24 Temmuz 2020

Ayasofya vs

Bu aralar diyecek çok şey var. Haberleri artık ciddi ciddi okumamama, şöyle bi göz atmama rağmen, benim bile diyecek çok şeyim var... gibi. Bi taraftan da şaşkınlıktan diyecek şey bulamamak var. Klişe laflar edip kendinden tiksinme endişesi var. İnsanın bi de kendiyle derdi var çünkü. Konuşmak manasız geliyorsa yazmaya da yüz vermiyor insan. Hayat, bizi neden yoruyosun? 

Ayasofya diyeceğim ben bi tek. Siyasetiyle ilgili diyecek bi şeyim yok, umrumda değil. Bence son derece önemsiz. Şuna çok benziyor bu konudaki fikrim: Yaratıcı varmış yokmuş, bu konuda da fikrim yok. Çünkü umrumda değil. Varsa kendi kendinin belasını versin, öbür tarafta sorguya çekilecek olan kendisi olmalı , ha eğer yoksa zaten n'apsın? Olmayan n'apsın? Hiç olanla olmayan bir olur mu?

Ayasofya'ya birkaç defa gittim. Her defasında mozaiklerle Allah, Muhammed yazılarının yan yana olması manevi gözyaşlarımı akıttı, belki maddi olanlar da akmıştır, emin değilim şimdi. Ama her seferinde çok etkilendim ve gurur duydum Türkiye'yle, burayı bu halde, müze olarak saklayabildiği için. Bi taraftan da endişelendim alttan alttan, camiye çevrilmesi ihtimali çok uzak gelmiyordu çünkü. Sonunda oldu, çoğunluklar muradına erdi, hiç düşünmeden, yine. İnsanlık bi kez daha kaybetti. 

Şimdi bundan sonra bu devran döner, Tayyipgillerin devri geçer de tekrar müzeye çevrilir mi? Belki olur. Ama bu leke sürüldü bi kere insanlığın alnına, utanmak için bi sebep daha. Ömrümüz Ayasofya'nın tekrar müze olduğunu görmeye yetecek mi? Bilmiyorum. Burdan yaşamak için bi sebep çıkarıp acık iyimser bitireyim bari. 

Ayasofya'nın durumunu çok iyi açıklamış Youtube'un Dilozofu. O'nu izleyince diyeceklerimi cümleye dökme cesareti buldum. Burdan başka da paylaşacak sosyal medyam yok, döndüm geldim yine buraya. 

Buyrun, 



Ayasofya'nın hemencecik güncellenen Vikipedi sayfasına göre Ortodoksluk'ta "Tanrı'nın üç niteliğinden biri" olan "kutsal bilgelik anlamına geliyormuş aya sofya. Yani Hıristiyanlıktan alınan bir ismi var bu yeni yetme caminin. Bu konuda da bi şeyler yapar heralde çok aşırı yetkililer. 

Diyeceklerim bu kadar. Hayırlı cumalar diler, giderim, 
Kanatlı Kedi

14 Temmuz 2020

Ölüm gelmiş...

Adalet Ağaoğlu ölmüş a dostlar. İçim bi tuhaf oldu. Uzun zamandır ilk defa birinin ölümüne içim bu kadar yandı sanırım. 91 yaşındaydı, hastaymış da, belki kendisi sevinmiştir öldüğüne (nasıl olacaksa) ama benim içimde kaldı bi şeyler. Kendisine kaç defa mektup yazdım yazdım sildim. Bi şekilde gönderse miydim? Ne değişirdi? Hislerimi düzgünce ifade edemediğimi düşündüm her seferinde. Cümleye döktükçe anlamsızlaştı her biri. Hem ne önemi vardı? Kadın kitabı yazdı, belki O'nun için olay bitti, benim ne düşündüğümün kime ne faydası var? Ama yine de, bi kere tanışsaydım, bi kere konuşabilseydim pişmanlığı içimi yakıyor şu anda. Muhtemelen "kitaplarınızı çok seviyorum"dan öteye geçmeyecekti konuşmamız ama olsun. Olsun mu gerçekten? Bilmiyorum. 

Dünyadan bir de Adalet Ağaoğlu geldi geçti. Başımız sağolsun, edebiyatımız bol olsun, ne diyeyim. Hem bizi, hem dünyayı anlayan, anlatan nice yazarlarımız olsun, nicelerimizin içine empati tohumları eksinler. Avrupa'da gezerken O'nun ayakizlerini arayayım ben de. 

29 Mayıs 2020

Mayıs'ın Son Haftası

Selam dünyalı, nasılsın?

Ben de iyi işte. Hayat normale dönecek diye bağrınıyor dünya, ben de uyum sağlamaya çalışıyorum. Bu hafta sonu bi maske daha dikeceğim, yedekte bulunsun diye. Tuhafiyeden siparişlerim geldi, ufak tefek bi kutuda bir sürü şey. Adı üstünde tuhaf-iye. Lastikler, makine için siyah diye aldığım, bordo çıkan dikiş ipi, ufak fermuar, cırt cırt... Tuhafiyeden alınan şeylerin böyle az hacim kapladığını unutmuşum. Paketi açmak eğlenceliydi. Ama artık maske dikmeyi ertelemek için hiç bahanem kalmadı. İşleyen demir ışıldar diye gaza getirmeye çalışıyorum kendimi. 

Tatilin son günleriymiş gibi geliyor bu günler. Asosyal olma özgürlüğümün son günleri. Artık oraya buraya davet edilip gitmek istemeyince "tuhaf" etiketini kabullenme zamanı. Ki yalan değil, davetler gelmeye başladı bile. U.ın iş arkadaşları mangal yapmaya çağırmış mesela. Hadi bahçede mesafeyi korudun diyelim (ki alkol etkisiyle çok mümkün olacağını da sanmıyorum ama), tuvalet işi n'olacak? diye düşünmeden edemiyorum. Gerçi son iki haftadır işe gidiyorum, ortak tuvalet kullanmak biraz daha normalleşti kafamda. Yine de zorunlu olmak başka, keyif için olması başka... İkinci dalga ihtimalini düşünmemeye çalışıyorum, düşünürsem yine sinir küpü olacağım çünkü. İnsanların umursamamaya başladığını çok net görüyorum çünkü. Nasıl normale döneceğiz, insanlar uzun süreli mesafeli duracaktır artık gibi teoriler geliştirmiştik başlarda, görünen o ki, hiç de öyle olmayacak. Çünkü ben en pimpiriklilerden biri olmama rağmen toplum baskısı yüzünden ben de rahat davranmaya başlıyorum artık. Küçük bi yüzde aşırı dikkatli olmaya devam edecek kanımca, gerisi çabucak normale dönecek.

Film: Juliet, Naked diye bir film izledim Netflix'te. Ethan Hawke olduğu için ve aksiyon filmi olmadığı için hiç sorgulamadan izlemeye başladım. Pişman değilim, çok güzeldi. Anlamlı, eğlenceli, tadı damağımda kalan bir filmdi. Before Sunrise/Sunset/Midnight serisi gibi anlamlı ama daha az ve kolay anlaşılır diyaloglu olan cinsten. 

Stand-up: Hannah Gadsby'nin ikinci Netflix gösterisi olan Douglas'ı az önce izledim. Ah seviyorum böyle standupları. Anlatmak zor geliyor. Neden sevdiğimi anlatmak için oturup her cümlesini inceleyip uzun bi makale yazmak gerekir gibi geliyor. Sadece bi göz atın bence. Ama tabi önce ilk gösterisi olan Nannette'i izlemenizi öneririm. Nannette bi nevi komediye veda gibi bi şeydi ama öte yandan öyle olmayacağı da belliydi. O yüzden Douglas'ın çıkacağını duyduğumda hafiften endişelenmiştim (bana n'oluyosa) bu sefer nasıl olacak, ilki kadar güzel olacak mı, diye... İlk işinde -ki bu Gadsby'nin ilk işi değil tabi ki ama Netflix'le birlikte en popüler olduğu iş- çok ünlü olan, sevilen ve tabi dolayısıyla çok da nefret edilen kişiler için hep böyle bi endişem olur, tabi yaptıkları işi ben de beğendiysem... Zenginin malının züğürdün çenesini yorması gibi bu da, bu duruma uygun da bir atasözü vardır kesin ama aklıma gelmedi şimdi. Sonuç olarak korktuğum başıma gelmedi, ben yine güldüm, yine iğnelemelerinde içimin yağları eridi, dile getirilmesine çok sevindiğim cümlelerle doluydu gösteri. 

Arada bir yürüyüşe çıktım. Eve kapanmamızın başından beri kilo almamış olmam en büyük başarılarımdan biri. Bi dosya kağıdına liste yaptık u.la, yatak odasındaki tartının yakınlarında bi yere astık. Birkaç günde bir tartılıp not ediyoruz durumu. Arada not etmeyi uzun süre unuttuğum oldu, dikkat ettim ki o zamanlarda tatlıyı abartmışım, hunharca yemişim. Yani birkaç günde bir tartılıp yazmak işe yarıyor, bence kesin bilgi, insan yediğine içtiğine biraz daha dikkat ediyor, diyet kafasına girmeden üstelik. Telefon uygulamaları da var tabi ki ama onları aklına gelip açman gerekiyor, kendiliğinden uyarı gönderirse de kenara ittiriveriyorum ben, o an aklım başka bir yerde oluyor çünkü. Telefonun kafasına göre gönderdiği uyarıları göz ardı ediyorum. Gözümün önünde bi liste olması daha etkili benim için. Bi de intermittant fasting denilen şu 16 saatlik orucu tuttum. Yani akşam 8den öğlen 12ye kadar bi şey yemek yasak. Arada bir alkol ve sabahları süttozulu kahve hariçti benim için. Yine de işe yaradı tabi. Normalde gece illaki bi şeyler yiyesim geliyor. Karantina gazıyla kurala uyduk bu sefer, hatta belki de alışkanlık haline geldi... Tabi bunun için düzenli hayat gerek, dışarda yemek yemek yok, işte fiziksel olarak yorulup öğlen 12ye kadar dayanamamak yok... Göreceğiz. Şimdilik bu süreci ekstra kilosuz atlattım ya, o da bi başarı. Afferim kız bana! Arada kendime gaz vermem lazım.

Elişlerimin olduğu websitemde ürün satmayı denemeye çalışıyorum son günlerde. Simple Payments diye bi zamazingosu varmış, ödeme alma sistemi var filan. Diğer online satış sitelerine göre son derece ilkel bi görüntüsü var ama ürünler daha bi derli toplu olacak, gerçekten benim dükkanım olacak gibi geliyor. Etsy'ye bikaç şey koymuştum ama sevemedim orayı. Hem bissürü ürün arasında kayboluyor, tanıdıklar dışında kaç kişi tıkladı bilmiyorum, bilmek de istemiyorum, o kadar az muhtemelen. Çok iyi bi pazarlama çalışması yapmak lazım ki bende hiç yok o yetenek. Bi de kendi çöplüğümde ötmeyi deneyeyim bakalım. Ekim'de işyerimle sözleşmem bitiyor. Yenilemeyecekler büyük ihtimalle. Çok bi şey kazanmıyordum zaten, asgari ücretin biraz üstüydü. Aynısını kendi elişlerimden kazanabilsem memnun olacağım ama işte... Neyse... Bol bol küpe yapıyorum bu aralar. Aynı modelin farklı renkleri. Siteme yükleyip koyacağım bakalım sonrası kısmet. Bi sene bekletirim bi köşede, sonra olmadı ben kullanırım. Küpe negsel bi şey.

Bu tip şeyleri paylaşmamam lazım sanki blogda. Ne zaman böyle kişisele girsem pişman olup blogu kapatasım geliyor ama bu çok da kişisel değil sanki artık. İş işte. Gerçi iş benim için son derece kişisel ama son zamanlarda azaldı sanki bu durumun böyle olması...Amaan yazdım artık. 

Bugünün Kardeş Türküler şarkısı da topluluğun Balkanlar sorumlusu Fehmiye Çelik'ten gelsin, Anako, İşler Nanay





Ekşisözlük'te molosztash yazmış, üstelik yıldızlı yerleri de açıklamış, şurada , büyük hayır işlemiş. Çünkü sözleri okuyunca göreceksiniz, Türkçe diye anladım sanıyorum ama bir sürü yerini anlamıyorum aslında. Çünkü Çingenece.

- aman bir hecalim var!
- her kime?
istanbul'un pahasını, isini pisini, selini çekenlere!

çal bana çakır gaydayı
oyna oyna, çal gaydayı
habe* yoksa, ye yorganları

gel bize keriz edelim

bugün de perhiz edelim
gel bize, keriz edelim*

levan da nanay*, koy movasta*
yetmedi, kalmadı, yetmedi

yağmur ötelere yapar
bizim mahaleyi sel basar
hıdrellezgeldi, geçer
soske be burda çoro kaldık*
eyüp'te, balat'ta, gültepe'de
so tekera*, işler nanay!

İşte böyle. Bol müzikli günleriniz olsun. Neşeniz, insanlığınız yerinde olsun, 

Sevgilerle, lilililerle, 
Kanatlı Kedi








24 Mayıs 2020

Mayıs'ın Üçüncü Haftası

Bugün bayram. Siz ne yaptınız bugün bilmiyorum ama ben sabah pijamalarımı çıkarttım, düzgünlük kıyafetlerimi giydim, kısa tuvalet vs molaları hariç akşam 8e kadar hep telefonda konuştum. Üstelik halalara dayılara filan geçmedik, sadece ebeveynler ve kardeşler. Uzun sürüyor. Dün geceden beri sırf bu yüzden, bütün gün telefonda konuşmak zorunda olacağımı bildiğim için bi gerginlik vardı üstümde, geçti çok şükür. Görevler tamamlandı, yeğenler uzaktan sevildi. Güzeliz, iyiyiz. Bi sıkıntı yok, herkes sağlıklı, herkes hafif buruk, hafif şaşkın, bu ne biçim bayram, diye. Tabi halanı da bi ara, dayını da bi ara ödevleri verildi, o ödevleri yerine getirmemenin getirdiği vicdan azabı var üzerimde ama n'apalım, bu da kafa yani, yetişemiyorum herkese... Hayırlı evlatlığım anama babama bi de u.ın anasına babasına anca yetiyor, başkalarına kalmıyor. "Yoz" geldim yoz gidiyorum sanırsam. Evet. Ne yalan söyleyeyim, değişmek de içimden gelmiyor aslında.

Neyse, bayram seven herkesin bayramı kutlu olsun, sevmeyenlere de kolay gelsin diyeyim. Çünkü zor, sevmeyene çok zor. Gerçi bu bayram sadece bir günden ibaret, o açıdan iyi.

Ayrıca mantıksız bir isyanım daha var. Neden küçükler büyükleri aramak zorunda? Ben mi seçtim küçük olmayı, omuzlarıma bu sorumluluğu yüklerken bana soran oldu mu "küçük olmak ister misin" diye? Olmadı. Ah bu bayramlar, gelenekler, öyle yapılırlar, yapılmazlar... Çok isyanım var ama sıkıldım isyan etmekten, kaçmayı ve kaçamadığım durumlarda da he deyip geçiştirmeyi tercih ediyorum artık:) Gerçi bana kalsa hala sabahlara kadar şikayet ederim de, büyümem ve bu ergenlik isyanlarını atlatmış olmam bekleniyor, sıkıyorum insanları, çok konuşamıyorum, tutuyorum kendimi. Peki ergenlik sivilcelerim hala devam ediyor, ona ne diyeceksiniz çok bilmiş aşırı yetişkin kişiler? Hı?

Aman neyse, madem bugün bayram, bugünün Kardeş Türküler şarkısı da bayramlı olsun ama tabi ki annemgillere değil de günün sonunda artık bana bayram olsun (şeytani gülüş emojisi):



Ramazan bayramlı değil ama bayramlı sonuçta. Ne demiş atalarımız, bayram coşkusu Kürtçe de olsa, Newroz'da da olsa alınız, demiş.

Sözlerini doğrudan Kardeş Türküler kaynaklarından bulamadım. Muhtemelen albüm içindeki kağıtlarda yazıyordur ama elimde albüm yok ne yazık ki. Şu kaynaktan bulduğumu aynen paylaşıyorum.

Bayramın kalanında ve devamında, bol sağlıklı, huzurlu mutlu bir haftanız olsun,
Selamlar
Kanatlı Kedi

dar û beran kom kin vêxin
ser da bazdin, agirê har kin
kalktı, geldiler meydane
sabahın seher vaktinde
yana döne, yana döne
aşk ile yanıp dönmeye
çağlayıp nefes nefese
bêjimar ê, bêjimar e
mîna peşkên barane
tev belav bûn li kolanan
dora me tije însane
em belav kin agirê
agirê Newroz ê
li her derê pîroz kin vê cejnê
ewr direve, direve
bi tirsa rojê direve
tev xelas bû mij û dûman
hukma rojê çi xweş ê
tev belav bûn li kolanan
xwişk, brazî û hevalan
li bajaran û gundan
çalı çırpıyı toplayıp yakalım
atlayalım üstünden ateşin, harlayalım
kalktı, geldiler meydane
sabahın seher vaktinde
yana döne, yana döne
aşk ile yanıp dönmeye
çağlayıp nefes nefese
sayısızdılar, sayısız
yağmur taneleri kadar...
doldurdular sokakları
her taraf insan...
yayalım ateşi,
Newroz ateşini
kutlayalım her yerde bayramımızı
kaçışıyor bulutlar
korkusuyla güneşin
yok artık toz, duman,
güneşin hükmü ne hoş...
doldurdu sokakları
kızkardeşler, yeğenler, arkadaşlar...
şehirden kimi, kimisi köyden...

17 Mayıs 2020

Mayıs'ın İkinci Haftası - II

Selam dünyalı,

Bu kez not almamıştım hiç, oturup düşünmem gerekti bu yüzden. Şimdi notlar aldım, bakalım nereye varacak bu yazı...

- TRT spikeri Jülide Sönmez'in @kidegitim isimli bir instagram hesabı var, Türkçe'yi düzgün kullanmakla ilgili bir şeyler paylaşıyor arada bir. Bu hesapla tanıştığımdan beri daha bir dikkatimi çekti, Türkçem zaten çok iyi değildi, gittikçe de kötüleşiyor sanırım. Çok az Türkçe duyuyorum, duyduklarımın çoğu da benimkinden daha iyi değil. U.la aramızda geyik yaparak konuşuyoruz sürekli, filmlerde vs gördüğümüz karakterlerin taklidini yapıyoruz, kendi normal konuşmamı unutuyorum bazen. Neyse, bu hesap sayesinde hatırladım, daha çok farkındayım artık. belki düzeltirim de bir gün. Yoksa 3 dil bilip, üçünü de "derdimi anlatacak kadar" biliyor olacağım, çok saçma, ayıp, elalem ne der, ben ne derim?

- Yarın ve ertesi gün işe gidiyorum, yihhhuuu! Tabi ki burda ironi var, bu duruma sevinecek kadar işime bayılmıyorum ya da evden o kadar nefret etmedim henüz. Hatta hala yüksek sesle söylemeye utanıyorum ama çok memnunum evdeki hayatımdan. Ne kadar asosyal olduğumu bu karantina sürecinde daha iyi anladım. Bir kere bile evde olmaktan dolayı sıkılmadım. Tabi bizde hiçbir zaman tam bir karantina olmamasının da etkisi büyük bunda, istediğim zaman yürüyüşe çıkabiliyordum ama insanların şikayetçi olduğu şey sadece o değil, hiç sosyalleşemedikleri için de sıkılıyorlar. Nazar değmesin, tahtaya vurdum, hiç öyle bi sıkıntım olmadı. Hatta Hollanda'da yavaş yavaş normale dönme denemeleri başlıyor, "ben n'apcam" diye bi korku sarmaya başladı beni... Aman, her şey düzelsin de, ben tekrar alışırım, 30 yıldır nasıl yaşıyorsam, hallederim bi şekilde. 

Bugün bi maske diktim ve taktım ilk defa. Ne kadar rahatsız bi şey! Cepli yaptım ki içine filtre koyabileyim dedim ama o zaman da iki katlı yapmak gerekti, tabi daha sıcak oldu. Bi de gözlük buğulanıyor tabi.. Tüm gün maske takıp çalışmak zorunda olmak çok zor şeymiş,  hep tahmin ediyordum da, şimdi daha net anladım.

- İşe geçici olarak geri dönüyorum sanırım. Yetişmesi gereken bi model varmış. O yüzden, yani sıradışı bir durum olduğu için gideceğim. Bu arada diğer elemanlar çoğunlukla atölyeden çalışıyor sanırım, beni neden çağırmadılar hala? Bilmiyorum, kimseye de sormuyorum. Eşeğin aklına karpuz kabuğu koymaya gerek yok.

- Bu hafta bi kez daha anladım ki, Hollanda'da küçük şirketlerde çakallık temel yönetim prensiplerinden. Yani işçi olarak haklarını savunmazsan kimse gelip sana hakkını vermiyor. Çok sıradan şeylerde bile öyle. Çok ayrıntıya girmek istemiyorum ama benim gibi "Avrupa'da işçi hakları süper gelişmiş, doğu kurnazlığı yok, adil vs" diye düşünerek buraya gelenlere fikir olsun: Her zaman öyle değil. Ben bunu öğrendiğimde şok oldum, "iş ahlakı bu değil ulen!" diye bağırasım geldi ama kim iddia etti ki iş ahlakı sahibi olduğunu? Bu sadece bizim yakıştırmamız. Bi de Hollandalıların çok açıksözlü olmasıyla ilgili bi efsane var, bu huylarıyla ünlüler. Birçok Avrupalıya bile kaba geliyor bu huyları. Günlük hayatta çok rahatsız olmadım henüz bu huylarından (muhtemelen çok sosyalleşmediğim için) ama iş yerinde bu açıksözlülüğü herkes kendi lehine kullanma çabasında, özellikle de yöneticiler. Bi sorunuz varsa rahatça sorabilirsiniz, deyip duruyorlar ama aslında bu bi seçenek değil. Çoğu zaman sormazsanız, cevabın peşinden koşmazsanız cevabınızı alamıyorsunuz. Ve burda soru "ben ne zaman sözleşme imzalayacağım?" gibi son derece ciddi bir soru da olabiliyor. Saçmalığın alası, acayip sinir bozucu, ve bence hiç de etik değil ama "hakkını savunmazsan tabi ki düdüklenirsin" gibi kabul görmüş bi zihniyet var burda. Zihni bu savaşa hazırlayıp işe girince insan daha az kazık yiyebilir, o yüzden buraya yazmak istedim. 

Öte yandan soru sorunca patronun sana kafayı takması gibi bir şey de pek olmuyor sanırım, en azından ben öyle bi hikaye duymadım henüz. İşi iyi yapıyorsan patron senle iyi anlaşmaya devam ediyor, hiçbi şey olmamış gibi. Yani patronun gururuna dokunmuyor aranızdaki çekişme, ki Türkiye'de muhtemelen öyle bi durum daha yaygın olurdu.

- İlk defa burdaki bi tuhafiyeden sipariş verdim. bol.com gibi sitelerden de alabilirdim ama dedim hem destek olayım, hem de bakayım tam olarak neleri varmış. Tüm stoklarını inceledim, normalde nasıl arayacağımı bilemediğim ürünleri buldum. İyi oldu. Dükkan şu: https://jandegrotekleinvakman.nl/
Şimdi küpe kancası, silikon tabancası , elyaf gibi birbiriyle alakasız şeyler kaldı alınacak, onları nerden alacağımı bilemiyorum şimdilik. Bulurum elbet. 

- Düşününce, elişi bakımından normalden daha verimli geçmiş günlerim. Bugün maske diktim. Sonra dikiş makinesine doyamadım, uzun zamandır ertelediğim şeyi yaptım, kendisine bir örtü diktim, çünkü pakette gelen dandik plastik örtüsü bi işe yaramıyor, her yerine toz giriyor. (Evde niye bu kadar toz var? O ayrı bi konu tabi.)  Tarif bulmaya üşendiğim için kafama göre diktim örtüyü, sonuç idare eder, çok incelemezsen hatalar anlaşılmıyor ama dikerken bu kadar sorun çıkacağını hiç düşünmemiştim. Ölçüleri belli olan şeyi düzgünce kesemediğim için dikerken parçalar tam  eşit denk gelmedi, dolayısıyla köşelerde kat kat diktiğim yerler oldu ama neyseki çok önemli bir şey değil. Daha çok çalışmam lazım. Sadece ya makine çok dandik (epey ucuza almıştım) ya da ben çok temel bir şeyi yanlış yapıyorum ki şöyle bir problem oluyor: Dikişi bitirince kumaşı kaldırıp ipi kesme aşamasında kumaşı uzaklaştıramıyorum bi türlü çünkü alttaki ipin olduğu haznede iki ip biribirine dolaşmış oluyor. Sık sık bu düğümü çözmem gerekiyor, bu da baya bi heves kırıcı bi şey. 


Bi de bozuk para cüzdanı ördüm. Burdan bi arkadaş ailesinin evine dönecek memleketine, ona küçük bi hatıra vermek istemiştim, ordan aklıma geldi böyle pratik bi hediye fikri. Daha da örerim ben bundan, çok sevdim. Hatta unutmadan pratiğe devam etsem iyi olur. Şimdi de bi cüzdan yapmak var aklımda, ya eski kotlardan (daha sağlam olur diye) ya da örgüden bi cüzdan... Henüz uygun bi tarif bulamadım, kafamda da oturtamadım fikri. 

 

He bi de 500lük puzzle tamamladık u.la birlikte. 


İşte böyle. 

O zaman Kardeş Türküler'in Seteney'iyle veda edeyim, Çerkes şarkısı. Sözleri de videonun altında. 

Selam ederim,
Kanatlı Kedi




tatlı tebessümün bana ulaştığında göğsüm aydınlanıyor güneş gibi bir bakışın bana değdiğinde yüreğim kanatlanıp uçmak istiyor gerçek sevgi budur işte umutlardan kurulu budur işte gerçek sevgi çiçek demetlerinden yapılmış hayat dayanılmaz olduğunda katlanabiliyorum, sen yanımdaysan uzun yollara düşmüşsem eğer ulaşıyorum istediğim yere, sen uğurladıysan

12 Mayıs 2020

Kardeş Türküler (Mayıs İkinci Hafta)

Son yazıda Kardeş Türküler için ayrı bi yazı yazmam gerek demiştim. Ertelersem uzar gider, unuturum, hatırladıkça da kendime kızarım diye bir an önce yazayım dedim.

Ne anlatsam diye düşündüm. Haklarında internette bulabileceğinizden fazlaca bir şey bilmiyorum. Grubun biyografisini özetlemek manasız geldi, kendi internet sitelerinde, vikipedi'de vs var zaten. O yüzden daha çok bana ne ifade ettiklerini anlatayım istiyorum. Sonra sevdiğim şarkıları ve tabi arada grupla ilgili az biraz bilgi. Çok uzun tutmayacağım yazıyı, bol bol şarkı paylaşasım var aslında ama bu iş için Spotify gibi uygulamalar var tabi, işi erbabına bırakacağım.

Şimdi efem, ben bu grubu ilk ne zaman nasıl nerde dinledim, hatırlamıyorum ama tahminim ilk Vizontele müzikleri sayesinde farkında olmadan dinlediğim yönünde. Yani isimlerini cisimlerini, diğer şarkılarını bilmeden uzunca bi süre dinledim sanırım. Ki Vizontele bence harika, başka dillerde altyazılarla dünyanın her yerine yayılması gereken bir film, çok severim. Şimdiki BKM filmlerini düşününce... Kıyaslamanın mümkün olmadığı bir film. Ve filmi bu kadar güzel kılan etmenlerden biri de müzikleri. Mesela Denize Yakılan Türkü (Vizontele Tuuba'dan). Dinlerim dinlerim doyamam. O zaman o videoyla başlayalım:




Öncesinde çok fazla türkü dinlemezdim. Hem ailemde çok dinlendiği için, bana gelenekleri ve dolayısıyla muhafazakarlığı çağrıştırdığı için isyankar tarafım ağır basardı (ergenlik), dayanamazdım. Sonra türkülere bayılan bir sevgilim oldu, mecburen sevmeye çalıştım. Öyle çok da sevemedim yine sanırım. Yani durup dururken açıp da türkü dinlemezdim ama sevgilim yani u. açınca güzel gelirdi. Yani u. yanımda değilken pek bi şey hissetmemi sağlayamıyordu türküler.

Derken, sanırım bu sıralarda Vizontele müziklerinin Kardeş Türküler'e ait olduğunu öğrendim ve diğer şarkılarını dinlemeye başladım. Emin değilim bu süreçten, belki de şimdi hafızamdaki boşlukları dolduruyorum. Ama zamanı önemli değil, birden aydınlandım, türküleri sevebileceğimi gördüm! Çünkü aynı türküleri çok farklı bi şekilde sunuyorlardı. Bolca vurmalı çalgı ve bolca coşku. Aman orjinali bozulmasın diye aynı usulle bin farklı kişinin aynı şekilde söylediği Neşet Ertaş türkülerini bile, hem değiştirip hem de ruhunu bozmadan dinletebiliyorlardı.

Bi de evde kendi kendime şekilsiz şekilsiz dans etmeyi çok sevdiğimden, Mirkut'u, Şah-ı Merdan'ı, Şukar Şukar'ı, Anako'yu çevirip çevirip dinler oldum. Ve bu arada anladım Kardeş Türküler'in isminin anlamını. Türkiye ve civarı coğrafyalardaki farklı dillerdeki halk şarkılarını söylüyorlarmış meğer.

Şimdi bu yazıyı yazmadan önce araştırınca öğrendim ki, 93'te BGST'nin (Boğaziçi Gösteri Sanatları Topluluğu) müzik birimi olarak kurulmuşlar ve başlangıçta 4 dil varmış repertuarlarında: Kürtçe, Türkçe, Azerice, Ermenice. Yıllar içinde Lazca, Gürcüce, Arapça, Çerkesçe ve Çingene, Makedon, ve Alevi halk şarkıları da eklenmiş.

Sonra 2013 oldu, Gezi şarkıları çıktı piyasaya. Ve Tencere Tava Havası geldi. Tencereyle tavayla rendeyle sokakta oturup şarkı söylediler, bıktık valla dediler:



Artık Kardeş Türküleri hafızamdan silmemin imkanı yoktu. Sözlerini buraya yazayım dedim ama "Tencere Tava Havası sözleri" diye aratınca gogıl'da, en üstte bir şerefsizin yazdığı şu sözler çıktı:


Gogıla geri bildirim yolladım hemen ama ne zaman düzelir bilmem. Doğrusunu yazmam şart oldu:

TENCERE TAVA HAVASI

Bir öyle bir böyle kelamlardan, yasaklardan
İllallah
Başına buyruk kararlardan, fermanlardan
İllallah

Aman aman bıktık valla
Aman aman şiştik valla
Bu ne kibir, bu ne öfke
Gel yavaş gel, yerler yaş

Satamayınca gölgelerini
Sattılar ormanları
Devirdiler, kapadılar
Sinemaları, meydanları


Her tarafın AVM'den
Geçesim yok bu köprüden
N'oldu bizim şehre n'oldu
Hormunlu bina doldu

Aman aman bıktık valla
Aman aman şiştik valla
Bu ne kibir, bu ne öfke
Gel yavaş gel, yerler yaş
Gel yavaş gel, yerler yaş...

Hüsnü perişan oldu bibaht kaldı aziz İstanbul
Bu gam, bu gaz bu kederle
taş kalmadı taş üstünde
Ne oldu sana böyle, söyle söyle söyle....
Seni böyle istemem, istemem

Ammaan...

Aman aman bıktık valla
Aman aman şiştik valla
Bu ne kibir, bu ne öfke
Gel yavaş gel, yerler yaş


Trol biter mi, bitmez.  Bu grubu dinleyince normalde zihnim trollerden, dünyanın pisliğinden arınıyor. Yani şarkılarında pisliklerden bahsediliyor tabi ki ama adaletin, sevginin, eşitliğin gözünden anlatılıyor her şey. Dolayısıyla içimdeki insan sevgisi daha bi güçleniyor dinledikçe. Ama işte her şeyi kirletmeye pek bi meraklı insanlar var. Müzik ıslah etsin, ne diyeyim...

Bu grubu sırf Kürtçe, Ermenice şarkılar, Alevi deyişleri söyledikleri için bile asla sevmeyecek ve dinlemeyecek bir kitle var. Bu kitlenin içinde büyüdüm ama çok şükür ki artık onlara kesinlikle katılmıyorum. Bunu açıklamaya çalışmak bile çok saçma geliyor artık. Nereden başlayacağımı bilemiyorum. İnsan insandır, nerde, hangi toplumun içinde doğacağını seçebiliyor musun? desem, yetecek gibi geliyor ama yetmiyor işte onlara göre. Tarih okumak ve farklı bakış açılarından okumak gerekiyor, diyorum... Belki bu okumamışlıklarından dolayı utanıp düşünürler diyorum, çoğu zaman işe yaramıyor.

Neyse, devam edeyim. Bu grup çok kalabalık, kaç elemanı var bilmiyorum. İsimlerini bildiğim solistler: Feryal Öney, Vedat Yıldırım ve Fehmiye Çelik. Üçünün de sıradışı sesleri var. Özellikle Feryal Öney'in yırtıcı sesinin hastasıyız. Enstrüman çalanlarda da cinsiyet eşitliği göze çarpıyor. Perküsyon kadın dolu. Bir konserlerinde baş gitaristlerden biri başı kapalı bir kadındı, düzenli olarak grupla birlikte mi, bilmiyorum. BGST'nin Youtube kanalında konser görüntülerini bulabilirsiniz. İçimi açıyor bu görüntüler.

Son zamanlarda karantina sebebiyle video yayınlıyorlar. Ben de Ahmet Kaya'nın Ağladıkça'sını 4 farklı dilde söyledikleri videoyu buraya bırakıp gideyim artık. Grubu hiç tanımayanlara bi şans vermelerini sağlayacak kadar anlatabilmişimdir umarım. Anlatamadıysam da ben de yıllardır biriktirdiğim sevgimi biraz boşaltmış oldum, iyi oldu:)










09 Mayıs 2020

Mayıs'ın Birinci Haftası II

Selamlar efem,

Burda korona kuralları biraz gevşemeye başladı. Geçtiğimiz haftaiçinde yeni kurallar açıklandı. Haftaya okullar açılacak, yarı zamanlı olarak. Yani çok kalabalık olmayacak şekilde düzenlenecek sınıflar. Liselerle ilkokullarda uygulama farklı olacak sanırım. Küçük çocukların taşıyıcı olmadığı sonucuna varmışlar burda yaptıkları istatistiki araştırmalarda. O yüzden bu rahatlık.

11 Mayıs'tan itibaren kütüphaneler (ki burda önemli sosyalleşme merkezi buralar), 1 Haziran'dan itibaren de kafeler, sinemalar vs mesafeli olarak açılacak. Müşteri kısıtlaması olacak yani. Mekan içinde olur ama dışında nasıl olacak? Bu havalarda hep barların, kafelerin teras dedikleri kapı önleri tıklım tıklım olurdu. Göreceğiz.

Şöyle bir görsel hazırlamış devlet, yeni kurallarla ilgili:



1 Eylül'den itibaren ot satan dükkanlar yani coffeeshoplar açılacak ve seks işçileri tekrar çalışabilecek. Başbakanın bu cümleyi basın toplantısında kurması bi tuhaf geldi dinlerken. :) Tabi bundan bahsetmesi şarttı. Amsterdam'ın en önemli turist çekme sebebi bu iki iş kolu, üzgünüm ama Van Gogh Müzesi değil:) Vergisini ödeyen bu çalışanlardan bahsetmek zorunda eşek değilse. 

Ha bir de tüm bu yavaş yavaş rahatlamaya rağmen, 1 Haziran'dan itibaren toplu taşımada maske kullanmak zorunlu olacakmış. Neden o zamana kadar zorunlu değil? İnsanların maske edinmesine zaman tanımak istiyorlar. Çünkü Türkiye'deki gibi topluca ürettirmediler burda, insanlar hala Etsy'den, tanıdıklardan filan DIY yöntemiyle dikilmiş maskeler bulmaya çalışıyorlar. Türkiye'de meslek liselerinde filan dikildiğini okumuştum. Doğru haber galiba değil mi? Eğer öyleyse bu uygulama burda neden yapılmadı? Çok mu zor? Diktatörlük sayılır, piyasaya müdahale etmemeliyiz filan mantığıyla mı? Hala anlayamıyorum burada neler olduğunu, hangi eylemin ardında nasıl bi motivasyon olduğunu filan... Yorucu oluyor bazen ama uğraşıyorum işte bakalım... 

Benim işyerim de yakında atölyeden çalışmaya geri dönebileceğimizi bildirdi. Yaklaşık 30 kişilik atölyede 7-8 kişi olacağız, dolayısıyla sosyal mesafeyi korumamız çok da zor olmayacak ama isyanlardayım içten içe: İhtiyaç var mı cidden? Aynı işi yapıyordum evde ne güzel. Tamam kurallar biraz gevşiyor ama hala olabildiğince evden çalışın dendi. Ne gerek var şimdi toplu taşımaya filan binmeye... diye düşünüp düşünüp dünümü rezil edecektim ki... aklıma geldi: Daha ne zaman çağıracakları bile belli değil. Bi sakin ol. Çağırdıkları zaman düşünürsün. Böyle düşününce bi rahatladım! Oh be. Bi sürü düğme varmış meğer beynimde, birbirinin yolunu engelliyormuş. Misal stres düğmesini kapatınca hop gözüm daha bi başka görüyormuş. Bu kadar basit bi şeyi niye bu yaşımda anladım, onu ben de bilmiyorum. Geç olsun güç olmasın.

Neyse Korona haberleri bu kadardı, güzel haberlere geçelim:

1. Ferhan Şensoy podcastleri: Sosyal medyada sorulan sorulara cevap veriyor. Kısa kısa üç kayıt var şimdiye kadar. Ama güzel haberler geliyor. Yeni oyunlarından birini radyo tiyatrosu şeklinde yapacaklarmış, ekip Zoom'dan filan prova yapıyormuş. Kısacası son derece aktif çalışıyor Ferhan Şensoy ve Ortaoyuncular Tiyatrosu, beklemedeyiz. Podcast şurda.

2. Jet Sosyete'nin karantinada evde çekilen final bölümünü izledim, duygulandım. Karakterleri şöyle bi tanırdım ama diziyi düzenli olarak izlemezdim. Baya güzel geldi yine de.

3. Nazlı Gürkaş'ın Zeytin Ağacının Gölgesinde Yunanistan kitabına başladım. Muhtemelen bunun hakkında uzun uzun yazmam gerekecek ama kısaca bi şeyler demeden duramadım: Yunanistan'ı niye bu kadar sevdiğimi hatırlıyorum her sayfada. Türk bir yazarın gözünden Yunanistan'ı görmenin anlamı benim için daha büyük. Çünkü burda diğer Avrupalılara anlatmaya çalışıyorum, anlatamıyorum neden sevdiğimi. Sadece deniz kum güneş sevgisi sanıyorlar ama bambaşka bi şey var aramızda. İtalya'nın denizinde aynı hisler uyanmıyor. Düşman diye öğrendiklerimizin bize ne kadar benzediğini 25 yaşımdan sonra fark etmiş olmam mı etkiledi beni bu kadar? Bilmiyorum. Analiz etmek niyetinde olmuyorum pek bu konu üzerine düşündüğümde, o farklılıkları, benzerlikleri, dertleri, sevinçleri, her şeyi gözlemlemek istiyorum sadece ve bunun keyfini çıkarmak... Ah be, ne çok özledim...

Bu arada kitapla tanışmamı sağlayan Sezer'e, blogundaki yazıya teşekkür etmeliyim: https://sezer-eser.blogspot.com/2019/06/sevdigim-seyler.html İyi ki almışım. Daha önce hiç bu tatta bi gezi kitabı okumamıştım. 

4. Şimdi etiketlerde arattım da, ben hiç Kardeş Türküler hakkında yazı yazmamış mıyım gerçekten? Nasıl yapmış olabilirim bunu? Çok seviyorum, öyle böyle değil. Lisede  platonik aşık olduğum çocuklardan biri şimdi grup üyesi diye değil, hayır, alakası yok:) Gerçekten yok. Sevdiğim şarkılarının çoğunun sözlerini anlayamıyorum, bu da benim ayıbım, oturup araştıramamışım. Bu çelıncın sonuna kadar görev edineyim o zaman kendime: Her yazıda bir Kardeş Türküler şarkısının sözleri ve Türkçe değilse çevirisi paylaşılacak burda. 

Gülsüm diye bi türkü var, bilmem bilir misiniz? Sanırım Burdur civarlarından bi türkü. Güssüm evlenecekmiş de "sen buralardan gidince bizim koyunları, sığırları, davarları kim gütsün" diye bi ağıtla yakılıyor sonra da göbek atılıyor arkasından. Güssün adeta bi süper kahraman, her işi yapıyormuş meğer. Komiklik olsun diye söyleniyor muhtemelen ama özellikle köylerde son derece gerçeği yansıttığı için beni acayip sinirlendiriyor-du. Kardeş Türküler versiyonunu dinledim, içimin yağları eridi. Buyrun onu buraya bırakayım, sözlerini de altına kopyalayıp gideyim. Kardeş Türküler'i ayrı bir yazıda uzun uzun yazmam lazım.



Gülsüm, A Gülsüm,
Sen Buralardan Gittiğinde
Davarları, Koyunları, Sığırları,
Sıpaları, Tavukları, Köpekleri Kim Gütsün?
İnek Sağdırı, Odun Kıydırı, Südün Pişiri, Kaymağı Taşırı,
Ocakta Yemek, Öğlene Pişcek, Tarlaya Gitcek
Anası, Atası, Danası, Sıpası…
Atıyo Tepesi, Atıyo Tepesi
Öffffff Beeeeee!
Kınamızı Soldurana
Gülümüzü Kurutana

Ömrümüzü Çürütene
Öfff Be Diyelim Hele….
Gülsüm, Kız Gülsüm,
Gelin Olup Gittiğin Evde Ahıra Avluya,
Çalıya Çırpıya, Tarlaya Oduna Da Sen Koşma Gari
Kız Gülsüm….

Gülsüm Yolun Açık Olsun
Gurbet Elde Başın Bahtın Gülsün
Gözünden Yaş Döktürenin
Yollarına Duman Çöksün..

Kaynak


05 Mayıs 2020

Mayıs'ın Birinci Haftası

Yeni çelıncımız kutlu mutlu ve mübarek olsun. Bu Hıdrellez olduğu söylenen, kocaman aylı geceden, herkese merhaba, kanalıma hoşgeldiniz.

Ben hiç gerçek anlamda Hıdrellez kutlamadım. İçinden kutlama geçen şeylerden itinayla uzak duran bi ailem vardı. (Ailem hala var şok şükür ama o durum değişmeye başladı, herkesin karakteri kafasına göre yön değiştirdi.) Hep bi sebebimiz vardı neşe denen şeyden uzak durmak için ama Hıdrellez'den neden uzak duruyorduk? Vallaha bilmiyorum. Bi sonraki konuşmamızda sorarım belki anneme. Kendi aramızda bol bol espriler şakalar yapardık, kendimize özgü bi espri anlayışımız oluşmuştu bu yüzden ama dışarı yani ele güne karşı hep bi akıllı uslu durma çabamız oldu. Hıdrellez nedir? Tam olarak bilmiyorum hala. Baharın gelişi mi? Ama Nevruz da baharın gelişi değil miydi? O ikisinin arasında nasıl bi fark var? Gelenekçi Sünnici sülalede doğduğum için mi bilmemem gerekiyordu bunları?

Artık çok da umursamıyorum açıkçası. Ama ölüme yaklaştıkça dindarlaşan insanlar gibi, ben de zamanla neşeye yaklaşmaya çalışıyorum galiba. Beni iyi hissettirecek ne varsa, onu deneyeyim diyorum. Bu sene Sadece C.'nin blogunda görüp özendim, dedim ben de bi dilek tutup gülün altına gömeyim, sonra artık ne gerekiyorsa yapayım filan... Maksat yarından bi şey bekliyor olmak, o hissi dünyayla paylaşmak... Oturdum düşündüm dün gece, ne dileyebilirim diye... Net bi şey gelmedi aklıma. Tek bir dilek bulamadım. Mum üflemem gereken her doğumgünümde olduğu gibi saçmaladım. Dünya barışı, korona gitsin, sağlıklı olalım, mutlu olalım falan gibi... Daha basit, daha insani, hani daha gelip geçici, gerçekleşmesi için evrene enerji gönderince benim de -mahcup olmamak için- uğrunda daha fazla uğraşacağım bi dilek dileyeyim dedim, bulamadım. Bir yıl için arzuladığınız şeyleri nasıl tek bir dileğe indirgeyebiliyorsunuz sevgili insanlar?

Bu arada şimdi hatırladım, sanırım "dilek sadece Allah'tan dilenir" diye mumdur, güldür, bu tip şeyler yapılmıyordu bizim ailede. Ah, düşününce içim şişti yine. Bu tip şeyler neşe katıyor hayata, günlük hayatın durağan sularına serin, tatlı, taze bi dalga getiriyor. İnanmayın demiyorum, yine inanın ama inancın hayatınızdan neşeyi silmesine izin vermeyin lütfen, reca ediyorum.

Kısacası bu Hıdrellez'de de şaşkınlıktan dilek dileyemedim. Bi de hadi orda burda bi gül ağacı buldum diyelim, dibine bi şey gömmeye çalıştığımı görse komşulara nasıl açıklarım diye düşündüm, yalan yok. Savunacak kadar aşkla benimsediğim bi şenlik değil ki, uğruna komşularla muhabbet etmeyi göze alıp kendimi sokaklara vurayım... Belki biraz daha benimseyince olabilir. Padişahın tahtı var, her şeyin bir vahtı var demişler. Bu söz buraya tam uymadı ama olsun.

Dilerim usulünce, içinden gelerek dilek dileyenlerin bütün dilekleri gerçek olur. Neşeniz bol olsun, benim gibilere de ilham olsun. Siz yine de gaza gelip benim gibileri neşeli olmaya zorlamayın, her zaman ayak uyduramayabiliriz. Azar azar verin, alıştıra alıştıra.

Misal, büyüdüğüm ortamda biri iyi dilekte bulununca, mesela inşallah kazanırsın o okulu, gibi, "hayırlısı olsun" diye cevap verilirdi. Yani hayırlısı değilse, çok istesem de, kazanmak için götümü yırtsam da kazanmasam daha iyi, demekti bu. Ki oturup düşününce, doğru. Çok iyi okulları kazanıp stresten hasta olmak da var. Her türlü iyi dileğin sonuna kötü bi ihtimali yapıştırabilirsiniz bu yöntemle düşününce. Gereksiz gerçekçilik dediğim huy içinize yerleşir böylece iyice ve hayal kurmaktan alıkoyarsınız farkında olmadan kendinizi. Halbuki sen kısa vadeli hayallerini kur, kötü bi şey olursa onu da o zaman düşünürsün. Her şeyin en hayırlısını dileyince, bi şeyler için uğraşmanın ne manası kalıyor ki? Eşeğini sağlam kazığa bağla, sonra Allah'a emanet et sözünün bile bir anlamı kalmıyor o zaman. Ya eşeğini bağlamak şere vesile olacaksa?

Muhafazakar yaşam biçiminde felsefe yapmaya kalkmak diye buna denir sanırsam.

Neyse, çıkalım bu muhabbetten. Sadece şunu diyeyim; Hıdrellez enerjisi kendimi anlamamı sağladı biraz daha. Tişikkirlir blog arkidişlerim.

Amazon'da The Great Passage diye bir Japon çizgi dizisi izledim. 11 bölümcük. Çok sevdim. Yine bi Japonya aşkı doldu içime. Çubukla yemek yemek istedim. Japonya'ya gidebilsem, gitmek ister miydim şimdi, diye sordum yine kendime ve cevabım yine "Hayır," oldu. Yani belki bikaç günlüğüne evet ama daha uzun değil. Bi kere gittim, yetti gibi geliyor. Bi coğrafyanın ruhunun içine giremeyeceksem o zaman geçirdiğim 3 haftadan daha uzun süreyi aynı yerde harcamak anlamsız geliyor. Şimdi gitsem, yine aynı olacak. Mekanın, toplumun ruhunun içine girebilmek bambaşka ve öyle turist olarak yapılabilecek bir şey değil bence. O yüzden uzun süreli turistlikler evimi özletiyor bana. Belgeselde de izleyebilirdim diyorum. "Neden geziyoruz ki?" demiyorum, yani bunu bir ideoloji gibi savunmuyorum, yani bu bi fikir değil, bi his.

Amma velakin hala ne zaman bi Japon çizgi dizi/filmi izlesem, o çizgilerin içine dalıp orada yaşamak istiyorum. Ben ben değilmişim de o çizgilerden biri olmuşum mesela. O etki yine var üstümde ve bunu çok seviyorum. Bi gün, bugünler geçtiğinde ve yine Japonya'ya gidebilir hale geldiğimde, belki bu etkinin gazına gelip o ülkeye tekrar gitmek isteyebilirim. Hiç belli olmaz.

Tabi biraz da konusundan bahsedeyim. Bir yayınevinin bir kenara atılmış sözlük departmanında geçiyor her şey. Son derece içe kapanık fakat kelimelerle arası çok iyi olan bir başrolümüz var. Departman, şimdiye kadar yapılmış en iyi sözlüğü yapmaya uğraşıyor. Elemanlar ilk defa duydukları kelimeleri not ediyorlar sürekli. Sınıflandırma, sıralamayla dolu bi iş. Raflarda dosyalar, diziler, sınıflandırmak için görsel işaretler... İnce, çok ayrıntılı bir iş. Burdaki büyük Van Dale Sözlüğü'nü hatırlattı bu bana. Sanırım düzenli olarak yenilenen, geleneksel bir sözlük bu. Sahaflarda mutlaka bulunuyor eski baskıları. Bende de var 90lardan kalma bir set. 3 kalın ciltten oluşuyor. Türkiye'de var mıydı böyle temel bir sözlük? Okul için olan küçük Altın Sözlüklerden filan bahsetmiyorum. Türkçe'deki tüm temel sözcükleri kapsadığını iddia eden ve ara ara yenilenen bir sözlükten bahsediyorum. Varsa da her eve girecek kadar önemsenmemiş belli ki.

Böyle bi dizi izleyeceğimi hiç düşünmezdim. Çok sevdim. Bir işe kendini adayan insanları izlemenin verdiği tatmin de vardı tabi. İçe dönük-dışa dönük insanların birbirlerine saygı duyup peşinden koştukları işi aşkla bitirebilmelerini görmek, huzurlu bi iş ortamı, arada bi ortaya çıkan kedi... Bence huzurun resmiydi bu dizi.

Linki de bırakayım buraya: https://en.wikipedia.org/wiki/The_Great_Passage_(TV_series)

İşte böyle, daha fazla uzatmayayım, ilk haftanın ilk postunu burada sonlandırayım.

Selamlar,
Kanatlı Kedi

30 Nisan 2020

Karantina Çelıncı Final - 37 (Ben devam ediyorum)

Merhabalar  sevgili insanlık,

Çelıncın son günü.

Mart 2020'nin sonlarına doğru, Korona Türkiye'de de yayılmaya başlamışken düzenli blog yazmak için bi bahane olsun diye bi çelınc atmıştım ortaya. Bitiş tarihini kafadan salladım, Nisan sonu olsun dedim. Bu kadar çabuk geçeceğini düşünmemiştim. Bence çok iyi oldu. Pek çok kez bikaç günü bi arada yazdığım da oldu ama sıkıntı etmemeye çalıştım. Çalıştım diyorum çünkü takmıycam takmıycam dememe rağmen illaki az biraz kafama taktım. Ama bu sıkıntı bile hiç yazmamaktan iyi geldi bana.

İnsan ilişkilerinin farklı farklı boyutları var. Blogda tanıştığım insanlarla kurduğum ilişki de bence çok kıymetli, hatta benim karakterime en uygun ilişki yöntemi bile diyebilirim belki biraz abartarak. Bu son bir ayda yeni bloglar tanıdım. Güzel oldu bence. Düzenli olarak okumaya çalıştım çelınca katılan herkesin yazılarını. Bir sürü şey öğrendim. Karantinada oyalanmalık izlemelik okumalık önerilere kulak verdim. Instagram'daki gibi bilgi bombardımanına da maruz kalmadım, o yüzden kaynakları sindire sindire kurcalama şansım oldu.

Sanırım en sevdiğim sosyal medya mecrası hala blog dünyası. Çok daha yavaş ve derinlemesine ilerliyor her şey, paylaşımlar, yorumlar, takip etmeler, edilmeler.

Kısacası benim hala yazasım var. Bu yüzden kendimi ve isteyen herkesi haftada en az bir yazı yayınlamaya davet ediyorum tekrar. Çelınca devam. Zaten takip ettiğim kişilerde de benzer şeyleri hissediyorum, sanki herkese iyi geliyor bu sıralar gelip bi köşede üç beş kelime bir şey yazmak. Dolayısıyla çelınc olsa da olmasa da herkes yazmaya devam edecek gibi hissediyorum. O yüzden, yeni katılanlar olur mu bilmem ama olsun olmasın, ben bi süre daha buralarda olacağım düzenli olarak, isteyen olursa beklerim, buyrun gelin. Ben haftada en az iki kez diye bi hedef koydum kendime ama daha kapsayıcı olsun diye minimum haftada bir kez diye genelleyeyim dedim.

Özetle: 
Yeni çelınc başlamıştır. Yazmalara doyamayanlar ama birazcık dürtme, az biraz motivasyon bekleyenler için gelsin: Mayıs sonuna kadar, haftada en az bir yazı yayınlamak isteyenler, buyrun gelin. Aşağıda yorumlarda belirtirseniz yine bi liste yaparım bu yazının altına. Birbirimizi takip ederiz böylece. 

------

Gelelim bugünün haberlerine:

Ortaoyuncular Yayınları bir videoyla duyurdu: Spotify'da Ferhan Şensoy podcasti yayınlanacak. Soruları şu post'un altında soruyoruz, Mr Şensoy yanıtlıyor. Heycanlandım. Beklemedeyim. Spotify'da tam olarak hangi hesaptan yayınlanacak bilmiyorum, duyunca haber ederim.

Haberler bu kadar. Gereksiz bilgilere geçersek, bugün Instagram reklamlarında çıkan şeylerin çoğunu satın alasım geliyor, bunu fark ettim. Bir ara sütyen nasıl yapılır gibi aramalar yapmıştım internette, o yüzden olsa gerek, en rahat ve sağlıklısı olduğunu iddia eden sütyen reklamları çıkıp duruyor. Hepsi farklı marka, hepsi eski sütyenlerden şikayet ediyorlar (ki bu şikayetlerin aynılarından bende de var) ve ideal sütyene ulaştıklarını savunuyorlar. Bi ara boyun ve sırt ağrımdan bahsetmiştim u.a, az sonra telefonu aldım elime, hop omza takılan, kambur durmayı engelleyen, daha önce hiç görmediğim bi ürünün reklamı. Dinlendiğimizden hiç bu kadar şüphelenmemiştim. Saçma sapan patlamayan balonlar, ev içine asmalık salıncaklar, güneş enerjisiyle çalışan fıskiyeler, ayakları yıkamak ve nasır oluşumunu engellemek için banyo terlikleri... Takip ettiğim hesaplardan çok reklamlara bakıyorum bu aralar. Çok yaratıcı ürünler çıkıyor. Gecenin köründe canlı telefonlu satış yapan televizyon kanalları gibi.

Ha bir de highly sensitive person diye bi kavram ortaya atmış Elaine Aron adında bir klinik psikolog. Onu not ettim bi kenara, inceleyeceğim. Ne kadar güvenilir bir kavram henüz bilmiyorum. Şöyle bir sitesi var: https://hsperson.com/ Bi tane de test koymuşlar siteye, ona kalırsa ben de bir HSPyim. Öyle olsa ne rahatlıycam. Pek çok sorunuma ortak bi ad konmuş olacak ve belki bu sorunlarla barışmam gerekecek, "ay sen de çok kafana takıyosun, alıngansın, asosyalsin" gibi iddialara kapı gibi verecek bi cevabım olacak: "Cnm ksra bkma bn HSPyim de!"

Şaka bi yana böyle psikolojiyle ilgili bi şeylere kafa yormaya başlayınca insan kendine bi ad konulsun istiyor. Kendi kendime teşhis koyacak değilim ama o kadar yazmışlar, az buçuk okumam şart çünkü merak ettim.

Kendi psikolojimi anlama çabasına girdim ya bu ara, anladım ki çok fena derin bi kuyuya girmişim. Bi şey okurken yazar başka bi yerlere referans veriyor, o başka birine, o başka birine... Başlangıçta nerden başlayacağımı bilemezken şimdi okunacak bir sürü kaynak sırada bekliyor. Daha fazla kaynağa başlamadan, yarım kaldıklarımı bitirip diğerlerini kenara not alıyorum. Bi deftere not ediyorum negatif ruh hallerinde uygulanabilecek rahatlama yöntemlerini. Öyle içimin sıkıldığı anlarda akıl edip bu deftere göz atabilirsem, uygulamaya çalışacağım bakalım.

Bir de bi ara yaptığım örgü çiçek küpeyi paylaşayım, KuruksuzKedi'ye söz vermiştim.




Yüzümü paylaşmayayım diye saçma sapan bi şeye dönüştü ilk fotoğraf. Alttaki de en az onun kadar karanlık, tipsiz. Ama sevemedim hala bu fotoğraf çekme işlerini. Gündüz güzel ışıkta aklıma gelmiyor, gelse de üşeniyorum, akşam da ışık kötü diye erteliyorum. Kısacası bununla idare edin. Alttakinde köşeleri kıvrılmasın diye bloklama işlemi yapmaya çalışıyordum. Bilmeyenler için özet geçeyim: Normalde nasıl durması gerekiyorsa öyle sabitledim iğnelerle tutturarak. Sonra ütüyü fişe taktım, 1-2 santim yukarısından buhar üfürttüm. Epey bi süre yaptım bunu, 5-10 dk belki. Sonra yarım saat bekledim, idare edecek kadar düzgün oldu ama çok da sabit değil. 1 gece falan bekletmek daha iyi olabilir.

Çiçeklerin üç yaprağı aynı boyda, biri daha küçük, biri daha da küçük. Yıldızda da aynı şekilde.

İşte böyle, umarım dileyenlere ilham verebilmişimdir.

Selam eder, müsaitseniz ve isterseniz gelecek yazılarda görüşmekler dilerim,
Kanatlı Kedi

Durmak Yok Yazmaya Devam Diyenler: 

Isırgan Otu: http://isirganotu.blogspot.com/
2 Cities 1 Woman : http://2cities1woman.com/
Derya Kuzusu: https://derya-kuzusu.blogspot.com/
Amerika'dan Görüntüler: https://amerikadangoruntuler.blogspot.com/

29 Nisan 2020

Karantina Çelıncı - 36

Selam Dünyalı,

Sondan ikinci gün. Hafiften hüzünlendim. Sanırım yarından sonra da devam edeceğim yazmaya. Her gün olmasa da, haftada bir iki kesin yazarım. Hatta bunu da kendi kendime bi çelınc haline getiresim var. Çok iyi geliyor.

Bugün işten artan ipleri atmaya kıyamadım, şöyle saçma sapan bi şey yaptım:



Bence bu bir balık ama size nasıl görünüyorsa öyle olsun. Umut Sarıkaya usulü çemçük ağızlı bir balık. Akordeon gibi kıvrılıyor. Asınca da hafiften yamuluyor, şekli bozuluyor. Şekli bozulmadan asmanın bi yolunu bulmak lazım. Çeşitli teoriler var aklımda, yoruldum şimdi, yarın pratiğe dökmeye çalışacağım bakalım. Belki uzunlamasına asarım, evet bak çok mantıklı geldi şimdi. Şekli daha bi ortaya çıkar, ekstra malzeme kullanmama da gerek kalmaz.

Sabah Hollanda'nın Trt radyosunu, NPO1'i dinledim epey bi. Çoğu zaman konuyu bile anlamıyorum ama yine de "sen ne düşünüyorsun bu konuda" gibi konuşma cümlelerini sindirmek için iyi bi yöntem. Hem de Hollanda gündeminde neler varmış farkında olmak açısından iyi tabi. Bu saatlerde bu kanalda hep haber olduğu için, kullanılan cümleler de standart: "Şimdi hava durumu, evet şimdi olay yerine bağlanıyoruz" gibi. Tekrar edilen cümlelere bayılırım.

Öğleden sonra da nasıl olduysa Barış Manço dinlemeye başladım bi şekilde. Shuffle yaptım Spotify'da, bilmediğim şarkıları denk gelir ümidiyle. İngilizce ve Fransızca olanlar dışında bilmediğim bi şarkı çalmadı Spotify. Tek tek albüm dinlemem gerekiyor sanırım bu amaç için ama o kadar çok albüm var ki, hangisine başlayacağımı bilemiyorum. AYI şarkısında tam olarak kime laf soktuğunu anlamaya çalıştım yine ve yine bulamadım. İnternette ararken bu sorunun cevabını, alakasız bir röportajına rastladım, ilk defa dinledim. Şu:




Radyo röportajı. Siyasete girmekten neden vazgeçtiğine değiniyor azıcık. "Bizde cumhurbaşkanı olmak için iki şey gerekiyormuş, ben bilmiyordum" gibi bi şey diyor, anlamadım  tam olarak ne kast ettiğini. Ben bu laf sokuşları bi türlü anlayamıyorum zaten. Bi de "cumhurbaşkanının siyasetle alakası olmamalı" diyor, günümüzü düşününce gülesim geliyor... Bu sosyal medya zamanlarında yaşasaydı ne derdi, neler düşünürdü acaba? Tivit atar mıydı? Başı belaya girer miydi? Başını belaya sokmayacak sanatçılardan gibi gelimiştir hep bana. Belli olmaz tabi.

Nostalji yapıyorum bu aralar. İki gün önce de lisede kendim aldığım kasetlerden biri olan Mor ve Ötesi'nin Dünya Yalan Söylüyor albümünü dinledim. Çok kasetim yoktu. Hatta sanırım sadece Nev ve Mor ve Ötesi'nin kasetleri vardı. Ortaokulda kuzenimin çekip doğumgünü hediyesi olarak vermek suretiyle beni havalara uçurduğu Atilla Taş kasedini saymazsak. Müzik zevkim böyle işte napak, Allah Baba beni de böyle yaratmış. İlk aşkım Redkit'ti, ikincisi de Çelik. Ateşteyim'deki kafa sallaması olmayan hormonlarımı coşturuyordu. Ordan Atilla Taş'a nasıl geçtim, bilmiyorum. O zamandan beri kafam hep karışık. Çocukluğuma inmek iyi oldu.

Tabi bu kadar az kaset olunca, çevirip çevirip dinleyince tüm şarkıları ezbere bilmemek namümkündü. Mor ve Ötesi'nin sözkonusu albümünde de tüm sözleri hala ezbere bildiğimi fark edip aferin dedim kendime. Bu grubun da (en azından o albümdeki ) tüm şarkıları siyasi gönderme doluymuş. O zamanlar da bu göndermelerin varlığının farkındaydım ama tam olarak nereye ne gönderdiklerini bi türlü çıkaramıyordum. Şimdi de çok net değil. Sadece Az Çok isimli şarkılarında minimalist yaşamı savunarak adeta "Mari Kondo yokken biz vardık" demişler, saygı duydum.

İşte bir gün de böyle geçti,

Selam ederim,
Kanatlı Kedi

28 Nisan 2020

Karantina Çelıncı - 35

Selam,

Günler sonra ilk defa yağmur yağdı. Polenleri pislikleri temizledi, toprağı suladı. En azından ben öyle umuyorum. Sonbahar gibi, hafiften serindi bugün. Hiç şikayetim yok. Yağmur duracak diyordu uygulama, akşamüstü yürüyüşe çıktım da, durmadı tabi, ıslanmamak için yağmurluğun kapatabildiğim her yerini kapattım, terledim, üşüdüm geldim. Şimdi ısındım iyiyim. Bu aralar evim olduğu için şükredip duruyorum. Kendime ait bi alanım var. Ne büyük nimetmiş.

Coursera'dan bi ders görmüş u. ekşisözlük'te. Sen seversin dedi, üye oldum. Science of Well-Being. Well being yeni moda laflardan biri galiba ama bakalım. Bu sıralar çok satan kişisel gelişim kitaplarını dinleyip duruyorum, Yale'den bi hocanın anlattığı dersi de dinleyiversem kulağıma yapışmaz heralde. Şöyle bi göz attım, uzun uzun dinlemedim henüz çünkü videolar çok kısa, çalışırken olmuyor, çok bölünüyorum. Arada bi ödev veriyor bi de. Biraz daha odaklanmak lazım sanırım. Mutlu olabilmek hakkında bir şey. Olayın formülünü bulduğunu iddia etmiyor hoca, gelin beraber deney yapalım diyor ordaki öğrencilere ve bize. O yüzden daha bi ayakları yere basan bi şeye benzettim, görüciiz.

Bugün Ustalık Gerektiren Kafaya Takmama Sanatı'nı dinlemeye başladım. Tüm dünyada bestseller olmuştu sanırım bu bi ara. Yazar Mark Manson 84 doğumlu, yani benden 4 yaş büyük ama olayı çözmüş, kitabını yazmış ve üstelik bestseller yapmış. Adamın mesleği neymiş diye araştırdım şimdi, tabi ki psikolog falan değil, international business okumuş, "self help author ve blogger" diyor wikipedia'da. Diğer okuduğum kişisel gelişim kitaplarının yanında, bu kitabı daha fazla sorgulamamın, yazara saygı duyamayışımın bi sebebi var. Kitabın net bi şey söyleyemiyor olması. Günümüz insanı her konuda mükemmel olabileceğini sanıyor ama bu mümkün değil. Istırap iyi bi şeydir. Mutlu olmak için çabalama. Bu kadar.

Haksızlık etmek istemiyorum ama artis bi üslupla yazılan bu her şeyi çözdüm havasındaki kitaplara gıcık oluyorum. Koskoca kitapta toplasan işe yarar birkaç sayfa çıkacak sanki. Benim gıcık olduğum kişisel gelişim kitapları bu tiplerdi belki de. Neyse, bitircem ve notlarımı da alıcam tabi ki, kendimde fark ettireceği üçbeş farklı şey de olsa o not alınacak, üstüne düşünülecek. Belki üstüne düşünürken gıcık oluşum biraz arkaplana geçer, gözümdeki perde iner, aaa aslında daha derinlikli bi kitapmııış derim, belli olmaz.

Sonuçta hakkaten.. .Her şeyi kafaya taktığım bi gerçek. Başarı en başta. İnsan ilişkileri de öyle. Herkes doğru, ben yanlış yaşıyorum hissi sık sık gelip oturuyor beynime. Başkalarının derdini dinlerken böyle düşündüklerini fark etmek çok kolay ama kendimdeki durumu fark edemiyorum öyle hemececik. Arada bi yaşadığım aydınlanma anlarında "ya ne saçma şeyleri kafaya takmışım" diyorum ama işte o anları sıklaştırmak istiyorum. Kafaya takmamayı becerebilmek, ne büyük meziyet... Uğraşıyoruz be ya, olursa olur, olmazsa bakarız.

Son olarak beğendiğim ender Netflix filmlerinden "Bu Benim Dünyam Değil"i izledim bugün ikinci kez (I Don't Feel At Home In This World Anymore). Boktan hafızam sağolsun, ikinci kez izlerken hiç sıkıntı yaşamadım. Yani sonunu geçtim, bi sonraki sahneyi bile hatırlayamadığım için ilk defa izliyormuşum gibi oldu. Sadece filmi sevdiğime dair tatlı bi his vardı içimde. Sevgili Hobbit'imiz, Frodo'muz oynuyor ikinci başrolde. En başrolde ise daha önce hiç görmediğim Melanie Lynskey var. Makyajsız gibi makyajsız, sıradan insan gibi sıradan insan, doğal görünüm gibi doğal görünüm. Fondötenli, pürüzsüz bi doğal görünüm değil yani.  Sinemada bu doğallığı seviyorum ki bu tip doğallık da kadınların sektöre laf geçirebilmesiyle olabilmeye başladı sanırım. Yoksa eskiden Meg Ryan Mesajınız Var'da (çok severim filmi) grip olup evde salya sümük gezerken yüzü, saçları kuaförden çıkmış gibi olurdu. Ne var canım, gözümüz gönlümüz açılsın işte diyen olur mu bilmem... (Ben yine de cevap vereyim) Ama işte bu imajlar ideal kadın görüntüsü çiziyor. Anamızdan öyle doğduğumuz sanılıyor bazı mallarca, sonra güzellik konusuna her gün erkeklerin hiç harcamadığı kadar mesai harcamamız gerekiyor. Filmlerde süslü gibi süslü olunmasına ben de okeyim. Bu bi karakterdir, bi anlamı vardır. Ama doğal ama aynı zamanda mükemmel görünüm konusunda bi sıkıntı var. O görünümün arkasında nasıl bi emek olduğu da bi şekilde seyirciye yansıtılıyorsa o da tamam. Bkz: Marvellous Mrs Maisel.

Neyse daha çok uzatabilirim bu konuyu, sustum.

He bi de film, "diyemedim, içimde kaldı" durumlarıyla ilgili. Dün Zeynep'in yazısını okumuştum bununla ilgili. Markette orda burda hayvanlık yapanlara karşı la havle deyip kafayı çevirmek ve çevirmemekle ilgili bu film de. Çok sevdim kısacası.

İşte böyle,

Nisan'ın sondan üçüncü gününden selamlar,
Kanatlı Kedi

27 Nisan 2020

Karantina Çelıncı - 31-32-33-34

Merhabalar efem,

Yine dört gün için ardarda yazıyorum. Benim gibi çelınc başlatan olursa cemaat n'apmaz? Bilgisayarı açmak bile zor geliyor bazen. Neyse, hiç yoktan iyidir  deyip başlayayım. Sonra da sizin blogları turlayayım hazır bilgisayarı açmışken.

Burda havalar geç kararmaya başladı yine. Akşam 9 gibi çökmeye başlıyor karanlık. Dolayısıyla farkında olmadan akşam oluyor tabi. Bugün tatil burada, 27 Nisan, kral günü. Kralın doğumgünü. Şenliklerlen kutluyoruz. Bence en güzel tarafı sokakların ikinciel pazarına dönüşmesiydi. İsteyen istediğini satabiliyor, vergi ödemek, izin almak zorunda olmadan. Sadece yiyecek içecek alkol uyuşturucu gibi şeyler satmak yasak ama alkol ve yiyecek de satılıyor. En kalabalık olan yerlerde börek, kısır, simit vs satan Türk teyzelere rastlamıştık, baya kocaman tezgah kurmuşlardı (güzeldi:). Yani resmi olarak yasak sanırım ama çok da kontrol edilmiyor. Zaten öyle bi kalabalık oluyor ki, kontrol etmek pek de mümkün değil. Köşe başlarına da küçük sahneler kuruluyor, konserler oluyor gün boyunca. Amsterdamlılar ya evden çıkmıyormuş o günlerde ya da başka şehirlere tatile gidiyorlarmış. Biz de ilk birkaç sene kendimizi atmıştık Amsterdam merkeze, sonra kaçar olduk. Geçen sene ufak bi tezgah kurup bi şeyler satacak olduk, o gün de deli gibi soğuk ve yağmurlu olacağı tuttu, ben de hastaydım zaten, tadını çıkaramadan eve döndük. Evde duran elişlerimden satayım dediydim, olmadı, el emeği satmak için uygun bi pazar değilmiş. Birkaç euronun üstünde olan her şey pahalı görünüyor, uzak duruyor insanlar. Daha çok garaja falan atılan, hiç kullanılmayan eşyaların satıldığı bi pazar bu.. Misal ben dört beş etek askısını 30 sente almıştım sanırım. Gayet iyiydi.

Bu sene malum tabi, evdeyiz. Sabah kilise çanları çalıyordu, yine sağlıkçılara filan teşekkür manasında olabilir, bilmiyorum. Burası çan çalan bir ülke değil. Çok dindar da değiller. İtalya'daki gibi her sokak başında dinin bir işaretini göremiyoruz. Bu yüzden çan sesi duyunca şaşırıyoruz. Sabah 10da da marş söylenecek diye biliyordum. Sandım ki insanlar balkona çıkıp söyleyecek filan, olmadı öyle bi şey. Sanırım TVde bi kanal yayınlıyordu bi şeyler, program derken o kast ediliyormuş. Sokakta, komşularda hiçbi hareket görmedim, bikaç turuncu kıyafetli insan dışında. Herkeşler evinde kutladı sanırım. Herkes benim gibi düşünüyor da olabilir, ikinci el pazarı olmayacaksa ne manası var? He bi de websitesi kurmuşlar, internetten bi şeyler alıp satmak için, bugüne özel ama girip bakmadım bile.

Dün burdaki arkadaşımla buluştuk, mahallede turladık, sosyal mesafeli tabi. Onda da polen alerjisi varmış, rahatça burnumu sildim bu sayede. Güzeldi, baya bi konuştuk, eve geldiğimde epey yorulmuştum. Tabi Hollandaca konuşmaya çalıştığım için normalden iki üç kat fazla yoruluyorum. Çevremizi tanıyalım turu yaptırdı bana biraz. Çevrenin tarihi hakkında özel bi ilgisi ve dolayısıyla bilgisi var. Ha bi de Hollandalıların dedikodusunu yaptık biraz. Kendisi Alman. Doğu-Batı Almanya zamanlarını görmüş. Doğu Almanya mantığıyla yetişmiş. Dolayısıyla Hollanda'nın tüketici toplumuyla anlaşamadığı bazı noktalar var ve benim de hep aklıma gelen ama soracak kimse bulamadığım için içimde kalan sorular. O yüzden yıllardır burda yaşayan, Hollandacası çok iyi olan birinden de aynı soruları duymak hoşuma gidiyor. Yalnız değilim. Bi ara yine görüşiciiz. Bu arada Hollandaca derdimi anlatabildiğimi hep biliyordum ama onunla daha rahat konuşabilmemin sebebi
nin o olduğunu anladım bu görüşmemizde. Anlatmak istediğim şeyi çoktan anladığı halde hala cümle kurmaya çalışan bana öyle bir sabır gösterip cümlemi tamamlamamı bekliyor ki, konuşmaya devam edebiliyorum. Herkesten bunu bekleyemem, mümkün değil. O yüzden öğrenmeye devam etmem şart.

Bu gazla bugün Hollandaca A2/B1 seviye podcastleri dinledim: Learn Dutch with The Dutch Online Academy

He bi de Hollandaca genç kız kitapları da denen, basit aşk meşk romanlarından okumamı önerdi. Mantıklı geldi. Kütüphaneler kapalı ama marketlerde filan da satılıyor bu tip kitaplar. Deneyebilirim.

Elişi yönünden pek bir şey yapmadım bu arada.

He Glow'u bitirdim. Bu konuda konuşmak istemiyorum.

After Life'ın yeni sezonu gelmiş, sevindim.

Yine Yeni Yeniden Doksanlar podcastinin son bölümünde Sezen Aksu'nun şiirlerden uyarladığı şarkılar ve hikayeleri ve daha bir sürü şey var. Çok seviyorum bu ikiliyi. Geçmişimizle ilgili eksik kalan noktaları tamamlıyorlar adeta.

Bulmaca çözerken öğrendi u., sağolsun bana da söyledi: Çığır; keçiyolu, patika demekmiş. Yani çığır açmak, yeni bi yol açmak! Çok güzel bi aydınlanma değil mi?

Sanırım böyle. Korona durumuna alıştım mı? Sanırım baya baya alıştım. Başlarda belirsizliğin getirdiği bi endişe vardı içimde. Ne olacak? Felaket senaryoları yazıyordum sürekli kafamda. Şimdi biraz daha belli her şey. Belli şartlar sağlanırsa, geçebilen bir şey gibi görünüyor. Ölü sayısının her gün azaldığı ülkelerden bahsediliyor. Sanırım bu düşüş haberleri sebbeiyle, farkında olmadan azaldı endişelerim. Ya da şöyle diyeyim, eski apokaliptik bi gelecek gösteren endişelerim, daha mantıklı ayakları yere basan endişelere bıraktı yerini.

Yeter gali susayım,
Selamlar,
Kanatlı Kedi

23 Nisan 2020

Karantina Çelıncı - 30

Merhaba sevgili insanlar,

Kulaklığımı taktım da geldim. Spotify'dan hazır bi liste dinliyorum: Women of Jazz. All of Me çalıyor, 50lere gittim, Los Angeles'ta bi bara. Orda ve o zamanda mı olur o barlar bilmiyorum ama o civarda biyerde bi zamanda işte. Bi martinim eksik şimdi. Tabi bi de kül tablası ve kıvrılıp giden sigara dumanı. Kapalı alanda sigara içemeyenlerdenim, sigara dumanımdan kendim rahatsız oluyorum, olabildiğince uzağa üfürüyorum genelde. Nostaljik ögelerin üyesi olmaya çalışan gerçekçilerdenim galiba. Sigaraylan ortam mı yaratılır, saçma.

Bu sabah kartpostallarımı düzenledim. Yıllardır ilk defa. Sanırım on yıldan fazladır biriktiriyorum. Günlük tutmaktan sonraki en uzun süreli alışkanlığım olabilir. Vay be, hiç böyle düşünmemiştim. Kartpostallarla ilişkim de amaçlarına aykırı. Sadece biriktirmek istiyorum. Dünyanın çeşitli yerlerinden resimli kartlar geçsin istiyorum elime. Kendim gidip aldıysam, üşenmeyip o an ne hissettiğimi yazdıysam arkalarına, daha bi güzel. Ya da başkaları getirdiyse bana, nerde, ne zaman ve hatta hangi psikolojiyle teslim aldığımı not ettiysem, daha da iyi. Bugün hepsini ülkelerine göre sınıflandırdım, postitlerle etiketledim. Küçücük bi kutuya sığdılar. Yıllardır ne yapacağımı bilemediğim kucaklayıp taşıdığım kartlar meğer o kadar da çok yer kaplamıyormuş. Hep bi albüm yapmayı düşünüyordum. Hepsini fotoğraf gibi kolayca sergileyebilmek için. Ama bu sefer de arkalarındaki notları göremeyecektim ki bu çok önemliydi. Yani aradığım o pratik çözümü bi türlü bulamamıştım. Ta ki dün gece pinterest'te postcardlı aramalar yapana kadar. Ne kadar da basit bi çözümmüş halbuki, bi kutuya koyup aralara etiket serpiştirmek. Tişikkirler pinterest! Hiç bu kadar net faydalanmamıştım kendisinden.

İşte sonuç bu:



Tabi sonra daha güzel etiketler yapmak gibi fikirlerim hala var ama şimdilik ortalığı topladım ya yeter. 

Eskiden kartpostalların olduğu küçük dolabı da düzenledim bugün. Fotoğraf albümlerini falan dizdim güzelce. Saçma sapan ne işe yaradığını bilmediğim bir sürü anahtarı bi kutuya koyabildiğim için mutlu oldum. Eski bi çikolata kutusu. Kutular ne kadar da önemli nesneler...

Biraz da free style örgü ördüm, pattern falan kurcalamadan, kafama göre. Turuncu, yıldız şeklinde komik bi küpem var, üniversite zamanımdan kalma, nerden nasıl aldığımı hatırlamıyorum. Kuyrukları eşit olmayan turuncu bir yıldızın üstünde gülen bi surat var, emoji gibi bi şey kısacası. Çok seviyorum, en neşeli küpem o olabilir ama eşi yok. Makyaj yapmadığım için küpelerle renk katmaya çalışıyorum yüzüme. İşte bu eşsiz küpeye bi ieş örmeye niyetlendim, ördüm de ama eş olmadı, ip kalın geldi, çok büyük oldu, bi de yıldızdan çok çiçeğe benzedi. Olmaz, yıldızla çiçek aynı şey mi? Değil. Sonra o turuncu çiçek de yalnız kalmasın diye yanına bi çiçek daha ördüm ve yeni bi çılgın küpem oldu. Yarın blocking yapmaya çalışcam bunlara, kuyrukları içe doğru kıvrılmasın, olduğu yerde dursun diye yapılan bi işlem. Galiba kolalamak deniyordu buna. 

Tabi bu çiçeklerle olduğum yerde duramadım. Düzgün yıldızlar yapmaya giriştim. Bu arada artık sihirli halkayı düzgünce yapabiliyorum! Aferin bana. İnsan her gün bi şey öğreniyor. Neyse, mavi yıldızlar yaptım, daha ince ve daha az sıcak bastıran bi iple. Küpe yapcaktım normalde, ama aklıma başka şeyler geldi, du bakalım. 

Örgünün bu tarafını çok seviyorum, ilham gibi bi şey, her gün gelmiyor. Öylesine oturuyorum iplerin başına ve bi şeyler yapmaya başlıyorum çok ciddiye almadan. Hiç tarif falan bakmıyorum internetten. Sonra hop bi şeyler çıkıyor. Gerçekten bi şey yaptığımı, tamamen kendim yaptığımı hissediyorum. Nadiren oluyor. Kafanın o yaratıcı tarafının kapısını açmak gerekiyor ama her zaman açılmıyor işte nalet şey, nazlı mı desem, gururlu mu...

Akşam da Glow izledim yine. Son sezonun bitmesine üç sezon kaldı. Yine hüzünlü zamanlar. U.ı da sardı iyice. Bu gece 11.30dan sonra "üç bölümcük yaaa, izleyiverelim" dedi de, ben dedim blog yazmam lazım. Sorumluluklarımın bilincinde olarak kalktım geldim buraya. Olay beni bu kadar karizmatik gösterecek şekilde gelişmemiş olabilir ama şimdi ne ehemmiyeti var? Ayrıca Alison Brie'nin, yani başroldeki Ruth'un, yani Community'deki iyi aile kızının yönetmen olduğunu öğrendim. Bunu üçüncü sezonun sondan üçüncü bölümünde fark etmem benim cahilliğimden mi, yoksa bu da arada bi yönetmen değiştiren dizilerden mi, bilmiyorum. Her türlü, saygılar Sayın Brie! 

Şuraya bi de Glow trailerı koyayım tam olsun (bu video koymaya üşenme halini bırakmam lazım):


Dizinin ilk bölümlerinin bütün mesajlı sahnelerini trailer'a koymuşlar adeta. Dizide daha bi güzel yedirilmiş oluyor, çok daha günlük hayattan alınmış replikler, çok daha sıradan anlar var. (Ben de bi şeyi sevince övmelere doyamıyorum)

İşte böyleyken böyle. 

Karantina çelıncının son haftasına girmiş bulunmaktayız. Ben belki sonra da devam ederim. Bana iyi geliyor. Ama tabi 1 haftada neler değişir, bilemeyiz, bu işler hep kader kısmet ... değilse de o tip bi şeyler...

Bu arada Suç ve Ceza'nın sesli kitabını bitirdim. Raskolnikov ve o dönemin kibarlık olsun diye uzun ve gereksiz konuşmaları beni yedi bitirdi. Ama Dostoyevski'nin yazarlığına, gözlem yeteneğine olan hayranlığım ikiye katlandı. 

O zaman, online alışverişte marketin ikramı olan alkolsüz birayla kapanışı yaparken, hepinize saygılarımı sunarım, 

Kanatlınız, Kediniz