29 Aralık 2018

Şebnem Ferah'ın Parmak İzi

Sevgili insanlık,

Şebnem Ferah'ın yeni albümü çıkmış, neden benim haberim yok? Bu nalet olası Spotify'a ben boşuna mı söyledim Ş.F.'ı takip ediyorum, diye? Neden kimse işini düzgün yapmıyor? Hiç.

Neyse, uzun lafın kısası, kadın bi albüm yapmış; sesinde, (söz bakımından) içeriğinde, müziğinde zerre kadar günümüze ayak uydurma kaygısı taşımadan... Çok sevdim ve yine saygı duydum.

Buyrun burdan yakın:



Hangi şarkıyı daha çok sevdiğime henüz karar veremedim. İki saattir çevirip çevirip dinliyorum. Kulaklıkla dinleyiniz.

Sevgilerlen,
Kanatlınız, Kediniz

Geri geldim. Sözde Namus'un sözlerini yazasım geldi buraya. Gogıl'da iz bırakmasına ben de az biraz yardımcı olayım dedim.
-----------------------------------
Ah, ah annem
Bugün öldüm ben
Bir düğmeyle
Delip geçti tam göğsümden

Tahrik olmuş
Aklı durmuş
Davetkarmış her halim
O masum ben namussuz

Çaldınız hayallerim
Bağladınız ellerim
Kimse duymadı sesim
Kaç kez öldürdünüz

Gömdünüz konuştunuz
Hapse girip çıktınız
Elleriniz kollarınız
Hala sürüyor
Tecavüz

Ah, ah annem
Bugün vuruldum ben
Bir an yıllar sürdü
Kan yağdı gökyüzünden

Kendi aczini bana
Yükleyip rahatlama
Sözde namusunuzla
Kaç kez öldürdünüz

Gömdünüz konuştunuz
Öyle kirli ruhunuz
Sözde namusunuzla
Hala sürüyor
Tecavüz

Ah, ah dünya
Bir doğurdun, bin öldürdün
Gücüm yetmedi
Kendine iyi bak
Dünya
---------------------------------

28 Aralık 2018

Son haftada çelıncı toparlama çabası

Merhabalar efem,

En son 45. haftayı yazmışım, işim uzun, o zaman fazla geyik yapmadan sorulara geçeyim:

46. hafta: Seni korkutan bir şey yaz.
Dalgınken karşıma aniden birinin çıkması. İnsan olması şart değil aslında, bir ses, herhangi bir hareket... E tabi bir de ölürken bir şeylerden pişman olma endişesi basıyor arada bir.

47. hafta: Geleceği bilmek ister miydin?

Hayır tabi ki. Ama mesela bi yerde yazıyosa ve açıp okuma şansım varsa, kendimi tutamaz okurdum. Ama misal bunun için bi hizmet satın almam gerekiyorsa almamak için direnebildiğim kadar direnirdim. Yani o bilgi elimin altında değilse ulaşmak için hiçni çaba göstermezdim. Geleceği öğrenmenin bana fayda getirebileceği hiçbir alan yok ki... Geçmişi öğrenmek isterdim ama... Bütün insanlığın hangi anda nerde ne yaptığını..

48. hafta: En son ne için kutlama yaptın?

Bir işe kabul edildiğimi öğrenince. Son birkaç hafta içinde. Hala deneme süresindeyim, neler olacak bilmiyorum bakalım. Heyecanı güzel şimdilik.

49. hafta: Neye inandığını bir sayfada toparla.

Bir sayfa bu konudan bahsetmek istemiyorum, çok karışık, toparlamak zor. Kısaca anlatabilecek miyim bakalım... Dinlere inanmayı bıraktıktan sonra insanlığa ve adalete inanmaya başladım ama uzun sürmedi. Bir şeylere inanmamız şart mı ki? İnanmak ne demek, sıkıntı çekince kendimizi avutmak için sığınacak bir şeylerimizin olması mı? Kendimi çok yalnız hissedip panik yaptığım anlar oldu ama zamanla geçeceğini bildiğim için çok ciddiye almadım. Kah buraya, kah günlüğe bi şeyler karaladım, karalarken ya müzik dinledim, ya alkollendim, ya ikisini birden yaptım, böylece içimi boşalttım, uyudum, uyandığımda daha iyiydim. İnanç deyip yüceltmek istemiyorum ama (Hollywood kelimesi gibi geliyor bu bana, ota boka I love you demeleri gibi, her hareketin altında yüce anlamlar varmış gibi davranıyorlar) sevginin, yakın çevremdeki insanların, yalnızlığın, toplum içinde yer almanın, ölümün, ölüme şahit olmanın, tartışmaların, okumanın, uyduruk ve kendi kendine de olsa yazmanın hayatıma değer kattığını görüyorum sanırım. Bunlar beni yaşamaktan vazgeçmek için çaba göstermekten alıkoyuyor. E tabi bi de merak ettiğim ve eğlendiğim şeyler de var. Misal, The Good Place'in devamında ne olacak?, gibi...

50. hafta: Para düşünmek zorunda olmasaydınız şu an n'apıyor olurdunuz? (Çeviri için Fermina'ya tişkirlir)

Çok bi şey değişmezdi diyeceğim bol keseden sallıyor gibi görüneceğim diye korkuyorum. Çok paran olsaydı n'apardın, gibi soruların beni hep gerdiğinden bahsetmiştim ya, aynı sebep. Hayatımdan süper memnun olduğumdan değil ama şikayetçi de değilim, zorlanmayacak kadar var. Daha fazlasında bi şeylerin değişmesi paraya değil bana bağlı, kendimi de az buçuk tanıyorum.

51. Hayatının bu zamanıyla ilgili sevdiğin şeyler

Yeni işe girdim. Ölü gibi yorulmama rağmen bu keşfetme heyecanını seviyorum. Ne kadar süreceğini merakla bekliyorum.

52. Yapmayı hayal ettiğin bi şey

Aklımdaki bi resmi işlemek ya da bi şekilde resmini yapıp duvara asmak
Okuduğum kitapları görselleştirip günlük hayatıma sokmak, tablo gbi, işleme gibi
Bi şeyler yaratmak
Akşama börek yapmak
Çalıştığım yerde yıllarca çalışabilmek
vs.


Ohhh be listenin sonuna geldik. Son sorulara kısa kısa yazışımdan anlaşılıyor ki gittikçe sıkılmışım. Amaç her hafta çelınc bahanesiyle yazı yazmaktı, onu yerine ggetiremeyince sırf soru cevaplamaya dönüştü, saçma oldu. Bi daha bu kadar uzun liste işine girmemekte fayda var.

30 Kasım 2018

Kitap: Romantik Bir Viyana Yazı (Adalet Ağaoğlu)

Okuyalı epey zaman oldu ama o zamanlar altı çizili yerleri not etmeye üşenmişim belli ki. Şu sıralar Damla Damla Günler III'ü (yazarın günlüklerinin 80lerde geçmekte olanı) okuyorum. Ara ara kitaplarından bahsediyor. Ben de hatırlama amaçlı okuduğum tüm kitaplarına bi göz atayım dedim. Sonunda üşenmeyi bıraktım. Buyurun size (ve kendime) Romantik Bir Viyana Yazı'ndan alıntılar:

34 - İşte o zaman, kendimden başka hiçbir yere ait olmadığımı, bir anayurdum varsa onun da sadece yazdığım dil olduğunu müthiş bir eziklik, büyük bir gururla algıladım.

41- Çocuklarının onları neden bu kadar unuttukları gibi bir sorum yoktu. Ama torunları bu insanlardan kimbilir kaçının ortalama altı Yahudi'nin ölümünden sorumlu bulunduğunu keşfettiklerinde ne yaptılar, diye soruyordum kendi kendime. Şimdi artık kendileri de yaşlanmış bu çocuklar, bu yüzden mi başka insanlarla göz göze gelmekten kaçmaktadırlar acaba, diye.

73- Beni dinle Zülfü kardeş, Vatan, uğrunda ölmek için sevilmez, üstünde adam gibi yaşamak için sevilir. Otur.

84 - Yazık ki bizim toplumsal hayatımız doğal akışıyla gelişmedi.

92 - Sahi dostlarım, neden hep dış görünüşte cesur olunuyor acaba? Neden saç sakal, giyim kuşam daha cansiperane savunuluyor da, iç dünyalar, düşünceler bu kadar bir heyecanla değiştirilip dışa vurulmuyor? O konuda yeterli bir dayanışma sağlanamıyor, neden? İş bu soruya dayandı mı ortalıkta ya büyük bir sessizlik, ya her yan kan revan.

110- Tanımadığım kimselerin hayatları üstüne soru sormaktan hiç hoşlanmayışım, buna heveslensem de beceremeyeceğimi bilmem ise soluğumu ayrıca tıkıyordu.

113- Okuduğum bütün romanlar sahici bir başlangıçla bitsin isterim, diyen birinin öyküsünü yazmıştınız, onu unutamıyorum.

118- Yine öyle çok efendi, sessiz, sanki dünyada olup biten her kötülükten sorumluymuş, her taraftan her an özür dilemeye hazır...

120- Bu huydaki insanlar, ödeyemeyecekleri bir borcun yükü altına girmektense, içlerine çekilirler, hayatlarını sınırlar, daraltırlar, bilirsiniz.

123- Vizesi bitmişse, diye çekiniyorum. Yeryüzünde vize uygulanan tek toplum kala kala bizim toplum kaldı, hani yasalara yanlışlıkla girip de kaldırmanın bir daha kimsenin aklına gelmediği saçma maddeler gibi; şey gibi, ordu vazife ve selahiyetler içtüzüğü gibi mesela...

149- Bazıları böyleydi zaten. Sağlamca ayak basacağımız tek metrekare kalsın istemiyorlardı.

166- ...imamın kızını kıronun oğluna münasip görüyorlar.

166- Seksenlerinde gösterdiğine göre doksanlarında vardı.

167 - Parkların, ormanların, çok eski sokakların köpeksiz tek yolcusu. Kimseyi gezdirmiyor, yalnız kendini gezdiriyor.

169- Ne spor yapan, ne araba kullanan, ne köpek gezdiren biri. En sonunda bu kadar farklılaşabileceğini özellikle köpeksizliğine borçlu biri.

169- Delikanlının bakışından mı, geçmişini bilen birinin önünde yeni biri olmanın güçlüğünden mi? İkisi ve kimbilir daha ne çok... Kenti kuşatan duvarlar, içimizi de kuşatmış olmasın...

169 - Onu merakta mı koymalı? Onu da, sadece köpekleriyle konuşanlar gibi yapayalnız mı bırakmalı?

174- ...ne hakla bu eve getirirsin bu bencil esrarkeş kızı, kız mı artık karı mı, dilimi de bozdun...

176- Clea'nınki değişiklik özlemi. Doğulu, ince efendi ve "sorun çıkarmayacak" bir adamda bir çeşit güven arıyor da olabilirdi. Tatilini ya da yaz "tetebbu"larını kruvaze ceket, ütülü pantolon, boyalı iskarpinlerle geçiren kim kalmıştı ki ortalıkta?Kaldırımda biri yanından geçerken hafifçe kıyıya çekilen, kapıları açıp yanındaki önden geçsin diye bekleyen, ardındaki için de kanadı elinde tutan?

178 - Her şeyin bir şeyi var.

202- Ülke şu durumda, borç harç içindeyken, benim kendi keyfim için el ellerine çıkıp gitmem doğru olur mu, bu sarfiyata yazık değil mi?




08 Kasım 2018

Okulu Asardım'ın etkisinde keşifler

Dünden kalan enerjiyle, son zamanlarda izlediklerimi, düşündüklerimi toparlama yazısına girişiyorum. Çünkü Aylin Livaneli'nin Okulu Asardım'ı hala kulaklarımda çınlıyor.

Youtubist: Yeni çıkan Türkçe müzikleri takip etmek için kullanacağım bir Youtube kanalı. Top 20 leri falan yayınlıyor. Böylece 90ların müzikleri şimdikilere on basar diye bol keseden sallamak yerine kaynaklı sallamış oluciim.Yok ya, hakketen merak ediyorum.

Misal Ali Akcan'la tanıştım bu hesap sayesinde. Adalar Modalar şarkısı 90lar kafasına son derece yakın. Hadi yıl takıntımızı bi kenara bırakalım, güzel, neşeli, dile takılacak türden bi şarkı.




Bir de Mabel Matiz'in son klibi A Canım'ı izledim bu hesapta. Çok güzel mi desem, değişik mi, bilemedim. Ömrüm boyunca gıcık olduğum aile ritüellerini bi erkeğe, kendine yaşatmış adam. Bi yandan komik, bi yandan hala gıcığım bu ritüellere, ordaki o tontiş teyzeler hiç de öyle göründükleri gibi tatlış değiller. Büyük ihtimalle. Yine de bu adam çok enteresan. Anlayamadığım şarkılar yapıyor genelde, o yüzden çok bağ kuramıyorum, ilginç olduğu kesin. (Ben daha çok Grup Vitamin falan.)

Ve sırada Prenslerin Öcü var. Selva Erdener videosu izlerken, Youtube aşağıda bunu önerdi de, o sayede tanıştım kendisiyle (hiç alakaları yok halbusi). Anadolu Rock tarzında, deli gibi, manyak gibi bi şey. Başlangıç olarak İyi Edersin'i izleyebilirsiniz.

Bu arada dünden beri Bora Öztoprak'ın 90lardan sonra bir sürü albüm yaptığını, hatta çıkış şarkılarının çoğunu bildiğimi ama söyleyenin O olduğunu bilmediğimi fark ettim. Ama 90lardan uzaklaştıkça şarkılarının tabanını duptıslarla kaplamış, çağdaşı olan tüm şarkılarda olduğu gibi. Yani 90 sonrası pop müzikte vazgeçilemeyen bi duptıs var ki, bütün şarkıları aynılaştırıyor. Bence. Dj featlerinin bu kadar popüler olmasını da bi türlü anlayamıyorum bu yüzden. Toptan elektronik müzikten mi hoşlanmıyorum, tutucu muyum, derdim nedir, bilmiyorum. Ama 90lardan günümüze geçemememin sebebi bu, her şeyin aynı gelmesi. Acaba Bora Öztoprak gibiler, yani 90lardan beri müzik dünyasından kopmayanlar da bunu düşünüyor mu hiç, merak ediyorum.

Neyse, gelelim son zamanlarda izlediklerime...

De Dirigent: Hollanda filmi. Sinemada izledim. Alkışları alayım... Öte yandan, filmin çoğu Amerika'da geçtiği için, çoğu İngilizce'ydi, dolayısıyle, çok da hak etmiyorum alkışı. Öte öte yandan, böyle olduğunu bilmeden, çoğunun Hollandaca olduğunu sanarak gittiğim için bi cesaret alkışını hak ettim bence. Aferim bana. Film, Amerika'da büyümüş, özünde Hollandalı olan bir kadının orkestra şefi olmak istemesi, 1900lerin başında bu işin kadınlara göre olmadığı iddiasıyla sürekli önüne engeller çıkarılması ve bunlarla savaşması üzerine. Orkestra şefinin tam olarak ne iş yaptığını hala tam olarak anlamadım ama çok önemli bi şeymiş. Koskoca orkestranın bütün notaları ezbere biliyormuş, daha ne olsun. (Bunu filmi izlemeden de anlayabilirdim tabi...)

Film bana şunu düşündürdü (aslında bu tip filmler hep bu tip düşüncelerle dolduruyor kafamı): 1900lerin başında dünya böyle bi yermiş. Çok değil, 100 sene önce. Şimdi sanki çok ilerlemişiz gibi geliyor ama öyle değil. Kendi hayatıma bakıyorum, hala o Hollandalı orkestra şefinin kafasındaki özgürlüğe ulaşamadım. Kendi kafamın içinde ulaşamadım, dışardan görünen hayatımı boşver. Nasıl olacak bu iş? İlla O'nun gibi büyük bi yetenek mi olmak gerekiyor? Kendimi geçtim, dünyaya bakıyorum... Hala o kadının savaştığı şeylerin kölesiyiz. Topuklu ayakkabılar, şık fakat rahatsız elbiseler, sıradan giyinince toplum içinde dikkate alınmama hali, kadın dediğin çalışsın tamam ama illaki evlensin, çocuk yapsın vs... Hala kadınlar kocaların kariyerlerine göre ayarlıyor kendi hayatlarını, kariyerlerini... Artık çoğu zaman kocaların da suçu değil bu, "çalışmayacaksın" demiyor çoğu koca, biz sıçıyoruz. Misal ben, Türkiye'de ne yapacağımı bilmediğim için, geleceğimle ilgili hiçbi planım olmadığı için, hatta depresif düşüncelerle savaştığım için, u. burda bi iş bulunca, hadi dedim, ne zaman evleniyoz? Çünkü tebdil-i mekanda ferahlık vardır ve evlenmeden gitmek imkansız gibi bi şey, ailemle, toplumla savaşacak gücüm yok. İdi. Yani erkek arkadaşım beni sürüklemedi. O'nun benden farkı, yurtdışında yaşama hayalinin olması ve bu uğurda çaba sarf edip işlere başvurmasıydı. Ben deseydim ki, ben kesinlikle yurtdışına gitmem, başka bi çözüm düşünürdük, belki ayrılırdık, belli ki çok farklı insanlarız, derdik, daha iyi olurdu. Ama benim tercih belirtecek bi isteğim, hayalim yoktu. Halbuki ne kadar önemli. Bunun kadınlıkla ne kadar alakası var bilmiyorum. Ama bu işte bi terslik olduğu kesin.

Yine bir filmi kendi fikirlerime alet ettim. Çok uzattım. Bitireyim madem, kalanlara sonra devam ederim. Belki bu Okulu Asardım gazı yarın da devam eder...

Sevgilerlen,
Kanatlınız, Kediniz

Ps: Bu yazıya iki video daha eklemiştim ama kafasına göre silinmiş. Neyi yanlış yapıyom da siliniyo bunlar, bilen varsa beri gelsin lütfen, reca ediyorum. 

07 Kasım 2018

sabah şekerli çelınc yazısı

Ölümlü dünya
Ölümlü insan
Ha alim olsan
Ha zalim olsan

diyor Sertap Erener.

Selam sevgili ölümlüler,

90lar Türkçe pop dinlediğimden ötürü, böyle bi sabah şekeri tadındayım şu an. Kaynağı belirsiz, saçma sapan bi neşe, bi sarhoşluk hali. Sabah şekerliği bunu gerektirir zira. İzel, Çelik ve Ercan'ın birlikte aşk şarkıları söyleyip şebeklik yaptıkları günlerden ne kötülük gelebilir ki diyesi geliyor insanın, sebepsizce. Ercan henüz Saatçi olmamış, Çelik henüz soyunmamış, komik kazaklar ve saç bantlarıyla çok karizmatik, İzel henüz dertli şarkılara gark olmamış...

Yok aslında. Beynimi o kadar hissetmiyordum ki, o yüzden buraya geldim. Hiçbir şeye uzun süre kafa yoramıyorum bugünlerde. Halbuki girişmeyi düşündüğüm projeler var. Her zamanki gibi "iyi planlamalıyım, her şeyi önceden düşünmeliyim" demedim bu sefer, düşününce her şeyden vazgeçiyorum çünkü. Girişivereyim dedim ama bu sefer de elim ayağıma dolaştı. Beynim durdu. HEr şey düşünce bulutlarında asılı kaldı, yeryüzüne inmiyor. E ben de oraya çıkamıyorum. Çıkabilir miyim aceba? Mantık neydi? Mantık ayağımızdaki prangaydı.

Bu sırada Aylin Livaneli;
Okulu asardım
Dünyaya küserdim
Dalıp da giderdim
Gözlerinin içine,
diyor. Deyişinde öyle bi şey var ki tüm gençlik dergilerinin içine daldırıyor insanı. Hey Girller havada uçuşuyor.

Dünya ne güzel. Bi şarkı dinliyorum, hiç benim olmamış anıların nostaljisinde mutlu oluyorum.

Harun Kolçak'a geldi şimdi sıra. Kıymetini bu son bikaç seneye kadar anlamadığım adam. Ne güzelmiş şarkıları ve sesi. Adam gider ayak 90ları günümüzle barıştıran bi albüm yaptı da gitti ya, ne diyeyim, seviyorum.

Neyse, demem o ki, beynim boş. Çok şey yapmak istiyorum ki bu çok nadir oluyor. Ama nerden başlayacağımı bilemediğimden midir, yoksa girişmeye korktuğumdan mıdır nedir, bi türlü girişemiyorum. Bu durumda başka şeylere odaklanmak da zorlaşıyor tabi. Yani Hollandaca ödevimi yapıyorum, oturup film izleyebiliyorum falan ama daha çok emek isteyen şeyler, misal kitap okumak... Yok, hep bölük pörçük. Dolayısıyle, buraya geldim ki, burdaki yarım işlerimi halledeyim hiç olmazsa. İzlediğim filmleri not etmeyi beceremesem bile 52 haftalık soru çelıncında kalan soruları aradan çıkartırım belki.

Hadi bism...

45. haftadaymışız. Abbov... En son 39'u yazmışım.

Hadi bi daha bism...

40. Hafta: Hatırladığın ilk şeylerden birini anlat.
Mustakil evin önündeyim, bi kamyon/et var. Herkes kamyon/etten eve bi şeyler taşıyor. Ben de dört ayaklı, nerdeyse boyum kadar olan bi tahta tabureyi taşımaya çalışıyorum. Birileri bana bakıp gülümsüyor, "sen de mi taşıyosun" diye. Kim olduğunu hatırlamıyorum çünkü kameram yere çok yakın, göz hizam çevredeki iki ayaklı uzun yaratıkların dizlerine denk geliyor. Sonra bi ara ablamın okul çantası geliyor gözümün önüne. Galiba onu da taşıyorum. Kocaman olduğunu hatırlıyorum. Eski tiplerden, hani böyle sert malzemeli, fermuarlı değil de, araba farı gibi, kemer tokası gibi iki tane tokayla ağzı kapatılan türden. Küçük olduğum için ne yapsam gülündüğü zamanlarmış. Azıcık büyüyünce, annemgillerden azar işittikçe o günü hatırlayıp efkarlanır olmuştum. Bebeklikten çocukluğa geçiş de en az ergenlik kadar narin, incelenmeye değer bi dönem bence. İnsan dediğin hassas ama evrimde yok olmamış yaratık, 2 yaşında bile depresyona giriyomuş zaten. Ben neden bahsediyosam? Gelsin sıradaki...

41. Hafta: Söylemeyi en çok sevdiğin şarkı?
Auuv, çok zor soru. 90lar dinlerken okumasaydım daha kolay cevaplardım muhtemelen. Ama uzun zamandır dinlemememe rağmen Grup Vitamin'in İsmail'i diyorum. Yanımda eşlik eden, hatırlayamadığım boşlukları dolduracak derecede şarkıya hakim olan biri varsa hele... offff... ulan İsmail.

42. Hafta: İyi yapabildiğin 3 şey say.
Uvv beybi, iyi yapamadıklarımı saysam? Olma mı? Hep bilmediğim yerden sormuş hoca. Deneyelim.
Kendimle takılmayı iyi beceririm. Ikea mobilyası gibi, tarifi yazan şeyleri birleştirmeyi severim. Aaa dur aklıma geldi, puzzle yaparım, dediklerine göre iyi yaparmışım. 90lar Türkçe pop şarkılarını en çabuk bilme yarışmalarında da iyiyimdir. Evet, keşke bunu CVye yazabilsem, kendime o derece güveniyorum.

Bu sırada Bora Öztoprak'ın Başıma Bela Mısın'ına geçti liste. Geçen en hızlı bilme yarışmasında bilemedim. Çok utandım. Bora Öztoprak'a çalışmam gerek. Yapılacaklar'a yaz.

43. Hafta: Hayattaki önceliklerin neler?
Sabah kalkınca ve gece yatmadan önce diş fırçalamak. Yoksa 20likler ağrıyor. Başka? Sınırlarımı korumak olabilir. İnsanları hayatıma fazla yaklaştırmamak, yorulunca kaçacak aralık bırakmak. Evet, gurur duymasam da dengemi sağlayan bi şey bu, yoksa devreler yanıyor.

44. Hafta: Gelecek yılda kendinde geliştirmek istediğin bi yönünü yaz. (Yanlış anlamadıysam)
Hayal kurma yeteneğim.

45. Hafta: Sevdiğin 5 tuhaf şeyi yaz. 
Hımm... Bunu düşünmek lazım. Birincisi Çelik'in Ateşteyim klibindeki saç bantlı ve kazaklı hali. Sevmekten öte, çok seviyorum. Başka... Tuhaf neydi? Kime göre tuhaf? İnsanların genelde tuhaf karşıladığı sevgilerimi yazayım evet. Pilav, salata, mayonez, kuru fasulye... Bu tip şeyleri karıştırıp yemeyi seviyorum. Özellikle mayonezli pirinç pilavı. Eşyaların, özellikle bira şişelerinin üstündeki etiketleri çıkarmayı seviyorum. 5 mi?! Beşe tamamlamam çok zor. Düşüneyim ben bi bunu. Sonra bi dahakine yazayım.

Böyle işte. Bu da böyle bir yazıydı. 90lar modumu sakince azaltıp gideyim yatayım.
Sevgilerle,
Kanatlıkedi







22 Ekim 2018

Güncelleme

Downton Abbey: 3. sezona geldim. Diziyi sevdim mi sevmedim mi, bilemedim bi türlü. Tarihi olayların ve malikanedekilerin başına gelenlerin hem leydilerin, lordların, hem de hizmetkarların bakış açılarından gösterilmesi güzel. Maggie Smith zaten her zamanki rolünde, huysuz ve tatlı-yaşlı kadın. Fakat bazen karakterlerin aşk meşk işleri ya da misal saf lordun kurnaz hizmetçinin oyununa gelişi filan öyle bi aptal yerine koyuyor ki seyirciyi, insana öeeeh dedirtiyor. Yerli dizi etkisi yapıyor. 

---
Son zamanlarda evde yürüme egzersizi yapıyorum. 15 dakkayla başladım. Programsız, bazen 15, bazen 30, bazen 45 dakka yapıyorum. Tabi her gün değil, haftada 3 gün filan. Şu aşağıdaki ablanın kanalından videolar izliyorum genelde. Amerikanca tepkileri bir yerden sonra bıktırsa da, baya bi terletiyor. Çok sıkılınca benzeri başka videolar buluyorum. Zevkli. Zumbadan çok sevdim bu işi. Çok basit hareketler, zumbadaki gibi hareketi anlamak için uğraşmaya gerek kalmıyor. 


Bugün uzun aradan sonra ilk kez dışarda yürüyüşe de çıktım. Evde spor yapmak istemediğim için , sırf az buçuk hareket edip güne başlamış olmak için çıkmıştım, şöyle bi evin etrafında yürüyüp gelecektim ki, gaza geldim, yolu uzattım, hatta biraz da koştum. Tıkanacak gibi oldukça yavaşladım. Tek başına spor yapmanın güzelliği de burda. Muhabbet etmek yok, istediğin an durup, istediğinde hızlanma özgürlüğün var. 

---
Amsterdam Müzesi'nde geçici bir sergi açılmış: 1001 Women in the 20th Century. Hollandalı olan ya da Hollanda'yla bir şekilde bağlantısı olan kadınlar tabi bunlar. Feministler. İlk kadın gazeteci, tıp fakültesine giren ilk kız öğrenci, kadınların korse değil, rahat kıyafetler girmesi gerektiğini savunan ilk tekstil uzmanı, eşcinselleri kabul eden ilk bar sahibi, ilk mimar, ... gibi akla gelecek-gelmeyecek bir sürü meslekten kadınlar. Tabi bol bol gazeteci, yazar, şair de var. İkinci Dünya Savaşı'nda Nazilere karşı gizli direnişte aktif rol alan kadınlar da var. Türkiye'de benzeri bi sergi olsa nasıl olurdu diye düşündüm her zaman olduğu gibi. Bir sürü kavga kopardı dedim sonra kendime. Misal, Adalet Ağaoğlu listeye yazılsa, "yetmez ama evetçi" diye laf olurdu, Behice Boran çok solcu olurdu, bilmem kim çok sağcı olurdu... Misal burdaki serginin kafasından bakarsak, Tansu Çiller'i yazmamız şart olurdu, çünkü ilk kadın başbakan. Ayrıca Merve Kavakçı da Meclis'e başörtüsüyle girmeye kalkan ilk kadın. Bunları hep yazmak lazım. Bir şeyleri ilk defa yapmış kadınlar çünkü. Kimine göre iyi, kimine göre kötü. Bunların hepsinin adının yazdığı bir sergiye kim giderdi? Toplumun hiçbir kesimi sahiplenmezdi gibi geliyor. Öyle çok fazla duyulmadan, üçbeş ziyaretçiyle geçer giderdi. Türkiye'de tek bir ortak doğru yok hala. Burda var sanırım. Aşırı sağ ya da dindar kesim çok geniş bir yüzdeyi kaplamıyor. Modern değerler kabul görüveriyor o yüzden. Herkes özgür olsun, isteyen dinini yaşasın. Tamam. Bunları diyen herkes güzel. Ya da ayrıntılarda gizli olan çatışmaları ben henüz çözemedim.

---
Bu sıralar yaşlılıkla çok içli dışlıyım. Kursta bir hocamızın babası öldü. Yatalak hastaydı ama tamamen farklı bir hastalıktan, aniden gitmiş. Hayat devam ediyor tabi. Burdaki cenaze işlerinin ne kadar pahalıya mal olduğunu anlattı bize bu vesileyle. İnsanlar çoğu zaman yakılmayı seçiyormuş, mezar kirası çok fazla olduğu için. Özellikle Amsterdam gibi kalabalık şehirlerde. Ortalama bir cenaze işlemi 8500 euro kadarmış. Ne kadar kısarsan kıs, 5000den aşağı düşmezmiş. Parası olmayanların cenaze töreni olmuyormuş tabi. Belediye gömüyormuş bir şekilde ya da tıp fakültelerine kadavra olarak bağışlanıyormuş bedenleri. Türkiye'de ne kadara mal oluyordu bilmiyorum. Ama öldükten sonra bile masraflarımızın böyle devam ettiğini bilmek çok sinir bozucu. Hadi şimdi burda öldük diyelim, cenazeyi senede bir birileri ziyaret ederse diye Türkiye'ye götürmek gerekti diyelim, yine bir sürü masraf. Yakılalım da bi kutu içinde küllerimizi götürelim desek, o da olmaz, annem kalpten gider heralde. İnsanların üzülmeye fırsatı kalmıyor bu cenaze işlemleri ve diğer resmi işlemler yüzünden. Neyse.. Bu, yaşlılığın ölümle ve parayla ilgili olan kısmıydı.

Yatalak hasta olmakla ilgili kısmı var bi de. Buna da Fransız filmi Amour'u izleyince kafayı taktım. Yatalak olmak zor iş. Ve iyileşme umudu olmayan insanların ötenazi hakkı olmalı. Bi kez daha hak verdim. Bir de insanlar çoğu zaman birden hasta olmuyor, yavaş yavaş kötüleşiyor. Önce oturup kalıyor mesela, yürüyemiyor filan, sonra zamanla oturamıyor, altına işemeye başlıyor, sonra yatak yaraları oluyor... Bu sırada Amour'daki gibi her dakka hastayı düşünen biri varsa (hasta açısından) ne ala. Hasta bakıcılarının olası kötü muamelelerinden kurtulmuş oluyor. Fakat gitgide kötüleştiğinin bilincinde olup, ilk defa altına işediğini fark ettiği an, yanında onu seven biri varsa, öfke nöbeti geçirmesi daha olası görünüyor. Yıllardır birlikte hoplayıp zıpladığın adam, birden altını temizlemeye başlıyor. Sonra hem acının, hem de -belki- bu yatalak olmanın getirdiği psikolojiyle bağırıp çağırma, çocuklaşma, inatçılaşma, gitgide iletişim kuramama, sayıklama, durup dururken hakaret etme evreleri geliyor yavaş yavaş. Bakıcı için zamanla daha da zorlaşıyor. İnançlı biriyse ne ala, bol bol dua ediyor, ikisinin de acılarının karşılığını öbür tarafta sevap olarak alacağına inanıyor, bir şekilde rahatlıyor. İnançlı değilse ya? Sevdiği birinin yanında o kadar acı çekmesine insan nasıl dayanabiliyor? Zor be, çok zor. Anneannemin son iki haftasını görmüştüm.  Dayım, annem, ben, nöbetleşe ağlayıp, birbirimizi teselli ediyorduk. Neyse, zor işte, yaşarsak görcez bakalım nasıl olacak.

Bi de işin daha neşeli kısmı var. Yaşlandıkça değersiz hissetme hali. Grace and Frankie dizisi çok güzel anlatıyor bunu da. Vücut yavaş yavaş harekete engel oluyor, dolayısıyla hayallerin, planların kısıtlanıyor. Teknolojiye, gençlerin diline uyum sağlamak da ayrı bi dert. Yalnızlık kaçınılmaz gibi. Amaaa dizideki gibi savaşmak ya da ne bileyim eğlenmenin yolunu bulmak da mümkün. Belki. Ne kadar pozitif olduğuna, maddi durumuna ve yanında desteğinin bulunmasına bağlı.  Yine de çok orjinal bi dizi olduğunu söylemeliyim. Başrolde iki yaşlı kadın var. İkisi de gerçekten yaşlı, yani çizgileri makyajla kapatılmamış. Sürekli rezil olan, komik ya da vefakar anne gibi klişe yaşlı kadın rolünde değiller. Onlar da hala insan, huyları var, fikirleri var, duyuguları var, huysuzlukları var...  Spoiler: Hatta ileriki bölümlerde yaşlı kadınlara özel vibratör üretmeye ve şirket kurmaya karar veriyorlar, o derece kendi hayatları var. 

---
Standupçı Trevor Noah'nın hayatıyla ilgili bi belgesel izledim dün: You Laugh But It is True. Adamın sömürgecilik ve ırkçılıkla ilgili nasıl bu kadar cesur ve güzel espri yapabildiğini daha iyi anladım. Güney Afrikalı. Irkçılığın yasaklanmasının üstünden 20 yıl anca geçmiş. İnsanlık dediğimiz şey hayvandan o kadar da farklı değil. Ayrıca Güney Afrika'da günümüz hayatıyla ilgili de baya bi şey öğrendim, hiç bilmiyormuşum.

---
Burda bazı dükkanlarda elişi kitleri satılıyor. Misal, yastık kılıfı yapmak için tüm malzemeler kutunun içinde mevcut, tığından, ipine, yapım aşamalarının anlatıldığı kitapçığa kadar. Genelde pahalı oluyordu böyle şeyler, çok ilgimi çekmiyordu. Bu sıralar, sezon sonu falan mı niyeyse epey ucuzlamış. Ben de evdeki ip yığınına rağmen buldukça alıyorum. Şu an şu pembeli kırlenti yapıyorum. İlk defa bu kadar kalın bi iple işleme yapıyorum, eğlenceliymiş. Normalde hayatta tercih etmeyeceğim renkler ama kendim yapınca rengi o kadar önemli olmaktan çıkıyor. Önemli olan yapma kısmı, sonra da bir işe yarasın, çekmecelerde sürünmesin yeter. Sürünecekse de birilerine hediye veririm zaten.



Sonraki proje de aşağıdaki çanta. Bu kadar renkli bi şey, ne kadar kötü olabilir ki?


Bir de şu aşağıdaki ipleri aldım ucuz diye ama ne yapacağımı bilemiyorum. Rastgele bi işe başlayınca genellikle ip yetmiyor, sonra aynısını ara ki bulasın. Bu kadar iple, yani yeni yumak alma ihtiyacı duymadan ne yapılır acaba? Fikri olan yazarsa pek sevinirim. İpler toplam 200 gram, 400 metre. Atkı yapmak istemiyorum artık, epey bi birikti:)


Şimdilik benden bu kadar, bi sonraki yazıda çelıncın birikmişlerini dökerim artık ortaya, 
Sevgilerlen, 
Kanatlıkedi




04 Ekim 2018

Yokmuşçasına dertler

Selam insanlar, nabersiniz?

Ne yazacağımı bilmiyorum. Zorunda mıyım? Hiç. (Referansı bilmeyenler, internet esprilerine uzak olanlar için Dilber Ay videosunu şuraya koydum.)

(Kadın videonun başında, sonunda ne demeye çalıştı acaba? Hiç bilmiyorum. Gülüp geçmeye meyilli bu ruh halimizin allah belasını versin.)

(Bu arada videonun altında Ali İhsan Varol videosu çıktı. Bu adam n'apıyor şimdi? Gerçekten dövmüş mü karısını? Nasıl yapar, yaptıysa? Böyle insanların altından niye böyle bokluklar çıkar? Çıksın canım bize ne, kendi fikrimize yakın işler yapan insanların mükemmel olduğunu düşünecek kadar safsak, böyle hayal kırıklıklarını da hak ediyoruz demektir. Hak etmek ayrı mı yazılır? Bi tuhaf geldi gözüme. Doğru ayrıymış.)

Bu hafta dil kurslarımın 4. haftası sanırım. Hala derse yeni katılanlar oluyor. Yeni biri gelince, her öğrenci kendini tanıtma konuşması yapıyor kısaca. Adım şu, şurdan geldim... Haftada 3 gün bu konuşmayı yapmak zorunda kalıyorum. Gündüz kursundaysam şu kadar çocuğum var, akşam kursundaysam şurda çalışıyorum, gibi şeyler söyleniyor.... Hangi zaman diliminde olursa olsun, cevabım hep diğerlerinden kısa oluyor. Çünkü çocuğum yok ve çalışmıyorum. Bu akşam yine "çalışmıyorum" deyince sınıf güldü. Komik bi cevap çünkü. O cevabı verirken aslında vermemek istediğimi herkes anlıyor çünkü, nasıl can çekiştiğimi görüyorlar. (Her duygumu gereksiz bi şekilde her an yüzüme yansıttığımdan olsa gerek.) Pis Avrupalılar, karşılarında can çekişiyorum, gülüyorlar. Neyse ki bi taraftan da yardımıma koştular, "peki hobilerini anlat o zaman,"dediler. Anam, bu sorunun cevabını hiç düşünmemişim. Puzzle yapmak, film izlemek, dedim kaldım. Aydınlandım! Abbov, dedim, bundan gayri ben bunu kullanırım. Hatta yeterince cesur bi çocuk olursam "çalışmıyorum, o yüzden hobilerimden bahsedeceğim, şunu, şunu, şunu yapmayı seviyorum." diyebilirim. Al sana diğerleriyle aynı uzunlukta bi konuşma.

Norveçlinin hobilerimden bahsetmemi istemesinin yanında, diğerleri de "peki aktif olarak iş arıyor musun?" dedi. Çünkü muallakta konuşuyorum (bu soruyla muhatap olmamak ve yalan söylememek için). "Çalışmıyorum" diyorum. "İş arıyorum" da diyebilirim ama demiyorum. Neden? Bi hafta sonra soracaklar, buldun mu, nasıl gidiyor, diye. Bu sorulara Türkiye'deki kendimden alışkınım. Her seferinde "hayır, bi gelişme yok" demek sinir bozucu. Hele ki bu süre 1 hafta, iki hafta, üç hafta derken ayları buluyorsa... Daha da sinir bozucu. Acıma ifadeleri, iş bulma çabaları... Anadolu insanının yardımsever halleri...Kötü değil, yanlış anlaşılmasın. Burda da var aynısı. Soyadımı bilmeyen insanlar bu akşam bana iş bulabileceğim mecraları anlattılar. Dersin sonunda içlerinden biri CVmi koyabileceğim siteleri not ettiği kağıdı uzattı misal, içlerinde bilmediklerim vardı, güzel. Sinir bozucu olmasının sebebi başka. Birincisi, benzeri çabaları Türkiye'deyken gösterip bi sonuca ulaşamamış olmam. Çünkü hayatta bi kere başarısız olunca hep başarısız oluruz. Benim süper yaşam felsefelerimden biri bu. (Dikkat: ironi var.)

İkincisi, Türkiye'de bi türlü iş bulamadığımdan, şu an evli olduğum adam, o zamanlar sevgilim olan adam, yurtdışında iş bulunca hemen atladığım, apar topar evlenip buraya geldiğim için, ciddi bi iş deneyimim olmaması. Yaşımın 30 olması. Mühendislikten mezun olup mülhendislik yapmayı zerre kadar istemeyişim, hatta yapmayacağıma dair bi hocama söz verdiğim için beni son kaldığım dersten geçirmiş olması. Diplomamın işe yaramaması.

Bu iki maddeye rağmen gayet de iş bulunabilir, biliyorum. Lakin ki asıl sebep şu: İnsan ilişkilerinde iyi değilim. Çabuk sinirleniyorum, haksızlığa uğradığımda elim ayağıma dolaşıyor, mükemmel iş yapmaya kafamı o kadar takıyorum ki, hata yapınca çok bozuluyorum, göz teması kurmak, konuşurken elimi kolumu nereye koyacağımı bilememek gibi sorunlarım da var. Ama en önemlisi her türlü duygu yoğunluğunda titreyerek ağlıyorum. Kendimi tutamıyorum. İletişim kurmak imkansızlaşıyor. Saçma sapan bi hal.

İşte, ne zaman "Neler yapıyorsun?" diye sorulsa gerilmem bundandır. En bariz olan, küçüklüğümden beri başıma bela olan bu fiziksel sorunumu kimseye anlatmak istemiyorum. Fakat o lanet olası sorunun cevabı illa buraya varıyor. Çünkü insanlar illa yardımcı olmak istiyor. Ya iş arıyorum deyip geçiştireceğim, ya da ayaküstü bi konuşmada en büyük psikolojik sorunumu ortaya sereceğim. O soru geldiği anda bi seçim yapıyorum, artık olay gittiği yere kadar gidiyor. Kendin kaşındın yavrum deyip, zevkle izliyorum bazen vermeye çalıştıkları tepkileri.

Bunu şimdi niye burda anlatıyorum, bilmiyorum. Kendime isyanlardayım sanırım. Ne içine attın ayol! Şiştin valla şiştin. Bu kilolar hep ondan. De ki benim psikolojik problemlerim var, evladın olsam çalıştırmazsın beni ofisinde. De ki, ben kitap, müzik, müze, film, o kadar. Bana insan yok. No insan.

Evet, asıl sıkıntı bu. İnsansız iş arıyorum. Bu memlekette gözünü sevdiğimin kütüphaneleri bile aşırı sosyal, sürekli bi etkinlik, çoluk çocuk çığlık çığlığa... Hadi onu geçtim, yetişkinlerle sürekli bi etkinlik var. Küçüklüğümden beri olmak istediğim mesleklerden biri de kütüphanecilikti, kendi köşemde takılcam, bissürü kitap okuycam falan diye.... Şimdi kütüphaneci olmak için okulundan mezun olman gerekiyor, onu geçtim, bi de bu sosyallik meselesi var. Kaç tane kitap okuyabiliyorlardır ayda, çok merak ediyorum. En azından bu ülkede işler böyle.

Bi çok insana şımarıklık gibi gelecek bu cümleler, diye de yüksek sesle söyleyemiyorum bunları. Kim ister insanlarla uğraşmayı. Sanki biz biliyoz da mı oynuyoz, diyecek herkes. Derdini sikeyim butonuna basacak falan...Expat karısı diyecek, geçen günlerden birinde Amsterdam'ın bi yerinde
"Kocan çalışıyo..." dedikten sonra "...sen yiyosun..." manasında ağzını yüzünü oynatan amca gibi tepkiler verecek... diye. Ayh yazarken içim sıkıldı.

Ne manyağız arkadaş, ne manyağım, ne çok takıyorum başkalarının düşüncelerini. Neyse, o adamın cümlesini tamamlamasına izin vermeden cevabını verdim ya, bu da bi gelişme. Sen kimsin? Beni tanımıyorsun, ben seni tanımıyorum, bu kadar derin konulara girmemize gerek yok. Bitti. İstediği kadar açıklasın kendini sonra.

Netekim, bi sonuca varabilirsem varayım...

Konuşmayı sevmeyen demeyeyim de (konuşunca çenem durmuyor), konuşmayı beceremeyen biri olarak, benim de derdim bu. İster sikiniz, ister sikmeyiniz, sabaha bırakınız.

He bi de , benim gibilere sanırım introvert (içe dönük) deniyomuş. Bi TED konuşmasından kapmıştım bu düşünceyi, aaa beni anlatıyo, diye. Kendimi  değerli hissettiğim için bu sıfatı almak istiyor da olabilirim tabi. Son zamanlarda introvertler için iş başvuru yöntemleri gibi yazılar okuyorum. Yeterince dışa dönük bi çocuk olursam, bi bakmışınız, bi gün çalışıyor olurum. O zaman bu yazıyı güncellerim, birileriyle kavga edip işten istifa edene kadar... Sonra da neden , ne kadar haklı olarak istifa ettiğime dair bi yazı yazarım. Waarom niet? Why not? Neden olmasın? Hayat bu, heyecanlarla dolu...

Introvertlerin özelliği hep bu mu bilmiyorum ama çok karamsarım bi de. Misal, hiçbi seçimde ümitlenmem. Ülkenin yüzdesi birden değişecek mi? Bi işe başvuruyorsam, insanları sıkmamak için, ya da değişiklik olsun diye heyecanlıymış gibi yaparım ama içten içe aslında hep o işin olmayacağına inanırım. Herhangi bi yenilik olacaksa hayatımda, kötü ihtimalleri düşünen hep ben olurum. Kodumunun insanları, hayal kurmak kolay, azcık da gerçekçi olun, size kalsa, otuz kere trafik kazası geçirdiydik, otuzbin kere kavga ettiydik. Hayret bi şey ya, her seferinde kötü polis ben oluyorum.
Yeter ulan! (Yetmedi)

Şaka. Bunun hafiften bi tatmin verdiğini de itiraf edeyim. Haklı çıkma hissi, yaşıtlarına göre olgun olma, olgun görülme, danışılan kişi olma hissi. Yakın arkadaşımı ayarlamaya çalıştığım lise platonik aşkımın da dediği gibi, "bilge hatunumsu bi hava"ya sahip olma hissi... O ayarladığım kızın öyle bi havası var mıydı? Yoktu. Hahaaa... Kim kazandı? En çok ben.

Pek çok insanın anlayamayacağı türden bi ruh hali. DEğiştirilebilir mi? Bilmiyorum. Ama kendimle böyle umua açık dalga geçmek hoşuma gitti. Belki faydası olur. Yarın yokmuşçasına yayımlayacağım bu yazıyı.... Uuuv büyük değişiklik! Devrim adeta!










25 Eylül 2018

Müzik, çelınc, film güncellemesi

Merabalar cümle alem.

Uzun zaman oldu. Yazasım gelmedi bi türlü. bendahaşekerim Ari Barokas'ı yazdı, dinlemeye bi başladım, coştum, buraya geldim. Duman grubundanmış. Müzikten çok anlamam ama çevire çevire dinliyorum, bu iyi bi şey sanırım. Sözleri asıl mesele. Özlediğim türde sözler. Aşktan ve kendinden bahsetmeyen sözleri özlemişim. Ortak dertlerden bahseden, muhalefet eden, bunu boş siyasi sloganlarla değil de özgün cümlelerle yapan şarkıları özlemişim. Aha onlardan biri bu:




---------------------------------------------------------------------------------------------------------

Gelmişken çelıncın birikmiş sorularına da dalayım:

36. Hafta: Hatırlamak istediğin bi şey.

Ocağı açık unutma! Bi de pozitif ol, panik yapma, alınma, kızma, iyi şeyler düşün, konuyu değiştir, işine odaklan, dünya sana karşı değil, endişelenme vs...

37. Hafta: İnsanların seni nasıl tarif etmesini isterdin?

Kendi halindeyken de halinden memnun olabilen, tuhaf, senin benim gibi bi yaratık.

38. Hafta: Hayran olduğun, saygı duyduğun biri hakkında yaz.

Zor soru. Hayranlık biraz aşırı bi duygu galiba benim için. Saygı duymak tamam da hayran olmak lisede, üniversitenin başında kaldı sanki. Son zamanlarda Nannette'i yapan Hannah Gadsby'ye saygım sonsuz sanırım. Çok zor bi performans olsa gerek. Öyle bi standup izlemedim hiç.

39. Hafta: Halinden memnun olman için neye ihtiyacın var? 

Vicdan azabı duymamaya.

----------------------------------------------------------------------------------------------------------------

Son zamanlarda izlediklerime gelirsek...

Daniel Sloss: Standup. Amerika'ya, Trump'a, kendi fikrini gözlere kulaklara sokan dindarlara ve veganlara laf sokmasının yanında, günlük hayatla ilgili vurguları da çok iyi. Dinletiyor kendini.




Trevor Noah: Standup. Trump'a laf sokmak dünyanın modası, o yüzden sıradan artık. Ama bu adam İngiltere'ye ve sömürgeciliğe laf sokuyor. Geçmişte kaldı, unutalım gitsin deyip geçmiyor. Sürekli güldürmüyor, daha yavaş bi ritmi var fakat güzel. Bi de aksan taklitleri çok iyi, aslında gösterinin temel ilerleyişini aksan şovları belirliyor. Hala Hint aksanlı İngilizce duyunca zevkten dört köşe oluyorum. Dilini daire yapıp konuşmak çok zevkli hakkaten. Deneyiniz.





Aile Arasında*: Gülse Birsel'in son filmi malum. Sonunda izledim. Komikmiş hakkaten. Spoiler: Gülümser'in patlamasını bekledim bekledim olmadı, o biraz üzdü beni. Bi de aşk için küçük yaşta evlenilir düşüncesini doğrulayan bi filmdi. Fazla fikirsiz geldi bana bu iş.


 
Sevme Sanatı: Michalina Wislocka'nın Hikayesi. Şimdi filmin tam ismine bakarken fark ettim ki Netflix'te şapkalı a kullanılıyor. Hoşuma gitti. İhtiyacımız var arkadaşlar bu a'ya, öyle sildik deyince silinmiyor harfler, kelimeler. Filme gelirsek, Polonya'da bir jinekoloğun hayatını anlatıyor. Nazi döneminde başlıyor, sosyalist zamanda bitiyor. Seksin inceliklerini, kadın orgazmını anlatmak, yasak olduğu için merdiven altı kürtajlarında ölen insan sayısını azaltmak, doğum kontrolünü yaygınlaştırmak niyetiyle bir kitap yazıyor fakat bir türlü yayınlatamıyor. Devlet kiliseden korkuyor, kilise devletten, medya ikisinden de ve hepsi de toplumdan. Sonra olaylar olaylar...



My Happy Family: Gürcü filmi. Bu kadar güzel bir film beklemiyordum başlarken. Müzikleri de, dilleri de, şarkıları da... Gitara aşık ederler insanı yani, öyle sevesim geldi. Başka güzel Gürcü filmlerini araştırmam lazım. Ailenin, yapmacık-mecburi ilişkilerin bireyi öldürmesini daha nasıl anlatabilirdi bilmiyorum. Manana'nın çığlıklar atıp etrafa saldırmasını bekledim hep. İnsanın insanı özgür bırakması gerek. Hem sevgi hem özgürlük, aynı anda verilebilmeli.

 



3 Faces: Jafar Panahi filmi, yani İran filmi. Bu adamın filmlerini seviyorum. O yüzden sinemada yakaladım, izledim. Muhalif, İranlı bir yönetmen olunca, batıda da çok sevilince, bolca vahşet, bolca ağlamak bekliyor insan ama ters köşe yapıyor hep Panahi. Yumuşak, güldüren ama gerçekleri de dibine kadar hissettiren cinsten. İnsanlar ölse de, 2 saatlik film boyunca ağlayınca bir şey değişmeyecek, sakin kalıp anlamaya çalışmak lazım, der gibi sanki. Beni bu adamla tanıştıran Documentarist'e bilmem kaçbininci kez teşekkür eder, çeker giderim, saygılar, sevgiler falanlar filanlar...





*Aile Arasında'ya trailer videosu eklemeyi neden beceremedim bilmiyorum ama olmadı işte, idare edin. 

13 Eylül 2018

Neden? Nasıl?

Sevgili insanlar,

N'abersiniz? Ben biraz gerginim, yorgunum, kafam karışık. Rahatlamak için geldim buraya ama bakalım işe yarayacak mı...

Fıkra gibi bi dersten geldim, bir Ganalı, bir Hindistanlı, iki Ukraynalı, bir Suriyeli, bir Surinamlı-Hollandalı, bir Hollandalı ve bir Türk. Hep birlikte Hoe Duur Was de Suiker? adlı kitabı okumaya çalışıyoruz. "Şeker ne kadar pahalıydı?"  demek oluyor. Surinam'daki kölelik zamanlarını anlatıyor. Olaylar 1700lerde geçiyor. Surinamlıların hiçbir hakkı yok, Hollandalıların çiftliklerinde çalışmak zorundalar, insanca muamele görmüyorlar. Hollandalı erkekler isterlerse Surinamlı kadınları ikinci eşleri olarak alabiliyorlar. Ayrı bi evde tutuyorlar tabi, kendi aileleriyle hiçbir bağ kurmamasını sağlıyorlar. Surinamlılardan olan çocuklarını sallamıyorlar vs...

Beni geren bunlar değil. Zaten bildiğim şeylerdi. Hatta masada bir Surinamlı ve bir Hollandalı varken bunları konuşabiliyor olmak hoşuma gidiyor. Hepimiz bunların çok kötü şeyler olduğuna dair hemfikiriz çünkü. Tabi bu zulümleri gerçekleştiren devletlerin ekonomik durumları eşit olsaydı yine bunları oturup medeni medeni konuşabilir miydik, emin değilim. Ama konumuz bu değil şimdilik.

Birden fazla kadınla evlenebilmeye geliyor konu tabi ister istemez. Kuma getirmeye yani. Aslında bu, çok saçma ve geçmişte kalan, kötü bi şey olarak konuşulup geçilecekken, Suriyeli olan arkadaş, evet, bu bizim ülkemizde de var, diyor. Batılılar şok tabi: "Hala mı, günümüzde de mi?" Evet, diyor ve olayın mantığını açıklıyor. "Ama adam çok zengin olmalı, diğer ailelerine de bakabilmeli. Bazen karısının çocuğu olmuyor, o yüzden ikinciyi istiyor adam," vs... Biz Türkler için tanıdık konular. Batılılar hala şok. Bu kadar iyi bahsetmesine daha da şaşırıp "Peki sen ne düşünüyorsun bu konuda, kocan senin üstüne birini daha alsa, ne derdin?" diye sorma gereği duyuyorlar. Hepimiz "asla istemezdim" demesini umut ediyoruz. "Bence de mantıklı, ben hep diyorum, isterse alabilir," diyor. Bunca farklı kültür bir arada dil öğrenmeye çalıştığımız için, birbirimizin kültürlerine saygı duymak zorundayız, en başından beri derste ota boka tartışmamamızı sağlayan bu. Kimse kimseye bulaşmak istemiyor. Bu sefer de, aynı sebeple, "vaov..." deyip susuyoruz. O öyle düşünüyor, düşünebilir, kendi hayatı. Çok şaşırdığımızı görünce "Ben zaten erkekleri çok sevmem, ne hali varsa görsün," benzeri bi şeyler söylüyor. (Bu arada herkesin Hollandaca konuşmaya çalıştığını, dolayısıyla düşüncelerini düzgün ifade edememe ihtimalinin yüksek olduğunu hatırlatayım.)

Herkese soruluyor, sizin ülkenizde durum nasıl, diye. Ukraynalılar son 10 dakkadır sürekli şok oldukları için onlara sorma gereği duyulmuyor. Ganalı, haberlerde gördüğünü, adamın birinin bütün köyle evli olduğunu, 100 çocuğu filan olduğunu anlatıyor ama kendisi asla bunu desteklemiyor. Hindistanlı da bu durumun ülkesinde çok yaygın olmadığını ama illa bilmediği küçük gruplarda böyle geleneklerin olabileceğini, kendisinin asla bunu onaylamayacağını belirtiyor. Hollandalılar bunun sadece sömürge ülkelerinde yapıldığını, Hollanda'da asla gerçekleşmediğini söylüyor, yüz ifadelerinden fikirleri okunuyor. Duygularım çok yoğunlaştığında mimiklerimle içimden geçen her boku açıkça belli ettiğimden olsa gerek, bana sorulmuyor. İyi ki de sorulmuyor, Suriyelinin üstüne atlayabilirdim sinirden.

Türkiye'de bir Suriyeli hassasiyeti ve önyargısı olduğunu bildiğimden belirteyim ki konu Suriyeli olması değil. Mısırlı, Faslı, Ürdünlü, İranlı, Iraklı, Suudi vs de olabilirdi. Kendini Müslüman diye tanımlayan herhangi bir ülkeden olabilirdi. Müslüman  ülkeden olmayabilirdi de. Bu insanlar muhtemelen ülkelerini temsil de etmiyor, ben nasıl ki önce Türk olarak değil de, kendim olarak algılanmak istiyorsam, onlar da büyük ihtimalle öyle istiyor. Kendi aileme bile çoğu yönden benzemiyorum, bütün bi ülkeyi temsil etmeyi nasıl isterim ki? Türkiye'nin durumuyla ilgili muhabbet etmek isteyen yabancılara da "bilmiyorum" diyorum kısaca.

Benim kafama takılan şu: İnsanlar nasıl  hala böyle düşünebiliyor? Neden? Biz bunu nasıl oturup medeni medeni konuşabiliyoruz? Konuşabilmemiz neye yarıyor? Böyle düşünen insanlar bi batı toplumunda nasıl tutunabiliyor? Toplumlar nasıl bir arada yaşıyor? Evliliğin tek amacı çocuk yapmak mı ki, çocuğu olmayınca ikinciyle evlenilebilmesini bu kadar normal karşılıyor insanlar? Nasıl evleniyorlar? Eskiden olmasını anlarım ama neden hala bu fikirler yaşıyor?

Hepsinin cevabını biliyorum tabi ki az çok, Müslüman bi çevrede yetiştim. Modern hayatla sürekli çatışma içindeydik ailecek. Medeni olmak istiyoruz ama inançlarımızla ve daha da önemlisi, geleneklerimizle çelişiyor bu medeniyet dediğimiz şey. Babam asla ikinci eşi almayı düşünmezdi ama eskiden bunun neden mantıklı görüldüğünü bana ciddi ciddi açıklamaya çalıştığı, annemin de onu desteklediği oldu.

Fakat şimdi, burda, batılı bi ülkede, hala bu fikirleri nasıl savunabiliyor insanlar? Babam bile bunun geçmişte kaldığını anlayabiliyorken bir kadın nasıl anlayamıyor?

Sanırım dünyada tüm kadınların özünde benimle aynı şeyleri düşündüğünü ama koşullardan ötürü sesini çıkartamadığını düşünüyormuşum. Hala bu kadar safmışım evet. Sebepleri biliyorum ama kabul etmek istemiyorum kısacası.

Tüm bunların yanında, Hollanda, Suriye'deki muhalif gruplara desteği kestiğini açıklıyor. Yani şimdiye kadar destek verdiğini kabul ediyor. Muhalif gruplar'dan kastın ılımlı Müslümanlar olduğunu iddia ediyor hala. Fakat hiç de ılımlı olmadıkları, cihatçı oldukları, Hollandalılar tarafından bile iddia ediliyor. Kaynak 

İnsan, şu Müslüman ülkeler bi rahat bırakılsa, kuma getirmek gibi düşünceler oralarda da yok olur muydu acaba, diye düşünmeden edemiyor. Bunu düşünmek komplo teorilerine batmak demek de değil artık. Savaşın yanında çok küçük bir problem olarak görülebilir belki ama her şey birbirine bağlı. Sonra botlarda ölen mülteciler, kıyıya vuran Aylan bebekler, "ben senden daha çok aldım, valla daha fazlası toplumumu bozar" gibi atışmalarla sürüp giden mülteci kabul tartışmaları... 40 yaşından sonra insanları batı kültürüne entegre etme çabaları... Benim gittiğim ders de bu entegrasyon çabalarının bir sonucu işte...

Her şeyin birbirine bağlı olduğu düşüncesi tüm insanlardan, medeniyetten, ilkellikten, kültür dediğimiz şeyden, her türlü toplumdan, gelenekten, dinlerden uzaklaşma refleksi uyandırıyor bende. Çocuk gibiyim, sürekli şaşırıyorum: Ama neden? Nasıl? Hala mı?

Sonuçta iş bu konulara gelince, yazmak da rahatlatmıyor beni. Hatta belki rahatlamamak en iyisi. Şaşırmayı unutmamamız lazım ki hiçbir şey normalleşmesin. İdeal diye bi şey yok çünkü. Düşünmek lazım. Her şeyi düşünmek...

Güncelleme: Kuma getirilmesinin tuhaf olmadığını savunan arkadaşın 15 yaşında evlendirildiğini öğrendim en son. Bunu duyunca kafamda her şey biraz daha yerli yerine oturdu. Şimdi kızının en erken 20 yaşında evlenmesine izin vereceğini söylüyor.

31 Ağustos 2018

Köy, bayram ve çelınc

Selam millet,

Tatil bitti, sonunda. Son zamanlarda kendimden sıkılacak kadar evde oturamadım bi türlü. Resmen özledim boş kalmayı, depresif düşüncelere dalmayı. Sonuçta bi şeyler üretsem neyse, yoğunluk dediğin genelde öyle olur, ne bileyim iş yerinde yoğun olur insan, projesi vardır, ya da öğrencidir, ödevi vardır... Benimki öyle de değil. Şikayet etmiyorum fakat zaman elimden kayıp gidiyor hissini de durduramıyorum bi türlü. Bi şeyler üretmeden öylesine durmak bi yerden sonra batıyor. Sırf bana değil, çoğumuza batıyor. Modern insanız malum, bi sürü aktivite var elimizin altında, hepsini yapmamız lazım. Sonra yaptığımızı herkese duyurmamız lazım. Öte yandan ölümlüyüz, zamanımız kısıtlı, bunca şeyi nasıl sığdıracağız kısacık ömrümüze? Vs vs...

Dil meselesi...

2 hafta sonra  Hollandaca kursu başlıyor. Ücretli gittiğim kurs. Bu hafta kütüphanedeki okuma grubu başladı. Geçen dönem benim gidemediğim derslerde Nasreddin Hoca fıkralarına başlamışlar, kalanını okuduk. Çok güldüler. Çocukken bu kadar çok gülmemiştim ben bu adama. Bazen kendimi gerçekten uzaylı gibi hissediyorum insanların arasında. Gerçekten komik mi buluyorlar, yoksa muhabbet olsun, zaman geçsin diye, gergin sessizliklere mahal vermemek için mi gülüyorlar, çözemiyorum. Yabancılar, espri anlayışlarımız illaki farklı, tamam. Ama bazen Türkler arasında da oluyor böyle. Gülesim yokken yanımdakiler kahkaha atınca mecburen ben de gülmeye zorluyorum kendimi. Çok zor bi şey ağız kaslarını kahkaha şekline sokmak. Gülmek böyle durumlarda bulaşıcı falan da olmuyor, insan bi yerden sonra gülümseme pozisyonuna geçip, karşıdakinin kahkahasının bitmesini beklemek zorunda kalıyor. İki tarafta da saçma bi özür dileme hali sonra... Biri çok güldüğü için, biri tam gülemediği için... Neyse, demem o ki, Nasreddin Hoca'yı çok sevdi yabancılar. Bayrakları asabiliriz.

Hollandaca kafasından epey uzaklaşmışım. Gittiğim konuşma grubunda hoca, tatilde çalışabileceğimiz kaynakları, dili unutmamak için yapabileceğimiz aktiviteleri listeleyen bi A4 vermişti. Kağıdı dosyaya koydum, bi daha da açmadım. Şimdi yeni seneye başlayacak, tatil ödevlerine daha hiç girişmemiş öğrenci gibi panik halindeyim. Unuttum mu acaba her şeyi? Tekrar etmem lazım ama öyle bi büyüyor ki gözümde, hiçbi şey yapmak istemiyorum. Biraz dalsam, tekrar zevk almaya başlayacağımı da biliyorum. Şu Taalcoach'a karşı mahcup olmasam haftaya, yetecek aslında.  Onunla da 1 senemizi dolduruyoruz, sonra bırakacak beni, baştan anlaşmamız böyleydi. Ne kadar ilerledim? Kesinlikle daha iyiyim ama daha iyi olabilirdim gibime geliyor. Ekstradan çalışmadım hiç, hep olağan akışına bıraktım.

Neyse, her işin başında olduğu gibi yine panik halindeyim, zamanla geçer, o yüzden çok sallamıyorum şu anki ruh halimi.

Bayramlar mübarek fln..

Bayramda Türkiye'ye gittik geldik. Havaalanından U.ın ailesinin köyüne geçtik, ordan da doğruca bizim köye. Hiç büyük şehirlere uğramadan döndük. Maksat tamamen ailelerin gönlünü almaktı. Sevindiler, sevindik, arada biraz sıkılsak da kalp kırmadan geldik. Kadın-erkek eşitsizliklerine, insanların cahilken bilmiş bilmiş davranmasına çok fazla sinirlenmedim bu kez. Kendi olgunlaşmama bağlamak isterdim bu sakinliğimi ama büyük ihtimalle asıl sebep daha az akraba ziyaretine gitmiş olmamızdı. Aman da babamın teyzesini mutlaka ziyaret etmeliyim moduna girmedik. Geçen senelerde de girmemiştik ama bi şekilde mecbur kalmıştık. Bu sefer çekirdek ailemiz de çok zorlamadı nedense. Dolayısıyla "daha az insan = daha rahat kafa" formulü sayesinde huzurluyduk. Bol bol bulaşık yıkadım tabi ki. İkinci çoğul kişiden birinci tekil kişiye geçtiğime dikkatinizi çekerim. Çünkü bulaşığı kadın yıkar, malumunuz. Neyse ki U.ın ailesinde çay koyma görevi erkeklerde. Muhtemelen yine cinsiyetçi bi kafayla başlamış olsa da (kadının erkeklerin bulunduğu odada çay dağıtmasının uygun görülmemesi gibi), bu gelenekten çok memnunum. Evdeki bi işi de onların yapması, ne yalan söyleyeyim, içimin yağlarını eritiyor. Okumuş gelin olmamdan dolayı yemek işleri bana emanet edilmiyor, ki çok mantıklı, beceremem de hakkaten. Ama sebze doğrama, salata yapma ve özellikle bulaşık konusunda elimden geldiğince yardımcı oldum eltilerime. Evet, 3 tane eltim var. Üçü de köyde büyümüş, dolayısıyla tarhanadır, kurban kesmedir, salçadır, bulgur kaynatmadır, ekmek yapmadır... Her konuda bilgileri var. Kendi aileleri de aynı köyde. Dolayısıyla hop bizim evde çalışıyorlar, hop koşup kendi ailelerine çalışıyorlar... Arada da çocukların saçma sapan isteklerine yetişiyorlar. Bu sırada kocaları çoğunlukla geziyor. Kocalar (kayınbiraderim oluyorlar sanırım) özlerinde iyi insanlar, seviyorum hakkaten fakat geleneksel kültürde yetişmiş her erkek gibi bu durumun, yani eşlerinin 7/24 ve ömür boyu çalıştığının farkında değiller. Onlara göre şimdi erkekler tatilde, kadınlar İstanbul'a varınca zaten sürekli tatil yapıyor. Lan! diye bağırasım geliyor. Bağırmıyorum tabi ki, sadece katılmadığımı belirtiyorum sakin bi şekilde. Bağırsam ne değişecek? Yengelerin böyle kaynana evinde olmasa da başbaşayken haklarını arayacaklarına inanıyorum. Severek evlenmişler çünkü. Bi bağ var aralarında. Konuşabiliyorlar. Neyse, şimdilik, durup sinirden tırnaklarımı yememek benim için büyük başarı.

Benzer şeyler benim ailem için de geçerli tabi. Küçüklüğümden beri bağırıp durdum bulaşığı sürekli ablamla benim yıkamak zorunda oluşuma, abimin gidip içerde babamla haberleri seyretme özgürlüğüne... Üstelik üçümüz de öğrenciyken/çalışıyorken, hiçbirimiz "evhanımı" değilken bu eşitsizliğe maruz kalışımıza. Başlarının etini yedim, kavga ettim, çoğu zaman ciddiye alınmadım, "hakkını arayan küçük kızkardeş" muamelesi gördüm. Sempati duydular ama gerçek bi iyileşme olmadı. Sonuçta bulaşıkları yine biz yıkıyoruz. Ama yılmadım, bıdı bıdı konuşmaya devam ediyorum. Bizden sonraki nesiller için bu normal sayılmayacak, sayılmamalı. (Demek hala insanlığa dair bazı ideallerim var. Tüh bak, hala tam akıllanmamışım.)

Bi an önce çocuk yapmamız gerektiğiyle ilgili nasihatleri de görmezden gelmeyi başardık. Eskiden daha çok "Sanane?" diyesim gelirdi, bu kez daha çok gülüp geçtim. Böyle durumlarda cevap almamayı, olumsuz cevap almaya tercih ediyor insanlar. Senede 1 gün gördüğüm insanlarla tartışma tehlikesini atlatmış oluyorum böylece. Çok ilginç, kendi ailelerimiz başkaları kadar sormuyor şu çocuk meselesini. Samimiyet azizim, çok yanlış anlaşılıyor toplumumuzda... Anadolu insanı samimiyeti, misafirperverliği falan diyorlar ya, onların arkaplanında yatan duyguları görmezden gelebilirsen evet, çok şeker. Fakat özlerine inecek kadar içinde bulunma şansın (!) varsa bu insanlarla, aha işte o zaman tiksinmek büyük ihtimal... "Avrupa'da yolda biri ölse kimse dönüp bakmıyomuş, doğru mu?" sorusuna "Evet, doğru" diyeyim istiyor bazı sevgili akrabalarım ama üzgünüm, doğru değil. Burda da insanlar var, Anadolu'da da hayvanların olduğu gibi.

Neyse, netekim köyü sevmiyorum. Köy kafasını sevmiyorum. Doğayla da çok alakam yok. Gittiğimiz gün bahçede 2 metrelik bi yılan olduğu ortaya çıktı. Komşu ve tüfeği çağrıldı, yılana ateş edildi, vurulamadı. Bikaç gün sonra ekmeklik evi civarında görüldü. Yapacak bi şey yoktu. Kaldığımız odada bi geler (küçük kertenkele) gezinip duruyordu. İlk başta korktum ama bi müddet sonra arkadaş olduk, muhabbet ettik. En azından ben ettim, onun tarafında nasıl bi karşılık buldu, bilemiyorum. Ev kalabalık olmasa aynı derecede sakin kalabilir miydim, bilemiyorum. Ordan burdan yılan veya akrep çıkacak diye bakınır dururdum heralde. He bi de pirelendik. Komşunun davarlarından kaptık. Maaile kaşınıp durduk. Öbür köye, hatta Hollanda'ya kadar taşırım diye korktum ama neyse ki pire öyle yattığı yerde sabit duran bi hayvan değilmiş.

Ömründe köy gömemiş, doğayla içiçe bi köy hayatı yaşamak isteyen beyaz yakalara da kıl oluyorum. Köy hayatı dediğin böyle bi şey, her türlü yaratık bulunur. İkide bi sular kesilir, elektrik kesilir, evler dandik olur, sürekli bi yerleri akar... Yolları bozuk olur... Köy insanı çekilmez, oturup iki kelime muhabbet etsen, "kalk kız çay koy" der. Gördüğüm en bilge köylü bile bu kafadaydı. Plaza muhabbetinden sıkılmanızı anlıyorum ama gidin kendinize başka bi hayal bulun lütfen.

Ay ne uzattım lafı!

Annemden kullanmadığı etaminleri ve etamin iplerini aldım bi de. Yeni projeler beni bekler. Bunlarla aynı valizde tarhana poşeti de vardı. Sen poşet patla, bütün valizi tarhana kokut! Günlerdir ortalıkta duruyor ipler ve kumaşlar, koku uçsun diye.

Eveet, içimdekileri döktüm. Şimdi, yeni bi dönem başlıyor. Hollandaca'yı daha bi ciddilyetle öğrenmem lazım. Son kursum, diye düşünüyorum. Diş doktoruna gitmem lazım. Tarih okumalarıma dönmem lazım. Roman roman bi yere kadar. Beynimi uyuşturdum yine. Spora tekrar başlamam lazım. Bu dönemki planlar böyle. Bi de erteleyip durduğum düşünceler var da, cümlelere dökmek bile zor geliyor, hala, yıllardır. Öbürlerini bi halledelim de, bakarız.

Gelelim çelınca:

34. Hafta: Bu haftanın inişleri-çıkışları nelerdi?

İnişi: Bir bebeğin nefessiz kaldığını gördüğüm o andı. Daha yaşını doldurmamış, bağıra bağıra ağlarken birden sesi çıkmamaya başladı, gözleri sabitlendi. Annesi panikle çığlık attı. O da yeni anne sayılır, ne yapacağını bilmiyor... Falan filan derken, sonra bebekten ses gelmeye devam etti. Hepimiz rahatladık. Bi rahatsızlığı var mı bilmiyorum. Bebeği kıskandığı için kuduran yeğenimi alıp gecenin karanlığında bahçede kedi aramaya çıktım.  Gözlerim doldu doldu boşalamadı. Bi insanı geçtim, bi bebeğin gözümün önünde ölme ihtimali şok etti.

Çıkışı: Yola çıkmadan önceki gece annemgille yaptığımız veda konuşması. Samimiydi.


35. Hafta: Kendin hakkında çok sık paylaşmadığın bir gerçek:

Bi şeyleri karıştırıp yemeyi seviyorum. Misal pilav ve salata ve dünden kalmış, iyice koyulaşmış bi çorba varsa, çorbayı sos niyetine döküp, soslu pirinçli salata haline getirmeyi seviyorum. Hatta bu huyumla içten içe gurur duyuyorum. Farkında olmadan bunu yaptığımda, insanların tabağıma bakıp burun kıvırmasına da gıcık oluyorum. Sanane? Önüne baksana sen! Hiç!


14 Ağustos 2018

33. Hafta ve diğer şeyler

33. haftanın sorusu: 10 yıl önce neredeydin? 

Muhtemelen yaz tatili sebebiyle Eskişehir'deydim. Sene boyunca ise İstanbul'da, üniversitedeydim. Üniversite biteli çok daha uzun zaman geçmiş gibi geliyor. Demek ki o kadar da olmamış, güzel.


Bu haftalık görevimi yerine getirdiğime göre, diğer ufak tefek haberlere geçebilirim. 

Ezgi'nin paylaştığı file çantadan ördüm. Uygun ip aramaya sabrım olmadığından, elimdekilerle hemen başladım, yünlü bi ipten ördüm. Tabi o zamanlar burda hava çok sıcaktı, çantanın herhangi bi yerine dokununca yakıyordu, o yüzden kullanamadım. Bi arkadaşım ziyarete geldi geçen hafta, hava serinlemişti, kullandı, sevdi. Ben de ne kadar kullanışlı bi çanta olduğunu görüp sevdim. 



Bu sırada bi ikinci elcide tişört ipi ya da spagetti ip, artık tam ismi hangisi bilmiyorum, bi ip buldum, baya ucuzdu da. Hemen yeni bi file çantaya başladım. Bikaç saatte biten, güzel işlerden bu file çanta da, hemen bitirdim tabi. Bu sfer kullanmak niyetindeyim bakalım.



Bu arada aynı ikincielciden aynı ipin farklı bi rengini almıştım, bi yumakcık, onunla da kalemlik ördüm. Yeni ve basit bi örgü yöntemi öğrendim, ben bunu kullanırım. Artık bol bol sepet yapabilirim. Epey bi kalem taşıyor, bu kadar sağlam olmasını beklemiyordum. İşte karşınızda 50 gramlık yumakla, bi saatte yapılabilecek, işe yarar bi şey (sonra diyorlar ki ne bu örgü sevgisi..): 


He bi de burda yaz çok sıcak geçtiği için domatesler planlanandan hızlı olgunlaşmış, bi an önce elden çıkarmak için 4 senedir hiç görmediğimiz kadar düşük bi fiyata satışa sunulmuş (50cent/kg).  Bi kasa alıp menemen ve acılı ezme yaptık ilk defa. Henüz sızma yok, ikisi de sağlam. Bakalım sonuna kadar bozmadan tüketmeyi başarabilecek miyiz...

Filmler

Ölümlü Dünya: Ali Atay'ın yönettiği, son yıllarda ekranlarda görmeye alışkın olduğumuz komik tiplerin yer aldığı absürd komik film. Kendi çapında komik, ilginç bi film. Senaryosu, ana fikri ilginç en azından. Yerli filmlere torpil geçiyor olabilirim ama aynısını Holivud yapsa bayılırdık diyesim geliyor hep ama yapamazdı, çünkü filmin temelini yerli espriler oluşturuyor. Öte yandan İrem Sak'ı harcamışlar, o kadar komik bi kadına sıradan bi oyuncunun oynayacağı replikler yazmışlar gibi geldi. Neyse efenim, eğlenmelik, güzel film.



Our Souls at Night: Yaşlılıkla ilgili filmleri seviyorum, hele ki çok karamsar değilse. Bu da öyle bi film. Konusunu anlatmayayım, fragmanı zaten anlatıyor, yumuşak, gerçekçi, meditasyon tadında bi film işte. Jane Fonda'yı ve ses tonunu seviyorum.



Like Father: Yine bi miktar yaşlılık içerse de, bu filme başlama sebebim ana karakterimizi, Kristen Bell'i The Good Place dizisinden tanıyor ve seviyor oluşum. Yine yumuşaklık, gerçekçilik, biraz daha enerjiyle, komiklikle yoğrulup sunulmuş. Romantik komedi değil. Komedi de değil. Genç bir kadın ve bir baba. İş hayatı, aile hayatı, tatil kafası, evlilik zırvası, dostluk... Kafa boşaltmalık ama beyni de arkaplanda çalıştırmalık bi film. 




İşte böyle, 
Selam ederim
Kanatlı Kedi

10 Ağustos 2018

31. ve 32. Haftalar

31. haftanın sorusu: Hayalindeki iş?

Bana göre çelınctaki en zor soru buydu şimdiye kadar. Birincisi, hayal diyor, ikincisi, iş, diyor. Gerçekçi konular hakkında hayal kurmayı beceremiyorum. Şimdi nerde olmak isterdin? Hayallerindeki ev nasıl bi yer? Yaşlanınca nasıl biri olmak isterdin? Bu soru da en az bunlar kadar cevaplanması imkansız türden bi şey bence. İnsan gerçekte olan, olma ihtimali olan şeyler hakkında nasıl hayal kurabilir ki? Rüya görebilir belki ama rüyada görmekle, bilinçli olarak hayal kurmak arasında fark var. Hayal kurma eylemini ben daha çok kafamdan hikayeler yazmaya çalıştığım zaman kullanıyorum. Yolda giden insanların hayatlarının nasıl olduğunu hayal ediyorum. Veya arada bir, uyku öncesi fantastik dünyalar, yaratıklar hayal ettiğim oluyor. Ama bunların hepsi tamamen benim ve hayatımın dışında şeyler. İnsan, kendi hayatıyla ilgili nasıl hayal kurabilir, aklım almıyor. Aklımın almamasını da aklım almıyor. Ne yani, altı üstü üç beş cümle sıralayacaksın, "bahçeli bi ofisim olsun, çok sevdiğim iş arkadaşlarım olsun, her dakka yoğun olmasın, rahatça tatile çıkabileyim, insanlarla muhabbet edeyim, yazmak üzerine bi iş olsun" vs... Olmuyor işte, sıraladığım her cümlenin artısını, eksisini düşünmeye başlıyorum. Böyle bi işin mümkün olup olmadığını ve gerçek olduğu zaman illa bi terslik çıkacağını, atıyorum çok sevdiğim iş arkadaşlarımdan birinin öleceğini ve yerine çok da iyi anlaşamadığım, hırslı, her boku bildiğini sanan bi tipi işe almak zorunda kalacağımızı düşünüyorum. Yani bir iş ne kadar mükemmel olabilir ki, deyip kendimle girdiğim muhabbeti bu konuda hayal kurmanın anlamsız olduğu sonucuna bağlayıp işime gücüme bakıyorum. Başkalarıyla konuşuyorsam bu uzun açıklamaları yapmak pek hoş karşılanmıyor, belli ki insanlar hayallerden bahsetmek istiyorlar, fazla gerçekçi ve sıkıcı geliyorum, sinirleniyorlar. Sonra ben de sinirleniyorum falan, olaylar gelişiyor.

Ama hala problemin sadece bende değil, biraz da sorunun kendisinde olduğunu düşünüyorum: Hayal ve iş kelimelerinin yan yana gelişi, bana biraz polyannacılık gibi geliyor. Netekim, hayalimdeki iş diye anlatabileceğim bi şey şimdilik yok.


32. haftanın sorusu: Hayali akşam yemeğine kimi davet ederdin?

Hah şimdi bu soru güzel bi cevabı hak ediyor. Madem istediğimi davet edebiliyorum, herhalde tek bi şansım vardır. O yüzden yemeğin amacı, gülmek eğlenmek muhabbet etmek değil, sorularıma cevap bulmak olacak. Davetlilerin birbirleriyle tanışıyor olması, muhabbetlerinin iyi olması falan önemli değil. Canları sıkılırsa tatlıları beklemeden ayrılabilirler.

Şimdi öncelikle, varsa, yaratıcıyı davet etmem şart. O'na soracağım çok şey var. Hadi diyelim var ve gelmedi, Adem, Havva, İsa ve Muhammet'i davet ederim hemen. Oturup birlikte yemek yemekten rahatsız olacaklarını da sanmam. Musa'yla ilgili, denizi yarması dışında çok bir şey bilmiyorum, çok fazla soracak soru bulamam, ayıp olur, diye çağırmazdım kendisini. Abdülhamit'i, Vahdettin'i, Mustafa Kemal'i ve Enver Paşa'yı çağırırdım. Babamı da çağırırdım, şu ortamda konuşacak çok şeyimiz olurdu şüphesiz. İlkokula giderken, yaz tatilinde, bisiklete binerken kıçıma elleyen eşşek kadar adamı çağırırdım bi de. Aklından ne geçiyordu? Sonra nasıl bi hayatı oldu? Ursula K. Leguin'i, Adalet Ağaoğlu'nu, Simone de Beauvoir'ı çağırırdım, bu masada olmaktan zevk alacaklarını ve diğer konuklarla muhabbetlerine şahit olmanın zevkli olacağını düşündüğüm için. Başkaa.... Varsa bikaç uzaylı ve gerekiyorsa simultane tercüman da olsa fena olmazdı. Tabi mümkünse Profesör McGonagall'la da muhabbet etmek isterdim.

Kesin unuttuklarım var. Bu listeyi, yemek gerçekleşene kadar güncelleme hakkımı saklamak istiyorum.


Şimdilik bu kadar olsun,

Kanatlı Kedi

25 Temmuz 2018

iki standup üç dizi

Türkiye'de blogspot engellenmiş, ne kadar sürdü/sürecek bilmiyorum ama... Ne desem bilemiyorum. Çok sinir bozucu. 

Neyse, gündemden bahsetmek istemiyorum, artık beceremeiyorum da zaten. Kuracağım her cümle anlamsız geliyor. İyi değil ama şimdilik elimden gelen bu. 

Baktım yine unutkanlığım nüksediyor, son zamanlarda izlediğim standupları ve dizileri toparlayayım dedim, ondan geldim buraya. (Aslında son zamanlarda izlediğim her şeyi toparlayayım demiştim ama gazım anca bu kadarına yetti.)

Nanette: Hannah Gadsby'nin stand-up gösterisi. Gerçekten çok özel bi gösteri. Nerde bulursanız izleyin. Sadece komik değil, her türlü stereotiple bi derdi var. Kendisi lezbiyen bi komedyen ama lezbiyenlikle de, komedyenlikle de derdi var. Onur yürüyüşleri hakkındaki fikirlerini daha önce hiçbir lgbt üyesinden duymamıştım mesela. Stand-up izlemeye yeni yeni başladım, toplamda 15i geçmez heralde izlediğim ya da tadına bakıp sevmediğim için kapattığım gösteri sayısı, fakat Nanette gibisini görmedim. Spoiler vermemek için çok konuşmak istemiyorum ama O'nu farklı kılan komikliği değil. Her standupçı az buçuk komik, en azından benden komik ki karşısında kamera var, seyirci var. Gadsby'nin anlattıkları farklı. Şöyle diyeyim, sanat tarihinden bahsediyor, cahilliğiyle dalga geçerek değil (standupçıların kendisiyle dalga geçmesi çok kullanılan bi yöntemdir ya), bilgi vererek ve aynı zamanda güldürerek yapıyor bunu. Beyni uyuşturmadan güldürüyor. Güldürürken düşündürüyor değil, bi güldürüyor, bi düşündürüyor. Ne bileyim işte, saygı duyurtacak şekilde yapıyor her ne yapıyorsa. Ve kadının bi derdi var. Bi dinleyin işte.



Gad Elmaleh: Fransız komedyen. Fas asıllı. Bunu illa belirtmek gerekiyor çünkü bence bu bilmemne asıllı olma durumu standupları zenginleştiriyor. Standuplar (Nanette hariç) bir şeylerle dalga geçmek üzerine kurulu ya, standupçı ne kadar çok kültür görmüşse, bakış açısı o kadar geniş oluyor, o kadar dışlamaktan uzak hale geliyor, bayat stereotip espirileriyle dolu olmaktan kurtuluyor gösteri. Amerikalı pek çok komedyeni bu sebeple yarım bıraktım. Amerika'dan çıkmamış, kendinden başka bi derdi yok. Neyse efenim Gad Elmaleh'in Fransızca gösterisi, İngilizce gösterisinden daha iyi. Dil zorluğu olmadığı için daha akıcı. Bir de içeriği daha dolu, adam bütün yeteneklerini sergiliyor, yerinde durmuyor bi türlü. Buyrun aşağıya linki de koyuyorum, İngilizce altyazılı.




Devilman Crybaby: Japon çizgidizisi. Anime mi deniyor bunlara, yoksa animasyon mu, bilemedim, çizgidizi diyerek orta yolu bulmaya karar verdim. 10 bölümlük 1 sezondan oluşuyor. Karakterlerin çizimleri çok absürt değil, yani biri ağlayınca gözlerinden şelale fışkırmıyor. Çok fazla pornografik sahne var, Japon çizgidizilerinde bu sıradan bir şey mi, bilmiyorum. Tamam, çocuklar için yapılmadığı belli ama bu kadar çok pornografiyi bir arada en son Nymphomaniac'ta görmüştüm ki O'ndan beklentim zaten buydu, şok olmadım. İnsanların arasına iblislerin sızmasıyla ilgili bi filmden bu performansı beklemiyordum. Şaşırdım fakat çabuk alıştım, çünkü konu güzeldi, sürükleyiciydi, uzayıp durmadı, bi sonu vardı. Dizinin bi fikri, bi felsefesi vardı bi de, biri birine kızıp kavga çıkarmıyordu yani. Bİr şeyleri temsil ediyordu. Kimin neyi temsil ettiğini düşünmeyi seviyorum kurgu izlerken. İzlemeye değer bence.



New Girl: Amerikan dizisi, Friends tadı veriyor açıkçası bana. Öylesine, kafa dinleme yöntemi olarak izliyorum. Bir arkadaşımın önerisiyle başladım, konusunu hiç bilmiyordum, işe yeni başlayan bi kız hakkında sanıyordum ama alakası yokmuş. Yani arkaplanın işyeri olmasını beklemeyin benim gibi. 



The Good Place: Bence çooook iyi bi dizi. 20şer dakikalık bölümler ama konusu ve oyunculukları çok iyi. Bi kere olaylar öbür tarafta geçiyor. Ben daha ne diyeyim? Komik, ilginç, seyirciyi tembelleştirmiyor, ters köşe yapabiliyor. Ama sürekli yapıp tutarsızlık da yaratmıyor. Yeni sezonu heyecanla bekliyoruz kısacası.



%3: Brezilya dizisi ama distopya. İnsanların sadece %3'ü iyi bir yerde yaşamak hakkına sahip. Bu %3 de sınavlarla belirleniyor. İlk sezon çok sürükleyici. Sınav nasıl oluyor? Normalde nasıl yaşıyorlar? O iyi bir yer nasıl bi yer? Hepsini önce merak ettiriyor, sonra her bölümde bir karakteri inceleyerek merak edilenlere cevap veriyor dizi. İkinciyi daha tam izlemedim, büyük konuşmayayım. Ama Brezilya'nın, dizi konusunda artık çocukluğumdan hatırladığım Brezilya olmadığını iyice anladım.




24 Temmuz 2018

Bu bizim en önemli günümüzjafşjbvskm

Son zamanlarda, öğle yemeğimi yerken televizyonda Hollandaca çizgifilm/çocuk programı izliyorum. Bugünkü çizgifilm çok ilgimi çekmedi, diğer kanallara baktım. Evet oyuna geldim, TV böyle bi şey. Amerikan programlarının altyazılı yayınlandığı bi kanal var. TLC. Sanırım Türkçesi de var. Ona takıldım kaldım.

Konu gelinlik. Gelinlikçiler arası bir yarışma var gibi bi şey. Bi müşteri geliyor, annesi, büyükannesi, başnedimesi... Hayatındaki bütün kadınları toplayıp dükkana geliyor. Gelinlikçinin sorularına cevap veriyor, nasıl bi gelinlik istiyorsun, giyince nasıl hissetmek istiyorsun, düğün nerde olacak, damat nasıl biri, ilişkinizi anlat... Prenses mi olmak istiyorsun yoksa vahşi güzel mi yoksa elegant mı? Tabi bi de bütçeniz ne kadar? Gelin de zaten bu sorulara çalışmış gelmiş, çatır çatır cevap veriyor. Sonra dönüp anneye soruluyor, nasıl bi gelinlik istediği. Ne önemi var? Olur mu canım, anne o...

Bu noktadan sonra gelinlikçi yeteneklerini sergiliyor. Gelini ne kadar iyi anlamış? Annesini ne kadar iyi anlamış? (Evet bu da çok önemli) Tam olarak ihtiyaca ve gelinin fiziğine uygun olduğunu düşündüğü gelinliği odada bekleyen geline götürüyor. Gelin giyiyor, önce kendisi yorum yapıyor, sonra anneye ve fikrine çok önem verdiği diğer kadınlara gösteriyor. Beğenirse, kendini piremsesler gibi ya da gerçek bir gelin gibi hissederse, annesi karşısında duygulanırsa, çığlıklar atarak elbiseye "Evet!" diyor.

Bu programın ne yazık ki sonuna yetiştim. Hemen ardından da evlenme sürecinde stres yaşayan çiftlerle ilgili bi program başlayınca, dayanamadım biraz da onu izledim.

Burda da pek çok çiftimiz var. Düğün telaşı içindeler. Stresliler, kah birbirleriyle, kah analarıyla kavga ediyorlar. Sonunda düğün günü geliyor ve her şeye rağmen çok mutlu oluyorlar. Kalp kalp kalp.

Sonuna kadar izleyemedim bu programı. Belki mdüğün hazırlığı sürecinde kavga edip ayrılan tipleri de gösteriyordur. Bilmiyorum.

Ama iki programın da ana fikri şu: Düğün günü hayatımızın en önemli günü, çok özel bi gün, her şey istediğimiz gibi olmalı, içimize sinmeli, parlamalıyız, mükemmel olmalıyız, fiyatı düşünmemeliyiz. Piremses olmalıyım. Kızım piremses olmalı.

Ve ben kendi kendime şaşırıp şaşırıp diyorum ki, yıl oldu 2018, nasıl hala devam edebiliyor bu saçmalıklar? En güzel gelin falan olmayacaksınız kardeşim, diğerlerinden bi farkınız yok, beyaz bi elbise giyiyorsunuz 19.yüzyıl modasına uygun, kabarık etekli. Evet, dikkat çekiyor ama bu sizin en güzel olduğunuzu göstermiyor. Damat da aynı şekilde. Üstelik düşündüğünüz kadar mutlu da olmayacaksınız o gün. Sevginizi milletin gözüne sokunca daha mutlu olunuyor diye bi şey yok çünkü. Hatta bütün o saçma ayrıntılara kafanızı taktığınız için, gerçekten prenses moduna girdiğiniz fakat aslında prenses olmadığınız için bol bol stres olacaksınız. Korsenin içinde rahat nefes alamayacak, saçınız, makyajınız bozulmasın diye rahat hareket edemeyeceksiniz. Türkiye'de evleniyorsanız büyük ihtimalle elbisenizin dekoltesini başkalarının isteğine göre ayarlamanız gerekecek, bi sürü insanı öpmek zorunda kalacaksınız, rahatça dans edemeyecek, edepli davranmaya çalışacaksınız.

Hadi diyelim her şey güzel gitti, gerçek bi prenses gibi hissettiniz düğün gününüzde (ne demekse o), fakat ertesi gün her şey bitecek. Herkes işine gücüne dönecek. Kimse sizin prensesliğinizle ilgilenmeyecek artık. O kadar para verdiğiniz, içinize sinen o elbiseyi bi daha giyemeyeceksiniz. Evde kendi kendinize giyip takılabilirsiniz tabi ama aynı şey olmayacak.

Daha uzatmayayım di mi, evet.
Şu evlilik teklifinin ve düğün gününün büyük olay olarak algılanmasına ne zaman son verilecek? Parayla ilgili her şeyin erkekten beklendiği, kadınınsa bu parayı güzel olmak uğruna harcamak zorunda olduğu bu anlayış ne zaman bitecek? 50lerde kalmış olması gerekmez miydi bunların? Mona Lisa Gülüşü filmi bunları anlatmıyor mu? Yani neresinden tutup karşı çıksam bilemiyorum çünkü mantıklı düşününce artık bunları konuşmuyor olmamız gerektiğini fark edip susasım geliyor. Ama gerçek öyle değil, hala her yanımızı sarmış durumda. Hollywood bi taraftan Mona Lisa Gülüşü'nü koyuyor önümüze, Trump'la her fırsatta dalga geçiyor, bi taraftan da durmadan evlenmenin ve kurallarının inceliklerini anlatıp duruyor. Fikir özgürlüğünün, açık görüşlülüğün, kadın haklarının temsilcisi Avrupa ülkelerinde bu programlar deli gibi izleniyor ki, ekrandan eksik olmuyor.

Aklım almıyor gerçekten bu gerzekliğimizi. Kabul edelim arkadaşlar, ama içten kabul edelim: Mutluluğun beyaz atlı prensle, evlilik teklifini kimin ettiğiyle, evlenmekle, düğünle, gelinlikle, çocuk yapmakla alakası yok. Kafamızı bunlarla bozmayı bırakalım artık. Evlenmek zorunda değiliz, hadi diyelim evlendik, çocuk yapmak zorunda değiliz. Bunlar hayatın mecburi durakları değil. Valla değil ya.

Ayh tamam sustum. Yoksa sonsuza kadar şikayet edebilirim bu konuda. Kendi hayatıma bakayım ben, televizyonda da bi tek çocuk kanalına bakayım.

Kanatlı Kedi'niz

29 ve 30. Haftalar

29. haftanın sorusu: Ergen haline mektup yaz.

Naber şaşkın?

Hala her şeyin en doğrusunu sen mi biliyosun? Hala platonik aşkınla arkadaşının arasını yapmaya mı çalışıyosun? Ay hadi hayırlısı.

Bütün beklentin benim üzerimeydi, biliyorum. 30 yaşında, istediğini yapan, başarılı, kendinden emin bi film karakteri olarak canlandırmıştın beni gözünde. Aslında canlandıramamıştın bile hiçbi zaman. 5 yıl sonrasını geçtim, yarını hayal etmeye kalkınca bile elin ayağına dolaşırdı hep. 'Aman geleceği düşünmek zorunda kalmayayım, uvvv ne korkunç!' Tebrikler, hala aynen devam ediyor durum. Senden aldığım huyları hala yaşatıyorum. Platonik aşkları bıraktım bi tek. Bi de alkole ve sigaraya başladım. Bi de kıyafetlerim değişti biraz. Aslında çok şey değişti. Sana acımadan edemiyorum şimdi. Zor zamanlardan geçmişsin be, sen o günleri öyle sağlam kafayla atlatmasaydın ben şimdi ne halde olurdum kim bilir... Gelecekle ilgili düşünmekten o kadar nefret ettin ki, üniversiteyle ilgili tek hayalin "kampüslü" olmasıydı. İçgüdülerinle en doğru kararı verdin resmen. Saygıyla karışık seviyorum seni. Kampüslü üniversitede, başka bir şehirde, üstelik İstanbul'da, yurtta kalmayı, ailenden kopmayı göze aldın ya, şu an karşımda olsan toplayıp düzleştirmeye çalıştığın o kıvırcık saçlarından öperdim. Ha sen beni öpmek ister miydin? Sanmıyorum. 

İdeallerindeki o süper kadın ol-a-madım. Evet evet, olmadım deyip kadınlığa bok sürdürmemeye çalışmanın manası yok, şurda bizbizeyiz. Olamadım. Epey bi süre istedim hayalindeki karaktere dönüşmeyi, kendimce çabaladım da. Ama çabuk pes eden bi insanım. O zamanlar da öyleydim, en iyi sen bilirsin. Sonunda vazgeçtim o hayalindeki karaktere dönüşmeye çabalamaktan. Bu da iyi, valla iyi. Kendinle barış, zırvaları var ya, onu yaptım. Kafama kazıdığın ideallerden ötürü epey bi zorlandım tabi. Ama oldu gibi, yuvarlanıp gidiyoruz kendimle ben.

Neyse efenim, şimdi ne kadar rahat ol, kendine kurallar koymaya çalışma, doğru olanı arama, kendini ara, azcık yırtık ol, insanların gönlünü etmeye çalışıp durma falan desem boşa, sen o aptalca şeyleri yapmasan ben ben olamazdım. Zamanda seyahat etmenin de böyle saçma bi yanı var. Kısacası, hepsi geçecek, öptüm kendine iyi bak.

Senin,
30 yaşındaki Kanatlı Kedi


----
30. haftanın sorusu: Ziyaret etmek istediğin 10 yer

Hogwarts (öğrenci olarak)
Bir Elf şehri (ziyaretçi olarak)
Cennet (sadece görmek için)
Cehennem (sadece görmek için)
Araf (sadece görmek için)
İnsancıl Sahaf (uzuuun zaman oyalanıp her yanıp ağrıyıp, gözlerim kararınca kitap alıp, iadeye getirince paranın %80ini geri almak için)
Beşiktaş İskelesi'nin yanındaki çaycı (artık yok)
Likya yolu
Eyüp Mezarlığı
Paris Mezarlığı

17 Temmuz 2018

Susunuz

Günün birinde bi tatil yerinde gaza geldim, çoğu kişinin ilk gençliğinde yaptırdığı bi şeye 30uma yaklaşırken giriştim, geçici dövmeye niyetlendim. Dövmeci çılgın görünümlü bi tipti. Herkesle tanışıyor gibi bi hali vardı. Arnavuttu, Türk olduğumuzu öğrenince bize kardeş muamelesi yaptı. Herkese dinletmek istercesine yüksek sesle durmadan konuşurken, derin muhabbetlere de girdi. Bizden çok tepki alamasa da bu işe hiç bozulmadı, hayat hikayesinden kesitler anlattı, sevmediği insan tiplerini sıraladı. Muhabbetiyle öyle bi sardı ki dört yanımızı, "vazgeçtik" deyip uzaklaşmayı beceremedik bi türlü. Ufak bi sol anahtarı deseni istedim. "Gerçekten böyle sıradan bi şey mi istiyosun?" dedi, müziğe ilgim olup olmadığını sordu, "sadece dinleyiciyim" deyince "hiç olmazsa bana bırak, daha özgün bi şey çizeyim," dedi. Tamam dedim.

Sonuçta benim bi sol anahtarının yanına bikaç nota ekledi. Düşündüğüm sade figür yerine bi sürü siyah çizgi kaldı ayak bileğimde. Üstelik hala müzikle dinleyici olmak dışında özel bi bağım yoktu.

Gördüğünüz üzre, tek bir insanın bana patronluk taslamasına izin verişimi anlatıyor bu hikaye.

O mecburen dinlediğimiz muhabbetinin bi yerinde "Ben kitap okumam, haberleri okurum, belgesel izlerim" dedi. Gözlerinde öyle bir ifade vardı ki, dünyanın en mantıklı, gerekli, olması gereken hareketi buydu sanki, bunun dışında herhangi bi şey yapan herkes yanlış yapıyordu. Biliyorum ki gözlerinde bu ifadeyle yaşayan tek insan bu değil. Çok şükür epey bi rastladım bu türe. Hep biraz çılgınlar, hep çok konuşuyorlar çünkü özgüvenleri havalarda uçuyor, bilgeliklerini yaymadan rahat edemiyorlar.

Fakat banane onlardan, mesele onlar değil. Mesele benim. Ben neden sessiz kaldım bu cümle karşısında? O'na katılmadığım halde neden sessizce durup zamanın geçmesini bekledim?

Bu soruya birinci cevap, konuşma Türkçe olmayınca doğru tepkileri verememekten korkuyor oluşum. Hele ki öyle ayarlı konuşmayı önemsemeyen biri için, yanlış kullanılacak bir kelime, yol ortasında bağıra çağıra tartışmak demek olacaktı ki, bundan korktum, yanlış anlaşılmaktan.

İkincisi, altı üstü iki gün sonra unutacağım bi şey yapmaya gelmişim, 2 dakika içinde olup biteceğini düşünmüşüm, kafam rahat, aptalca vakit harcamayı kendime yasaklamadığım tatil modundayım... Kimseyle tartışmak istemiyorum. Hele ki böyle bir konuda. Ne derse desin, ne düşünürse düşünsün, banane?

Fakat işte öyle olmadı, içimden sinirlendim adama. Unutulmaz bi anıya dönüştürdüm. Adamın biri bi gün bana böyle böyle demişti diye durup dururken aklıma geldi bugün. Sonra kızdım kendime, niye susturmadım o adamı o gün orada, niye düşüncelerini, yaşam biçimini üstüme kusmasına izin verdim? Niye başkalarının bana çöp kutusu muamelesi yapmasına müsaade ediyorum?

Bilmiyorum lakin eğri oturalım büğrü konuşalım: Aksinin nasıl yapılacağını hiç öğrenmedim ki! Hep aman saygılı ol, aman kimseye bulaşma, aman delidir ne yapsa yeridir, boşver, aman tatsızlık çıkmasın, aman surat asma, aman gülümse... Halbuki başkalarına değil de, asıl kendi başınayken gülümsemeli insan, kendi modunu yüksek tutmalı falan... Bense hep tam tersi, her yere gereksiz gülücükler dağıttım, kendime hep asık suratlı tarafımı gösterdim. Niye? Çünkü kendime karşı dürüst olmayı seçtim... Bak sen şu işe, aferin, alkış... Lan! Yazık değil mi bu çocuğa (yani kendime), her dakka benim kahrımı çekiyor!

Neyse, demem o ki, hayatta öğrenecek çok şey var. (Ne zaman bitecek bu 101 konuları? Ne zaman geçeceğim kuantum fiziğine falan?)

Susturmayı bilmek lazım.