Her blog gibi biraz film ve kitap içerir. Biraz da sosyoloji, toplum, gözlem, Hollanda, korku, heyecan, neşe, nefret, endişe, hüzün ve kimbilir daha neler..
29 Aralık 2015
İsa vesilesiyle...
Tabi belgesiz konuşmak olmaz, günlükleri dizdim önüme. Aslında hafızamı dizdim önüme, kaydetmediklerim yok oluyor nedense, fazla depolayamıyor, format mı atmalı, ram'e ekleme mi yapmalı, sd card mı takmalı... bilmiyorum bu işleri. hafıza silmek ESSM* ile oluyor ve fekat hafıza kapasitesini arttırmak nasıl oluyor? Kimse bilmez, kimse bilmez...
2014'ün sonlarından başlayalım:
Sonbaharın başları, psikologa gitmişim, 5 dakika konuşturmuş beni psikolog, depresyon tanısı koymuş. Başta rahatlamışım dertlerime bi ad konmasına. Sonra uykusuzlukla aşırı uykululuk arasında gidip gelmişim, ilacın bu etkilerinin ne kadarı gerçek, ne kadarı benim beklentilerim sebebiyle çıkmış, bilemiyorum. Zamanla rahatsız oluyorum, 5 dk da depresyon tanısı konmasından, test filan yapılmamasından. Sonra birkaç defa alkollü ortamlara girip, içememenin acısına katlanmam gerektiğini de fark edince, eeeh diyorum. Bırakıyorum psikologu. Verdiği birkaç tavsiyeye uyarak kendimi düzeltmeye çabalıyorum. Olumsuz şeyler düşündüğünü fark ettiğin an, düşünmeyi bırak, bunun geçici olduğunun farkında ol, insan içine karış, sevdiğin şeyleri yap, puzzle ı vakit kaybı olarak görme, işe yaramaya yönelik olmasın yaptığın her şey, kendini dinle, başkalarının ne diyeceğini düşünüp yaşama, hiçbi şey yapmak istemediğin, ölümü düşündüğün anlarda, ne kadar canın istemese de dışarı çık, hareket et, zamanla o düşüncelerin geçici olduğunu göreceksin vs... Modern insan dertleri işte. Zamanla işe yaradı. Tabi ki kendi kendimi tedavi ettim diyecek değilim ama zaten çok da büyük problemim olmadığını fark ettim. Kendimi sevmeye çabladım, beni utandıran evladımmış gibi değil de, en yakın arkadaşımmış gibi sevmeye çabaladım kendimi. Hala beceriksizim bu konuda. Ama eskisi kadar acımasız değilim.
Geçelim psikolojik sorunlarımı. Erkek arkadaşım (U. diyelim) yurtdışı işlerine başvuruyordu. Bi yerle anlaşırsa naparız, diye ciddi ciddi düşünmekten kaçındığımız zamanlardan birinde, Hollanda'dan kabul aldı. Mecburen düşündük taşındık, evlenip birlikte gitmeye karar verdik. Evlenmeden gitmek de mümkündü, fakat aileleri ikna edemeyeceğimiz belliydi. Evlatlıktan reddedilmeyi veya kalp kırmayı, ömür boyu küs kalmayı göze almak gerekiyordu. İstemedik, yıllardır sevgili olduğumuzu, evlenip Hollanda'ya taşınacağımızı ailelere birer çırpıda söyledik. Neyse ki kimse kalp krizi geçirmedi. Pek sevindiler hatta, evde kalacağımızdan nasıl korktularsa artık, uzaklara gideceğimizi falan pek önemsemediler. Birlikte gelebilmemiz için her şeyin çok hızlı ilerlemesi gerekiyordu. Yaklaşık 2,5 ayda ailelerle tanıştık, aileleri birbiriyle tanıştırdık, nikah, vize başvurusu ve olabildiğince ucuza 2 düğün yaptık. Bu sırada 20lik dişimi çektirdim, epey sancılı oldu ve eşyalarımızı toparladık. Atılacaklar çöpe, yurtdışına getirilecekler valize, çöpe gitmesin dediklerimiz işe yarayacakları yerlere, kişilere. Her sabah yenilenen bi to do listimiz vardı.
Depresyona girmeye fırsat kalmamış belli ki. Düğün, gelinlik gibi hayallerim hiç olmadı. Küçüklüğümden beri çevremde gördüğüm erkek modelleri sebebiyle kesinlikle evlenmemeye karar vermiştim üstelik. O yüzden her ne kadar geleneklerden arındırmaya çalışsak da, düğünde ve evlilikle ilgili diğer bütün organizasyonlarda sinirden ağlayacağımdan korktum. Olmadığım, olmaktan yıllardır itinayla kaçındığım bir insan rolüne bürünecektim çünkü. Neyse ki korktuğum gibi gitmedi hiçbi şey, sakin kalabildim ve ailelerin en küçük ve deli çocukları olduğumuz için sanırım, ne yapsak, ne istesek hoşgörüldü. Hoşgörülmeyeni de boşverdik. Geçip gitmesi gereken zamanlardı sadece.
Koşturmaca içinde kitap okumaktan, beni ben yapan her şeyden uzaklaştım. Vaktim yoktu, olduğunda da kafam yapmam gerekenlerin listesiyle doluydu.
Bunu da geçelim. Aralık'ta Hollanda'ya geldik. Her şey birden sakinleşti, beklediğimiz, özlediğimiz gibi. Zorunluluklar bitti. Artık buraya alışmamız gerekiyordu. Çok da zor olmadı. Turist gibiydik başlangıçta, her şey yeni, her şey heyecanlı. Ev bulduk, taşındık. Köpek gezdirenlerle dolu, sakin bi mahalle. Hint dolu sokaklar, çok severim. Hint marketinde Türk ürünleri var, beyaz peynir, bulgur var. Süpermarketlerde Türk rafı olduğunu keşfettik. Hollanda'da tahin helvası yedim, yurtta kaldığım günlere döndüm. Türk tanıdıklarımız vardı, yılbaşına onlarla birlikte girdik. Yakın arkadaşımız yoktu hiç, eksiklik hissetmedik de. Hem gelen giden çok oldu, hem de çift olarak gidince, akşamları yalnız kalmayınca, yurtdışında arkadaşsız olmak çok koymuyormuş, öğrendik. Durmadan eve gelen vergi zarflarıyla şok olduk, dili tam anlayamadığımızdan, acaba kazık mı yiyoruz endişesi yaşadık. Yalnızlık o zamanlar korkuttu biraz, paranoyağım ben, sevgilimin başına bi şey gelse misal, napardım? Çok mantıklı cevapları var elbet, polis, ambulans çağırırdım. Ama dilini anlamadığım yerde, panik içinde İngilizce de derdimi anlatamayacağımı düşünüp endişelenir oldum. Yardım edin diye değil de, help diye bağırmak zorunda olduğumu fark etmek ürpertti beni. Turistik bakış açımızın bittiği zamanlardı sanırım, yurtdışında olmanın negatif yönlerini görmeye başladım. Acaba göçmeniz diye bizi hor görüyorlar mı, diye gözlemledim yerlileri. Kimsenin umrunda değildi. Nefret etmek için bi sebep, açık arar oldum.
Sonra sakinleştim. Onlar da bi grup insandı, aralarında ırkçısı da vardı, hümanisti de. Başıma bi şey gelse herhangi birinin kapısını çalıp yardım isteyebileceğimi anladım. Dünyanın savaş olmayan herhangi bir coğrafyasında bu böyleydi muhtemelen. Türkiye'de de suratıma kapanabilirdi kapılar, burda da.
Kocasının peşinden yurtdışına çıkmış, koca parası yiyen expat karısı görünümü vermekten korkuyordum başlarda. Yüksek lisans tezimi yazmam gerekiyordu bir an önce, sonra da iş bulup çalışmam. Herkes çalışmayı düşünüyor musun, nasıl geçiyor günlerin, arkadaşın var mı, sıkılıyor musun, diye soruyordu. Sıkılmıyordum. Çalışmak istiyordum tabi ki ama bu konuda sorunlarım hep vardı, psikologa gitmemin en büyük sebebiydi bu. Saçma sapan işlere girip, alışamayıp çıkmaktan bıkmıştım, korkuyordum yenilerinin de öyle olmasından, başarısız olmaktan. Tez de iyi gitmiyordu üstelik. Hocaya önerdiğim konuları tez danışmanım beğenmedi, kendisi konu önerdi. Tamam dedim, şu tezi bi şekilde yapayım, sonra doktoraya başvurur, istediğim konuda yaparım. Odaklanmaya çalıştım, 2015'in yarısından fazlası, aha şimdi odaklandım, aha birazdan çok süper çalışcam diyerek geçti. Sonra dur dedim kedicik, dur, sakin ol. Başkalarına karşı "boştayım, bütün gün evde kitap okuyup film izliyorum, evet dilimi de geliştirmiyorum, mutluyum" diyemediğin için, onların istediği şekilde yaşamak için çabalayıp duruyorsun, yapma. Yaban ellerde tekrar depresyona girme, nası anlatıcaksın derdini İngilizce? Alkolü bırakmayı cidden istiyor musun, bira bu kadar ucuzken?
Sonra kendime ve dünyaya, tarihe döndüm. Tezi boşverdim. Yıllardır okumadığım kadar sevgiyle kitap okudum. Daha önce de söylediğim gibi, çok sayıda değil ama sindire sindire okudum. Yine yetmiyor tabi ki, kitap yığınları gözümün önünde, hem Kindle'da, hem masamın üstünde. Yine de bu halimi, istemediğim bir konuda istatistikler arayıp, bi sonuca varmaya çalışan halimden çok seviyorum. Bırak, ev hanımı desinler, sanane, kime neyi kanıtlıyorsun?
Buraya geldiğimizden beri, Amsterdam Halk Kütüphanesi'nde Türkçe kitaplar olduğunu fark ettim. Sadece edebi kitaplar vardı ama olsun. Müze kartla epey bi müze gezdim. Müzecilikte son derece iyiler. Sürekli yeni sergiler geldiği için bir müzeye tekrar tekrar gitmek gerekiyor. Sorun yok, gideriz.
Kiraladığımız evde temizlikçi kiraya dahildi. İstemezsek gelmeyebiliyordu ama yine aynı ücreti ödeyecektik, kazık yeme fobisi olan herkes gibi, gelsin o zaman, dedik. Hayatımda ilk defa yaşadığım eve temizlikçi geliyor. Yaşlı bir kadın. Belki annem yaşında, belki daha büyük. Hala biraz utanıyorum, koskoca kadın temizlik yaparken yardım etmeyince. Evi daha az kirletiyoruz mahcup olmamak için ya da O gelmeden önce ortalığı topluyoruz. Efendi-hizmetçi gibi bir ortam oluşacak diye çok korkmuştum başta, sağolsun, hiç öyle olmadı. Parasızlıktan mı yapıyor bu işi bilmiyorum ama hiç öyle ezilip büzülen, sen ne istersen o olur diyen biri değil. Oğlu doktor, kızı da sanırım iyi durumda, araları da iyi. İstese çalışmazdı, gibi geliyor. Fakat seviyor çalışmayı. Muhabbet ediyoruz her geldiğinde. Başlarda odama kaçıyordum muhabbetten, çalışmayı düşünmüyor musun, gibi sorularından kaçmak için. Alıştım artık, O da beni tanıdı sanırım, sormuyor artık öyle şeyler. İyi insan. Ev sahibimiz de O'nun arkadaşı. İyi insanlar. Yani ilk fırsatta kazık atmayı düşünmeyen insanlar. Başlarda tabi ki böyle düşünmedim, ölçtüm biçtim tarttım, tuhaf yönlerini inceledim, sonra bu sonuca vardım.
Tabi bi de bisiklete bindim burada, yaklaşık 13 yıl sonra ilk kez. Hala sağa döneceğim zaman işaret vermekte zorlanıyorum. Ama omurilik soğanının bisiklete binmeyi unutturmadığı doğruymuş.
Buraya geleli alışmak dışında da olumsuzluklar oldu tabi. Paramız yetecek mi? İş bulsam mı? U.ın sözleşmesi uzamazsa naparız? Bayramda köye gidince, birbirimizin aileleriyle anlaşabilecek miyiz? Kendi ailemizle bir araya gelince karakter değiştirenlerden olur muyuz? Biz birbirimizi hep başbaşayken sevdik çünkü. Sonra arkadaşlarımla aram gitti geldi, uzaklaştım insanlardan. Kendimi suçladım, onları suçladım, kimi suçlayacağımı bilemedim, uzak kalmaya karar verdim. Tabi ki U.la anlaşmazlıklarımız oldu, genelde, eskiyor muyuz, temalı. En çok korktuğum şeylerden biri, özümü kaybetmek, çift olmak uğruna, sevdiğim yönlerimi yitirmek. O kadar eleştirdiğim evliliğin içine girince birden cennet olduğunu filan düşünmek. Ev, mobilya, araba borçları yüzünden seyahat edenlere imrenmek, hemen çocuk yapmak, sosyal medyada mutluluk taşan fotoğraflar paylaşmak, birbirimizden sıkılınca söyleyememek, çift organizasyonlarına mecburen katılmak, durmadan mutlu çift görüntüsü çizmek, yıllarca isyan ettikten sonra, sırf evlendik diye ailelerin istediği evlat olmak. Müspet vatandaş, evlat, eş, arkadaş olmak. Kısacası, kendi çapımızda isyana devam ediyoruz. Eskiyo muyuz, sorusunu sora sora eskimememiz gerektiğini hatırlıyoruz. Seviyorum bu tip kavgaları, üzülmeleri. Mutlu aile tablosu içinde cidden mutlu muyum, yoksa rol mu yapıyorum, cidden özgür müyüz hala vs diye sormak daha bi güzel oluyor. Evlenmeden önce de böyleydik, insanın sanallaşmasını önlüyor, pleasentville leşmesini, truman show laşmasını önlüyor.
Uzattıkça uzatıyorum, kimse okumasın diye yazıyorum galiba. Evet.
Bu sene geçen sadece günler değildi. İnsanlar da geçti gitti. Bu bana nostaljik bir hüzün verse de kederlenmiyorum. Bazı hisler uzaklaştıkça yok olmuyor. Onları saklıyorum. Sanırım hayatımın bu kısmı kendimi yontma-kabul etme dönemi sayılabilir.
Bu sene Arendt'i tanıdım, Ece Temelkuran'ın kendisiyle olmasa da kitaplarıyla barıştım, birkaç saat aralıksız okuma yeteneğim tekrar gelişti, Zamyatin'i Biz'le tanıdım, bizden olanı eleştirmenin gerektiğini ve güzelliğini gördüm, Brecht'i sevdim, Aytekin Yılmaz'la kitabında tanıştım, hem şok oldum, hem de bizden olanı eleştirdiği için sevdim, felsefeye meylim arttı Adorno-Horkheimer sayesinde, Naziler hakkında internette deniz derya bilgi bulunduğunu fark ettim, sömürgecilik tarihine merak sardım, bir kitapla öğrenilecek şey olmadığını anladım, medeniyetin, medeni olmanın acı gereklerini gördüm, medeniyetten bi kademe daha soğudum, kendini eleştirmeyenden daha da soğudum. Soğuduklarıma öfke duyup zaman kaybetmek yerine, sevdiklerimi, bana bi şeyler öğretenleri veya beni anlayanları okumaya çabaladım.
Aynen böyle devam diyorum be 2016, senden kendim için ne isteyeyim başka? Ha beki Hollanda'da kaliteli Türkçe müziğe doyacağım birkaç yere götürsen beni, fena olmaz. Türkçe olmasın hadi, Avrupa'nın doğusunda olsun da, ne olursa olsun. Kendimden uzaklaşıp başkalarına bakınca isteyecek çok şey var. Ama ciddi konuları bu geyik yazıya alet etmek istemiyorum. Dünya barışını senden isteyecek kadar popülist olmayalım di mi? 5 vakit namaz kılar gibi, oh bugün de dünya barışını istedik, rahatça uyuyabiliriz, demeye gerek yok.
Gözlerinizden öperim günler, geçin, gidin. Bi şeyler bırakın yine de.
* eternal sunshine of the spotless mind
23 Aralık 2015
Film: Bridge of Spies
(Eskiden buralar hep dutluktu, şimdi spoiler doldu.)
"It's a free country maaaan" dedikleri yerde, Amerika'da, 1960lardayız. Tabi ki bir sigorta şirketi var hikayemizde. Ağzının laf yaptığını ilk dakikalardan anladığımız şirketin ortağı, aynı zamanda avukat olan Tom Hanksimiz var. Amerikan filmlerinden öğrendiğimiz kadarıyla, 60larda ağzınız laf yapıyorsa ya sigorta ya da reklam şirketinde çalışıyorsunuz ve paraya para demiyorsunuz. Tabi kendi çapınızda, yoksa asıl parayı kimler kırıyor, tam bilmiyoruz. Orta-üst tabakaya giriyorsunuz. Sarışın, saçları düzgün taranmış ve mümkünse saç bandı olan, güzel, hanım hanımcık ve çok iyi bir evhanımı olan bir eşiniz oluyor. Tabi en az iki tane de çocuğunuz. Eşinizin görevi evi çekip çevirmek, çocuklarla ilgilenmek ve sizin her türlü sıkıntınızda psikolojik desteğiniz olmak. Sizi dışarıdaki hayat için motive ediyor, siz de isterseniz O'nu evdeki hayatı için motive edebilirsiniz. Mecbur değilsiniz tabi. Eve para getirin yeter. Arada bir, örneğin haftasonları, çocuklarla dışarı çıkın, evin bahçesinde barbekü partisi verin, oğlunuzla beyzbol oynayın, bahçeye oyuncak çocuk parkı kurun, doğumgünleri partilerine katılın, yeter. Tabi başka önemli bir işiniz yoksa. Misal, bir erkek olarak sürekli evde ve çocuklu olan karınızdan sıkılıp, şehirde "özgür" bi kadınla takılabilirsiniz. Erkeksiniz, yaparsınız. (İşte bunlar hep Madmen)
Bu söylediğim 50ler-60lar Plesantville tarzı Amerikan mutlu aile tablosu bu filmde bir miktar var ama tablo tam olarak benim yansıttığım gibi değil. Daha çok bardağın dolu tarafına odaklanıyor film. Ailesiyle ilgilenmeye çalışan bir adam var, aldatmayla falan işi yok. Ama ne zaman bir sarışın amerikalı ortasınıf evhanımı görsem aklıma bunlar geliyor, belirtmeden geçemedim.
Ve tabi bu iki tatlı adam buluşuyor. Tom Hanks, diğerinin yani Rus Ajanı Rudolf Abel'in ABD'de yargılanması esnasında avukatı oluyor. Filmin gerisi adalet savaşı.
Amerika ve Sovyetlerin soğuk savaştaki düşman paranoyası. Bu paranoyanın Amerika'da halka propagandası. Okullarda bile atom bombası düşerse ne yapmalıyız'ın öğretildiği günler. (Sırtını kendine kabuk yapıp, kaplumbağa gibi kendi içine kıvrılıp yere kapanırsan bi şey olmazmış!) ABD, en medeni ülke imajı çizmek için, kurallara uygun bir yargılama istiyor. Yakaladı hemen öldürdü denmesini istemiyor. Fakat sonuç duruşma başlamadan belli: "Adam rus ajanı, o zaman öldürmeliyiz, bizi öldürmeye gelmişti şerefsiz!" O zaman bu gösteri niye? diye sorar aslında oyunları önemsemeyen her aklı başında insan. Ama ülkelerin medeniyetlerini gösterme üzerine giriştiği sidik yarışı bunu gerektirir, diye cevap verir öküz adam.
Hannah Arendt'in şikayet ettiği Eichmann davasını hatırlatıyor bu bana. Adamın sonu madem belli, madem savunmanın tanıklarının dinlenmesine bile izin vermeyeceksin, ne diye gösteri yapıyorsun? İkiyüzlülüğün kurumsallaşmış hali. Biz, siz, bizim adamımız, bizim için tehlike, ulusumuz için, ailemiz için, yapmalıyız bunu, hey, höy, höy! Hangi çılgın bize zincir vuracakmış, şaşarız! Propagandalar dünyası.
Ama yiyoruz işte, yemediğimiz propaganda yok çok şükür. Filmde de mahkemeye çıkaralım haydi hoppp asalım diyen zihniyeti durdurmaya çalışan avukatımız Tom Hanks'e yani Donovan'a, bütün halk düşman oluyor. Niye? Çünkü Rus ajanını savunuyor.
Bana ilginç gelen noktalardan biri, Donovan'ın, Abel'in gerçekte suçlu olup olmadığıyla hiç ilgilenmemesi oldu. Suçlamada bulunan karşı tarafmış, dolayısıyla suçlu olduğunu delillerle kanıtlaması gereken taraf iddia makamıymış. Yani bir savunma avukatı, sanığın suçlu olup olmadığıyla ilgilenmezmiş. O zaman nasıl savunma yapacak? Sadece hukuk basamaklarının gerektirdiği prosedürlerin uygulanması için bekçilik mi yapacak? Abel'in Rus ajanı olduğu kamuoyunda öylesine kabul gördü ki, delille falan çok uğraşmadı iddia makamı. Ama ya uğraşsaydı? Tek tek her bir suçlamanın delilini sunsaydı, o zaman savunma avukatı ne işe yarayacaktı? Yani müvekkilinin geçmişini, neler yaptığını bilmeden davaya girmek nasıl oluyor? Anlamadım buraları.
Filmin ikinci yarısında Berlin'deyiz. Sovyetler'de yakalanan Amerikan ajanıyla ABD'de yakalanan Rus ajanını değiş tokuş edeceğiz. Berlin duvarı inşa ediliyor. Her yerde polis var. Bi yakada sovyet polisi, bi yakada Alman polisi. Sokak başlarında serseriler bekliyor. Herkes burada da birbirinden şüpheleniyor, ajan diye. Duvarın üstünden atlamaya çalışırken vuruluyor insanlar, iki tarafta da bulunan sniperlar tarafından. Hilton Oteli o karışıklıkta bile var. Şık kadın garsonlar, aydınlık salonlar, Amerikan kahvaltı menüsü... Hilton, savaş olsun olmasın her daim varlığını devam ettirmek zorunda olan ticari kurumlardan biri."Gıda işi iyidir, savaş bile çıksa gıda işi bitmez." cümlesinde gıda yerine Hilton'u yerleştirebiliriz.
Avukatımız birey olarak, kurumlara karşı savaşıyor burda da. 3 ayrı devlet var: ABD, Sovyet Rusya ve Doğu Almanya. Hepsiyle pazarlık ediyor. Rus ajanı Abel'i, ABD ajanı Powers'ı ve Doğu Almanya'da ABD'li öğrenci olan Pryor'ı öldürmeden memleketlerine göndermek için savaşıyor. Sigorta şirketinin ortaklarından biriyken, film ilerledikçe kahraman oluyor gözümüzde. Şimdi, savaş ortamındaki çabasını görünce "vay be" diyoruz durmadan, "ben olsam şimdiye bırakmıştım ipin ucunu".
Öğrenci olan Pryor'ı kurtarmak niyetinde değil ABD, umursamıyor. Savaş zamanı, sen kalk buraya gel, komünist ülkelerin ekonomik sistemleri üzerine tez hazırla, ya aptalsın ya da ABD düşmanısın demektir. Her iki koşulda da ABD'nin sana ihtiyacı yok Pryor'cım, ölebilirsin.
Bir de sanırım bu tip yapımlarda olmazsa olmaz sayılan Amerikan propagandası da bir miktar vardı. ABD ile dalga geçen sahne de çoktu, sanırım biraz dengelemeye çalışmışlar bu şekilde.
17 Aralık 2015
Ben buralarda, bu sıralar...
Hazır bilgisayarı açıp blogger.com yazmaya üşenmemişken, uzun zamandır ertelediğim konularda bir şeyler karalamak niyetindeyim. (Zira üşenmek beni en iyi tanımlayan sözcüklerden biri. Ardından sıkılmak geliyor.)
Yaklaşık olarak Ekim'den beri tez konum hakkında araştırma yapmayı bıraktım. Araştırdıkça konunun aslında ilgimi çekmediğini fark ediyordum. "O kadar ders aldın, ortamlarda sosyolog olarak tanımlanmana ramak kalmışken bırakma kızım bu işin peşini", diyordum kendime ama zorla güzellik olmuyordu. Yeni bir konu buluversem ve uğraşıp didinip Hoca'yı da ikna edip konuyu değiştiriversem sorun çözülebilirdi evet. Ama hızlıca buluverdiğim konunun da beni anca 2-3 hafta idare edeceğinden adım gibi emindim. Ben de -şimdilik- koyverdim. (Bkz: Sıkılmak)
Koyverince bi güzel geldi sosyoloji-tarih-felsefe üçlüsü, bi güzel geldi ki okumalara doyamıyorum, okumalar yetmiyor, alakalı filmler bulup izliyorum. Duyan da iki günde bir kitap bitiriyorum sanacak, yok o kadar değil. Sadece 2-3 saat aralıksız kitap okuyabiliyorum artık. Not alarak okuyorum üstelik. Ne yazık ki, not almaktan kastım, kendi yorumumu katmaktan ziyade, alıntı yapmak. Okurken yorumunu katmak sanırım bu seviyede benim yapabileceğim bir şey değil. Kafamda oluşan soru işaretlerini yazıyorum tabi ki ama sorular cevap bulmaktan çok sürekli yeni soruları doğuruyor. Her soruda yeni bir bilgi eksikliğimi fark ediyorum. Onu araştırmakla kitaba devam etmek arasında kalıyorum. Bi kişinin kaç doğumlu olduğu gibi cevabı basit bir soruysa, okumaya ara verip araştırıp devam edebiliyorum ama bu kadar basit değilse, misal Arendt'i okurken Hamsun'la ilgili bir fikir edinip doğruluğundan emin olmak istiyorsam, internette bulacağım birkaç cümlenin güvenilir olmayacağını, güvenilir bilgiyi bulmanın zaman alacağını düşünüp, erteliyorum. Dolayısıyla notlarda bol bol yıldızlar, soru işaretleri, okunması gereken kitaplar, izlenmesi gereken filmler, belgeseller birikiyor.
Fakat bu birikmeler eskisi gibi gözümü korkutmuyor artık. Eninde sonunda onlara geri dönüp, soru işaretlerimi azaltacağımı hissediyorum içeride kalbimin derinliklerinde bir yerlerde. İşte orada küçük bi su perisi bana fısıldıyor: "Hepsine sıra gelecek kedicik, sen sakin ol, içinden geldiği gibi, acele etmeden, sakin sakin oku". Sonra ışıklar içinde suyun gizemli derinliklerine girip kayboluyor, gülümseyerek Aydınlanmanın Diyalektiği'ne devam ediyorum.
Tam olarak böyle olmasa da buna benzer şeyler oluyor.
Evet aslında bu sosyal bilim sevgisi Aydınlanmanın Diyalektiği'yle başladı. Defalarca başlayıp, sıkılıp bıraktığım kitap son seferinde beni yakaladı. Tezden uzaklaşmanın verdiği kafa rahatlığıyla belki de... "Aydınlanma totaliterdir." deyişi tuttu bırakmadı beni. Öyle bir tuttu ki, im'le imge arasındaki farkı öğrenmek için kendimi zorlamak geldi ilk defa içimden. "Şunu niye anlaşılacak dilde yazmazlar ki!" diye sinirlenmeyi bir kenara bırakıp, anlamaya çalıştım. Dili, üslubu boşverip, anlatılanı bulup çıkarmaya, sindirmeye çalıştım. Ne kadar becerebildiğimi bilmiyorum. Ne kadar anladığını anlamanın ve daha iyi sindirmenın bir yolu da yazmak, bu yüzden yazmayı çok düşündüm. Fakat yazmaya bir türlü girişemememin sebebi -üşenmeyi bir kenara koyarsak- korkmamdı sanırım. Bu tür kitaplar hakkında yorum yapmaya çalışsam beceremeyecektim, alıntılardan ibaret olacaktı yazı. Hiç girişmedim ben de. (Halbuki n'olcak ki? Akademik bi iddiamız mı var? Üşenmişsin işte kediciiiik, itiraf et...)
Aydınlanmanın Diyalektiği'nin ilk cildini bitirdim sadece. İkinciyi de aldım ama henüz başlamadım. Neden? Çünkü o arada Marc Ferro'nun Sömürgecilik Tarihi geçti elime. Hollanda'ya gelince bu konuya özel bir ilgi duymaya başlamıştım. Kitaba başladığım gün, neyle ilgili olduğunu hiç araştırmadan gittiğim Tropen Museum'un tamamen sömürgeler üzerine kurulduğunu görünce "bu bir işaret olmalı!" deyip daha bi istekle gömüldüm kitaba. Kasım'ın başından beri okuyorum. O kadar yavaş ilerliyorum ki günde 20 sayfa büyük başarı! Okuduklarımın üçte birini deftere geçiriyorum, arada bir harita aç, kimmiş bu adam diye vikipedi'yle dedikodu yap, derken zaman geçiyor, kitap geçmiyor.
Kitabın sonunda sömürgecilikle ilgili filmler listesi var. Arada bir onlardan birini izleyip içimi iyice karartıyorum. Gandhi'yi de o vesileyle izledim. Sonra sen kalk Hint tarihine meylet. Bol bol müzik dinle, hüzünlen, kendi kendine Bollywood dans figürleri geliştir...Bi sürü güzellik.
Arendt'le buluşmamızın ne vesileyle olduğunu hatırlamıyorum. Sanırım, Kötülüğün Sıradanlığı'na şöyle bi göz atayım derken bırakamadım. Kadının soğukkanlılığı, objektifliği, kara mizahı ve mahkumun psikolojisini irdeleyişi, aynı zamanda Nazi tarihini aktarışı beni benden aldı. O'na da hala devam ediyorum. Daha önce 2012 yapımı Hannah Arendt filmini izlemiştim. Filmden görüntülerle okuduklarım birbirini tamamladıkça konuyla ilgili başka filmler izlemek istedim. Die Welle ve Das Experiment'i de bu vesileyle izledim. "Biri bizi durdurmazsa hepimiz ne kadar da kötüyüz" gibi sonuçlara varmaktan adeta haz alıyorum. Evet, bu kitap da hala bitmedi.
Bu arada yollarda başladığım, çerezlik bir kitap daha var. Politzer'in Felsefenin Başlangıç İlkeleri var ki, deftere not almadan, hızlı hızlı okuyup kısa sürede kitap bitirme hazzını kendime yaşatmak için başlamıştım. (Deftere not almadan vurgusu yapmamın sebebi, diğer ikisinin e-kitap olması, yani notları deftere almamın mecburi olması ama Politzer'in basılı kitap olması, hunharca üstünü karalama özgürlüğü vermesi). Velakin işler düşündüğümüz gibi gitmedi, O da düşündüğüm kadar hafif ve sürükleyici gelmedi.
Nitekim, bana göre ağır olan 3 kitapla yoluma devam ediyorum. Birini bitirir bitirmez, ufak bi romana başlamak istiyorum. Duyguları olan, tahliller değil gözlemler yapan, çözüm aramayan, net konuşmayan, insani şeyler okumayı özledim. Ama darılmayın lütfen sevgili Ferro, Arendt ve Politzer, sizinle daha çooook sevişeceğiz. Yıllardır size sempati duyduğumu söylerim ama bakın ilk defa bu kadar samimiyim. Yollarımız ayrılmasın. Öperim.
İşte her biri hakkında ayrı ayrı, uzun uzun yazmak istediğim bu kitapları, filmleri bi yazıda toplayabildim sonunda. Üstümden bi yük kalktı. -Şimdilik- kitaplardan ne anladığımdan çok, ruh halimdeki değişimi yazmam önemliymiş meğer.
Afilsiz bi sonsöz bulamadım. Bi sonraki yazıda görüşünceye dek, iyi akşamlar, iyi günler ve iyi geceler diyeyim bari...
Çıplaklıktan Karanlığa Bağlanan Yazı
İlk film: The Good Dinosaur. Büyüklere de hitap eden bi animasyon. Dinozorların neslinin tükenmediği, ufaktan bi medeniyet kurdukları, insanların dinozorlara nispeten vahşi kaldığı bi dünyayı anlatıyor. Konusu orjinal yani. Pixar yapımı olunca görselliği filan sorgulamaya gerek bile kalmıyor.
İkinci film: Hunger Games'in son filmi. Konusunu anlatmaya gerek yok.
Benim vurgulamak istediğim, filmler de değil, öncesinde çıkan reklamlar.
İlk filmin öncesinde su markası olan SPA'nın reklamı çıktı. Daha önce başka bir film öncesinde görmüştüm ve şok olmuştum. Anadan doğma çocuklar, gençler, kadınlar, erkekler görünüyor reklam filminde. Şuradan bi izleyin derim: https://www.youtube.com/watch?v=lLb7OiMpdcU
İkinci film öncesinde ise hem bu SPA reklamı, hem de sloganı "#SHAREYOURSEXY" olan şu iç çamaşırı reklamı gösterildi: https://www.youtube.com/watch?v=lLb7OiMpdcU
Bu ikisini kıyaslayınca, aydınlandım. İlk filmde 6, ikinci filmde 12 yaş sınırı vardı. SPA reklamında, suyun içinde doğan bir bebeğin suyun içinde büyümesi, yaşlanması ve sonunda tekrar bir bebek olması anlatılıyor. Saflık var, hayatın, çıplak yani doğal insanın, suyla bütünleşen döngüsel yaşamı var. (Suyun bu kadar temel ihtiyaçken şişelenip parayla satılmasının absürtlüğüne girmiyorum). Dolayısıyla bu film çocuklar için tehlikeli sayılmamış.
İkinci reklamda ise göz süzen, vücudunu okşayan, Hollandalıların seksilik anlayışını sorgularken adeta sevişmeye davet eden iç çamaşırlı, günümüzün ideal güzellik anlayışına uygun bir manken var. Bi miktar giyinmiş olmasına rağmen hormonları harekete geçiren, pek çok gencin izleyip izleyip rahatladığı türden bir film. Dolayısıyla, boşalma ihtiyacı henüz duymayan 12 yaş altı çocuklar için bu filmin tehlikeli olduğuna karar vermiş yetkili büyüklerimiz.
Anladım ki buradaki insanlara göre çıplaklık=seksilik/pornografi demek değil. Çıplaklık "doğal olan" diye sunulduğu zaman küçükler için tehlikeli sayılmıyor. Bu ayrım hoşuma gitti. Çünkü kıyafetin gerekliliği kültüre göre değişir. O yüzden mini etekle bisiklete rahatça binebiliyor buradaki kadınlar. Ya da saunaya çıplak girme zorunluluğu onlara göre normal. Ya da spor salonlarının duş kabinlerinin ortak olması ve insanların doğal olarak hep beraber çıplak duş alması ahlaki bir sorun oluşturmuyor. Bizimse salondan bi an önce ayrılıp eve gelip duş almaya meylimiz var. Muhafazakar olduğumuzdan, çıplak olmayı ayıp saydığımızdan değil, sadece alışkın değiliz o kadar cinsel organ görmeye veya kendimizinkini sergilemeye. Çünkü sonradan benimsemeye çalıştığımız fikirlerimize göre çıplaklık ayıp değil ama sindirmemişiz henüz o fikirleri. Sadece cinsel organ da değil, herhangi bir şekilde vücudumuzu sergilemek de sıradışı bir eylem bizim için. Kısa etek giymek, kısa kollu giymek, Türkiye'de pek çok genç kızın ailesine karşı başlattığı bir direnişin sonunda elde ettiği bir hak. (dekolteyi saymadım bile dikkat ederseniz).
"Medeniyet dediğin açmaktır bedeni" demiyorum. Zira ne kadar açarsak açalım zihnimizi açmamızın kıyafetle olmayacağını biliyorum. Ayrıca ideal bir toplum yaşamının olmadığının farkındayım ve bu yüzden medeniyet kavramını göklere çıkartmak istemiyorum. Fakat çıplaklığın nasıl algılandığı ile nasıl yaşadığımız arasında, kaybettiklerimiz ve kazandıklarımız arasında bir bağ var. Oğlan çocuklarının pipili fotoğraflarının çekildiği, kız çocuklarının "yakışmaz" veya "zarı yırtılır" diye bisiklete bindirilmedikleri bir kültürde büyüdük. Şimdi saçma gelen bu şeyler içimize o kadar işlemiş ki kurtulmak, değişmek için büyük çaba harcıyoruz. Bazılarımız bir taraftan geçmişinden kopmamaya, ailelerinin kalbini kırmamaya çalışıyor. Onlar için (ben de onlara dahilim) hayat belki de daha zor. Bunları aşmak için harcadığımız enerjiyle başka şeyler yapabilirdik. Zihnimizi açmaya çalışmakla geçiyor yıllarımız. Tam olarak açıldığını ancak ölürken göreceğiz belki. Panik yapıyoruz bu yüzden. Zaman geçiyor. Batıya yetişme özlemi içinde yanıp tutuşuyoruz. Yurtdışına taşınıp çocuğumuzu bu saçmalıklardan uzak yetiştirme telaşına giriyoruz çoğumuz. Ne kadar değişebilirsek kar diye.
Bir reklam filminden Türkiye'deki karanlığa bağlamak biraz tuhaf gelebilir ama n'apalım, benim kafam da böyle çalışıyor.