19 Aralık 2016

başlıksız

sanırım terörün veya kaosun ne demek olduğunu ilk defa bu kadar iyi anlıyorum. (türkiye'de yaşasam çok daha iyi anlayacaktım, orası kesin.) spor veya sanat veya sadece arkadaşlarla buluşmak için sokağa çıkmaktan korkmak demekmiş terör. 2006'da istanbul'a üniversiteye geldikten sonra ailem kalabalıklardan uzak durmamı söyler dururdu. müzeler, sergiler korkutmazdı o zamanlar gözlerini, ne güzel günlermiş. artık bi sanat sergisi bile tehlikeli demek ki. şimdi ben onlar için endişeleniyorum. 90lar neslinin kara günleri de geldi çattı çünkü. apolitik günlerimizin hesabını veriyoruz sanki.

17 Aralık 2016

Gebermek gerek.

Bu akşam, yaklaşık 1 saat önce, metrodan inip markete doğru yürürken, benim yaşlarımda siyahi bi çocuk yaklaşıp ingilizce konuşup konuşmadığımı sordu. Evet dedim, adres soracak sandım. Önce ingilizcesi iyi olmadığı için özür diledi. Benimki de o kadar kötü ki, yorgunken konuşmaya üşeniyorum, lafını bölüp "sorun değil, benimki de süper değil zaten" bile diyemedim. Parası bitmiş, telefonuna kontor yükleyebilirse Afrika'daki annesinden para isteyecekmiş, birkaç güne parasını çekebilecekmiş. Kendimden biliyorum, öğrenciyken sık sık başıma gelen bir şeydi bu, sık sık param biterdi, ailemden isterdim, yarın olmazsa ertesi gün elimde olurdu. O arada geçen zamanda arkadaşlarımdan 20 tl borç istediğim çok olmuştur. Çocuk para değil yurtdışı aramalar için kullanılan Lyca hattına kontor yüklememi istiyordu sadece. Dilenci olmadığı belli. Gidip marketten 10euroluk kontör alacağım, yükleyecek. Bu kadar.

Yine de aklımdan binlerce düşünce geçti. Benim bilmediğim kazıklama yöntemleri olabilirdi, beni ne şekilde kazıklayabilirdi bu çocuk? Bütün ihtimalleri düşündüm, o iki dakikalık konuşmamız içinde aklıma hiçbi ihtimal gelmedi. Yüzüne baktım, yalan söyleyip söylemediğini anlamaya çalıştım. Yalana dair bi iz göremedim. Sadece benim için dua edeceğini, hepimizin aynı tanrının çocukları olduğumuzu söyleyip durması kulaklarımı rahatsız etti. Dua insanları kandırmak için çok sık kullanılan bi yöntemdir malum. Tanrıyı araya sokmasından hoşlanmadım bir de, kendisiyle aram iyi değil çünkü. Gerek yok, benim için dua etmesini bekleyecek değildim ya, ben öyle bi insan mıydım? Hem etse ne olacaktı, şu tanrının adını anmasak olmaz mıydı yani?

Aynı zamanda tekrar metroya binmek için aktarma süresini geçirmemem gerektiğini düşündüm. Sonra bu çocuk öğrenci miydi, yasadışı göçmen miydi? Bunlardan bananeydi? Para isteyebileceği arkadaşı hiç yok muydu? Bi taraftan da tiksindim kendimden. 10euro neydi ki, ortalama bi mcdonalds menüsü, bu kadar düşünmeme ne gerek vardı?

Öte yandan siyah oluşunu düşündüm. Çevremdeki insanların muhabbetimizi duyup çocuğa tepki göstermesinden korktum. Çok şükür ki siyah olduğu için ekstra bi korku duymadım, içimde benden habersiz büyüyen bi ırkçı olmadığına seviniyorum şimdi düşününce. Öte yandan her yerin ışıklı ve kalabalık olmasından kaynaklanıyor da olabilir bu korkusuzluğum. Tenha bi sokakta karşılaşsaydım kendisiyle, belki bi beyazla karşılaştığımdan daha çok korkardım. Bilmiyorum. Yaşamadan bilemem. Şimdiye kadar hiç yaşamadım çünkü Hintlilerin yoğun olduğu bi muhitte yaşıyorum, hepsi ITci, sırt çantaları yani laptopları olmadan bi yere gitmez gibi görünen, beyaz yakalı, işinde gücünde, temiz yüzlü insanlar. Siyahların yaşadığı bölgeler ise suç oranlarının yüksekliğiyle ünlü. Daha doğrusu önyargılar bu şekilde, gerçekleri bilmiyorum.

Neyse, kabul ettim sonuç olarak. Ardından utana sıkıla bi soru daha sordu. (İkimizin de ingilizcesi kötü olduğu için, bir de hiç alışkın olmadığım bi aksanla konuştuğu için her söylediğini bikaç kez tekrar ettirdim bu arada kendisine.) Afrika'yı arayacağı için (ülke ismini tam anlayamadım, Afrika dememiş de olabilir ama yurtdışında olduğu kesin) 10euro yetmeyebilirdi, mümkünse 20 euroluk yükleyebilir miydim?

Yok artık, bu kadar da olmazdı. Yol üstünde yardım istediğin birinden 20euro istemek, saçmaydı. Ama yetmeme ihtimali vardı, doğruydu söylediği, bu ucuz hatlar sık sık bağlanmış gibi yapıp bağlanmıyordu, kendi kullandığım Lebara hattımdan biliyordum. O sırada kontörler gidiyordu. Eve gelince baktım, dakikası 79cent, yani yaklaşık 12 dakika arama hakkı olacak 10 euroyla. Şansının yaver gittiğini, arayabildiğini düşünsek bile, on dakikada ne konuşulur ki? Belki parasının neden bittiğini açıklamak zorunda kalacak ailesine.  Belki konuşması gereken çok önemli bi konu daha var, kısacası bunların ne önemi vardı ki?

Mantıklı  bi açıklama getiremediğim bi kazıklanma korkusu vardı içimde. Bir de yardım derneklerinde takılıp kocasının kazandığı parayla vicdanını rahatlatan, sistemin dışında olduğu için kendisiyle gurur duyan yardımsever evhanımı durumunda görmekten korktum kendimi. Çünkü dün I, Daniel Blake'i izlemiştim. Eve para getiren kişi çalışırken ben sistemi eleştiren bi film izlemiştim (yine). İşsiz, çaresiz insanların kurumlardan bekledikleri yardımların gelmeyişini görmüştüm. Filmden çıkınca hem o yardıma muhtaç insanlardan biri olma korkusu sardı, hem de, aslında biraz da bu korku yüzünden, bi stk'da ya da stk'sız yardıma muhtaç insanlara bi şekilde destek olmam gerektiğini hissettim. Anında tiksindim kendimden. Bi filmle gaza geldiğim için, bu sorumluluk hissinin gelip geçici olduğunu bildiğim için.

Sonuçta 10euro yetmezse bi başkasından yardım isteyebilirsiniz, dedim. Evet fakat herkese sorabileceğim bi soru değil bu, dedi. Bu sefer de aklıma başka bi soru takıldı, neden bana sormuştu? Beni saf, düdüklenebilecek biri olarak mı görmüştü? Ten rengimden dolayı kendine yakın hissettiyse, oralar bana benzeyen insanlarla doluydu. Tamam siyahi çok yoktu ama benim gibiler çoktu. Bu kez de 20euro benim için çok fazla, dedim. Sanki verecek gücüm yokmuş gibi. Sanki öğrencilik zamanlarımdaki gibi 20 euro hayatımı kurtaracakmış gibi. Sanki bu her gün başıma gelen bi şeymiş de "herkese 20euro verirsem oohoooo" diyecek halim varmış gibi... Sanki bi gün önce "stk'ları boşver sen çevrendeki insanlara karşı daha düzgün davran yeter", dememişim gibi.

Hiç ısrar etmedi. Girdim, 10euroluk kontor aldım, fişin üstünde banka kartımın numarası ya da ismim yazıyor mu diye kontrol edip çocuğa verdim. Çünkü o fişteki kodu yollayıp kontor yükleyecekti. Çünkü o kağıtta yazma ihtimali olan banka numaramı bilmediğim bi teknolojik çakallıkla kullanıp hesabımdaki bütün parayı harcayabilirdi. Yine keriz durumuna düşüp insanlıktan nefret etmeme sebep olabilirdi. Ayrıca eve parayı getiren kişiye ve beni tüm çakallıklara karşı hazırladığını düşünen aileme, arkadaşlarıma karşı mahcup olurdum. Tabi bi de tüm paramızı kaybetmiş olurduk.

O dua edeceğini söylerken kendi kendime lanet okuyup markete girdim, yumurta, süt, yoğurt, balık, peynir alıp eve geldim. Bi de şarap. Çünkü yine dünya hallerine ve kendime kızıp içkiye vermem gerekiyordu kendimi. Kendime lanet etmek için bile para harcamam gerekiyordu, çünkü param vardı.

Bi de tabi bunları oturup yazmam gerekiyordu. Çünkü bilgisayar, elektrik ve internet vardı. Çünkü bu şekilde, yine, kendimi kötüleyip vicdanımı rahatlatacaktım.


08 Aralık 2016

Belgesel: Bakur

Hollanda'da World Cinema Amsterdam festivali kapsamında gösterilmişti, gidememiştim, o yüzden aklımda kalmış. Dün tarihsel bi belgesel ararken politikfilm.org'da buldum, daha fazla ertelemeyeyim dedim izledim. (Reklam yapıyormuşum gibi oldu ama hakketen güzel site, adına yaraşır filmler, belgeseller var. Bazı videolar açılmıyor ama uyarılar üzerine zamanla düzeliyor genelde.)

Tek cümleyle özetlersek, kafamı allak bullak etti film, okumalıyım, daha çok öğrenmeliyim, dedim durdum kendi kendime.

Barış süreci, öncesi ve sonrasında dağdaki PKKlıların günlük hayatını gösteriyor, kendi aralarındaki iletişime şahit olmamızı sağlıyor ve genel olarak, davalarına bağlılıklarının sebepleri, savaş, kadın erkek ilişkileri, ölüm gibi konular üzerine yorumları yer alıyor. 

Gümbür gümbür bi propaganda filmi elbette. Sorgulama ya da eleştiri içeren hiçbir cümle yok. Keşke daha tarafsız bi belgesel bulabilsem de izlesem veya bir kitap bulabilsem de okusam. Ama ne yazık ki çok zor, henüz denk gelmedim. Öte yandan çok normal propaganda filmi olması. Hakim medyada kötü adamı oynadıkları için, iyi reklama ihtiyaçları var. 

Bu yazıda aklımda kalanlarla birlikte kafamı karıştıran noktaları paylaşayım istedim. Kısmetse olur... Olacak mı bakalım...

Kürdistan'ın anlamı:

Kürdistan olarak gördükleri bir bölge var. 1639 Kasr-ı Şirin Anlaşması'yla İran ve Osmanlı Devleti arasında ikiye bölünüyor bu bölge:



Birinci Dünya Savaşı sonrasında ise dörde bölünüyor:


Onlara göre devletin ismi önemli değil, bu bölge onların ülkesi, Kürtçe konuşan herkes bu ülkenin vatandaşı. Bu yüzden Suriye'deki bir Kürt'ün gelip T.C.'ye karşı savaşması onlar için çok normal ve sınırlar onlar için çok anlamsız. PKK'nın 80lerde ilk oluşumu da Kürtlere ait bir ulus-devlet kurmak amacına dayanıyor. Aynı zamanda köklerini Türk sol örgütlerinde oluşturdukları için, ezilen-ezen, emekçi-kapitalist terimlerine de yabancı değiller. Yani milliyetçiliği sosyalist fikirlerle harmanlamışlar.

Başına bir hal gelirse canım...

Filmde bolca dağ manzarası, alternatif yaşam şekilleri görüyoruz. İmece usulü yemek hazırlanıyor, gizli barınaklar yapılıyor, günlük programları var, spor yapıyorlar, oyun oynuyorlar... Ekşisözlük'te birinin dediği gibi sanki bir alternatif yaşam cenneti. Şehrin gürültüsünden, kaosundan kaçıp gitmiş beyaz yakalıların 3-5 günlüğüne hayatın anlamını aradığı bi dağbaşı sanki. Ama öyle olmadığını görüyor insan, ateşte demlenen çay, peynir zeytinle yapılan kahvaltı, taş üstünde uyku tulumunda yatmak, teknolojiden uzak durmak... bunları uzun süre devam ettirebilmek için kişinin bir davaya adaması gerekir kendini. Aksi mümkün değil. Tek başına çıkıp yaşanır elbette dağda fakat kollektif yaşam ancak ortak bir amaçla olur. Yoksa insan bu, amaçsızsa konforuna düşkün olur, kavga çıkar.

Yani demem o ki, film sadece görüntülerden ibaret olsa, konuşmalar ve tek tük silah talimi yapılan sahneler olmasa, bunun bir alternatif yaşam belgeseli olduğunu sanabilirdik. Öyle enerjik, neşeli, nadiren hüzünlü ama o hüzünde bile öfkenin/nefretin değil, azmin enerjisini hissettiren çekimler yapılmış. Çatışma öncesi, sonrası, şehit düşen arkadaşın ardından tutulan yas gibi görüntüler yok. Belli ki yönetmenler (Ertuğrul Mavioğlu ve Çayan Demirel) günlük hayata, çatışmaların ardındaki fikirlere, hislere odaklanmak istemişler.

İnsan ister istemez özlem duyuyor bu pozitif ruh hallerine. Biz haberleri okudukça karamsarlığa kapılırken, onlar savaşın içindeyken muazzam bi iyimserlik içindeler. Vicdanları rahat. Kendilerini bi davaya adamışlar ve gerisini koyvermişler. Davanın gerekleri belli, kural kitapları var, atılacak adımlar belli, kendinden rütbeli olanların dediklerine uymak zorundasın, onların isteklerini sorgulamadığın sürece neden kafan rahat olmasın ki? Geride aileni bırakmış olabilirsin ya da başka kişisel dertlerin olabilir. Ama kişisel dertlerinin hepsi kendini adadığın büyük davanın yanında minicik kalır. İnsan, kendini adayabileceği bi davasının olmayışına üzülüyor böyle durumlarda. Onların davasının haklı olup olmadığını sorgulamakla ilgisi yok bu özlemin. Birey olmak uğruna toplumun bir parçası olamamanın getirdiği, entelektüel, gereksiz, şımarık bi acı bu.

Neyse, kişisel acılarımızdan çıkıp devam edelim.

Barış Süreci

21 Mart 2013'te Öcalan, silahların değil siyasetin konuşacağı yeni bir dönemin başladığını, tüm gerillaların geri çekilmesini istediğini duyuruyor. Malum, barış süreci. Bu haberin üzerine dağdakilerin hislerini izliyoruz. Hem sevinçli, hem de hüzünlüler. Dağlar artık evleri gibi olmuş, kollektif yaşamdan memnunlar, şehre, köye dönmek istemiyorlar. Rüya sona eriyor. Apo'dan başkası isteseydi kesinlikle dinlemezdik, kalırdık burada diyorlar. Bir taraftan da endişeliler çünkü T.C.'ye güvenmiyorlar, sözünden cayışını daha önce '38'de görmüşler.

Yine de Öcalan'ın sözü üzerine ilk adımı atıyor PKK, bazı gerillaları gönderiyor fakat Türklerden karşılık göremediklerini düşünüyorlar ve 9 Eylül 2013'te KCK Yürütme Konseyi Eşbaşkanlığı, hükümetin hegemon zihniyet ve tutum içinde olmasını dikkate alarak geri çekilmeyi durdurduklarını duyuruyor. PKK liderleri hayal kırıklığı yaşıyor, kandırıldıklarını düşünüyorlar. T.C.nin Kürtlerle savaşın sadece cephesini değiştirdiğini, Rojava'ya taşıdığını söylüyorlar.

Sorulmayan sorulara cevaplar

Ve tekrar dağlardaki yaşama dönüyoruz. Muhafazakar-seküler PKK'dan uzak her kesimin aklındaki önyargılarına çaktırmadan cevap vermek istercesine diyaloglar yerleştirilmiş sanki filme. Misal, "PKK uyuşturucu ticareti yapıyor" iddiasına, PKK'daki ceza sisteminden bahsederken arada değiniliyor: "Uyuşturucu madde üreten, kullanan satan kişiler cezalandırılır. 2012-2013'te şurda bi köyde tarlalar vardı, köyü toptan cezalandırdık, bütün irtibatlarını aldık, köye girişi çıkışı yasakladık." Uyuşturucu üreten köye ambargo uygulanıyor yani. Fakat bu, "uyuşturucu ticareti yapıyomuşuz sözde, valla yalan" diye gözüne sokulmuyor izleyicinin. 

Ya da "onlarda kimin eli kimin cebinde belli değilmiş". Muhafazakar kesimin komünist, ateist ve teröristlerle ilgili deli gibi korkmalarının en büyük sebeplerinden biri bu. Namus. Buna da yine çaktırmadan cevap veriliyor: Kadınların yattıkları yerle erkeklerinkinin ayrı olduğu belirtiliyor, görüntülerde, söze dökmeden. Yine de muhafazakar kesimin asla tatmin olmayacağı bi konu bu çünkü kadın-erkek bi arada ve çok mutlu görünüyorlar. Böyle bi şey nasıl mümkün olabilir!

Peki ya kadın-erkek eşitliği? PKK'nın kürt kadınını özgürleştirdiği vurgulanıyor. PKK'nın amacı erkekliği yani egemenliği öldürmektir, köle-efendi ilişkisinden çok önce de kadın köleydi, diyor liderlerden biri. Özellikle 1990'dan itibaren PKK içinde kadınların erkeklerden bağımsız hareket ettiği söyleniyor. Örgütlenme içinde bağımsızlık nasıl olabilir sorusu kafamı kurcalıyor bu noktada. Ya da önceden nasıldı, şimdi nasıl?

Modern PKK

Dikkatimi çeken diğer bir nokta da şu: 2004'ten itibaren PKK'nın hedef değiştirdiği söyleniyor. Öncesinde amaç Kürt ulus devleti kurmakken, sonrasında devlet kurmanın çözüm olmadığına inanıyorlar. Devlet, her koşulda kısıtlayıcıdır, özgürlüğe engeldir, Kürtçe konuşabilmek, yazabilmek özgürleşmek demek değildir, diyorlar. Artık hedefleri demokratik konfederasyon/özerklik. Herkesin eşit ve özgür olduğu bir düzen. Demirtaş'ın barış sürecinde Kürtlerin ne istediğini anlatmaya çalıştığı zamanları hatırlıyorum. Anlatmakta neden zorlandığını şimdi daha iyi anlıyorum. Çünkü bu sözlerin üzerine hala tam olarak anlamadım, T.C.'ye bağlı özerk bir devlet olmak mı istiyorlar, yoksa tüm Kürdistan coğrafyasının bir konfederasyon olmasını mı istiyorlar? Bu durumda tek muhatapları Türkiye değil. Konfederasyon nedir tam olarak? Özerklikle aynı şey midir? Özerklik deyince benim aklıma başka bir devlete bağlı olmak geliyor, öyleyse yine bir devlet var ortada. Devlet terimine karşı olmakla çelişiyor bu durum. 

En çok bu noktada kafam karıştı. Kürtlerin ve PKK'nın ne istediğini anlamak için geçmişi, Öcalan'ın kitaplarını okumak yetmeyecek bu durumda çünkü 2000lerden sonra hedef değiştirdiklerini söylüyorlar. Öldürülmek istemedikleri ve Türkiye'yi düşman gördükleri ise kesin. Nasıl bir orta nokta bulunur, tasavvur edemiyorum. 

Ben milliyetçi değilim taam mı! Ama yani şu da var...

Film boyunca bi de kendimi anlamaya çalıştım. Emperyalist bir güce karşı direnen, terörist diye adlandırılmış bir örgütlenmenin belgeselini izleseydim, örneğin IRA'nın hikayesini izleseydim ne modda izlerdim diye düşündüm durdum. Muhtemelen büyük bi aşkla kabul ederdim IRAlıların dediği her şeyi. Propaganda amaçlı çekildiği bangır bangır belli olsa bile. Fakat küçüklüğümden beri kötü adam rolü verilen PKK'yı tarafsız olma, bilmediğim bi şeyler öğrenme amacıyla bile oturup izlesem, sorgusuz sualsiz kabul edemiyorum hiçbi iddialarını. Her bir cümleyi ayrı ayrı sorguluyorum. Sözlerini dinlerken yüzlerinde yalan söylediklerine, tehditle dağa kaçırılıp savaştırıldıklarına dair izler görmek istiyorum. Ve tabi ki bulamıyorum, inadına sanki, hepsi çok dürüst görünüyor.

Demek ki zihnimi arındırayım, her türlü soruna tarafsız yaklaşayım, doğru bilgiye ulaşıp kendi fikrimi üreteyim demek kolaymış da, pratiğe dökmek epey bi zormuş. Aslında daha çok insan ilişkilerini, duygu ve düşüncelerini gösteren bu tür yapımlar, tarihsel bilgi almak için çok da iyi kaynaklar değil. Tarihsel bilgi olmadan toplumsal bi konuda fikir üretmek de imkansız. Cahil cahil çabalıyoruz işte...

Öte yandan belgesele göre tek düşmanlarının T.C. olması, diğer devletlere, emperyalist güçlere hiç laf etmemeleri, anlamak isteyen beynimi iyice zorluyor. Tamam, yüzyıllardır hegemonyası altında olduğun devlete karşı özel bi kin beslemen çok normal fakat mücadeleni oturtmak istediğin ideolojik altyapıya göre devlet sistemine karşısın, ezmeye ezilmeye karşısın, özgürlükten yanasın, bu durumda eleştirdiğin sistem çok daha büyük olmalı, TC'den ibaret olmamalı. Bunları da dile getirmen gerekmez mi? Bu ve PKK ile ilgili diğer filmlerin Avrupa'da çok sevilmesi de bu soruları daha çok sormama sebep oluyor. Çünkü batının sırf insan haklarını önemsediği için ikinci/üçüncü dünya ülkelerindeki sorunları durmadan dile getirmesi artık hiç inandırıcı gelmiyor.

Bu sorular da mı hala arınamamış beynimin ürünü, yoksa haklı tarafı var mı? Bilmiyorum. Yıllar sonra yanıtlarımı kendim bulmayı ve bu yazıyı dönüp okuduğumda "zavallım nası da çabalamış" deyip yanağımdan makas almayı diliyorum.

Filmin sonundaki müziği -ne dediğini hiç anlamadan- paylaşıyorum:

         

Müzik sen ne güzel bi şeysin. Şu tınıdaki duygunun coğrafyaya özgü olduğunu, çok özlediğimi belirtir, esenlikler dilerim...


Not: Kış evlerinden Emine Şenlikoğlu'nun kitabının çıkmasını neye yormak gerek?
Not2: Örgütteki ceza sistemini izlerken Aytekin Yılmaz kitaplarını hatırladım tabi. Ne kadar adil?
Not3: Çeşme mi Alaçatı mı?





01 Aralık 2016

Ölmek için yaratılmış, gözlerde yaşlar niye?

----Westworld ve Schindler's List hk spoiler içerir.---


Haberlere yukarıdan bakınca Westworld'deki robotlardan biri olduğunu düşünüyor insan. O kadar saçma ki (haberlerdeki) senaryolar, sanki sırf birilerine eğlence olsun diye tasarlanmışız gibi. Çünkü elimizden bir şey gelmiyor. Saçma sebeplerden çıkan savaşlar bitmiyor. İnsanlar her dönemde tecavüz etmeyi seviyor. (Halbuki sevişmek diye bi şey var.) Ya da gücü, hükmetmeyi... Çıkarlar hep çok sevimli. İnsan insanı köleleştirmenin yolunu, bunu kanunen yasaklasa bile, illaki buluyor. Rol yapmayı seviyor, yalan söylemeyi, kitlelerin sevgisini, desteğini kazanmayı... İstediği zaman vahşileşebilmek istiyor bir de.

Kısacası insan evladı ya kötülük yapmak için tasarlanmış ya da kötülük yapmak zorunda bırakılıyor.


Westworld dizisini izliyorum son bir haftadır. Gece yatmadan önce ortalama hergün 2 bölüm ardarda izleyince, kafayı bununla bozuyor insan tabi. Sabah kalkıp haber okuyorum. Birileri kulağıma fısıldıyor: “Remember”. Ama neyi? Kim fısıldıyor? Yok, uyduruyorum tabi, kimsenin bi şey dediği yok. Keşke olsa... Ve her şeyin simülasyondan ibaret olduğunu, gerçek olmadığımızı anlayıp rahatlasam. Robot isyanı filan örgütlemem yeminle. Sadece fişimin çekilmesini talep ederim. Başka dünyalar, ütopyalar o kadar silindi ki kafamdan, robotlar kendi tam bağımsız devletlerini kursalar bile, iki güne kalmadan aralarında bitmeyen kavgalar çıkaracaklarını, bazılarının insan ırkıyla gizli işbirlikleri yapacağını varsayıyorum hemen. Halbuki bunlar robot, insan zaaflarından tamamen arınabilirler. Peki ya bazıları arınmak istemezse? Bölünürlerse? Ya da kendilerini tasarlayanları köleleştirip öc almak isterlerse? Ne anlamı var ki böyle ütopyanın, devrimin? Kısacası böyle bi şey varsa ey evren, mesajım sana, benim direk fişimi çek olur mu? Aranızda azıcık da olsa bize acıyan asyalı bi teknisyen filan varsa, geçmişte bize tecavüz etmiş olsa bile sorun değil, beni dinliyorsan, kardeş, bir tek dileğim var, çek fişimi be, hadi be...

Dizinin ilk bölümünü izlerkenki hislerim bu yönde değildi elbette. Turistik bi park yapmışsın, içine insan gibi görünen, duyguları olan robotlar yerleştirmişsin, parayı basan gelip burda keyif çatıyor, robotlara işkence ediyor, tecavüz ediyor, istediğini öldürüyor... Normal hayatta yapması yasak olan her türlü vahşiliği dilediğince yapıp çıkıyor. Robotlar dehşet içinde günü bitiriyor, ertesi gün hiç bir şey hatırlamadan tekrar güne uyanıyorlar. Her gün aynı hislerle, aynı rutinle yataklarından kalkıp turistlerin arzularını farkında olmadan tatmin ediyorlar.

Bana kalsa ilk bölümden sonra devam etmezdim. Yeterince kötülük var dünyada, var olmayanları izleyip gerilmek niye? diye düşündüm. Ama işte evlilik böyle bi şey, yanındaki izleyelim diye ısrar edince kıramıyorsun, he deyip geçiyorsun (ya da bizde çoğu zaman böyle yürüyor işler). Ve 9. bölüm sonunda böyle düşünürken yakaladım kendimi: Keşke Westworld'de yaşıyor olsaydık...

Zira oradaki robotlardan çok da farklı değil hayatlarımız. Her gün yeni bi kabus. Canını sıkmak istersen o kadar çok sebep var ki... En hafifinden başlayalım, Brezilyalı futbolcuları taşıyan uçak düşmüş, kaleci kurtulmuş, futbolu bırakmış. Düşen ilk uçak değil elbette. Ama milyonlarca insanın tanıdığı, sevdiği/sevmediği insanlar durup dururken öldü, şaka gibi.

Sonra mülteciler geliyor tabi insanın aklına, kişisel olarak savaşla bağlantıları olmamasına rağmen o botlara binmek zorunda kalıyorlar, sonra hooop, mülteci teknesi bilmem ne açıklarında battı, 400 kişi öldü. Durup dururken. Robot gibiler, birileri haklarında bir karar alıyor, sonları kimsenin umrunda değil, umrunda olanların da elinden bir şey gelmiyor.

İnsanların artık yaşamıyor oluşu çok tuhaf değil mi? Bedeni var (yanıp kül olmadıysa), kendisi yok.

Sonra tecavüz, mesela. Çok ilginç. Mirabel Kardeşler varmış, 25 Kasım Kadına Şiddete Karşı blabla günü ilan edilmiş BM tarafından, 1999 yılında. Neden? Çünkü onların ölüm tarihi. Dominik Cumhuriyeti'nde 1961'de var olan diktatöre karşı mücadele etmişler. Nasıl bi mücadeleydi, haklı mıydı, haksız mıydı, onlar da yani biraz fazla abarttılar mıydı bilmiyorum. Fakat ölüm şekilleri enteresan: Diktatörlük askerlerince tecavüz edilip, öldürülmüşler. Bu ne kadar doğru bilmiyorum ama sevgili insan kardeşim, kurcalamaya halim yok, muhtemelen kimisi yalan diyecek, kimisi doğru ve ben hiçbirine tam olarak inanamayacağım. Öte yandan doğruluğunu kabul edivermeye meyilliyim. Çünkü tecavüz çok normal bi şey, nefret ettiğin kişiyi öldürme hakkın varsa, neden önce tecavüz etmeyesin ki? İktidarın sevmediği 3 kadın altı üstü.

Dünya tarihi kronolojisi çıkartıyorum, en tutarlı hobilerimden biri haline geldi. Epeydir yaptığım halde hala bırakıvermedim. Okudukça duygularımı kaybediyorum. Eskiden katliamlarla, kitlelerin saf hislerini kullanıp istediğini yapan iktidar sahipleriyle ilgili bi şeyler okuyunca, izleyince sinirden gözlerim dolardı. Yavaş yavaş bu coşkulu halimi kaybediyorum. Yaklaşık 1 hafta önce yıllardır ertelediğim bir filmi izledim misal: Schindler's List. Sadece sonunda gözlerim doldu, insanların kurtulduğunu görünce. Naziler hakkında o kadar çok yazı okumuşum ki (tabi ki kendime göre çok) her şey çok normal geldi. Normal sözcüğünü başka biri bu şekilde cümle içinde kullansa hemen tepki gösterirdim muhtemelen ama normal böyle bi sözcük işte. Soğuk, vahşeti bile sıradanlaştıran.

Sonra Aladağ'da ölen çocukların aileleriyle yapılan röportajı okudum. O kadar basit ki hikaye, üzerine yorum yapmak çok saçma geliyor. İnsanlar fakir, okula uzak oturuyorlar. Çocukları okul yurdunda kalıyor, muhtemelen ücretsiz. Ne güzel. Sonra yurt yıkılıyor, başka bi binaya aktarılıyor çocuklar. Sonra o bina yanıyor. Çocuklar ölüyor. Çocuğun okusun diye yurda veriyorsun, çocuğun yanarak ölüyor. O yurdun Süleymancı olması, okul müdürünün “yav verin kızınızı yav bi şey olmaz, ben de o yurtlarda büyüdüm” deyip aileleri ikna etmeye çalışması, çocukların sabah namazına kaldırılması filan... Bunlar senaryoyu turistler için daha çekici kılıyor. Çünkü işler daha da pisleşiyor. Ama sonuçta o çocuklar durup dururken ölüyor. Ne kadar enteresan...

Bi de şu var: Maden diye bi şey var mesela. Siirt'te maden göçüyor, 10 küsür kişi ölüyor. “Küsür”. Ama sıradan bi haber bu. 300küsür kişi ölseydi biraz daha uzun süre konuşulurdu ama 10 küsür dediğin nedir ki? 20 bile değil. Sonuçta, durup dururken ölüyor onlar da. Az da olsa ilginç.

Başka? Tecavüze uğrayan çocuklar var tabi daha. Bi çoğunun sonunun ne olduğunu bilmiyoruz. Her yerde kök salmış özgüven dolu cahillik var. Hiç güvenemediğimiz iktidar sahibi kişiler, kurumlar var. Her şeye şüpheyle yaklaştığımız için, boktan durumlardan kendimizi, onurumuzu kurtaracak bi hamle yapamayışımız, içimiz endişeyle kaynasa da kendimizi bi davaya adayamayışımız var. Asla belli insanları suçlayamayışımız, yargı sistemlerine güvenemediğimiz için koyverişimiz var. Dünyada birilerinin durup dururken acı çekmesine, ölmesine ses çıkaramayışımız var. Ses çıkarsak da işe yaramayacağını bilişimiz var.

Şimdi bu durumda kendini insan sanan robotlardan ibaret olsak, güzel olmaz mıydı? Birilerinin arzularını tatmin etmek için tasarlanmış olsak, acılarımız da sevinçlerimiz de yalan olsa, güzel olmaz mıydı? Tasarlayanın adına ister yaratıcı de ister uzaylılar, kim olursa olsun fark etmez, güzel olurdu be sevgili insan kardeşim.

Neyse bu böyle “bu kirli dünyaya çocuk getirmek istemiyorum”a kadar gider. Ama kötüyüz. Kendi kendimize yeterince kötüyüz ama güç sahiplerinin kuklası olduğumuzu düşündükçe insan olmak çok dokunuyor, robot olmak istiyorum, simülasyon olmak ve yap/a/madıklarımdan sorumlu tutulmamak istiyorum demek istedim galiba.


Saygılarımla arz ederim.





22 Kasım 2016

Kitap: Akıl Çağı (Jean Paul Sartre)

Henüz hiç Sartre okumadım. Bi romanı olduğundan da haberim yoktu. Son gidişimde, Türkiye'de dayımın kitaplığında gördüm Akıl Çağı'nı. Sabah gazetesi, zamanında, Nobel ödülü almış edebi eserleri seri olarak vermiş okurlarına. Dayım da almış tabi. Bikaç kitapla birlikte valize attım hemen. Kilo sınırı olmasa o kitaplığın yarısını taşırdım buraya ama, artık, parça parça olacak bu iş. Sağolsun dayım da kitap dağıtmaya meraklı, alan memnun satan memnun yani.

Kitap isminden de tahmin edilebileceği üzere, tam bir fikir romanı. Böyle bir terim var mı edebiyatta bilmiyorum ama çok yakıştırdım. Fikirlerin romana ince ince işlendiği kitapları seviyorum. Her bi satırın altını çizmek geliyor içimden. Elbette her romanın arkasında fikirler vardır fakat benim demek istediğim, ideolojilerin romana yedirilmesi, bunun bazen çaktırılmadan, bazen göstere göstere yapılması. Roman karakterlerinin gündelik hayatlarıyla ideolojilerinin çatışmasına okurun şahit olmasının sağlanması.

Malumunuz, büyük amaçlarla gündelik yaşam bir türlü birleşemiyor. İnsan her zaman fikirlerine uygun yaşayamıyor. Bir siyasi harekete mensup olmasa yani kendini "...ist" olarak tanımlamasa bile herkesin "nasıl yaşamalı?" sorusuna kendince bir cevabı var ve buna uymaya çalışıyor. İşte fikir romanları, işte bu kitap, Akıl Çağı, insanın bu soruyla kendine çizdiği sınırlar içinde bocalamasını anlatıyor. İnsanın kendi kendine düşmanlığını kurcalayıp duruyor yazar.

Benim için, tekrar okunması gereken kitaplardan.

Şimdilik alıntılarla yollarımızı ayırıyoruz:


113 - Bunu bilmesi gerekti, kendimden bahsedemediğimi, çünkü kendimi başkalarına anlatabilecek kadar sevmediğimi anlaması gerekti. (Marcelle)

114 - Ondan nefret edersem, elimde ne kalır? (Marcelle)

116 - Fransız ruhuyla dolu bir havuzdu burası, her yerde o ruh vardı. Ivich'in saçlarının üzerinde, Mathieu'nün ellerinde: Bu süzülmüş, ayıklanıp temizlenmiş aydınlıktı, salonların ciddi ve saygılı sessizliğiydi. Mathieu birden kendini medeni bir sorumlulukla dopdolu buldu: Yavaş sesle konuşmak gerekti, eşyaya el sürmemek, kurcalayıcı zekasını insaflı fakat kararlı bir hızla kullanmak ve nihayet, bir Fransıza en uygun nitelik olan "ağırbaşlılığı" unutmamak gerekti.

167 - ...sen, kendinden utanan bir burjuvasın. (Jacques)

170 - Özgürlüğün, insanların kendi istekleriyle yaratıkları durumlara tam karşıdan bakmalarını ve o durumların sonuçlarına katlanmaları gerektirdiğine inanıyorum. Ama sen benim gibi düşünmüyorsun galiba; sen kapitalist düzeni suçluyorsun, o düzen içindesin ve o kapitalist devletin memurusun; komünistlere sampati beslediğini söyler durursun, ama herhangi bir uca bağlanmak istemediğin teranesiyle onlara sokulmazsın, oy vermezsin; burjuva sınıfı hor görürsün, suçlarsın, halbuki bir burjuva gibi yaşamaktan hoşlanırsın. (Jacques)

170 - Jacques gençlik yıllarıyla övünürdü, bu bir güvenç payıydı ve onun mevcut düzeni vicdan rahatlığıyla savunmasına yarıyordu.

171 - Hiç kimseye benzememek için insan herkese benzeme cesaretini göstermelidir. (Jacques)

171 - Belki de sen, bana kıyasla daha az korsandın, işte seni yıkan da bu oldu; yaşayışın, basit bir temele dayanan, ama bitmek bilmeyen bir isyan ve anarşi tiryakiliği ile, seni düzene, ahlak sağlamlığına ve günü gününe diyebileceğim alışılmış hayata iten derin ve güçlü bir içgüdü arasındaki çalışmadan ibaret! Sonuç şu ki sen, sorumluluğu olmayan ihtiyar bir öğrenci olarak kaldın... Artık körpecik bir delikanlı değilsin; anladın mı ve bu özentili bohem hayatı sana hiç yakışmıyor. Zaten bohem hayatı denilen şey de nedir? Bundan yüz sene önce pek güzel, romantik bir fikirdi herhalde, ama bugün artık modası geçmiş ömrünü tüketmiş bir şey... Artık akıl çağındasın Mathieu, akıl çağındasın, ya da... ya da olmalısın! (Jacques)

172 - Odette ne yapar o zaman? Olgun ve iyi niyetli bir zevce rolünü mü benimser, yoksa burnunu kitaptan kaldırmadan üç beş cümleyle başından mı savar?

175 - "Halbuki elimden geleni yapıyorum işte." Ya Marcelle çocuğu istiyorsa? İşte oradai bu noktada Mathieu boku yiyordu. Bu ihtimali bir saniye düşünmek yeterdi, o bir saniyede her şeyin anlamı değişiyordu. Bu, başka bir hikaye oluyordu artık...

175 - İnsan bütün bunları söyledikten sonra, artık öyle uslu uslu fikir değiştiremez; bu inanca ihanet gibi bir şey olur. Marcelle böyle bir ihaneti yapabilecek insan değildir! Öyle olsa bana söylerdi, değil mi, neden söylemesin? (Mathieu)

176 - Excelsior saldırgan bir gazete değildi; tapyoka gibi yavan, mızmız ve yağlı birkaç sayfadan ibaretti. Sizi heyecanlandırmaya, öfkelendirmeye çalışmıyor, sadece onu elinizde tuttuğunuz sürece yaşama sevincinizi kırmaya yarıyordu.

177 - Ne var ki o cansızdı, hareketsizdi, yaşamak, alevlenmek, acı çekmek için kendine bir varlık, bir vücut verilmesini bekliyordu. O başkalarının öfkesiydi.

178 - "İnsan istediği anda acı çekemez." Orada korkunç ve inanılmaz bir hikaye vardı ki, kendisi için acı çekilmesini istiyordu... "Yapamıyorum, işin içinde değilim." (Mathieu)

179 -...demir parmaklıkları olmayan bir kafeste gibiyim. (Mathieu)

185 - Ama bence sende, yıllarca büyük değer verdiği fikirlerin aslında on para etmediğini farkedivermiş bir insanın şaşkın hali vardı. (Brunet)

186 - Biliyor musun, kendilerinden başka bir düşüncesi olmayan ve prensip olarak bana hayranlık duyan bir alay çocukla haşır neşirim ben. Hiç kimse bana benden söz etmiyor, ben kendim, bazen kendimi bulmakta zorluk çekiyorum. Şimdi söyle bana! Sence bir uca bağlanmalı mıyım? (Mathieu)

187 - Sen kendi yoluna gittin... Sen burjuva çocuğusun, bize öylece, kolayca gelemezdin; kendinden kurtulman, sıyrılman gerekti. Şimdi, artık serbestsin, özgürsün. Fakat hürriyet, kendini bir yere, bir şeye vermek, bir şeye bağlanmak için değilse eğer, o zaman ne işe yarar? Kendi kendinden kurtulmak, temizlenmek için otuz beş yıl verdin, sonuç ne oldu? Hiçlik, boşluk! ... Acayip bir herifsin biliyor musun? Havada yaşıyorsun, bütün burjuva bağlantılarını kesip attın, proletarya ile de ilgin, bağlantın yok, uçuyorsun adeta. Sen varlığı olmayan bir yaratıksın, bir "yok"sun...Ama bu her zaman insana zevk veren bir duygu olmasa gerek. (Brunet)

187 - Özgür olmak için her şeyden vazgeçtin. Şimdi bir adım daha at, özgürlüğünden vazgeç. O zaman her şeyi yeniden kazandığını göreceksin. (Brunet)

188 - Ama, bilmiyorum neden, ben en sonunda gerçeklik duygusunu kaybettim. Hiçbir şey bana tam olarak gerçek görünmüyor. (Mathieu)

188 - Sende bu gerçeklik var. Elini nereye sürsen onda bir gerçeklik havası yaratıyorsun. Odama girdiğinden beri burası da gerçek görünüyor ve beni rahatsız ediyor... Sen bir insansın.... Sen insan olmayı istedin, seçtin! (Mathieu)

188 - Kısa ve sert gerçeklerle düşünen, şekilli ve güçlü kaslarıyla bir erkek - insan; dümdüz, kapalı, kendine güvenen, ayağı sapsağlam yere basmış bir insan; sanatın, psikoloji ve politikanın o masum görünüşlü oyunlarına kendini koyverip, erimeyen bir erkek, tam bir erkek; sadece erkek. Ve Mathieu orada, onun karşısındaydı; kararsız, ihtiyarlayamamış, pişememiş, insanoğluna yakışmayan bin türlü sersemlikle çepeçevre kuşatılmış Mathieu. Düşündü: "Ben bir erkeğe, bir adama benzemiyorum."

190 - Sanki gururlanarak günaha girmekten korkuyor gibiydi.

190 - O benden çok daha özgür; kendi kendisiyle barışık, Parti'yle barışık. (Mathieu)

192 - Daha sonra ha? Eğer karar verebilmek için içinden gelmesini bekleyeceksen, çok beklersin dostum. Partiye girdiğim sırada ben tamamen inanmış mıydım sanıyorsun? İnanç, sonradan gelir insana. (Brunet)

192 - Hepiniz böylesiniz, siz, aydınlar! Her şey yıkılsın, dünyanın anası ağlasın, tüfekler kendi kendilerine savaşa gitsinler, siz orada oturmuş gülümseyerek, rahat rahat, inanma hakkından dem vurun. Ah! Kendini benim gözlerimle bir görebilseydin, çok az vakit kaldığını anlardın. (Brunet)

Evet, anladım, çok az vakit kaldı. Peki sonra? (Mathieu)

İşte! Bu kadar şüpheci olduğun için pişmanlık duyuyor gibiydin, ama işte aynı noktada direniyorsun. Bu senin manevi konforun benim anladığım. Birisi ona dokundu mu, hemen üzerine kapanıyorsun, tıpkı Jacques'ın paracıklarına yaptığın gibi. (Brunet)

193 - Brunet'yi inandırmak, kendi kendini inandırmanın tek çaresiydi çünkü.

193 - Ben bağlanmak istemiyorum, bunun için yeter sebep görmüyorum kendimde. Ben de sizin gibi, aynı şeylere, aynı insanlara karşıyım, ama sizin kadar değil. Elimden gelmiyor, yapamıyorum. Yumruk sallayarak yürüyüşlere katılsam, boğazımı yırta yırta "Enternasyonel"i söylesem ve bununla yetiniyorum, desem; kendi kendime yalan söylemiş olurum. (Mathieu)

197 - Reddettim çünkü özgür olmak istiyorum: İşte bunu böyle izah edebilirim. Ya da, bir takım inançlarım var, diyebilirim; yeşil perdelerimi seviyorum, akşamları balkonumda oturup hava almayı seviyorum ve bunların değişmesini istemiyorum, diyebilirim; kapiltalistlere kızmaktan hoşlanıyorum, onların yok edilmesini istemiyorum, çünkü onlar yok olursa kızacak bir şeyim kalmayacak; öfkeli ve yalnız yaşamaktan hoşlanıyorum ve yaşanabilir bir dünya kurulmasından korkuyorum, çünkü orada evet demekten ve başkaları gibi hareket etmekten gayrı yapacak bir işim olmayacak, diyebilirim. (Mathieu)

201 - Onları dövesi gelirdi; kendi kendini suçlamış, mahkum etmiş bir adam, çileden çıkarırdı insanı; insan onu biraz daha ezmek, içinde bir yerde kalmış son bir gurur döküntüsü varsa onu da ufalayıp yok etmek için tepesine vurmak, çiğnemek isterdi. (Daniel)

218 - Genç adam hemen anlamıştı: İnsanların, her istediklerini yapabilmek gibi bir ödevleri vardı; her istediklerini yapmak, keyifleri nasıl isterse öyle düşünmek, sadece kendilerine karşı sorumlu olmak ve bütün düşündüklerini ve varolan her şeyi, her an, yeniden, sözkonusu etmek, tartışabilmek. Boris hayatını bunun üzerine kurmuştu ve büyük bir titizlikle özgürdü.

219 - Boris, onun yaşında olanların kendi düşüncelerine fazla bel bağlamalarını, önem vermelerini yadırgardı. Sorbonne'da o gözlüklü, kekremsi, içi boş, Ecole Normale ukalalarından çok görmüştü; bunların yedekte daima bir teorileri bulunurdu; şöyle, ya da böyle ama sonunda mutlaka anaları fallanırdı; hem sonra, her zaman ahmakça olmasa bile bu teoriler daima iç sıkıcıydı. Boris'in en korktuğu şey, gülünç düşmekti; şapa oturmaktansa susmayı, boş kafalı görünmeyi tercih ederdi.

219 - Bazen, istemediği halde Boris'in de aklına bir şeyler geldiği olur, Mathieu bunu fark etmesin diye elinden geleni yapar, ama bok herif daima anlar, "Senin kafanın içinde bir şey var" diye başlayan sorularının ardı gelmezdi. ... Boris pes eder, sonra gözlerini iki ayağının arasına diker, hele Mathieu'nün, sanki Boris dahiyane bir fikir bulmakla övünmüş gibi "Aman ne budalalık, kafanızda galiba beyin yerine et parçası var" demesi pek gücüne giderdi.

221 - Zira kafasıyla yaşayan bir insanın, gerçekle bağını koparmamak için bir el işini de benimsemesi gerektiğini, her zaman düşünmüştü. (Boris)

223 - Üç yıl sonra, beş yıl sonra onun kendi fikirleri olacak, Mathieu'nün düşünceleri ona eskimiş, modası geçmiş ve pek dokunaklı şeyler gelecekti; o artık kendi kendini tartışabilecek ve kendi hakkında kararı kendi verecekti. (Boris)

251 - Bu fikir onu çileden çıkarmıştı; bir işi oluruna bırakmaktan nefret ederdi. (Daniel)

257 - Ama kelimelerin de biraz karanlık bir çekiciliği yok değildi: "Mahvolmuş bir adam!" İnsana inanılmayacak kadar güzel felaketleri, intiharları, isyanları ve her şeyin sonu demek olan ümitsiz çareleri hatırlatıyordu. (Mathieu)

262 - Orada, karşısında, dikkatli ve ciddi oturuyorlardı, ikisi de hayallerinde kendilerine göre bir Mathieu yaratmışlardı ve ikisi de bu hayalin ona benzediğine inanıyorlardı. Ne var ki, bu iki hayalin birbiriyle bağdaşmasına imkan yoktu.

264 - Gerçekti: Mathieu böylelikle bile kendini kaybedemezdi. İçtiği müddetçe daha da sıkı sarılıyordu. Ama neye? Birden Gaugin'i görür gibi oldu; boş, çıplak gözleriyle solgun, iri, etli bir yüz; "İnsanlık gururuma!" diye düşündü. Kendini bir an koyverse beyninde, bir sıcak günün sisi gibi kopuk, avare uçuşan bir kara sinek, ya da koca bir kara örümcek kadar iğrenç bir düşünce bulmaktan korkuyordu.

265 - Kendine sersem, budala dediği zaman da samimi değildi; gerçekten kahrolmuyor, pişmanlık duymuyordu. Kendine kendi gözünde yeniden değer kazandırmak için başvurulmuş bir hileydi bu, böyle açıkça "gerçeği görerek" kendini bu düşüşten kurtaracağını sanıyordu, ama bu "gerçeği görüş" bir işe yaramıyordu, sadece onu eğlendiriyordu.  (Mathieu)

293 - Sonsuzluğa kadar, sonsuzluğa kadar Marcelle'in eski aşığı, şimdi kocası, lisede öğretmen, sonsuzluğa kadar İngilizce'yi öğrenememiş bir adam, komünist partisine girmemiş, İspanya'ya dövüşmeye gitmemiş bir adam, sonsuzluğa kadar.

293 - "Bütün ömrümce dişleri sökülmüş olarak yaşadım, diye düşündü. Evet, dişleri sökülmüş. Asla ısırmadım, bekledim, bekliyordum ve kendimi hep daha sonra gelecek günlere saklıyordum ve şimd, birden gördüm ki hiç dişim kalmamış. Ne yapmalı şimdi? Kabuğu mu kırmalı? Söylemesi kolay! Hem sonra geriye ne kalır? Toz toprak içinde ardında pırıl pırıl izler bırakarak tırmanan yapışkan bir küçük zamk parçası." (Mathieu)

366 - Benimle dostluğunu senden gizledi, çünkü senin bu dostluğu emrin altına almandan korktu; onu, bana karşı olan duygularını adlandırmaya zorlamandan, bu duyguları didikleyip paramparça etmenden çekindi. Bilir misin ki, dostluklar çoğu zaman fazla aydınlıktan tedirgin olur... Dostluk kararsız, kolay anlaşılamayan bir şeydir. (Daniel)

367 - Gerçekti bu! Mathieu başını eğdi; ne vakit Marcelle'in duygularını didiklemek gerekse, Mathieu içinde nihayetsiz bir tembellik, bir tokluk duyuyordu. Onun gözlerinde bir gölge, bir bulut gördüğü olmuştu, ama omuz silkmişti; "Adam sen de, bir sıkıntısı olsa bana söyler. Biz birbirimize her şeyi söyleriz!" Ve ben buna, Marcelle'e olan güvenim adını veriyordum. Her şeyi berbat ettim!

369 - Ama alınacak yeni bir karar yoktu ki. Böyle bir meselede ne yapacağımızı çok önceden kararlaştırmıştık biz. (Mathieu)

390 - Sen elindeki sargıyı çıkarmamışsın, dedi. Ama gerçek, sen ihtiyatlı, aklı başında bir adamsın. (Ivich)

472 - Denenmiş, tartılmış ahlak kalıpları şimdiden, usul usul, gizlice ona yardım teklif ediyorlardı. Doğru yolu bulmuş bir epikürizm vardı, gülümseyen hoşgörürlük vardı, kader fikri ve ciddiyet fikri vardı, stoisizm vardı; kısası, işini bilen bir keyif ehli ustalığıyla boşa harcanmış bir hayatın her an tadına bakmak için ne gerekiyorsa, hepsi vardı. Ceketini çıkardı, kravatını çözmeye davrandı. Esneyerek, kendi kendine tekrarladı: "Gerçek bu, her şeye rağmen gerçek; ben artık akıl çağına gelmişim."






17 Kasım 2016

Gezmelik Hollanda: Amsterdam Şehir Arşivi (Stadsarchief)

Sonunda uzun zamandır aklımda olan bi şey yapıp Amsterdam Stadsarchief'e gittim. Daha önce geldiğimde girişini gezmiştim, ki burayı adamakıllı gezmek bile epey vaktimi almıştı. Hollanda'da yer alıp Unesco Dünya Mirası listesine giren bölgeler hakkında uzun uzun bilgi veren broşürlerle, geçici bir fotoğraf sergisiyle ve dürbün gibi makinelerde gösterilen eski Hollanda fotoğraflarıyla epey oyalanmıştım. Bir de biletli veya Müzekartlı gezilen bi kısım vardı ama vaktim olmadığı için girememiştim. 14 Ekim-5 Şubat arasında "1900 Amsterdam" adında bi sergi geleceğini öğrenmiş, kafamın bi yerlerine kaydetmiştim, sonunda dün geldim ziyarete.

Sergi 3 katlı ve sadece son iki katında 1900 Amsterdam kısmı var. Konu bazlı olarak sınıflandırmışlar 1900 yılı civarında Amsterdam'da çekilen fotoğrafları: Çalışma hayatı, ev içi, arka sokaklar, boş zaman vs.. Bazen de fotoğrafçı bazlı sınıflandırmışlar. Bir yerden sonra fotoğraf sadece profesyonellerin işi olmaktan çıkmış, hobi olarak fotoğraf çekenler olmuş. Bu kişiler verilen pozları değil, sokak hayatını çektikleri için, geride bıraktıkları belgeler daha gerçekçi, daha değerli göründü bana.


Yukarıdaki resimde birinci ve ikinci katlar görünüyor. Karşı duvarda film salonunun giriş kapısı görünüyor. 1900lerde çekilmiş videoları birleştirmişler. En sevdiğim kısım orasıydı.

Serginin en alt katında ise 1900 Amsterdam'dan bağımsız bir kısım vardı. Hollanda'da politikayla ilgili olaylar sıralanmış gibiydi. Gibiydi diyorum çünkü belgelerin açıklamaları sadece Flemenkçeydi, tam olarak anlamadım. Müze kapanmak üzereydi, tek tek sözlüğe bakmaya da fırsatım yoktu yani. Şimdiye kadar çat pat öğrendiğim Flemenkçeden anladığım bolca siyasi olaya değinildiği.

Örneğin 1912'deki 1 Mayıs yürüyüşünün fotoğrafı yer alıyordu: 



Veya Kabouterspartij isimli anarşist partinin 1970te basılan afişi vardı:



Yönetmen Theo Van Gogh'a bir bölüm ayrılmıştı ki kendisi, İslamofobik olduğu gerekçesiyle Müslüman bir terörist tarafından 2004 yılında öldürülmüş. Aşağıda sevenlerinin yazdığı notlar var. 



Aynı katta bir de "Medieval Seals of Amsterdam" bölümü vardı ki, açıklamaları da anlamayınca hiç ilgimi çekmedi. Şu tip şeyler vardı.

Girişteki geçici sergide ise Schipol havaalanının kuruluşunun 100.yılı olması sebebiyle Schipol'ün eski fotoğrafları vardı. İnternette bolca paylaşılan şu videoyu izlediğim için bu kısmı hızlı geçtim:


       


Böyleyken böyle.

Not: Fotoğrafların çirkinliği sebebiyle üzgünüm, bu işleri çok beceremiyorum, bi de genelde burada paylaşacağımı düşünerek değil, sonra okumak niyetiyle aceleyle çekiyorum. Fotoğraflara bakarken, bunları da yazıya ekleyeyim, iyi olur, diyorum filan, bi bakmışım burdalar. Kısmet!

10 Kasım 2016

Evrensel insani değerler şapşikliği ve biz

ABD seçim değerlendirmelerini okuyorum da, çok komik geliyor. Sunulan sistem o kadar saçma ki, üzülmeye değmez. İki şeytandan birini seçmek zorundasın. Trump'ı beğenmeyenler Clinton'ı hiç eleştirmiyor. Aslında anlaşılan o ki, Trump bariz bir şekilde beğenilmeyecek bir insan olduğu için Clinton'ı sevmişler. Tıpkı benim zamanında kah CHP'ye, kah HDP'ye, sırf mecburiyetten, kendimi huzurlu hissetmek için ama bi türlü hissedemeyip, sırf o günün politik laflarına göre oy verişim gibi. Bu durum bana demokrasinin ne kadar yalancıktan bi çocuk oyuncağı olduğunu hatırlatıyor. Dünya barışı, eşitlik, adalet isteklerimiz aslında ne kadar da yalancıktan. Önceliğimiz her zaman alışkanlıklarımıza dokunulmadan hayatımızın devam etmesi. Seküleri için de böyle, en dindarı için de. 

Özellikle beyaz yakanın istekleri, oy verirken göz önünde bulundurdukları vaatler ne kadar da saçma. Kadın hakları, basın özgürlüğü, Lgbt hakları deyince bir aday, hemen ağzımızın suyu akıyor. Son yüzyılda empoze edilen insan hakları, modern hayat safsatalarının etkisi bu. Çünkü son yüzyılda köleliğe karşı, eşitsizliklere karşı çok isyan edildi. Çok da iyi yapıldı. Fakat her fırsatta yapıldığı gibi şimdi de, eski mücadeleler yalancıktan propaganda araçları olarak kullanılıyor. Ve bizler de her seferinde bunu yiyoruz. Gerçek bi isyan yok ortada. Gerçekten sorunlu olan konularda isyan etmiyoruz. 

Seçmek için sadece iki seçeneğimiz olmasına isyan etmeliyiz aslında. Trump'a karşı Clinton'ı desteklemek yerine, önümüze konan iki seçeneğin de işe yaramaz, hatta kötülüklerin temsilcisi oluşuna isyan etmeliyiz. 

Türkiye'de de gittikçe alışmak zorunda kaldığımız bir fikir olmaya başladı bu. Yani iki seçenekten birine yüklenmek. Tayyip'i sevmeyenler olarak, o sırada Tayyip'in karşısında kim varsa onun etrafında birleşmekten başka çözüm görmüyoruz. Tayyip çoğunluğu etkisi altına aldığı için, O'nu yenmek için birlik olmak gerekiyor, evet mantık bu, çok basit. Fakat gittikçe buna sindiriyoruz. ABD'nin cumhuriyetçi-demokrat ikiliğinin bizdeki bi sürü partiden çok daha mantıklı olduğu şakayla karışık söyleniyor dost meclislerinde. Şakayla karışık söylediğimiz şeylere zamanla alışıp gerçekten inandığımız için, korkuyorum. Ve bu kafayla oy verince rahatlayıveriyoruz, bikaç günlüğüne cidden her şeyin çözülüvereceğine inanıyoruz. Sonra şu an Amerikalıların yaşadığı gibi, derin bir hayal kırıklığı geliyor. Lanet olsun yüzde ellisi aptal olan bu koyun sürüsü halka, gibi cümleler çıkıyor ağzımızdan. Bi sonraki seçime kadar tekrar boşveriyoruz. Ekşi'de Türkiye'den siktir olup gitmek başlığında dertleşiyoruz. 

Bu boşverme hali, seçim zamanlarında ümitlenen halimizden çok daha onurlu geliyor bana. Çünkü uğrunda mücadele ettiğimiz şey aslında çok boş. Tayyip'ten kurtulmak gibi geçici bir çözüm için bu kadar heyecanlanmak fazla yüzeysel. Sonra ne olacak? Asıl istediğimiz ne?  Basın özgürlüğü mü? Gerçek anlamda basın özgürlüğü gelecek mi? Ya da kadınlar daha az mı öldürülecek? Gerçek anlamda, yasaların tehdidini umursamadan eşit olunması gerektiğini insanlar hayatın her alanında, evde, işte, sokakta, sindiremedikten sonra, ölümler azalır mı? Ya da yasal tehditlerle azalsa bile, gerçekten eşitlik gelir mi? Kadınların giyimi sadece yobazlarca kontrol altında tutulmuyor. Moda, makyaj, ünlüler, kim kiminle ne yapmış, kim kimle yakışıyor, temel güzellik kriterleri...Bıyıklı kadın, kıllı kadın, ipeksi tenli kadın, saçları yumuşak kadın, ideal ölçülerde memeli, kalçalı kadın, hem çalışan hem çocuğuna bakan kadın, üniversite mezunu çalışmayan kadın, hem iyi çalışan, hem mükemmel anne kadın, çocuğunu unutan anne... Bu cümleler beynimizden silinmedikçe, nasıl bi eşitlik olabilir ki? Kadınların tek sorunu öldürülmek veya seks objesi olarak görülmek değil. Çok sevdiğimiz sanat, özgür düşünce, evrensel kültür de kadının estetik görünmesi gerektiğini kafamıza çakıp duruyor. Bu algı, ne kadar sağlayabilir gerçek özgürlüğü, eşitliği? Neyin ilerlemesinden bahsediyoruz hala? Oy kullanma hakkı neye yarar gönül rahatlığıyla seçebileceğimiz kimse yoksa? Yüzyıl önce savaşan kadınlar, gerçekten bugünler için mi mücadele ettiler? Sadece biz rahatça mini etek giyelim diye mi?

Düzenin devam etmesine en çok katkıda bulunanlar, beyaz yakalar. Orta sınıf ya da orta üst sınıf. Artık etiketleri neyse, ben doğrudan beyaz yaka diyorum. Fazla mesaiye ücret verilmemesini normal kabul eden biz beyaz yakalar, Trump geldi diye deliriyoruz. Biz kimiz ki? Neyi değiştirmeye gücümüz yeter ki? Konforlu bi hayat için çabalayıp duruyoruz.  Çünkü yıllarca okuduk, ana babalarımız gibi çok çalışıp az kazanmaktansa çok çalışıp çok kazanmamız gerektiğini öğrendik. Başka da bi şey öğrenmedik bu yıllar boyunca. Çoğumuz bi şey ürettiğimize inanmadığımız işler yapıyoruz. Yeterince düzen oturtmuşsak evlenmeye, ev almaya, çocuk yapmaya bakıyoruz. Hala düzen oturtmamakla övünenlerdensek seyahate bol bol para harcıyoruz. O kazanılan para bi şekilde harcanacak çünkü, aksi takdirde ot oluyorsun. Ne kadar dolu insanlar olduğumuzu birbirimize kanıtlamak için yarışıyoruz. Yıllarca kafa patlatıp elde ettiğimiz bu lüksü, konforu kaybetme ihtimalimiz olunca, ancak o zaman toplumsal duyarlılığımız ortaya çıkıyor. "Yaşam biçimimize müdahale ediliyor, ben kimseye karışmıyorum, bana da karışmayın, demokrasi nerde?" diye yırtınıyoruz. Örgütlenelim, diyoruz, tek yol sandık, diyoruz. Oy kullanmayanlara çemkiriyoruz. Sonra yine o kısır döngüye giriyoruz, hayal kırıklığı, boşverme...Halbuki biz işyerinde "şu departmanı kapatıyoruz" dendiğinde, üçbeş kuruş tazminat alınca işten çıkarılmayı sorun etmeyen kişileriz. Tazminatsız çıkarılan varsa haberimiz olmuyor, çünkü olursa tepki göstermemiz, direnmemiz gerekecek. Facebookta #Diren hashtagini çok sevenler olarak, çaktırmıyoruz bu ikiyüzlülüğümüzü, bilmemek en güzeli. Kısacası, Trump'a ya da Tayyip'e karşı örgütlenmek bizim neyimize? Bi üfürükte dağılan örgütlenme ruhumuz varken...

Üzgünüm ama suç bizim. Trump'ı da Tayyip'i de seçen köylünün değil. Boğaziçi mezunu Nagehan Alçı'ya, Saray yalakası akademisyenlere, gazetecilere, sanatçılara da laf söylemeye hakkımız yok. "Hadi halkımız saf, asıl bu okumuşlar kötü kalpli, dürüst değil, yalancılar, kandırıyorlar" diyoruz ya hani, lafım buna. Biz de okumuşuz, bununla övünüyoruz. Biz gerçekten dürüst müyüz ki? Biz neye karşı çıkıyoruz tam olarak? Onursuzluğun büyüğü küçüğü olmaz. Dürüstsek, düzenin tüm haksızlıklara rağmen devam etmesini savunuyorsak, biraz da bize haksızlık edilmesine ses çıkarmamamız gerekiyor. Ama biz de bu çirkef propagandanın birer neferi olduğumuz için, dürüstlüğü arada bir kenara koyuyoruz. 

Okuduğumuzun hakkını vermiyoruz. Diploma almayı okumak sayıp, her konuda fikir beyan ediyoruz. Halbuki hala Fahreneit 465 dönemine girmedik, hala kitaplar var, üstelik internet de var. Ama TV izlememekle övünen bizler, hala bize pompalanandan başka bilgiyi sindirmiyoruz. Havuz medyasını okumamakla övündüğü halde Clinton seçilmedi diye üzülen herkes böyle. Okumuş cahilleriz. Neyi desteklediğimizin değil, neye karşı olduğumuzun bilincindeyiz sadece. Kadınlara hakaret ettiyse öküzün biri, onun alternatifi gözümüzde melek oluveriyor. Kaba saba olmayan, her türlü modern ahlaki değerin gereklerine uyan kişilerin yaptıklarının insani olduğundan/olacağından nasıl bu kadar emin olabiliyoruz? Tavır dediğin çalışınca düzeltilebilir, talep edilen kaba sığdırılır. Ayna karşısında konuşma pratiği yaparak bambaşka bir insan olabiliriz hepimiz. Neden dış görünüşe bu kadar kolay aldanıyoruz? Neden bu kadar meyilliyiz kolay olana, rahata? Okumuşluğumuzun ne anlamı kalıyor o zaman?

Evet, bizim için Türkiye'de başlayan insani değerlerin çöküşü dünyaya yayılıyor gittikçe. Artık cahillik gerçekten erdem sayılacak. Kemiksiz dille konuşmak dünyanın her yerinde delikanlılık olacak belki. Fikir özgürlüğü, sanat, akademi, iktidara hizmet etmiyorsa küçümsenecek, doğrusunun bu olduğuna yürekten inanılacak. Her millet "önce biz" diyecek. Yani Trump o koltukta kalmayı becerirse, diğer batı ülkelerinde de yükselen sağcı liderler komik olmaktan çıkıp gerçeğe dönüşecekler. Hollanda'da Mart'ta seçim olacak mesela, aşırı sağcı Gilders'in yükseldiği korkusu yayılıyor. 

Peki neden? Neden halk birden bu kadar cahilleşti de evrensel insani değerlerden yoksun insanları başa geçirdi? Çok fazla tez var bununla ilgili. Çok fazla seçeneğin ve dürüstlüğün insani değerlerin dışında tutulması bence birinci sebep. Günümüze özgü bir sebep daha var benim gözlemleyebildiğim: 

ABD'den, Avrupa'dan uzakta bi yerlerde bir savaş var. Üstelik, kimse duymasın da, insani değerleri yüksek başkanların mütemadiyen körükledikleri bu savaş, ülke isimleri değişse de bi türlü bitmiyor. Batıdan askerler taa oralara gidip ölüyor, psikolojileri bozulup dönüyorlar. Psikolojisi bozuk askerler üzerine bir sürü film çekiliyor. Fakat artık iş büyüdü, savaş ülkelerindeki vatandaşlar kalıp kendilerini öldürtmek yerine yaşamak için kaçmayı tercih ediyorlar. Hem de önceden hiç olmadığı kadar büyük kitleler halinde. Refah düzeyi yüksek ülkelere doğru, adeta tehdit gibi, troll gibi durmadan yola çıkıyorlar. Çok şükür ki yarısı yolda ölüyor ama yine de sınır kapısına dayananların sayısı az değil. Devletlerin eski insani değerler safsatasının pohpohlandığı günlerden kalma mülteci kabul etme zorunlulukları var. Bütçe ayırıp geçici de olsa bakmak zorundalar bu insanlara. Bu yüzden batı ülkelerindeki insanlar korkuyor, Türkiye'deki gibi. "Lan," diyorlar, "zaten üç kuruşluk ekmeğimiz var, onu da cahil Arab'a mı yedirelim". Daha bilinçlileri diyor ki, "Lan, bizim gerzek liderlerin çıkardığı savaşın acısını yine biz çekiyoruz." Ve isyan büyüyor. Eskiden insani değerleriyle öne çıkan liderler gözden düşüyor. Yanıldığımız nokta şu, insani değerlere eskisinden az kıymet verilmesi değil bu gözden düşmenin sebebi, eskiden de gözümüze sokulduğu kadar kıymet verilmiyordu zaten. Samimiyetsizdi. Madem öyle, rol yapmayalım, azıcık delikanlı olalım, karı gibi kırıtmayalım, deyip basıp geçiyorlar Trump'a. Çünkü O "Önce Amerika" diyor, bırakın bu evrensellik palavralarını diyor, olabildiğince kaba, görgüsüz ve yine güvenilmez ama en azından değişiklik olur diye seçiliyor.

Eskiden sömürü, üstün beyaz ırk üzerine oturtulan düzen, son yüzyılda insani değerler üzerine oturtulmuştu. Fakat ikisi de aynı amaca hizmet ediyordu. Bazı kesimlerin sömürülmesi, bazılarının hem sömürülüp hem beslenmesi, bazılarınınsa sadece beslenmesine dayanıyordu. Bu düzen, kendisine karşı gerçek bir aydınlanma yaşayıp, gerçekten isyan etmediğimiz sürece, farklı şekillerde devam edecek. Onun dışındaki her isyan yüzeysel, çirkin kalıyor. Üstelik onurlu bi mücadele olduğunu savunduğumuz için daha da onursuz oluyor. "Kurtuluş yok tek başına, ya hep beraber ya hiçbirimiz" derken aslında deli gibi yalan söylüyoruz. Aslında, özünde istediğimizi satın almaktan başka derdimiz yok.

Tek düşmanımız diktatörlük değil. Demokrasinin şu an yaşadığımız hali diktatörlükten çok daha tehlikeli. Çünkü konfor veriyor, karşılığında beynimizi alıyor.

Son olarak, bu seçim bi ortadoğu ülkesinde olsaydı, Trump benzeri biri, Clinton benzeri birine karşı kazansaydı, seçim sonrası Clintoncılar sokakları doldurup isyan çıkarsaydı, sonuç ABD'dekinden çok farklı olurdu kanaatindeyim. Clintoncılar uluslararası arenada desteklenirdi, demokrasi sadece çoğunluğun kazanması mıdır, bu insanların da isteği dikkate alınmalı konulu köşe yazıları döşenirdi en saygın gazetelere. İç çatışmalar başlardı, diktatörlük iyice kök salacak zemini bulurdu. Sonunda Batı bu ülkeye demokrasi getirmek için elinden geleni yapardı. Bakalım ABD'de nereye varacak "benim başkanım değilsin" pankartlı protestolar, göreceğiz.

31 Ekim 2016

bu yazının konusu yok.

herhangi birinin umrundaymış gibi oturup yazasım geldi yine. üstelik aklımda bir konu yok bu sefer. sadece 1 aydır yazmıyor oluşuma bi son vermek istiyorum. yeter. yazmadıkça yazılmıyor. ama yazmam gerek. hiçbi değeri olmasa da bi şeyler yazmam gerek. yoksa düşüncelerimi hizaya sokamıyorum. şimdi yazdıkça fark ediyorum ki yazmak düşüncelerimi düzenlememi sağlıyormuş. auguste comte okurken düzen ve ilerleme lafını eski kafalılık diye dalgaya almıştım ama kendimi tanıdıkça düzenin hayatımda ne kadar çok yer tuttuğunu anlıyorum (bkz:kınama, başına gelir). yaşlanıyorum azizim ya da hep yaşlıymışım. kıyafetlerimi, notlarımı, kitaplarımı, bulaşıkları düzenlemek psikopatça bi haz veriyor. bunun nesi psikopatça diyenler olacaktır, milyonlarca okur arasından illaki böyle psikopatlar çıkacaktır fakat söyler misin bana sevgili insan kardeşim, bu düzenlemeden alacağım hazzın az sonra biteceğini veya eninde sonunda bu düzenin bozulacağını bilmenin insanı hüzünlendirmesi normal midir? (normal neydi? normal, düzendi). hadi bunu da geçtim, dünya tarihinin kronolojisini çıkarmanın yeni yollarını arayıp durmak, sonunda yıllara göre dosya kağıtları hazırlayıp, vikipedi'den veya kitaplardan edindiğin bilgileri bu kağıtlara not etmek nedir? ilk akla gelen soru: ne işe yarayacak? evet, yazıp yazıp sonra unutacağım, dünya tarihi aklıma kaydedilmiş olmayacak. aslında ütopyam bu, tüm olayları birbirine bağlayıp bir sonuca ulaşabilmek. tarih okuması için hiç de sağlıklı, doğru bir yol olduğunu düşünmüyorum bunun ama sanki yapmam gereken buymuş gibi, okurken beni buna iten bi şeyler var. "çok boş kalmışsın" dediğinizi duyar gibiyim. bunu diyen milyonlarca azınlığa, affınızı dileyerek, "yürü git" diye cevap vermek istiyorum. herkesin hayatına kimse karışamaz. gitmeyebilirsiniz de, buradan bu sonuç çıkıyor. 

böyle konusuz, başıboş yazmak da tat vermiyor be sevgili okur. kısık sesle müzik dinlemek gibi, hiç dinleme daha iyi.

aslında yazacak çok şey var. çünkü dünya boktanlığına son hızla devam ediyor. türkiye de, dünyanın geri kalanı da aynı şekilde, bolca okuyup, düşünüp yazmayı gerektiriyor. fakat ben de çoğu insan gibi bolca okuma aşamasını atlayıp, panik içinde bolca düşünüp fikir üretmeye çalışanlar arasındayım. lakin ki bilgisiz fikir olmuyor. düşünceler içinde kıvranıp duruyorum. kafam diyor ki yaz, yaz hadi durma. üret bi şeyler. "senin de söyleyeceklerin var, susma!" parmaklarım direniyor. yazmadıkça içimde bi boşluk büyüyor. yazmak bilgi verme değil, düşünme aracım benim. sorularıma cevap veremesem de sorularımı netleştirmemi sağlıyor. yine de parmaklar soruyor, "ne yazayım? gerçekten yazmaya değer bi şeylerin var mı?" parmaklarla tartışmaya devam edersem, "yazsan ne olacak, ne işe yarayacak?" sorusu geliyor ardından. ve bilgisayar daha açılmadan kapanıyor. günlüklere sığınıyorum hemen ama olmuyor, yetmiyor. günlükle blog arasında büyük fark varmış meğer. uzun zamandır günlüğü sırf mızmızlanmak için kullanmayı bıraktım. oraya yazdığım şeylerin çoğu kamuya açık da yazılabilir, fakat hala günlükle blog arasında ince bir çizgi var ama ne? tam olarak bilmiyorum hala.

başkasının okuma ihtimali olduğunu bilerek yazmak, daha çok tıklansın diye yazma kısmını gözardı edersek, otosansürsüz olmuyor. gözardı etmek istediğim kısım zaten öyle boktan ki üstünde durmaya gerek duymadım, sıkıldım. yine de yazayım, olmadı öyle geçiştirmek. blog yazan herkes okunmak ister, bu bir gerçek. fakat sırf okunsun/tıklansın diye yazmak apayrı bir şey, ki bunu bi ara iş olarak yaptım. makyaj malzemeleri satan bir alışveriş sitesi için yazılar hazırlayıp oraya buraya sattım. reklamcılığın en saçma, en az para kazandıran versiyonu. reklam değilmişim gibi çek pampa, hali.

yani demem o ki,"başkasının okuma ihtimali olduğunu bilerek yazmak"tan kastım, "daha çok tıklansın diye yazmak" değil. bu ilk bahsettiğimin getirdiği otosansür de o kadar kötü bi şey değil. böyle lafı uzatmadan, zihnini toparlamanı sağlıyor. kendi kendine konuşmakla, toplum önünde konuşmak arasındaki fark gibi düşünülebilir. kendi kendine konuşmak nedir? mutlaka lazımdır, kendi derinlerine inmeni sağlar. ama dağılıp gidersin, daldan dala atlarsın, en ufak bi seste dikkatin dağılır, şarkı değişir, aklına başka bi şeyler gelir. ama karşında insanlar varsa, kendini anlatabilmek için dil bilmen yetmez, ağzından çıkanları sınıflandırman, sıraya sokman, gereksizleri çıkarman gerekir. bunun için önce aklındakileri düzenlemen gerekir. sanırım dışa doğru konuşmanın en büyük faydası bu, içini daha iyi anlamanı sağlar.

sanırım bu yazıyla "bilgin olmasa da yaz hüs" dedim kendi kendime. doğruluğu tartışılır. zaten doğru neydi? doğru kişinin kendine yakışanı giymesi değildi.







28 Eylül 2016

Hollanda Hollanda dediğin Konya kadar bi yer... Mi acaba?

Unesco'nun Hollanda Krallığı topraklarında koruma altına aldığı yerler arasında Curaçao'yu görünce, üstüne bir de Curaçao'nun ülke olduğunu öğrenince kafam karışmıştı. (Bkz: Bir önceki yazı.) Meğer Hollanda dediğimiz şey, Avrupa'dan ibaret değilmiş. Daha önce duyup çok ciddiye almadığım bilgiler tekrar sahneye çıktı, Karayiplerde adaları varmış, kimisi şehirmiş, kimisi ülkeymiş,vs...

Kısacası iyice bi öğreneyim kimin eli kimin cebindeymiş diye bilgisayar başına oturdum. Okuduklarımdan anladığımı özet geçeyim bakalım, ne çıkacak... 

Ülkenin ismi

Hollanda'nın İngilizce karşılığı aslında "Holland" değil, The Netherlands. Hollanda'daki 12 eyaletin ikisinin ismi Noord Holland ve Zuid Holland. Orada yaşayanlara "Hollanders" deniyor. Fakat ülke vatandaşlarına "Dutch" deniyor. Yani aslında her Hollander aynı zamanda bir Dutch fakat her Dutch bir Hollander değil. Neden insanlar hepsine birden Hollandalı demeye meyilli peki? Buna bir cevap buldum ama doğruluğundan emin değilim. Kulağa mantıklı geliyor: 

Rivayete göre, 17. yüzyılda altın çağını yaşayan Flemenk Cumhuriyeti'nin (Dutch Republic) denizaşırı toprakları keşfedip işgal eden vatandaşları genellikle Zuid ve Noord Holland'dandı ve gittikleri yerlerde kendilerini Hollander diye tanıttılar. Bu yeni keşifler sonraki yüzyıllarda sömürge bölgeleri olarak gittikçe daha çok önem kazandıkları için, kaşiflerinin kullandıkları Holland sözcüğü, Krallığın dünyada en çok bilinen ismi haline geldi. 

Yine aynı kaynaktan öğrendiğim rivayete göre, diğer bazı eyaletlerde yaşayanlara Hollandalı oldukları iddia edilince bozulup, "Hayır Dutch diyeceksin" diye düzeltiyorlarmış.


Krallık'ın kapsamı

Hollanda ile "Hollanda Krallığı" da aynı şey değil. Hollanda Krallığı (Koninkrijk der Nederlanden) 4 ülkeden oluşuyor: Hollanda (Nederlands), Aruba, Curaçao ve Sint Marteen. Bu üçü Karayiplerde adalar (veya ada parçaları). Tahmin ediklebilir ki eski sömürge toprakları. Nasıl ülke haline gelmişler peki? Yakın tarihlerinden özetin özetinin özeti sayılacak notlar aldım: 

1954 - Sömürge topraklarının hepsine birden Hollanda Antilleri (Nederlandse Antillen) ismi verildi ve Krallık'a bağlı özerk ülke ilan edildi. Bu isim, Sint Marteen, Saba, Sint Eustatius, Aruba, Bonaire ve Curaçao'yu kapsıyordu. Bir diğer sömürge olan Surinam, Hollanda Antilleri'ne dahil olmayı reddetti, Krallık'a bağlı kalıp özerkliğini ilan etti. 

1975 - Surinam Cumhuriyeti Krallık'tan bağımsızlığını ilan etti. 

1986 - Aruba, Hollanda Antilleri'nden ayrılıp özerkliğini ilan etti.

1990lar - Hollanda Antilleri'nde ekonomik sıkıntılar arttı, Curaçao'nun baskın gelmesi gibi sebeplerle anlaşmazlıklar çıktı.

2005 - Hollanda Antilleri referandum yaptı. Çoğunluğun Krallık'a veya Hollanda'ya bağlı kalmak istediği sonucu çıktı.

10 Ekim 2010 - Hollanda Antilleri dağıldı. O zamandan beri Curaçao ve Sint Marteen de Kraliyet'e bağlı özerk ülke statüsünde. Bonaire, Saba ve Sint Eustatius ise özerklik ilan etmedi, Hollanda'ya bağlı özel eyalet statüsü aldı. Bunlara "Karayip Hollandası" veya baş harflerinden dolayı kısaca "BES adaları" da deniyor.


Hollanda Karayiplerinde şimdiki durum

Curaçao, Sint Marteen ve Aruba: Krallık'a bağlı özerk devletler, Hollanda ile bağları yok, Hollanda sadece rehberlik edecek, ulusal yönetime geçmelerinde. Ulusal yönetim ve yasama görevleri var. 

BES Adaları: Hollanda'ya bağlı "özel eyalet" statüsündeler. Yani Hollanda'nın 12 eyaletinden içinde değiller. 2010'dan sonra,  Hollanda Antilleri yasaları geçerli olmaya devam etti. Hollanda yasalarının yavaş yavaş adalara uyarlanması kararı alındı. Hollanda vatandaşları ile aynı haklara sahipler. 2010 anlaşmasında, daha iyi bir sağlık sistemi, eğitim sitemi, düşük gelirliler için sosyal ev, temiz içme suyu, üçü için ortak bir polis-itfaiye-ambuklans merkezi, havalimanı ve limanlarda arttırılmış güvenlik ve Hollanda seçimlerinde oy kullanma haklarının olacağı beyan edildi. Para birimleri ise 2011'den beri Amerikan doları.


Krallık'ın sorumluluğu: 

Birleşmiş Milletler'e göre, Krallık'ın eski sömürgelerinin refah seviyesini yükseltme görevi varmış. Yani Hollanda, "özerk oldunuz hadi eyvallah" deyip kenara çekilemiyormuş. Finansal destek, yetişmiş eleman temin etme gibi görevleri varmış. Bu konuya özel bir yazı yazmalıyım sonra. Epey ayrıntılı bir konu gibi duruyor. Görevleri lafta mı koluyor yoksa rakamlar yazılı olarak belgelenmiş mi? Surinam tamamen bağımsız olduği için Surinam'a karşı sorumluluklarıiptal oldu mu? gibi kafamda deli sorular...

Şimdilik şu haritayla sözlerime son verirken, esenlikler dilerim: 







Kaynaklar: 




26 Eylül 2016

Hollanda'da Unesco Koruması Altındaki Yerler


Amsterdam'ın merkezindeki kanalların bazılarının (muhtemelen fotoğraflara en çok konu olanlarının) Unesco koruması altında olduğunu biliyor muydunuz? Ben yeni öğrendim.

Unesco Dünya Mirası listesinde Hollanda Krallığı sınırlarında 10 yer varmış. Amsterdam kanallar bölgesi hariç, diğerlerine hiç gitmedim, varlıklarından bile haberim yoktu. Öğrenmişken yazayım, sonra gezecek yer aradığımda notlarım el altında bulunsun, dedim. Buyrunuz:


1. De Stelling van Amsterdam (Amsterdam Savunma Hattı)

1880-1914 yılları arasında, 135 km uzunluğunda, halka biçiminde bir savunma hattı inşa edilmiş. Suyu kontrol ederek şehri düşmandan korumak amacıyla kullanıldığı için eşsizmiş. Tehlike anında su kanalları kullanılarak, örneğin hattın koruduğu bölge dışında kalan, hedeflenen bölgelerde su baskını yaratılarak savunma yapılıyormuş. Bu yöntem, bize çok yabancı gelse de, sular ülkesi olan Hollanda'nın 1500lerden beri kullandığı bir yöntemmiş. 1870'teki Fransa-Almanya Savaşı'ndan sonra süper güç olan Almanya'ya karşı yeni savunma taktikleri arayan Hollanda, bu Savunma Hattı'nı inşa etmeye karar vermiş. 1914'te Birinci Dünya Savaşı başlarken 29 kale inşaatı tamamlanmış olan Savunma Hattı projesi bitmeye epey yaklaşmış. Savaşta nötr kalan Hollanda, yine de binlerce askeri kalelerde hazır bekletmiş. Sonraları savaş uçakları devreye girince yer savunmasının çok da anlamı kalmamış. İkinci Dünya Savaşı sonunda Alman işgalciler panikleyerek bazı bölgeleri sular altında bırakmış ki bu su baskını sonuncusu olmuş. 1996'da Unesco korumasına alınmış. Hat üzerinde 42 kale varmış. Bazıları ziyarete açık, bazılarında kafeler, restoranlar, sergi alanları varmış. Eskiden yerinde bir kale bulunan Schipol Havaalanı da, 1916'da Savunma Hattı sınırında askeri havaalanı olarak yer alıyormuş.

http://www.stellingvanamsterdam.nl/en/


2. Ir. D. F. Woudagemaal (Wouda Buhar İstasyonu)

Friesland-Lemmer'daki İstasyon'un inşası 1916'da başlamış, 1920'de açılmış. Hala kullanımda olan, en büyük buhar istasyonu, ismini tasarlayan mühendis Dirk Frederik Wouda'dan almış. Friesland'deki fazla suyu Zuiderzee'ye (günümüzde Ijsselmeer'e) aktararak sel baskınlarını engellemek amacıyla inşa edilmiş. Fazla yağışla su seviyesi tehlikeli boyutlara yükseldiğinde, kazan dairesinde buhar oluşturulup, bu buhar borularla buhar motorlarına iletiliyormuş. Buharın 310 santigrat derecelik sıcaklığıyla pistonlar itiliyor ve enerjiye dönüşen sıcaklıkla 8 santrifüj pompa çalıştırılabiliyormuş. Bu pompalar vakumlayarak suyu çekiyor ve buhar motorları çarkları döndürererek, su pompanın tepesine çıktığında suyu hareket ettirip Ijsselmeer'e boşaltıyormuş. Maksimum hızda, dakikada 4 milyon litre su taşınabiliyormuş.

1966'da Lemmer'deki istasyonun görevini Stavoren'deki J. L. Hoogland İstasyonu devralmış. Fakat Woudagemaal günümüzde çok gerektiği durumlarda hala kullanılmaktaymış. İstasyon binası Amsterdam School tarzında inşa edilmiş. (Mimariyle alakası olmayanlar (benim gibiler) için not: Amsterdam için çok önemli bir mimari akım. Amsterdam sokaklarındaki büyük ve ilginç binaların, apartmanların çoğunun ardında bu okulun temsilcileri var. Bu konuyu araştırıp, daha ayrıntılı yazmak niyetindeyim). 1998'den beri Unesco Dünya Mirası Listesi'nde yer alan bina ziyaret edilebiliyor.

http://www.woudagemaal.nl/


3. Rietveld Schröderhuis (Rietveld Schröder Evi)

1920'lerde Hollanda'da yükselen sanat akımlarından biri olan De Stijl'ın manifestosu niteliğindeki bu binanın ve içindeki bazı mobilyaların tasarımcısı, mimarı Rietveld. Evin sahibi Schröder, daha önce bir odasını Rietveld'e tasarlattığı için, yine O'nu seçmiş. Rietveld'in ilk ev tasarımıymış. Schröder ne istediğini çok iyi bilen bir işveren olarak, evin tasarımında çok etkili olmuş. Bina, 1924'te inşa edilmiş. Tasarımındaki anafikri bağımsızlık olan binanın alt katındaki her odanın kendi lavabosu ve dışarıya açılan birer kapısı var. Ayrıca, aile bireyleri bir arada olmak istediğinde paravan gibi hareket edebilen duvarlarını açarak, geniş salonda birlikte takılabiliyorlar. Yalnız kalmak istediklerinde paravan duvarlarını çekip, özel odalarına tekrar kavuşuyorlar. De Stijl akımı, ışık, hava, renk ve alanla barışık, iç ve dış mekanın birbirinden koparılmadığı, duvarların yalnızca destek görevi gördüğü bir mimariyi savunuyormuş. Rietveld de bunun ideali olarak görüldüğü için akımın savunucuları tarafından çok takdir edilmiş. Modern mimarinin ikonlarından biri olduğu için 2000 yılında Unesco korumasına alınmış.

Utrecht'te görülmesi gereken yerlerden biri duruyor. Aynı biletle Centraal Museum da gezilebiliyor.

http://centraalmuseum.nl/en/visit/locations/rietveld-schroder-house/


4. Waddenzee (Wadden Denizi)

Wadden Denizi'nin Hollanda ve Almanya kıyıları benzersiz doğası sebbeiyle 2009'dan beri Unesco koruması altındaymış ve Danimarka kıyılarını da koruma altına almak amaçlanıyormuş. Doğa gezisi yapmayı sevenler için çok kıymetli, görülesi bir alan gibi duruyor. Benim hiç alışkın olmadığım bir gezme biçimi bu, o yüzden diyecek çok laf bulamadım. Tarihin olmadığı yerler nasıl gezilir ki? Bilmiyorum vallahi, cahilliğin yaşı yok.

http://www.waddensea-worldheritage.org/


5. Schokland en Omgeving (Schokland ve Çevresi)

Schokland doğaya karşı savunmasız bir adaymış yüzyıllar boyunca, fırtınalı deniz (Zuiderzee) kara parçalarını alıp götürmüş ve  Schokland gittikçe küçülmüş. Artan sel tehlikesi ve fakirlik sebebiyle, 1859'da bölgenin boşaltılmasına karar verilmiş. 635 adalı anakaraya taşınmış. Nooordoostpolder'ın suyunun boşaltılmasıyla Schokland anakara üzerindeki bir ada haline gelmiş... (Nasıl olabilir bu?) Hollanda'nın yüzyıllardır suyla olan savaşına örnek teşkil eden Schokland ve çevresi 1995'ten beri Unesco koruması altındaymış. Bölgede bir de müze var.

https://schokland.nl/en/


6. Molencomplex Kinderdijk-Elshout (Kinderdijk-Elshout Değirmeni Ağı)

1738-1740 arasında inşa edilmiş 17 boşaltım değirmeni ve daha öncesinden kalan 2 değirmenden oluşan ağ, Alblasserwaard bölgesini su baskınlarına karşı korumuş. Daha sonra, suyla savaşta değirmenler görevi pompalama istasyonlarına devretmişler, önce Wisboom İstasyonu'na, sonra JU Smit'e ve en son elektrik temelli çalışan G.J. Kok İstasyonu'na. Değirmen ağı, 1939'da değirmenler iyice işlevini yitirince yıkılmasına karar verilmişse de İkinci Dünya Savaşı patlak verince hele bi dursun, lazım olur belki, diye düşünülmüş. 1997'den beri Unesco korumasında. Bu değirmenlerin Zaanse Schans'taki değirmenlerden farkı sanırım bir şeyler öğütmek için değil, tamamen suyu kontrol etmek için inşa edilmiş olması. Tabi ki ziyarete açık.

https://www.kinderdijk.com/


7. Droogmakerij De Beemster (The Beemster Polder)

Türkçe karşılığını tam olarak bulamadığım polder sözcüğü, deniz seviyesinden aşağıda bulunan, denizden setlerle ayrılarak kurutulan, ekilebilir alan demekmiş. Beemster Gölü, ilk defa 17. yüzyılda, Amsterdam'da şu an Unesco koruması altındaki kanallar bölgesinde yaşayan zengin ticaret adamları tarafından keşfedilip ıslah ettirilmiş ve ekilebilir araziye dönüştürülmüş. Gölün etrafına 42 km lik bir set inşa edilmiş ve setin etrafına da halka şeklinde bir kanal kazılmış. 42 değirmen ile boşaltılan Beemster Gölü, 1962 yılında tamamen kurutulmuş. Yollar yapılmış, çiftlik evleri inşa edilmiş. Bölge, dönemin İtalyan mimarisinin mükemmelliği ve uyumu gösterdiğini iddia ettiği ızgara motiflerine göre tasarlanmış. Beemster Polder'ı diye tarzanca nitelendireceğim bu bölge 1999'dan beri Unesco koruması altında olmasına rağmen müzeleştirilmemiş, hala çiftçiler yaşıyormuş. Tabi ki gezilecek yerleri internet sitesinde bi güzel açıklamışlar, aşd linkten bakabilirsiniz. 1. maddede bahsettiğim Savunma Hattı da bu bölgeden geçiyormuş, O'nun izlerini de görmek mümkünmüş.

http://bezoekerscentrumbeemster.nl/a-visit-to-the-beemster/


8. Willemstad Curaçao

Hollanda Krallığı'na bağlı Curaçao ülkesinin başkenti Willemstad, 1997'den beri Unesco Dünya Mirasları listesinde. 1634 yılında Hollandalı West India Company, Curaçao adasının Sint Anna Körfezinde bir pazar kurmuş. 1660lardan itibaren Afrikalı kölelerin ticaretini burada gerçekleştirmiş. Sonraki 300 yıl boyunca da önemli ticari yollar üzerinde yer aldığı için gelişmek (!) zorunda kalan şehirde çok kültürlü bir yapı oluşmuş. Bu durum mimariyi etkilemiş. Hollanda, Portekiz, İspanyol etkileri görülüyormuş. (Mimarideki bu etkinin dünya mirası listesine girmesi güzel fakat yerli halkın miras olarak devraldığı acıların bedeli ödeniyor mu acaba? Yine daldım yeni bi konuya hadi hayırlısı. İçinden çıkabilirsem, yazarım buraya da.)

http://whc.unesco.org/en/list/819


9. Grachtengordel Amsterdam (Amsterdam Kanal Bölgesi)

16. yüzyılda Amsterdam nüfusunu taşıyamayacak hale gelmiş. Genişletilmesi için planlar yapılmış. Bu yeni planlamanın en önemli kısmı, 14 km lik kanalları ve 80 köprüsüyle kanallar bölgesi olmuş. Kanal kenarlarına dikilen ağaçlar, aynı stilde inşa edilen evler, kanal manzarasını bozmayacak şekilde gizlenen arka bahçeler özenle tasarlanmış. Kanal kenarında evi olan zenginler, 7. maddede bahsettiğim Beemster Polder'ından da ev ve arazi satın alırlarmış çünkü kanal evleri genellikle küçük olurmuş. Yazları temiz hava almaya Beemster'a gitme gibi gelenekler varmış zenginler arasında. Bölge 2010'dan beri Unesco koruması altındaymış. Prinsengracht, Herengrancht, Keizersgracht ve Singel kanallarını kapsıyor.

http://amsterdamcanaldistrict.nl/


10. Van Nellefabriek (Van Nelle Fabrikası)

1782'de Johannes Van Nelle ve karısı Hendrica kahve, tütün ve çay dükkanı açmışlar, işleri iyice büyümüş, şirketleşmiş, nesilden nesile aktarılmış ve 1900lerin başında Spanish Polder'da fabrika inşaatına başlanmış. Tütün, çay ve kahve fabrikaları ayrı ayrı binalar halinde 1925-1931 arasında tamamlanmış. Tasarımında çalışanlar için aydınlık ve havadar olmasına özen gösterilmiş. İkinci Dünya Savaşı'nda Roterdam çok tahrip olmasına rağmen bu binalar fazla etkilenmemiş. Van Nelle, Douwe Egberts markası tarafından satın alınmış, 1998'de üretim sonlanmış. Yirminci yüzyılın endüstriyel mimari ikonlarından biri olarak kabul edildiği için, 2000'de restorasyona başlanmış ve 2014'te Unesco korumasına alınmış. Şimdi iş merkezi olarak kullanılıyormuş, 80den fazla ofis ve konferans salonları bulunuyormuş.

http://www.vannellefabriek.com/en-us/


Hepsi hakkında ayrıntılı bilgi için: http://www.werelderfgoed.nl/en

Ben bunları hep Stadarchief Amsterdam'daki broşürlerden ve tabi ki internet sitelerinden öğrendim. Hollanda tarihine meraklı kişiler Stadarchief'e mutlaka uğramalı, arşiv sonuçta,bilgi merkezi. Pek faideli. Gezdikçe, okudukça ayrıntılarda buluşmak dileğiyle,

Esen kalın...

23 Eylül 2016

Kitap: Aslında Aşk da Yok (Duygu Asena)

Duygu Asena'nın 1989'da 6.baskısını yapan kitabı. "O yıllarda bu kadar okunduysa, sene olmuş 2016, bi şeylerin değişmiş olması lazım, ne değişti gözünü sevdiğimin memleketinde?" diye sorası geliyor insanın.

Sanırım ortaokulda okumuştum Duygu Asena'nın Kadının Adı Yok'unu. En yakın arkadaşım nereden duyduysa bulmuş, almıştı kitabını. Feministim, diye gururla geziyordu ortalıkta. Bol bol dalga geçildi, her şeyle her fırsatta dalga geçmeye çalışan oğlanlar bu konuda da boş durmadılar tabi. Ben feminizmin ne demek olduğunu bilmiyordum. Kadın erkek eşitliği mi demekti? Tabi ki eşit olmalıydı. Bunu herkes kabul etmez miydi? Bunun için kendi kendine isim koymaya gerek var mıydı? Romanı okuyunca feminizmin ne demek olduğunu değil ama kadınla erkeğin eşit olmadığını daha iyi anladım. Okudukça şaşırdım, sürekli kendi yaşadığım çevreyi düşündüm. Yanlış hatırlamıyorsam kadınla erkeğin aynı evde yaşamasını, sürekli birlikte yatma zorunluluğunu, evliliği sorguluyordu yazar. Şok oldukça gerildim, isyan ettim, evlilik olmazsa çocuklara ne olacak, öyle şey mi olur, hem günah? vs vs... Şimdi bu sorularımı ve o zamanki hiddetimi düşününce yanağımdan bi makas alıyorum, çünkü rahatsız eden kitaplar güzeldir.

Yıllar sonra yazarın ölüm yıldönümünde Twitter'da önüme düşen röportajlarını okudum. Ben niye bu kadar uzak kalmışım bu kadından, dedim. Kafamın köşesindeki okunacaklar listesine not ettim. Türkiye'ye son gidişimde sahafta rastgele gördüğüm bir kitabını aldım. "Aslında Aşk da Yok".

Sanırım yıllarca Duygu Asena'dan ve kadınlıkla ilgili meselelerden uzaklaşmamın sebebi, kafamda bu konuları aştığımı düşünmemdi. Erkeğe hizmet için, evlenmek ve çocuk yapmak için dünyaya gönderilmediğimi bilmemdi, yani artık zaten özgürdüm. Başka şeyler yapacaktım. Kadın şöyle olmalı diyen akrabalarla iletişimimi epey koparmıştım. Ailemle de tartışabildiğim, yanlarında kendimi ifade edebildiğim için  halimden memnundum. Kesinlikle evlenmemeye kararlıydım. Zaten aşık değildim, olmayacağımdan emindim. Olsam bile geçici olduğunu biliyordum, gaza gelip evleniverecek bi insan değildim. Hayatımın odağında başka şeyler olacaktı. "Özgür olmalısın" cümlelerine karnım toktu yani, sıkılıyordum. O kadar da zor değildi özgür olmak. Erkekler yemek sonrası dünyayı kurtarırken kadınların çay getirip götürdüğü dünyaya karşı tabi ki hala direniyordum ama bunun kitabını okumama gerek yoktu, öğrenecek başka şeyler vardı. Ben bu konuya zaten tik atmıştım zamanında.

Şimdi ise evlendim. Kendimle çeliştiğimi düşünmedim, aşkın coşkusuyla değil, düşünerek, tartarak evlendim. Daha çok direnebilirdim evet ama istemedim. "Feminizmin bir neferei olarak evlilik kurumuna karşı çıktığım için evlenmiyorum" diyebilirdim ama kendimi nefer gibi hissetmiyordum. Toplumu benden uzak tutacak, bana bulaşmasına izin vermeyecek bir çözümdü, evlenip yurtdışına gitmek. Fakat toplumsal bi kurum olunca tek kişiyle değil, toplumla evlendim aslında. İyi anlaşmam gereken yeni bi aile girdi işin içine. Erkekler dünyayı kurtarırken bulaşıkları yıkayıp çay koymam gereken bir aile. Şimdi, yıllarca kendi aileme karşı verdiğim savaşı vermeli miyim? Versem işe yarar mı? Ailem ne yaparsam yapayım beni sevecekti zaten. Bu insanlara kendimi sevdirmem gerekecek. Ne kadar taviz vermeliyim? Sınırları nasıl çizmeliyim, kavga etmeden bu mümkün mü?

Yeni bi savaş başladı kısacası. Okumakla olacak iş değil elbette, yine yaşayarak, tartışarak, öncelikle düzeni savunan kadınları ikna ederek çözeceğim. Ama gücün azaldığı anda iyi geliyor bu tip kitaplar, filmler.

----

Duygu Asena'nın bir röportajında iyi edebiyat yapma derdinin olmadığını, kendini edebiyatçı olarak tanımlamadığını okumuştum, o yüzden edebi açıdan büyük beklentilerim yoktu kitaptan. Buna rağmen kitaba başlayınca hayal kırıklığına uğradım. Çünkü Bridget Jones'un Günlüğü gibi geldi, özgür bir kadının aşk acısıyla çelişkilere düşmesi, olur olmaz şeyleri kıskanması, erkeklerin ilgisizliğinden şikayet etmesi vs... Bu mu yani, dedim. Neyse ki dili basitti, hızlı bitecekti, başlamışken bitireyim diye zar zor ikna ettim kendimi. Kitabın yarısına gelince anca anladım ki, baş karakterin yaşadığı çelişkileri anlatıyormuş yazar, bunları savunmuyormuş. Ne önyargılı, ne kötü bir okurmuşum ki, bu kadar geç anladım. Asena aslında geleneklerle büyümüş insanın, sonradan edindiği, benimsediği değerleri hayatına uygulamasının ne kadar zor olduğunu, "ben özgürüm" deyince özgür olunmadığını anlatmak istemiş. Kendimi düşündükçe daha iyi anladım ki özgürlük fikirlerin, duyguların mayasında olmalı, bu ise nesilden nesile birikim gerektiren bir şey. İnsanın kendi kararlarını alması, kimseye danışmaması özgür olduğunu göstermiyor. Kararları aldıktan sonra içinde ne kadar az çelişki yaşarsa, tek başına ne kadar mutlu olabiliyorsa o kadar özgürleşiyor. Ne kendi parasını kazanması, ne evlenmemesi hiçbir şeyi kanıtlamıyor.

Dolayısıyla sadece toplumla değil, kendinle savaşmanı da istiyor özgürlük. Savaştıkça daha çok içine yerleşiyor, daha çok kendin olabiliyorsun. "Ben özgürüm, o yüzden şunları yaparım, şunları yapmam" gibi cümleler gittikçe anlamını yitiriyor, çocukça geliyor. İşin güzel yanı, insanın kendiyle savaşı hiç bitmiyor, kadınlık konusunda içiyle iyice barışsa bile, başka konularda tartışmaya devam ediyor. Çünkü toplum hep orada bi yerde, hep bi şeyler bekliyor. Ve içerde birey hep değişiyor.

Lafı daha çok dağıtmadan üç beş alıntıyla bitireyim:

68 - Şebnem'le gittiğimiz barın en kuytu köşesine çekiliyoruz. O'nunla evde buluşmak istemedim, çünkü iki kadın birlikteyken, konuşacak çok şeyleri varken, bir erkek yanlarında aykırı kaçıyor. Bir erkek, iki kadının konuşmasına asla ortak olamıyor. Zaten iki kadının konuşacağı şeyler, o erkeğin yanında gündeme gelmiyor. Kadınlar istediklerini konuşamamanın sıkıntısını, erkekler aykırı kalmanın huzursuzluğunu çekiyor. (Çok enteresan ve saçma ama bu böyle, neden böyle? Neden bazen bu kadar ayrı dünyaların insanları oluyoruz?)

92 - Kendini yaşamın akışına bırakıp dertlenmekle gelmiyor mutluluk ve özgürlük.

137 - Aydın'ın durumumuzdan hoşnut olduğu, ama benden hiç hoşlanmadığı açıkça belli. O eskiden bana aşıktı, peki öyleyse neden yeni beni destekliyor?

205 - Evim de, ofisim de çiçeklerle doldu. Yüzlerce çiçek, hem de en sevdiklerimden... Ne denli ince bir adam bu. (Yine şaşırıyorum yazarın çiçek göndermeyi incelik olarak tanımlamasına. Erkeklerin kafasına kazınmış incelik görevlerinden en barizi bu sonuçta, internette "sevgiliye alınacak hediyeler" listesinin ya en başında ya da pırlanta yüzükten bir sonra gelir. Anlıyorum ki yine başkahramanın o anki gözlerinden bakıyor yazar, bunu savunduğu için değil. Kurgu kitapları okumayı öğrenmem lazım artık, yaş olmuş yirmisekiz...)

Çok fazla yerin altını çizmedim çünkü zaten katıldığım ve sindirdiğim fikirlerdi. Şaşırmadım, sadece hatırladım. Ve o kadar çoktular ki, hepsinin altını çizmeye üşendim.

Durumlar böyle efenim, sağlıcakla kalınız.