31 Mayıs 2013

MAKEDONYA-TÜRKİYE BENZERLİĞİ HAKKINDA

nisan ayında makedonya'ya gitmiştim. birkaç şey gözlemlemiştim ama makedonlarla istediğim kadar konusamamıştım bu konuları. o yüzden fikirlerimden emin olmadan yazmak istemedim.

couchsurfing'ten birileriyle daha konuştum ve anlatma zamanı geldi.

1. makedonya'da üniversitelerin kantininde, hemen hemen her restoranda, bot turlarında alkol satılıyor. sokakta içiliyor. (nüfusun önemli bir oranı müslüman).tabi hemen özendim, gittim üniversitenin bahçesinde bi bira içtim. ama aklımda şu soru kaldı: "alkolün serbest olması gerçekten hiç sorun çıkarmıyor mu? eleştirenler, karşı çıkanlar olmuyor mu.? hadi daha safça sorayım, içip içip dağıtmıyor mu bu gençler, kafası kıyak gezmiyor mu?"

aldığım cevap hep şu oldu: "burası laik bi ülke. neden sorun olsun ki? herkes inancında özgür ve herkes birbirine saygılı." daha fazla açıklama gereği bile duymadılar. bense bu absürd sorumu açıklamaya çalıştım, "türkiye de resmi olarak laik bi ülke ama uygulamada pek öyle değil" deyip alkol yasaklarını anlattım. kötü reklamını yapmış oluyorum güzel ülkemizin, değil mi? aa tüh bak çok ayıp oldu...

2. özellikle başkent üsküp'te geçmişten sıyrılma savaşı var,mimari ve ticari açıdan. komünist zamanlardan kalan tüm binalar kullanılmaz halde, eski, yıpranmış. hem mimari özellikleri -alışkın olmadığım için belki- korkutucu (köşeli, devasa binalar, huzursuz eden küçük küçük penceereler), hem de bakımsız oldukları için adeta "sevilmesin" ve zamanla yıkılsın diye bir kenara itilmiş gibiler. biz bu senaryoya alışkın olduğumuz için (yap-işlet-beklet-eskit-nefret ettir-yık), hemen aklıma böyle paranoyalar geliyor.

bir de yenileşme var. her yer hiç tanımadığım büyük insanların heykelleriyle dolu. sanatçılar, savaşçılar, siyasetçiler... bir de yeni binalar var. komünizmin karanlık görüntüsünden kaçanlar için bembeyaz eski yunan mimarisini hatırlatan binalar... fazla gösterişli, fazla masraflı binalar.

"halk bu değişim hakkında ne düşünüyor?" diye sordum.
birçoğu tüm bu masrafların gereksiz olduğunu düşünüyor anlaşılan. şehrin en büyük "büyük iskender" heykelinin 11 milyon euroya mal olduğunu söylüyor biri! 1 euro'nun 60 dinar olduğunu ve 30 dinara bir 50lik bira alabildiğimizi düşünürsek , o paranın halk için ne kadar kıymetli olduğuu anlayabiliriz.

benim bile kolayca gözlemleyebildiğim kadarıyla, yolları kötü, elektronik sistem kullanımı pek yaygın değil. örneğin kiril üniversitesi'nin kütüphanesinde hala kart sistemi var. her kitabın ismi, küçük çekmeceli dolaplarda kartta yazılı. sağlık sistemini görmedim ama epey şikayetçiler.

bu durumda milyonlarca euroyu heykellere, devasa sanat merkezlerine harcarsan, halk kızar. çünkü belli ki her şey turistik amaçlı.

3. "gençler komünist geçmişiniz hakkında ne düşünüyor, tito'yu nasıl anıyorlar?" diye sordum. pek haberleri olmadığını söylediler. 90larda doğanlar, o zamanlar hakkında neredeyse hiçbir şey bilmiyorlarmış. sadece yaşlıların anlattığı fazla kutsallaştırılmış öyküler gibi geliyormuş onlara. tito bir kahramanmış yaşlıların gözünde, gençler içinse ne çok iyi ne kötü biri. siyaseti umursamayan milenyum gençliği.

2. maddeyle birleştiriyorum burdan çıkardığım sonucu. kapitalizm yeni yeni yerleşmeye başlıyor makedonya'ya. 30 yaş üstü insanlar buna uyum sağlamaya çabalıyor, garipsese de hoşlanmaya çalışıyor. ama gençler kapitalizmi benimsemiş. rengarenk, satın alınabilir dünya onlar için çok eğlenceli. henüz starbucks yok (gördüğüm kadarıyla) ama mc donalds lar yayılmaya başlamış. 30 yaş üstü insanlara baktığınızda 20 yıl önceki türkiye'ye bakıyormuşsunuz gibi, arabalar, kıyafetler... ama gençlerde moda kavramı zevkle hayata geçiriliyor.

türkiye'ye çok benzettim makedonya'nın kapitalizmle olan ilişkisini. 80 sonrası türk gençlerinin özellikle yakın tarih hakkında hiçbi şey bilmemesi, politik anlamda özgüvensiz olması, hiçbir siyasetçiye güvenmemesi, idealist olmaması, tüketici olmayı benimseyivermesi... makedonya zamanlama açısından bizim bir adım gerimizde sadece.

tarihin seyri, her ülkenin eninde sonunda kapitalist olacağını gösteriyor galiba. herkes reklam kampanyaları duymaktan sıkılınca farklı bir şeyler olacak ama öncesinde her ülke bunun tadına bakacak. kaçacak bi deliğimiz yok. kapitalizmle yaşamaya alışmalıyız.

tabi bu karamsarlıkta yalnız değilim ve gençliğin içine düştüğü bu karamsarlık da tüm bu tarihi süreçlerin sonucu. sonraki nesiller görecek, merak ediyorum, neler olacak.

26 Mayıs 2013

İYİ FİLM: FREEDOM WRITERS

yine iyi bi film. bu kadar güzel olmasının tek sebebi gerçek olması. ne kadarı nasılı gerçektir bilmiyorum. kitabını satın alıp okuyup, karar vereceğim.

90larda erin gruwell (hillary swank), öğretmenliğinin ilk senesinde bir okula atanır. eskiden çok başarılı olan fakat amerikadaki entegrasyon politikası sebebiyle zorunlu olarak gönderilen göçmen gençlerin etkisiyle, okulun başarısı düşer. istatistiklere göre bu başarının düşmesinin sebebi sadece bu gençlerdir. fakat bu bizim idealist ve yeni mezun hocamız, suçlunun çocuklar olmadığını düşünür. onların özgüven kazanması için çabalar. ve meyvelerini toplar.

filmi daha yeni izledim ama yazmadan edemedim. benden mantık dolu analizler beklemeyin şu anda. (öyle bir beklentiniz olduğunu pek sanmıyorum zaten)

"klasik bir yaramaz sınıfı adam etmeye çalışan idealist öğretmen filmi! holywood işte..." diyerek başlayacaktım filme. ama aklımın bir köşesinde hep "ama bunlar hep gerçek bir hayattan alıntı, bu bi biyografi" sözü yankılandı.

hocanın kocasıyla ilişkisi özellikle ilgimi çekti. kendimi bulmak için ve adamam gereken  yerin neresi olduğuna karar vermeye çabaladığım şu zamanlarda çok açıklayıcı oldu.

----spoiler-----
kocası: bir tercih yapman gerekse, ilişkimizi mi seçerdin, çocukları mı?
(burada nalet olsun dedim kendi kendime. "çocukları seçerdim" diyecek ve yine kadın suçlu olacak. ilişkisi için gereken fedakarlığı göstermeyen "yalnız yaşayan kedili kadın" olmayı hak etmiş olacak herkesin gözünde. ama öyle demedi. tüm sorunları daha iyi açıklayan şu sözü söyledi:
hoca: beni sevseydin bu soruyu sormazdın.
-----spoiler-----

ölü ozanlar derneği tadında, gazında.. ama başka şeyler anlatıyor.
"inanırsan başarırsın" deyişini açıkçası görmezden gelmeye çalışıyorum. fazla klişe, fazla gaz verici. benim sevdiğim vurgu şu: sisteme karşı savaşmadan pes etmek anlamsızdır.

kitabı da var filmin. saçma sapan kişisel gelişim kitapları yerine neden bunun gibi kitaplar türkçe'ye çevrilmez ki? amerika'da best seller da olmuş halbuki...amazon'dan isteyeceğim. gerçek hikayeyi, o sınıftaki çocukların ağzından dinleyeceğim.


hocanın, 2006 yılındaki öğrencileriyle pozu. olaylar gerçek!


notlar:
- hillary swank filmin yapımcısı aynı zamanda.
- anne frank ve yahudi soykırımı, ırkçılık, amerika'daki göçmenler, filmde önemli yer tutuyor.

21 Mayıs 2013

İYİ BİR FİLM, İYİ İKİ SİTE

bir film: girl, interrupted

60lar. amerika. intihar eden bi kız. intihar sahnesini görmüyoruz. ki çok da önemli değil zaten. borderline personality disorder teşhisi konuyor. nerde? deliler hastanesinde (kibarcası çok uzun).
kitaptan uyarlanmış. kitap da yazarın hayatıymış.

----işte bunlar hep spoiler---

- kızın ailesi boktan bi pleasantville ailesi. partiler düzenleyen, ay elalem ne der, diyerek yaşayan cinsten. kızın topluma uyum sağlama problemi var. çok arkadaşı yok. aile bu durumun müsebbiplerinin başında geliyor (bence).

- kıza seks düşkünü teşhisi konuyor. filmden sadece 2 kişiyle seviştiği bilgisine sahibiz. o zamanların amerikasının daha çok ahlak düşkünü olduğu sonucuna varabiliriz burdan. ayrıca kız bi yerde güzelce bir laf sokuyor doktoruna: "bi kızın seks düşkünü olması için kaç kişiyle sevişmiş olması lazım? 10, 8, 5? peki ya bi erkeğin? 10, 20, 109?" sayıları yanlış hatırlıyor olabilirim. kadınlarla erkekler arasındaki seks özgürlüğü ayrımına dikkat çekiyor. isabetli.

- o hastanede çalışmak nasıl olurdu? hemşire, hademe, doktor olarak... doğruları da söyleyen deliler arasında, sürekli "en doğruyu bilen, akıllı insan" gibi takılmak.. böyle takılmak zorunda olmak.

- deliler hastanesine gidersen, çok konuş, aklından geçenleri anlat ki çıkmana izin versinler, diye tüyo veriyor film.

- filmin sonunda kız hastaneden çıkarken, insan üzülüyor. dışarıda napacak? nasıl uyum sağlayacak vahşi hayata? ama belli ki bi şekilde sağlamış. kitap yazmış. çok satar olmuş. filmi çekilmiş.

- kızın bi sevgilisi var, en azından ona aşık olan biri var. askere gitmek istemiyor. giderse öleceğini düşünüyor. bi kere ölmeyi deneyen biri için çok da ilgi çekici bi korku değil tabi. kızımız aşık değil gibi bu yüzden bu çocuğa. ama o, askere gitmeden önce gelip kaçırmak istiyor kızımızı. o an seyirciye çok mantıklı geliyor. (ciddi düşününce ne kadar mantıksız, arabaya atlayıp gitse, şehirden çıkar çıkmaz yakalanmazlar mı zaten, bi de kanadaya gidecemiş haspam). lakin bizim deli kızımız gitmek istemiyor. gitsem bile seninle gitmezdim diyor. işte onu deli yapan da bu kararlılığı oluyor. o an anladım ki filmin sonunu tahmin etmem imkansız.

- bol bol sigara içiliyor filmde. o zamanlar kanser astım bronşit falan yokmuş. huzur dolu zamanlar..

----işte bunlar hep spoiler---

bu kadar şimdilik. daha çok nokta vardı aklımda kalan. izlemek gerek, belki tekrar. winona ryder ve gözleri ile agelina jolie ve dudakları ile whoopi goldberg ve gülümsemesi oynuyor. daha ne olsun.

bir site: http://unutulmazfilmler.com/ bu filmi de burdan izledim. yasal mı değil mi bilmem ama çok iyi iş yapıyorlar. altyazılı ve az reklamlı. fevkalade.

bir site daha: http://www.kitap-rafi.com/ pdf formatında pek çok kitap bulunuyor. kitap satın almaya ya da kütüphane kütüphane gezip dilenmeye dermanı kalmayanlar için iyi. ücretsiz. yasal mı, bilmem.

14 Mayıs 2013

ŞİMDİLİK KAFA RAHAT YA...

Yeni bir ödev teslimi. Geçen dönem Comte ve Marx'ın din hakkındaki görüşleri üzerine ödev yazmıştım. Bu kez Durkheim hakkında yazdım, teslim ettim. Lakin o kadar istemediğim gibi bir ödev oldu ki, buraya koymayacağım.

(cümleye büyük harfle başlamak da neymiş, eski halimizle devam edelim...)

iyi kötü, ödevi teslim etmek rahatlattı. kendime dönüp, panik yapmadan, uzaktan bakabilir hale geldim. neler yapmak istiyorum, neler yapıyorum? kafamda bikaç hedef belirlesem, genel hatlarıyla bi plan yapsam, geçici süre de olsa verimli çalışmamı sağlar. çalışmak derken, sadece ders çalışmak değil, her şey çalışmaya giriyor hayatta bence. ev temizliği, hayal kurmak, gelecek planlamak, uyumak, depresyona girmek, toplum hakkında kafa yormak, ders çalışmak, spor yapmak, dans etmek, film izlemek, gezmek... hepsi kendime yatırım. zamanı verimli kullanmazsam internet beni köle ediyor.

hadi bakalım:

- haziran başına kadar yeni bir ödev hazırlamam gerek: weber ve din. okumalarına başla.
- diğer derslerin okumalarına devam et.
- durkheim'ın dinsel yaşamın ilkel biçimleri'ni okumaya devam et.
- spss çalış.
- türkiye yakın tarihi hakkında çalış (2 kaynak var elimde).
- kronoloji bloglarına devam et.
- coursera dan başladığın dersleri takip et, videoları kaydet, silerler bunlar ilerde.
- sineklerin tanrısı'na ya da hayvan mezarlığı'na başla.
- haftada 3 film izle. işe yarar şeyler olsun.

daha az ciddi şeyler:
- evde bira yapımını öğren, dene.
- her haftasonu -hiç olmazsa istanbul'da- yeni bi yerleri gez.
- kıyafet dik kendine.
- makedonya hk. aklında kalan soruları sorabileceğin insanlar bul.

daha eğlenceli bi şeyler de yapman gerekiyordur kesin, hatırla! şimdilik bu kadar...

08 Mayıs 2013

İYİ FİLM: 3 IDIOTS (ÖĞRENCİ VE BAŞARI)

mühendislik mezunu olduğumu duyan, yeni tanıştığım bir sosyoloji öğrencisinin önerisi üzerine izledim bu filmi. hayatında izlediği en iyi filmlerden biriymiş. hadi len demiştim içten içe. izledikten sonra yuttum bu harfleri tabi tek tek.

bollywood yapımı bir film. simaen tanıdığım ama ismini bilmediğim hintli oyuncu Aamir Khan başrolde. az çok bildiğimiz, arada birden dans etmeye başlayan tiplerin olduğu, çok şirin ingilizce aksanının aralara serpiştirildiği hint filmlerinden. slumdog millionaire den sonra bi kez daha beni şaşırttı bu hintliler.

konu itibariyle çok farklı. öncelikle tüm öğrencilerin ama özellikle mühendislik öğrencilerinin izlemesi gereken bir film.

şöyleyken şöyle: hindistanda bir teknik üniversite. hocaları çok sert. güzel sanatları ya da diğer bölümleri küçümsüyorlar, basit görüyorlar. öğrencilerin çok çalışmasını bekliyorlar ama öğrenmeye değil, ezbere, başarılı olmaya, at yarışında hep önde olmaya yönelik, korku dolu bir çalışma.

halk da aynı şekilde düşünüyor. mühendislik ve doktorluk en gözde meslekler. bu okulları kazananların hayatlarının kurtulacağını düşünüyorlar.

ve bu üniversiteye 3 genç kaydoluyor. birisi (ranço) diğerlerinden farklı. bu öğretmeyen ama stresten öldüren sistemi eleştiriyor durmadan. her insanın istediği dalda ilerlemesi gerektiğini söylüyor. diğer dalları küçümsemiyor. herkes mühendis olmak zorunda değil, diyor kısacası. başkahramanlarımızdan diğer ikisi ise daha az özgür ruhlu. ailelerini ve toplumu hayal kırıklığına uğratmamak için çalışıp didinip her seferinde başarısız oluyorlar.

bu sırada üzerindeki başarı baskısı yüzünden, acımasız hocaların da etkisiyle intihar eden öğrencilere dikkat çekiyor film.

film bir arkadaşımın tabiriyle bi ağlatıyor, bi güldürüyor. çoğu gayet neşeli. ama ana fikri beyninizin bir köşesine kazıyor. çocuğum olursa böyle davranmamalıyım diye bi ders çıkarıyor en azından insan.

(burdan sonrası film dışı sayılır: )

ve bu sırada benim aklıma lisans öğrencisiyken üst dönemlerden bir kızın intihar edişinin üzerine bölüm başkanının yaptığı konuşma geliyor. "siz bize emanetsiniz, her türlü sorununuzu gelip anlatabilirsiniz" demişti. ama öğrencilik yıllarım boyunca hocalarıma ders/ödev/bitirme muhabbetleri dışında gitme gereği hiç duymadım. herhangi bir konuda beni muhatap alacakları hissini vermediler. ya da başarısız bir öğrenci olduğum için gitmek istemedim. aramıza başarı kıstası girmişti. "hocam, param yok, iş arıyorum, bölümde mutsuzum, alan değiştirmek istiyorum" diyemezdim. her an "bana niye geldin ki bunun için?" diyebilirler ya da öyle bi bakış atabilirlerdi.

yine ben öğrenciyken izmir ege üni gıda müh bölümünden bir öğrencinin intihar ettiği haberini almıştık. duyduğumuza göre hala ikinci sınıftaydı ve okulu o kadar uzatmıştı ki ailesi yüksek lisans yaptığını sanıyordu.

geçtiğimiz günlerde akdeniz üni araştırma görevlisi Murat Elbay'ın intiharı haberi de buna tuz biber oldu. "hayattan zevk almıyorum, iş yerimde mutlu değilim, başarılı olacağıma inanmıyorum" diyordu. öğrenci değil, fakat problemin oluştuğu yer aynı: fakülte.

intihar eden bu insanların elbette psikolojik problemleri olabilir, intiharlarında bunun katkısı olabilir. fakat geride kalanlar olarak gerçekten dünyada birişe yaramak istiyorsak, yaradığımıza inanıyorsak hırsızın hiç mi suçu yok sorusunu sormalıyız kendimize. hırsız burada biz oluyoruz.

insanlar,
ilkokul, ortaokul ve lisede en iyi okulların en iyi bölümlerine girmek için yarışıyorlar. giremeyenler eleniyor.
karakterlerine uygun olmadığı halde seçilip, en iyi üniversitelerin en iyi bölümlerine girmiş, cin gibi çocuklar, bölümde derece yapmaya çalışıyor, başarısızlar eleniyor.
karakterlerine hiç uymadığı halde en karizmatik işin okulunu bitirmiş insanlar, en iyi işlere girmek için çabalıyorlar, giremeyenler eleniyor. girenler ise mutlu olmak zorunda artık. onların hayatları haber oluyor.

elenenlere ne olduğunu ise genelde bilmiyoruz. ne kadar mutsuz oluyorlar? hep kaçmaya çalıştıkları hayallerindeki işler, meslekler ne kadar rüyalarına giriyor? her gün pişmanlık duyuyorlar mı? kaçı daha öğrenciyken intihar ediyor? intihar haberleri, toplumun huzuru bozulmasın, özendirilmesin diye olsa gerek, pek duyurulmuyor.

toplum sadece başarılı olanları duyarak, illa ki başarılı, ama sadece belli alanlarda başarılı olmanın iyi bir şey olduğuna inanıyor. çocuklarını öyle yetiştiriyor.

aslında resim yapma aşkı olan birisini makine mühendisi olmaya zorluyor mesela. resmin hobi olarak kalması gerekiyor içinde. resim okuyan birinin iş bulamayacağını, aç kalacaağını düşündüğü için. halbuki asıl özgüvensiz insan aç kalır her koşulda, mühendis de olsa. istediği alanda eğitim alan kişi, kendine güveneceği, bir alanda kendini iyi  hissedeceği için, koşullar ne olursa olsun aç kalmaz. ressamlık yapmasa da geçinmenin bir yolunu bulur.

halbuki türkiye'de çocuklar, gençler, yetişkinler.. herkeste iş konusunda özgüven eksikliği ve para kazanma isteği aynı oranda yüksek. belli ki hindistan'da da öyleymiş.










03 Mayıs 2013

MAKEDONYA GEZİSİ


İlk kez yurtdışına çıktım. Makedonya’ya. İstanbul’u hiç özlememişim. Nasıl dayanıyoruz bu gürültüye, iettlerdeki asık suratlı insanlara, deli miyiz deyiz, neyin peşindeyiz? Ne kadar bilinçli karar veriyoruz bu şehirde kalmaya, akıntıya mı kapılıyoruz? İnsan bunları düşünüyor, backpackle dolmuş beklerken, insanların garip bakışları altında.
Kendimi tutup sözü çok uzatmamaya çalışacağım. Gideceklerin işine yarar bilgiler vardır belki.

Genel:
- Vizesiz. Ülkeye girişte sadece "nakit paranız ne kadar var?" diye sordu. Kartta var, demeyin, biraz nakit bulundurun, gerekirse gösterirsiniz.

- Pegasus’un kampanyalarından bi indirimle aylar öncesinden bilet almıştık (reklam değil valla, seyahatin ucuz tarafını anlatıyorum, markayı gizleyeyim de sizi mi uğraştırayım?).

- Ucuz (60dinar~1euro. TLye şöyle çevirdik: Xdinar*4/100=Ytl)
- Çeşme suyu içiliyor, çeşitli yerlerde çeşmeler var. Şişe su almaya gerek yok.

- Komünizmin şehir ve insanlar üzerindeki izleri açıkça görülüyor.
- Orta yaş ve üzerinin kıyafetleri eskilerden kalma. Fakat yeni nesil modayı ve yeni yaşam biçimini takip ediyor.

Genelde böyle şirin arabalar
- Arabalar hep eski modeller, vosvos benzeri, ufak, şirin şeyler. Lüks araba görmek zor.
- Şarap kadehle satılmıyor, iki kadehlik küçük şişeyle…

- “Nescafe” deyince soğuk nescafe anlaşılıyor. Sıcak, kupadakinden istiyorsanız, “hot” diye ayrıca belirtmeniz gerek.
- Türk dizilerini elbette ki çok izliyorlar.

- Komünizm zamanında okullarda Rusça öğretiliyormuş. Herkes böyle düşünüyor diye genelleyemem ama Türk asıllı yaşlı bir teyze Tito zamanını biraz özlemle anıyor, "biz o zamanlar Amerika gibiydik" dedi.

Özetle: Hayatın her anlamda yavaş aktığı ülke. Sanki 20 sene önceki Türkiye gibi.

Üsküp
- Havaalanında Varda Ekspres durağı var, şehir merkezinde sayılabilecek otogara bırakıyor. Yolu bilen biri varsa, yükünüz çok yoka şehir merkezine yürüyerek rahat gidebilirsiniz.

- Shanti Hostel kesinlikle tavsiye edilir. Çalışanları, ortamı, fiyatı… Her şeyi çok iyi.
- Bulanık Varda Nehri kıyısında herkes bisiklete biniyor, paten kayıyor. Ve belki de bu yüzden, belki de yüce rabbimin hikmeti, kızlar çok güzel. Vücutları da, yüzleri de. Çok estetik ve bakımlı. Tüm kızlar tayt giyiyor, üstelik üstüne uzun bi şey giyip kıçını kapatmıyor. Ama kimse dönüp dik dik bakmıyor.

- Nedense erkekleri o kadar hoş gelmedi gözüme. Kızların o fit vücutlarının yanında hep kilolu, bakımsız erkekler vardı sanki.
Müslüman mahallesi
 
- Varda Nehri şehri ikiye ayırıyor. Müslüman ve Hıristiyan kısım olarak. Tabi ki resmi bi ayrım yok, yerlilerin mahalleleri böyle. Müslüman mahallelerinde Safranbolu evlerine benzer evler, camiler, bitpazarı, Eminönü’nü andıran bir ortam. Gürültülü, sıcak, havasız, her an aklın cebinde…

Karşı tarafta ise bolca heykel.. Ve iki tarafa da serpiştirilmiş komünizmden kalma büyük, kasvetli, köşeli, eskimiş, taş binalar. Apartmanlar, evler en fazla 3-4 katlı. Fakat bu eski komünist binaları, yani sanırım şimdi banka/iş merkezi olarak kullanılan binalar çok yüksek.
 

Ve bu Müslüman ve Komünist havadan kurtulup, modern ve iç açıcı bir ortam yaratma amacıyla her yerde türemiş inşaatlar… Eski yunan mimarisinden esinlenilip yapılmış opera salonları, kültür merkezleri “ben yeniyim ve turist çekmeye çalışıyorum” diye bağırıyorlar. Muhalif yerliler buna sinirleniyor, çünkü insanların bu afilli binalardan çok daha farklı ihtiyaçları olduğunu düşünüyorlar. Yollar, sağlık sistemi, eğitim gibi… Fakat halkın çoğunun böyle düşündüğünü sanmıyorum, meydanın, bu ışıklandırmaların, alışveriş özgürlüğünün, bol seçeneğin tadını çıkarır gibi bi halleri var. Öyle olmasalardı, kapitalist dünyaya yetişmeye çalışan bir hükümeti başa geçirmezlerdi sanırım.
- Kiril alfabesi var.  Sokak isimleri pek çok yerde yazmıyor. Elinizde harita olsa bile bir adresi bulmak çok kolay değil. Hal böyle olunca çooook fazla kişiye adres sorduk, kimseden kötü bir yanıt almadık. Yani insanlar İngilizce ya da Türkçe (evet Türkçe bilen çok insan var) bilmese de işaretlerle ya da oraya götürerek yardımcı oluyorlar.
- Üsküp’te sadece şehir merkezini gezdik. Kanyona, müzelere gitmedik. Zaman yoktu.

- İstanbul’dan çoook küçük. Gece 10dan sonra restoran, gece klubü gibi yerler dışındaki tüm mağazalar, bakkallar kapalı oluyor.
- Skopsko ülkenin yerli birası. Efes’e benziyor. Ben sevdim.

- Hizmet sektöründe Türkiye’den çok çok ucuz. Fakat turistik yerlerde, taksilerde, otellerde, hediyelik eşya satın alırken filan çok yüksek fiyat veriyorlar, pazarlık yapın. Bir de ithal ürünler bizdeki fiyatlarda (markalı kıyafetler vs).
- Latana: Shanti’de çalışan Natasha’nın önerisiyle akşam yemeğine gittik. Yeri cadde üstünde, şehir merkezinden uzakta garip bir yerde olmasına rağmen, yemekler de canlı müzik de güzeldi.

- Kiril Üniversitesi'ne denk geldik, girdik. Kimlik filan sormuyorlar girişte (gerçi ülkeye girerken bile nerdeyse hiç bi şey sormadılar). Kantinde bira satılıyordu. Çok özendim. Bizde uçaklardan, bahar şenliklerinden bile kaldırılırken...

- İnglizcesi Skopje diye yazılıyor, Skopye diye okunuyor.
Tek kelimeyle: Tırtıl (kabuğundan çıkmaya çalışan şehir)
 

Ohrid
Tek kelimeyle: Butik

- Huzur şehri. Mavi ve yeşil görmekten, kuş sesi duymaktan sıkılır mı insan?
 
- Art Hostel’e gitmeyin. Kötü reklam bu da. İnternetten rezervasyon yaptığımız halde, kapısına kadar gittiğimiz ve yarım saat zile basmak olsun, seslenmek olsun, kapıyı yumruklamak olsun, çeşitli şekillerde ulaşmaya çalıştığımız halde açmadılar kapıyı. İçerden müzik sesi ve ışık geliyordu üstelik. İçerde başlarına bi şey mi geldi ki, diye endişelendim bi ara. Sonrasında rezervasyonda kesilen %10 ücretin iadesi için hostelbookers.com’a attığımız maile, site özür dileyerek cevap verdi. Fakat hostelden gelen cevapta ne bi özür, ne bi açıklama.. sadece hala ohrid’teyseniz gelin parayı verelim dediler. (zaten hostelbookers.com sitesinden kaldırmış bu hosteli)

- Şehir merkezine indik, başka bi hostel ararken Türk sokağına girmişiz. Birilerine sorduk, o güzel Elveda Rumeli şiveleriyle Otel Neim’i tarif ettiler. Tam bi Türk sever gurbetçi oteli. Özlemişler, fiyatı düşürmek dışında her konuda yardımcı oluyorlar. Öyle sıkıcı baskıcı da değiller, yani Neim abiyle karşılıklı oturup rakı içilebilirdi de:) Otelden ziyade ev gibi odalar. Saç kurutma makinesi, şampuan, sıvı sabun yok. Ama balkon var, tüm eksikleri kapattı bu balkon. Balkon görmemişleriz resmen.
- Kale, anfi tiyatro ve bolca kilise var. Oturmak için sandalyesi olmayan, ufak, sadece dua edip gitmelik, butik havası veren kiliseler. Ohrid’te 365 tane kilise varmış diyenler var.

- Before the Rain filmindeki kilise ve manastır da bu şehirdeymiş, ne yazık ki gidemedik.
- Stevi Naum’a 10euroya bot turu var sahilden. Mutlaka katılın. Botta sadece içecek servisi var, biraz pahalı. Gidiş 1,5 saat sürüyor, dönüş biraz daha hızlı. Kıyıları göstere göstere yavaş yavaş götürüyor. 2-3 saat orda takılıyorsunuz, akşam geri geliyorsunuz. Stevi Naum’da ise büyük bir kilise ve gölü besleyen su kaynakları var. Su kaynaklarına gitmek için ufak teknelere binmeniz gerekiyor. Bizim zamanımız yetmedi çünkü Ostrovo Restoran’da verdiğimiz siparişin gelmesi 2 saat sürdü. Çok kalabalık olduğundan mı bilmiyorum korkunç bi organizasyon sorunu vardı. Doğal güzellik sebebiyle pahalıya satın alınan kötü hizmet işte.

- Yerliler bu mevsimde göle girmiyor. Halbuki çok temiz, insanın atlayası geliyor. Biz de genellikle hazırlıksız olduğumuz için, girmedik.  
- Belvedere Restoran’da yemek yeyin. Ortamı çok güzel. Antika dükkanı gibi. Yemek güzeldi ve tüm bu afilli ambiyansa rağmen yine ucuzdu. 10 liraya rahatça doyup kalkabilirsiniz masadan.

 
Struga
Tek kelimeyle: Ters

 
- Gölün nehre döküldüğü şehir, su burdan balkanlara doğru yoluna devam ediyor.
- Küçük, sakin. Yazlık belde değil, Ohrid kadar turistik ve doğal güzelliklerle dolu değil ama Üsküp kadar da “şehir” değil.
- Nehir burda Varda gibi bulanık değil, dibi görünüyor.

- Angela Restoran’da yerel yemekleri yeyin. Domuz eti takıntınız yoksa o “Mushrooms ‘No Name’ “in ve çubuk şeklindeki taze ekmeklerinin tadına bakın. Fiyatlar yine aynı.
- Ştruga diye okunuyor.


Yaklaşık 5 günde 3 şehir gezdik. Hiçbiri tam bitmedi elbette. Hele ki Ohrid, bitse bile doyulmaz sanırım. Tekrar gitmek lazım.