(Bir önceki versiyonu için bkz:
Düğünler albayım düğünler, hiçbir anlama gelmiyorlar )
Kurban Bayramı vesilesiyle aile ziyaretine gittik, Türkiye'ye. Dolayısıyla yazacak çok şey var. Ama özel olanları elemek gerek, diğerlerini de anlaşılması için bi sıraya sokmak gerek. Zaman gerek bunun için, zamana yayarsam biliyorum ki erteleyip duracağım. O yüzden aklıma estiği gibi yazacağım şimdi.
Küçüklüğümden beri dini bayramları, akraba ziyaretlerini sevmem ve kendimi tutamayıp bunu her fırsatta dile getiririm. Bu blogda da kimbilir kaç defa laf arasında yazmışımdır. Saygı duymadığım büyüklerimi ziyaret etmek zorunda kalmak, tanrıların kurban istemesine anlam veremezken çiğ etin dolaba tıkıştırılmasıyla cebelleşmek, öncesinde çılgınca yapılan bayram temizliği, tatlı hazırlamak, her gelen misafire bi şeyler ikram etmek, bitmeyen bulaşıkları yıkamak, toplumun ahlaki değerlerine uygun giyinmek... bunlara hep isyan ettim küçüklüğümden beri, kendi kendime konuştum, ailemin başının etini yedim. Hiçbi şey değişmedi. Üstelik evlendim, he deyip geçmem gereken insan sayısı ikiye katlandı. Bayramların benim için ne kadar yorucu olduğunu ne gelenek sevdalısı insanlara, ne de modern yaşayan arkadaşlarıma anlatabilirim. Genç nesile belki...
Bi kez daha uzun uzun şikayet etmek istemiyorum. Bu kez, "cahil insanın kibri" üst başlığıyla karşınızdayım.
Köydeyiz. Yıllardır otelde çalışan benim yaşlarımda biri geldi. 2 yıldır Hollanda'da yaşayan bana ve eşime "aman dikkat edin, orada her şey serbestmiş, kendini bi kaptırdın mı, geri dönüşü yok" diyor, gözlerini pörtlete pörtlete. Bu durumun farkında olmadığımızı sanıyor demek ki. Ne kadar düşünceli. Muhabbetin odağını kendimizden O'na çevirme taktiğini kulladık, akrabaların meşhur "sen evlenmiyon mu artık" sorusu yardımımıza koşar sandık. Evlenecek kız bulamayışından yakındı zavallı çocuk. "Otelci kızlarla evlenilmez" diye yumurtlayıverdi. Böylece hepimiz otelde çalışan bütün kızların mutlu sonlu masaj yaptığını, kız değil kadın olduklarını öğrenivermiş olduk. Teşekkürler leş gibi sigara kokan, içkiye el sürmeyen, 30 yaşında bakir olan, yurtdışında ne işim var yeaaa diyen köylü dostum! Adeta saflığın, iyiliğin, ahlakın tanımısın sen.
Bunu söyleyen insanın annesi, geçen bayram bana "gelin (eylem değil, isim olan "gelin"), örtün yoksa örtü vereyim" demişti iki dakikalık bayram ziyaretimizde, ne demek istediğini algılayamamıştım o an. Başımı örtmemin uygun olduğunu düşünmüş. Üşüdüğümü mü sandı dersiniz? Sanmam, hava çok sıcaktı. O'nun ahlaki değerlerine göre, normalde başımı örtmesem de, köye gittiysem örtmem gerekliydi. Bu eylemin ikiyüzlülük içermesi, benim hayatıma müdahale etme hakkının olmayışı filan tabi ki hiç aklının ucundan bile geçmiyordu. Yaşlı kadıncağız, cahil işte... Yine de elini öpmek en asli vazifem.
Başka bi yaşlı adam, sofrayı toplarken bana yardım eden (çünkü aslında bu benim görevim) eşime, "sen bırak, karılar yapsın" deyiverdi. Ağzından mı kaçırdı, şaka mı yaptı? Hayır, son derece ciddi ve düşüncesi bu, O'nun yaşam biçimi bu, sadece oturup yemek. Ve tüm dünya tabi ki O'nun yaşam biçimine uygun geçiriyor günlerini, bundan son derece emin. Bu adam durmadan Halk Tv izler, AKP'den nefret eder. Kendini beğenmiş cahilliğin partiler üstü olduğunu kanıtlamaya tüm hayatını adamıştır. Halk Tv'deki kitap seti reklarmlarına rağmen hiçbir zaman kitap okuduğunu veya herhangi bir kitaptan bahsettiğini göremezsiniz. Yaşadığı her dakikada davasının izlerini görebilirsiniz.
Ve başka bir yaşlı adam. "Anam hepimizden daha zeki, mesela benden zeki. Bende kafa yok." dedi. Ne var bunda, diyebilirsiniz. Şu var: Bu adam kendimi bildim bileli her şeyi bilir, her şey hakkında bir fikri vardır. Misal, Çocuklar Duymasın dizisinden yola çıkarak psikologların ve oradaki dominant teyze karakterinin Türk aile yapısına çok zararı olduğu, tüm psikologların şerefsiz olduğu sonucuna vardığını hatırlıyorum. Şimdi annesi yatalak hasta. Biliyorsunuz ki cennet annelerin ayakları altında. Yani anneler kutsaldır, hele ki ölüme yaklaşan anneler daha da kutsaldır. Yatıp duran bir anneden çay getirip götürme gibi hizmetler beklenemeyeceğinden, artık konuşmalarda yüceltilme, saygıları sunma zamanı gelmiştir. Burada halkımızın her şeyi bilme sevdasından vazgeçmeye meyilli oluşuna bir örnek görüyoruz.
Sıradaki kahramanımız yaşlı bir deli kadın. Gelene geçene taş atma gibi huyları varmış, neyse ki ilaçlarını alınca biraz sakinleşmiş. Durup dururken evden kaçarmış eskiden. Herkese "beni siz delirttiniz" benzeri cümleler kurarmış. Yazık, "cinler şeytanlar musallat olmuş". Ama ilaçlar iyileştirmiş. Cümlelerdeki tezatı fark ettikçe, hiç tanışmadığım bu deli kadını, yıllardır o köyde yaşayan insanlardan daha iyi anladığımı düşünüverdim. Kibirliliğimin kusuruna bakmayınız fakat bir sene boyunca o köyde yaşamak zorunda kalsam, benim de içime şeytan kaçardı gibime geliyor. Çünkü o insanların, o boğucu kültürün içinde cinlerin musallat olmaması mümkün değil. Geceleyin çöpün yanından geçerken 3kullalahü bi elham okumazsan cinler musallat olurmuş. Neden? Çünkü cinler pisliği sever. Ve herkesin birbirinin hayatına burnunu soktuğu bi coğrafyada her yer çamaşır suyuyla yıkansa da ortalık pislik doluveriyor. Hiç konuşmadan dua okumak lazım ama yüce rabbim, bize yük olmasın diye, (sanırım) peygamberimizin yaptığı pazarlık sayesinde bilmem kaç vakit namazı beşe düşürmüş. Biz faniler, nasıl her dakika dua edelim ki? Zaten tuvalette dua edilmez mesela. Ya orda çarparlarsa? Offf of. En iyisi delirenleri uyuşturup eve kapatmak.
Dua demişken, bazı duaları fazla okuyunca zararı olduğunu biliyor muydunuz? Bunu da yaşlı bir teyzeden öğrendim. Bayram ziyaretine gidince bebeğinizi okuyup üflemesini rica ederseniz, sizi kırmaz, öyle iyi bi insandır. Size hangi durumlarda hangi duaları ne miktarda okumanız gerektiğini de söyler. Bi sürü torunu var, deneyimli. "Duayı fazla okumanın ne zararı olur, Allahın kelamı sonuçta" gibi safça sorular sorarsanız, "ağır gelirmiş" cevabıyla yetinmeniz gerekir. Çünkü "O ne demek?" diye sorduğunuzda, "ağır gelirmiş işte" diye kendini yineleyen cevaplarla muhatap olursunuz, ki bu sadece sizin cahilliğinizi gösterir. Yaşlı insanları sorgulamanın cezalarından biri cevapsız kalmaktır.
Bu insanların ve daha fazlasının benim çalışmadığımı duyduklarında "aman boşver çalışıp napcan" deyişleri, beni daha çok hayata bağladı, ne kadar doğru yolda olduğumu hatırlattı.
Selda Bağcan'ın "bu ne biçim memleket" deyişi sık sık kulaklarımda çınladı. Bir de Şükrü Erbaş'ın bir şiiri* sık sık aklıma geldi. Köy hayatı, doğa, insanların şehrin gürültüsünden uzak yaşamı insanı işte böyle sanata meylettiriyor ister istemez. Özellikle bulaşık yıkarken, düşünmeye çok vaktim oldu. Aslında mutfak işlerinin, ev işlerinin tamamen kadının görevi olması, kadının bol bol düşünmesi için muhteşem bir teşvik. Düşünüp düşünüp düşüncelerini dile getiremedikleri için delirmeleri de, sırat köprüsünü uçarak geçmelerini sağlıyor. Bu kadar mükemmel bir sistem olabilir mi?
*köylüleri niçin öldürmeliyiz ?
çünkü onlar ağırkanlı adamlardır.
değişen bir dünyaya karşı
kerpiç duvarlar gibi katı
çakır dikenleri gibi susuz
kayıtsızca direnerek yaşarlar.
aptal, kaba ve kurnazdırlar.
inanarak ve kolayca yalan söylerler.
paraları olsa da
yoksul görünmek gibi bir hünerleri vardır.
herşeyi hafife alır ve herkese söverler.
yağmuru, rüzgarı ve güneşi
birgün olsun ekinleri akıllarına gelmeden
düşünemezler...
ve birbirlerinin sınırlarını sürerek
topraklarını
büyütmeye çalışırlar.
köylüleri niçin öldürmeliyiz?
çünkü onlar karılarını döverler
seslerinin tonu yumuşak değildir
dışarıda ezildikçe içeride zulüm kesilirler.
gazete okumaz ve haksızlığa
ancak kendileri uğrarsa karşı çıkarlar.
karşılığı olmadan kimseye yardım etmezler.
adım başı pınar olsa da köylerinde
temiz giyinmez ve her zaman
bir karış sakalla gezerler.
çocuklarını iyi yetiştirmezler
evlerinde kitap, müzik ve resim yoktur.
birgün olsun dişlerini fırçalamaz
ve şapkalarını ancak yatarken çıkarırlar.
köylüleri niçin öldürmeliyiz?
çünkü onlar yanlış partilere oy verirler
kendilerinden olanlarla alay edip
tuhaf bir şekilde başkalarına inanırlar.
devlet; tapu dairesi, banka borcu ve hastanedir
devletten korkar ve en çok ona hile yaparlar.
yiğittirler askerde subay dövecek kadar
ama bir memur karşısında -bu da tuhaftır-
ezim ezim ezilirler.
enflasyon denince buğday ve gübre fiyatlarını bilirler.
onbir ay gökyüzünden bereket beklerler,
dindardırlar ahret korkusu içinde
ama bir kadının topuklarından
memelerini görecek kadar bıçkındırlar
harmanı kaldırdıktan sonra yılda bir kez
şehre giderler!...
köylüleri niçin öldürmeliyiz?
çünkü onlar köpekleri boğuşunca kavga ederler
birbirlerinin evlerine ancak
ölümlerde ve düğünlerde giderler.
şarkı söylemekten ve kederlenmekten utanırlar
gülmek ayıp eğlenmek zayıflıktır
ancak rakı içtiklerinde duygulanır ve ağlarlar.
binlerce yılın kabuğu altında
yürekleri bir gaz lambası kadar kalmıştır.
aldanmak korkusu içinde
sürekli birbirlerini aldatırlar.
bir yere birlikte gitmeleri gerekirse
karılarından en az on adım önde yürürler
ve bir erkeklik işareti olarak
onları herkesin ortasında azarlarlar.
köylüleri niçin öldürmeliyiz?
çünkü onlar otobüslerde ayakkabılarını çıkarırlar
ayak ve ağız kokuları içinde kurulup koltuklara
herkesi bunalta bunalta, yüksek perdeden
kızlarının talihsizliğini ve hayırsız oğullarını anlatır,
yoksulluktan kıvrandıkları halde, şükür içinde
bunun, tanrının bir lütfu olduğuna inanırlar.
ve önemsiz bir şeyden söz eder gibi, her fırsatta
gizli bir övünçle, uzak şehirdeki
zengin akrabalarından sözederler.
kibardırlar lokantada yemek yemeyi bilecek kadar
ama sokağa çıkar çıkmaz hünküre hünküre
yollara tükürürler...
ve sonra şaşarak temizliğine ve düzenine
şehirde yaşamanın iyiliğinden konuşurlar.
köylüleri niçin öldürmeliyiz?
çünkü onlar ilk akışamdan uyurlar.
yarı gecelerde yıldızlara bakarak
başka dünyaları düşünmek gibi tutkuları yoktur.
gökyüzünü, baharda yağmur yağarsa
ve yaz güneşlerini, ekinlerini yeşertirse severler.
hayal güçleri kıttır ve hiçbir yeniliğe
-bu, verimi yüksek bir tohum bile olsa-
sonuçlarını görmeden inanmazlar.
dünyanın gelişimine katkıları yoktur.
mülk düşkünüdürler amansız derecede
bir ülkenin geleceği
küçücük topraklarının ipoteği altındadır
ve bir kaya parçası gibi dururlar su geçirmeden,
zamanın derin ırmakları önünde...
köylüleri söyleyin nasil
nasil kurtaralim?