan organ, devre dışı bırakılırdı ya hani, ondan işte)
Yani, temel değer sisteminde, "ahlaklılık" önemlidir.
Eylem ve sistem, temel kavramlardan.
Neden eleştirildi?
"Aşırı determinist,
insanları özgür irade ve kişilikten yoksun kuklalar gibi görüyor,
düzeni fazla vurgulayıp, iktidarı gözardı ediyor,
devrimci değişimleri açıklayamıyor, muhafazakar,
ABDye özgü bir yaklaşım,
dili çok çetrefilli (kedi:eğer öyleysen seni hiç sevmeyeceğim Parsons, zaten çok da sevmedim)." diyenler olmuş.
"Farklılıklar, eşitsizlikler problem teşkil edecek olsaydı, tanrı böyle yaratmazdı" düşüncesi hakimmiş.
1970lerden itibaren Marx ve Weber'in çatışmacı kuramları Avrupa'da ve ABD'de daha etkin hale gelmiş. Lakin işlevselcilik daha ölmemiş!...
Yeni İşlevselcilik:
Parsons'ın öğrencileri Robert K. Merton ile Lewis Coser, Jeffrey Alexander, Jürgen Habermas ve Niklas Luhman yeni işlevselcilerden sayılabilir.
Alexander: İşlevselciliği kuram değil, okul olarak görür. Eylem ve sistemi birbirine zıt olarak düşünmez. Eylem, "yorum" ve "strateji belirleme" etkisiyle meydana gelirken, sistemi de "kültür, toplum ve kişilik" oluşturur. Toplumsal eylem ve sistem birbirini doğurur. Toplumsal eylemi mikro, sistemi makro düzeyde değerlendirir. Makro mikroyu, mikro da makroyu etkiler. (Kedi: bundan net bi şey anladığımı söyleyemem)
Çok şükür, bitti bu kısım.
19.YY ve 20. YY SOSYAL BİLİM GÖZLEMLERİ
Sosyoloji ders notlarından derleme yaparak sınavlara çalışayım dedim. Maksat değişiklik ve (benim gibi) anlamakta zorlanan bünyelere şifa olsun. Bilgilerin kesinliğini garanti edemem, derste hocanın fikirlerini ne kadar doğru not edebildiysem..
19.YY sonları ve 20.YY başları:
Avrupa'da toplumu kavrayan ve topluma yön veren hareketler: komünizm, marksizm, anarşizmdi o dönemde. I. Dünya Savaşı'nda Rusya'da gelişen fikirler dünyada etkinleşti. Amerika'nın Wilson politikaları başarısız oldu. Fakat Marks 1930lara kadar sosyolog değil iktisatçı sayıldı. Anglosakson görüşler Avrupa kıtasının dışına taştı.
20. YYda sosyoloji:
Devlette sosyologlar çalışmaya başladı. Günlük hayatın düzenlenmesinde (şehir düzeni, trafik ışıklarının düzenlenmesi gibi) istihdam edildiler. Sosyologluk "meslek" niteliğine büründü. Bir yandan fikir tartışmaları azaldı, sosyoloji günlük hayata indirgenmiş oldu.
Keynes (1883-1946): İngiliz iktisat kuramcısı. Toplumla ilgili kuram geliştirmeye değil, yalnızca iktisadi sistemler üzerine yoğunlaştı. Hindistan'da görev yaptı. Burada "Hint Maliyesi" kitabını yazdı. Hint maliyesini örnek alarak, batı uygarlıklarına şu öneride bulundu: Devlet, kapitalizmin krizlerini önlemek amacıyla, uzun vadeli çıkarlar uğruna, kısa vadeli çıkarları gözden çıkarmalı. Bu şekilde toplumsal fikir üretimine katkıda bulundu.
Bu yüzyılda Rusya'dan felsefeci/sosyolog çıkmadı sayılabilir. Çünkü ancak devletin izin verdiği ölçüde bilimsel çalışma yapıldı, tartışma düzeyine getirilemedi, özgürce fikir paylaşımı olmadı. O dönemde yeni marksist görüşler özgür düşüncenin var olduğu Avrupa'da yetişti.
"kremlinolog" kavramı doğdu. Komünizm sanatı uzmanı denebilir. Komünizmde selam veriş biçimine göre samimiyetinin ölçülebilmesi gibi. ekşisözlükte daha iyi açıklanmış: http://beta.eksisozluk.com/kremlinoloji--866513
Felsefe-sosyoloji ilişkisi incelendi. Yeni sosyolojik kuramlar için felsefi temeller kurcalandı.
Avrupa halkları ile ABD halkı birbirini sevmez, küçümserdi. Sempatik ilişki kurulması için kültürel ve ticari ürünler çoğaldı. Casablanca filminin bu halkları yakınlaştırması buna bir örnektir. Woswos kulüpleri de ticari bir ürünün küresel anlamda sevgi ile insanları bir araya toplamasına bir örnektir.
19.YY sonları ve 20.YY başları:
Avrupa'da toplumu kavrayan ve topluma yön veren hareketler: komünizm, marksizm, anarşizmdi o dönemde. I. Dünya Savaşı'nda Rusya'da gelişen fikirler dünyada etkinleşti. Amerika'nın Wilson politikaları başarısız oldu. Fakat Marks 1930lara kadar sosyolog değil iktisatçı sayıldı. Anglosakson görüşler Avrupa kıtasının dışına taştı.
20. YYda sosyoloji:
Devlette sosyologlar çalışmaya başladı. Günlük hayatın düzenlenmesinde (şehir düzeni, trafik ışıklarının düzenlenmesi gibi) istihdam edildiler. Sosyologluk "meslek" niteliğine büründü. Bir yandan fikir tartışmaları azaldı, sosyoloji günlük hayata indirgenmiş oldu.
Keynes (1883-1946): İngiliz iktisat kuramcısı. Toplumla ilgili kuram geliştirmeye değil, yalnızca iktisadi sistemler üzerine yoğunlaştı. Hindistan'da görev yaptı. Burada "Hint Maliyesi" kitabını yazdı. Hint maliyesini örnek alarak, batı uygarlıklarına şu öneride bulundu: Devlet, kapitalizmin krizlerini önlemek amacıyla, uzun vadeli çıkarlar uğruna, kısa vadeli çıkarları gözden çıkarmalı. Bu şekilde toplumsal fikir üretimine katkıda bulundu.
Bu yüzyılda Rusya'dan felsefeci/sosyolog çıkmadı sayılabilir. Çünkü ancak devletin izin verdiği ölçüde bilimsel çalışma yapıldı, tartışma düzeyine getirilemedi, özgürce fikir paylaşımı olmadı. O dönemde yeni marksist görüşler özgür düşüncenin var olduğu Avrupa'da yetişti.
"kremlinolog" kavramı doğdu. Komünizm sanatı uzmanı denebilir. Komünizmde selam veriş biçimine göre samimiyetinin ölçülebilmesi gibi. ekşisözlükte daha iyi açıklanmış: http://beta.eksisozluk.com/kremlinoloji--866513
Felsefe-sosyoloji ilişkisi incelendi. Yeni sosyolojik kuramlar için felsefi temeller kurcalandı.
Avrupa halkları ile ABD halkı birbirini sevmez, küçümserdi. Sempatik ilişki kurulması için kültürel ve ticari ürünler çoğaldı. Casablanca filminin bu halkları yakınlaştırması buna bir örnektir. Woswos kulüpleri de ticari bir ürünün küresel anlamda sevgi ile insanları bir araya toplamasına bir örnektir.
Etiketler:
19.yüzyıl,
20.yüzyıl,
hint maliyesi,
keynes,
kremlinolog,
sosyoloji
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)