29 Aralık 2012

İYİ FİLM: PAPER MAN

filmler iyi film-kötü film diye ayırmam ne kadar çirkin, yukarıdan bakan bir tavır, farkındayım. ama o kadar kötü niyetli değilim be okur, bana göre iyi film-kötü film işte.. her seferinde uzun uzun yazayım mı: "bence..." diye. bence öyle olmasa, genel kanı bu olsa, asıl onu belirtirim ya da bi şekilde anlarsın. yani kişsel bi bloga yazdıysam, bence'dir di mi, üzme beni hadi, kafam çalışmıyor bu saatte.

üç beş his aktarıp uyuyacağım. bak cümle başlarını büyük yazmaya bile üşeniyorum.

------

paper man. türkçesi karton adam. hoş gelmiyor kulağa, paper man demeyi tercih ediyorum.



jeff daniels başrolde. yazar. odaklanamıyor, yeni bi şeyler yaratamıyor. bi kasabada bi eve yerleşiyor sadece yazmak için. sonra olaylar olaylar.

----

johnny depp in secret window unu hatırlattı  bana. insanlıktan uzak bi evde yazmaya çalışan, kendiyle savaşan yazar hikayesi olunca... ama o'nun gibi gerilimli değil. sakin, hatta komik bi film.

insan izledikçe yazmaktan korkuyor.

ama itiraf edeyim, film bitince, ben de hikayemi yazmaya başlasam mı, dedim. dünyada bunu diyen kaç yazarolmakisteyenzavallı var acaba.

bi karakter yaratsam, ona benden ondan bundan bi şeyler katsam, ben ölsem o yaşasa. ben yaşarken de yaşasa. birileri okusa, beni anlasa, bana benzeyenleri anlasa. birilerinin içindeki o tanımlayamadığım değişikliği bi kez de ben gerçekleştirsem. hani o yazara gidip sarılmak istediğin an olur ya, ama sarılırsan hiç de o hayalindeki gibi olmayacaktır hani.

çünkü yazarın yarattığı karakterle, okurun kafasındaki farklıdır. okur aslında karaktere yakınlık duyar. yazara sadece karakterle tanışmasına vesile olduğu için minnet duyar.

ki minnet, o kadar da samimi bi his değildir.

belki iyi yazarlar, gerçekten okurun içine işleyecek şeyler yazanlar, yarattıklarının ününü kıskanıyorlardır.

bi özlem bastırdı yine yüzüme, gözüme, başıma, üstüme.

---------
tabi bunların filmle ilgisi yok.

sevgili yazarımız richard'ın bi hayali kahramanı var, kasabadan edindiği bi arkadaşı, o arkadaşının hayali arkadaşı ve ergen sevgilisi, bi de richard'ın karısı var (ki kendisi friends'in fibi si).

jeff daniels yani richard da salak ile avanak'ta jim carrey'nin kankisi ya da newsroom'daki haber sunucumuz karizmatik adam.

----
film anlatmayı sevmiyorum sanırım.

sevgili richard yazar olmasa bu kadar sevmeyebilirdim. iyi geceler paper man..








27 Aralık 2012

EUREKA!:) ARTI DEĞERİ ANLADIM!

Çok mutluyum:) Marx okumaya başladım da, anlamakta zorlandığım bir konuyu anladım.
Artı değer nasıl belirlenir, tam olarak nedir? Kapitalist nasıl artı değer üretir? sorularına bi örnekle cevap buldum. Çok yaratıcı (kendimle gurur duyuyorum yahu:)
Şimdi.... Büyük ölçekli düşününce karıştırıyorum. Olabildiğince küçük bi üretim düşündüm.
Kaynak
Kaba gelebilir ama bi art niyetim olmadığını baştan belirteyim, işçiye hakaret ettiğimi falan düşünen olmasın lütfen, olursa da napim artık:)
Tavuk-yumurtacı ilişkisi. Burda tavuk:işçi, yumurtacı:kapitalist görevinde. 

Kapitalist sistemde artı değersiz üretim:
Yumurtacı, bir sermayeye sahiptir. Yumurtacılık işinin maliyetini düşünür: Tavuk almak, üretim gereçlerini (yumurtlayacak yer falan:) sağlamak, sağlıklarını ve mutluluklarını koruyacak şekilde hayatlarına devam etmelerini sağlamak. Bu sırada aynı huzurlu şartlarda (sağlık ve mutluluk) kendi hayatını devam ettirecek miktar da maliyetin içindedir. Bunları karşılayacak miktarı bu işe yatırır. 

İlk yumurtlamalar olduğunda, yumurtaları satar ve parayı alır. Bunu yine tavuklar ve kendisi arasında pay eder, iki tarafın da huzurlu hayatını devam ettirecek miktarları verir. Elinde yeni bir işe yatıracak, ya da yaşam standartlarını yükseltecek kadar para kalmaz. Çünkü üretimde hem tavukların hem kendisinin emeği vardır, ücret paylaşılmıştır.

Kapitalist sistemde artı değerli üretim: Yani yumurtacının elinde fazladan para kalması. Bu da 2 yolla olur:

1. Maliyeti düşmüştür. Yani tavukların masrafları, yani yaşam standartları düşmüştür. Daha küçük kümes vardır, otlanmaya çıkarılmazlar (çünkü ot, su ister, masraftır), suni yem kullanılır, daha ucuzdur. bu kötü şartlarda sağlıkları bozulacağından suni yeme hormon katılır, üretimi aynı seviyede tutmak için. Dolayısıyla daha az sermaye yatırılarak aynı üretim sağlanır ve sonuçta elde edilen para tavuklara verilmez, kapitalistte kalır. 

2. Daha fazla üretim yapılır. Yani suni yemle daha fazla üretim yapmaya zorlanırlar (işçilerde bu fazla çalışma saatlerine tekabül eder). Ama elde edilen fazla gelir tavuklara dağıtılmaz, onların alacağı ücret (ya da yem:) sabit kalır, para tamamen kapitalistin cebinde kalır. 

----
Çok sinir bozucu ama olay budur değil mi? 
Yanlış anladığım bir yer varsa söyleyin lütfen.





"EŞİTLİK Mİ, BENCE ÇOK SAÇMA YEA!"

Bu kez kısacık yazıcam, söz:)

Şimdi ben mühendislik mezunu, sosyolojide yüksek lisansa başlamış, bu sıralar bilimsel hazırlığın ilk dönemini bitirmekte olan bir cahilim efendim.

Yani sosyoloji lisans öğrencileriyle birlikte ders alıyorum. Ama sınavlarımız farklı oluyor. Misal, sosyoloji tarihi dersi için lisans öğrencileri sınava girecek, biz kapsamlı bir makale yazacağız. Konu: "Auguste Comte ile Karl Marx'ı kıyasla". Ne konuda? Sen bilirsin.

Ben din üzerine görüşlerini kıyaslamaya karar verdim.

Kaynak
Dolayısıyla Marx'ın yazılarını son birkaç haftadır ciddi ciddi okumaya başladım. Daha önceleri kitaplarına başlayıp başlayıp bırakmıştım. Kutsal kitaplar gibi, anlaması zordu çünkü, hep ordan burdan yorumlarını dinlemiştim.

Şimdi mecburen -ve artık bi zahmet!- okumaya başlayınca gördüm ki, birkaç cümleyle Marx'ın düşüncelerini özetlemek imkansız. Birkaç sayfa okuyup anlamak da imkansız. Bunu Marx'ı peygamberleştirdiğim için değil, ekonomik bir sistemi açıklamak -ekonomiyle hiç ilginiz yoksa- çok zor olduğu için söylüyorum. Bir de bunu sosyolojiyle birleştirince, bir de çeviri dili anlamak zor olunca; epey zor bir eser çıkıyor ortaya.

Bazı romanları yaşınız gelmeden ya da ayaküstü otobüste giderken okursanız hiçbir şey anlamazsınız ama sizin anlamamanız kitabın "saçma" olduğunu göstermez ya, bu da öyle bir şey.

----

Derste, hoca Marx hakkında çok  az şey söyledi ve sınıftan sorular yağmaya başladı. Sonra sorular fikir belirtmeye dönüştü. Ve Marx yargılanmaya başlandı. Ve şu sözlerde birkaç arkadaş hemfikir oluverdi: "Hocam şimdi Marx zengin fakir ayrımının olmamasını mı istiyor, toplumda herkesin eşit olmasını mı istiyor, e bu çok saçma ki, masa başı çalışanla  madende çalışan eşit olmaz ki. Bence çok saçma. İmkansız zaten." Bu kadar.

Bu yorumları derste hocadan duydukları birkaç kavramdan yola çıkarak yaptılar (değer, artıdeğer, ücret, üstyapı, altyapı gibi). Marx'ın hiçbir kitabını okumadıklarını, hatta ordan burdan bilgi dahi edinmediklerini sorularından anlamıştım: "Hocam şimdi Marx birkaç kişinin zenginleşmesine karşı mı?" Marx hakkında bu sorunun sorulması, olsa olsa Marx'ın adının hayatında hiçbir yerde geçmediğini gösterir.

----

Suçlamıyorum, küçümsemiyorum. Muhtemelen 4 sene önce bu derse girsem, benzer bir yorum yapardım. (Ama bu soruyu sormazdım, o kadar politikadan bihaber büyümedik be çok şükür).

Kendime ders çıkardım. Bilmediğin konu hakkında, okumaya üşendiğin kitap hakkında yorum yapma. Mesela Kuran'ı tamamen okuyup fikir sahibi olmadan eleştirme.


Kısa yazıcam mı demiştim:)O da olur bi gün.










25 Aralık 2012

LÜKÜS HAYAT

Bu yazı şu şarkı eşliğinde okunmalıdır: http://grooveshark.com/s/I+Want+To+Break+Free/2IUdFr?src=5

Kaynak
Ben yazarken dinledim, gaza gedim, belki size de aynı etkiyi yaparken. İyi bi kulaklık eşliğinde olsa daha iyi olur. Dünyayla bağlantınızı kessin. Çok iyi evet.

Yazının ne yazık ki Ömer L. Akad'ın Lüküs Hayat'ıyla ilgisi yoktur. O'nu niye izlememişim ki hakkaten, izleyeyim. Yine de görselini koyayım dedim, aklımızda kalsın.

Hadi bakalım.

Marie Antoniette'yi izledim.
(Aha, şimdi fark ettim! Queen'i dinliyorum!Tevafuk'a bak...)

Kirsten Dunst'un kraliçeyi oynadığı film. Antonia Fraser'ın romanından uyarlanmış.

Avusturya prensesi Marie, Fransa veliahtıyla evlendirilir. ("Ekmek bulamıyorlarsa pasta yesinler" dediği iddia edilen kraliçe)

Film, aşırı gösterişçi, kuralcı Fransız saray gelenekleriyle dalga geçer, lükse düşkün olmalarını göze sokar. Bi taraftan da Marie'nin iç çekişmelerini anlatır. Kızamazsınız, ağız dolusu küfredemezsiniz kadına.

Kaynak

Eğlenceli, rengarenk bi film. Ama sinir bozucu. İki yönden siniri bozulabilir insanın:

Birincisi, çok rahat bi hayatı olduğu düşünülebilecek bi prensesin mecburiyetleri, evleneceği kişiyi seçememesi, toplumun beklentisi, her hareketinin kontrol edilmesi, kocasının hastalığı yüzünden seks yapamaması ve sonuçta çocuk doğurmamasının faturasının O'na kesilmesi... vs...

İkincisi, içinde yaşadıkları lüks. Asillerin hayatının doğuştan lüks içinde olması ve çok aşırı bi şey yapmadıkları sürece bu lüksün ömür boyu devam edeceğinin garantilenmesi. Saraydan çıkmadan yaşamaları vs. Kralın yöneticiliği becerememesi....

Ben tabi ki ikinciye bozuldum.

Tabi filmde anlatılanların biçoğu kurmaca. Mimikler, yaratılan karakterler... Tarih ne kadar gerçek yazılabilmiş olabilir ki?

Fransa'nın o dönem tarihi hakkında film+vikipedia+ekşisözlük dışında bilgim yok. Doğruluğunu sorgulayamam bu kadarcık bilgiyle. Ama tarihi filmlere, romanlara güvenmiyorum. Yapılan anlaşmalar filan eyvallah da, insanların özel hayatlarının doğruluğuna (günlükleri filan yoksa) şüpheli yaklaşırım hep.

Neyse efenim. Film güzeldi. Tarihin bir bölümü hakkında genel bi bakış açısı veriyor. Ama 1700ler Fransasını anlamak istiyorsanız bu film tabi ki yeterli gelmeyecektir.

Bu kadarcık. Daha kapsamlı bi şey yazmak isterdim, aceleye getirdim. Bu da bana ceza olsun. Öpt bye.

edit: evet sazanım kabul ediyorum. Üstteki resim için Ömer L. Akad demişim, Cemal Reşit Rey in eseri imiş...aceleyle yazdım demiştim, özür sayılır mı? sayılsa ya..








18 Aralık 2012

TEPENİN ARDI

Filmi izledim. Basit bir film değil. Filmin alt metniyle ilgili çok fazla yorum yapabileceğimi sanmıyorum. Onları görebilmek için birikim gerekir. 3-5 cümle yazayım yine de.

Sevdim ama neden sevdiğimi tam olarak ifade edemiyorum. İlk aklıma gelen: Konuşmaların, verilen tepkilerin, belgesel tadında, gerçekçi olması. Nuri Bilge Ceylan filmlerinde -her seferinde kendisine sevgiyle sövmeme sebep olan- "lan insanın içindeki pislik bu kadar açık anlatılır mı be!" dedirten anları hatırlattı. Bağımsız sinema hep böyle miydi, yoksa sadece Türkiye'de, son yıllarda mı böyle oldu, bilmiyorum; insanın sevdiklerine karşı bile kirli duygular besleyebileceğine çok fazla değiniyorlar, ki bence iyi oluyor.

Bu, filmler aracılığıyla gerçek dünyadan kopmak isteyenler için saçma olabilir. Benim gibi psikopat, mazoşistler içinse iyi gelebilir. Benim de bazen izledikten sonra "yahu iyi hoş da ben bunu niye izledim ki şimdi, film dediğin insana başka bi dünyayı anlatır, kendimle yeterince başbaşa kalıyorum zaten" dediğim oluyor.

Özetle iç anadoluda, kırda dağda bayırda çekilen bir film.

Sinirimi bozan tek bir şey oldu. Kadının sinemadaki yeri konusunda çok mu alıngan oldum bilmiyorum ama, yine bir ayrıntı dikkatimi çekti: Filmde tek bir kadın oyuncu var. O kadar erkeğin içinde, yemeklerini yapan, gurur yapmadığı için erkeklerden çok daha mantıklı konuşan, ama kadın olduğu için sözü hiç dinlenmeyen bir köylü kadın (Meryem rolündeki Banu Fotocan). Olmazsa olmazdı. Fakat filmdeki diğer tüm gerçekçiliklere rağmen bu kadının kıyafeti yine "kadının sinemadaki estetik görünümü" algısına takılmıştı.

Sadece bizim köy mü öyleydi bilmiyorum ama köyde kadının teni olabildiğince görünmezdi (iç anadoluda bir köy). Yabancı bir erkek geldiğinde, başını kapatıyorsa, iyice kapatırdı (saçları görünmeyecek şekilde). Filmde ise kadının giydiği maksinin (etek) altında kısa paçalı bi don var, kapri boyunda. Altta bacakları ve ayakları çıplak.

Köyde sürekli erkeklerin arasında olan ve durmadan çalışan bir kadının bacaklarını düzenli olarak kıldan tüyden arındırması zordur. Bu yüzden ve ek olarak yörenin ahlak kuralları gereği bacaklarını tamamen kapatır.

Pis bi muhabbet oldu belki ama filmlerdeki "seksi köylü kadını"  imajı küçüklüğümde izlediğim Hülya Avşar filmlerinden beri saçma gelmiştir. Bunun günümüzde en önemli özelliğinin gerçekçilik olduğunu düşündüğüm günümüz bağımsız filmlerinde hala aynı şekilde yansıtılması saçma geliyor.

Bu durumda yönetmenin o köylere hiç gitmemiş olması, ya da köylü kadının gerçek halinden estetik olmaması sebebiyle kaçmak istemesi ihtimali geliyor aklıma, ki ikincisi daha bi akla yakın.

Benim eleştirebileceğim başka bir şey yok. Genel anlamda, gerçekçilik açısından güzel filmdi ve çekimlerin tadını çıkarmak için sinemada izlemek daha iyi olacaktır diyebilirim. 

Daha oturaklı ve mantıklı yorumlar için burdan buyrun: http://sigarayaniklari.blogspot.com/
Burda da yönetmenle bir röportaj var. 

Not: Banu Fotocan'ın bir film görüntüsünü bulup eklemek istedim yazıya. Bulamadım google da Banu Fotocan Meryem Tepenin Ardı vb aramalarda. Hiç mi aranmamış, hiç mi bir röportajda ismi geçmemiş.. Garip değil mi?







14 Aralık 2012

KÖTÜ FİLM: UÇUŞ


Uçuş'u izledim dün. İşte burda: http://www.beyazperde.com/filmler/film-193101/

Spoiler içerir!

Hiç sevmedim.Neden?

1. İlk sahnede seyircinin gözüne sokulan çıplak kadın bedeni.Uzun süre, kadının yürümesi, giyinmesi, sigara içmesi. Filmin çıplaklık anlayışı konusunda bir fikri/tavrı olsa sorun etmeyeceğim. Ama diğer maddede de söyleyeceğim gibi, filmin hiçbir konuda fikri yok.

Filmlerdeki bu çıplak kadın sapıklığına hastayım. Ahlaksız bir gece geçirmiş, sabah uyanmış çıplak bir çift. Kadın çalar saati kapatır, kalkar, ortalıkta salınmaya başlar. Tuvalete gider, gelir, sigara içer, bunların tamamını çıplakken yapar. Bu sırada adamın telefonu çalar, yatakta oturup konuşmaya başlar, adamın mahrem bölgesi çarşafla kapalıdır. Neden? Kadının her şeyini gördük adam neden gizleniyor? Adam ahlaklı da kadın orospu mu? Hayır. Birisi pilot, birisi hostes, sıradan insanlar. Erkek bedeni kadın bedeni gibi estetik değil mi? Hayır. Erkek bedeni de estetiktir, antik yunan heykellerini hatırla...

Baştan buna kızdım zaten.

Sonra uçuş zamanı, heyecan, aksiyon, düştü mü düşecek mi, kim ölecek falan...


2. Dikkat! Mesaj içeren film.

Ahlaklı ol, dindar ol, alkolik olma, uyşturucu kullanma, aile iyidir mesajı veren film. Bunu fark ettiğim an, yönetmenin beni kandırmaya çalıştığını, aslında mesaj vermediğini filan düşünmeye çalıştım, bir oyunbazlık bir şeytanlık aradım, yoktu.

Fikri olmayan, toplumun çoğunluğunun hoşuna gitsin diye tasarlanmış, sadece para kazanmayı hedefleyen film. Çıplaklık var, aksiyon var, ahlak kumkumalığı var, alkol karşıtlığı var, sinemada sevilir. Çıplak sahneleri kesilince, TVde yayınlansın, aileyle oturup rahatça izlenebilir. Daha ne olsun?

Aksiyon diye, uçak ters uçuyomuş lan! diye gittim, yine sinirlenip çıktım. Benim neyime amerikan yapımı aksiyon filmi. En aksiyonlusu Batman olur, V for Vendetta olur... Gözünü sevdiğimin belgeselleri, sanat filmleri, Fransız yapımları, İran filmleri, yerli filmleri...

Neyse... Geçti artık.

İzlemeyi hedeflediklerim:

1. Tepenin Ardı (bugün vizyona girdi, bol ödüllü yerli film, benim kafadakiler, şunu mutlaka okuyun: http://filucusu.blogspot.com/2012/12/tepenin-ard-salonlarn-ardnda-m-kalacak.html?spref=fb)
2. Hobbit
3. Sen Dünyaya Gelmeden (mis gibi penelope cruz varmış)






12 Aralık 2012

DOYAMADIM BELGESELE..DİYENLERE MÜJDE!

"Hangi İnsan Hakları?" bitti. Nalet olası hastalığım sebebiyle sadece 2 film izleyebildim bu sene. Mezarlıkta Aşk ve 900 Gün.

Bugün gönüllü oldum yine. Özlemişim.

Belgeselciler, gerçekçi ama aynı zamanda (en azından benim kadar) karamsar olmayan insanlar. Aktivistler işte. Toplumları birden değiştirebileceklerini, haksızlıkları anında yok edeceklerini düşünmüyorlar muhtemelen ama fikirlerinin kayda geçmesini istiyorlar. Kitap yazmak gibi. Daha kısa sürede, insanlara bilgileri daha çekici kılarak, onları uyutmadan vermeleri gerekiyor. Kolay iş değil.

Aslında bence belgesel, sokaktaki adamın bilgisi olması gereken, fakat dikkatini toplayıp okumak istemeyeceği kalın bir kitabın, onun da anlayacağı dile sokulmuş alidir. Kısa, net, açık seçik. Kitabın o ağdalı dilinden kurtulur. Kitaptan kaçan biri belgesele tutulabilir yani. İnsanlara dizilerle tarihi öğretmek gibi, bilmek istemedikleri gerçekleri belgesellerle verebilirsiniz.

Documentarist bana bunu öğretti şimdilik. Hayatımı değiştirdi. Önyargılarla dolu bir insanı bir koltuğa bağlayıp, önyargı duyduğu insanlar hakkında birkaç belgesel izletirsek fikrini değiştirebileceğini düşünüyorum. Cezaevlerinde kullanılabilir bu yöntem:)

Evde ailemde görüyorum faydasını(tabi koltuğa bağlamadan:).


Neyse.. Kaçıranlar için müjde: Documentarist hiç boş durmuyor:

İki haftada bir,
cumartesi akşamları 19:00da,
Tophane'de, Tütün Deposu'nda,
belgesel gösterimleri  ve hemen ardından film konusuyla ilgili söyleşiler yapılıyor. 
15 Aralık 2012'de: Beş Kırık Kamera (Filistin hk.)
Ücretsiz!

Bu kez kaçırmayın derim. Belgeselden zarar gelmez.

Ayrıntılı bilgi: http://www.documentarist.org/saturdox/home.html








İSTANBUL ÜNİ'NDE KÜTÜPHANE SORUNU

İstanbul Üniversitesi Merkez Kütüphane

İstanbul Üniversitesi Merkez Kütüphanesi hakkında önemli dertlerim var. Türkiye'deki en eski üniversite, en iyi kütüphaneye sahip olmalı diye düşünürdüm. Ama eski olmanın verdiği hantallık, nostaljik güzelliğinden çok göze çarpıyor ne yazık ki.

Tam olarak takip edemesem de, üniversitenin çeşitli binalarının yenilendiğini rektörün twitter hesabından görebiliyorum. Kütüphane düzeni de yenilenir mi, yenilenecekse neler değişecek bilmiyorum, araştırırsam yazarım. Şimdilik eksiklikleri bildirmek istedim.

İTÜ Mustafa İnan Kütüphanesi (merkez k.)


Yıllarca İTÜ kütüphanesinden yararlandım. İçerik bakımından bilemem, o konuda bilgili ve yetkin değilim ama kullanıcı kolaylığı açısından kıyaslayınca İTÜ'nün açık ara önde olduğunu söyleyebilirim.

Çoğunlukla kitap satın almayıp, kütüphaneyle yaşayan, gittiği şehirdeki kütüphaneleri gezmekten zevk alan biri olarak, yeni kütüphanemden çok şikayetçiyim blog..


Devasa sistem sorunları: 

- Açık raf sistemi yok. Yani bir konu hakkında kitap edinmek istediğinizde, sistemden o konudaki kitapları bulup, tek tek istekte bulunmanız gerekiyor. O konunun olduğu raflara gidip kendiniz seçemiyorsunuz. İnternetten kitap sipariş vermekte zorlananlar neden bu konuda dertli olduğumu daha iyi anlarlar. İsminde konuyla ilgili bir sözcük geçmeyen ama konuyla ilgili olan eserleri bulma ihtimalim düşüyor bu yüzden.

Halbuki duvarlar boş raflarla kaplı. Neden kullanamayalım ki?

- Daha kötüsü: Kitapları ödünç alamıyoruz. Fotokopi çektirmek ya da gece 23.00a kadar teslim etmek gerekiyor. Bu korkunç bir şey. Gece o saatten sonra şehrin diğer ucundaki evime dönemeyeceğime göre, fotokopi çektirmem gerekiyor. Mantıklı mı? Açıklamaya gerek bile duymuyorum mantıksızlığını.

- Aynı oranda kötüsü: 16.00dan sonra kitabı sistemden isteyemiyoruz. Çünkü depodan getirecek memurların mesaisi bitmiş oluyor. Öğrenci dediğinin dersi en erken 16.00da biter. Bunu ne yapacağız? Kütüphanenin 7/24 açık olması gerekir ve bu dediğim şey, İstanbul Üniversitesi gibi kalabalık bir üniversite için hiç de lüks sayılmaz.

- Sistemden arama yapmak için 3-4 tane bilgisayar var. Ayakta yapabiliyorsunuz aramayı. sürekli arkanızda bekleyen biri oluyor, aceleyle yapmanız gerekiyor. Kitabın ismini yazdığınızda çok ilgisiz sonuçlar öneriyor program. Ben becerememiş olabilirim aceleyle. Ama bu benim aptal olmamdan değil, acele etmek zorunda bırakılmamdan kaynaklanıyor bence:)


Küçük sayılabilecek, fiziksel sorunlar: 

- Kitabı sistemden istedikten sonra yaklaşık 20 dk ödünç alma bankosu civarında beklemek gerekiyor. İnsafsızlar:) insan bi sandalye falan koyar. İnsanlar ayakta, ortalıkta bekliyor. Hem çalışan için de sürekli başında birinin beklemesi sinir bozucudur.

- Masalarda priz bulmak zor. Üniversitede bilgisayarsız ders çalışan kaç öğrenci vardır?

- Nerede neyin olduğuna dair yönlendirme tabelaları yok. Tuvaleti bulmak için epey uğraştım.


Güzel olan: Tüm bu sıkıntılara rağmen kütüphanenin tıklım tıklım dolu olması. Üniversite her yönden ne yazık ki öğrenciyi kaçmaya teşvik ediyor (koca edebiyat fakültesinde bir tane kadınlar tuvaleti olması, sınıflarda oturma düzeninin hocayı duymaya engel olması, bilgisayar laboratuarlarının öğle arasında ve 16.00dan sonra kapalı olması, fakülte fotokopilerinde her daim çooook sıra olması....gibi). Muhtemelen fazla nüfus ve maddi sıkıntı sebebiyle bu sorunların hepsine yetişmek zor.

Ama kütüphane bu haldeyken hocaların "yeni neslin az kitap okumasından" şikayet etmesi at gözlüğü takmalarını gösteriyor. Bu kadar acımasız olmayın. Her istediğimiz kitabı satın alabilecek güçte olsaydık, özel üniversiteye giderdik.

Kısacası: Daha düzgün bir kütüphane istiyorum.







08 Aralık 2012

NEDEN YOKSULLUK?

görsel burdan

Belgesel deyince şu sıralar ilk söylemem gerekenlerden biri: CNNTÜRK'te yayınlanan "Neden Yoksulluk?" serisi.

25 Kasım'dan beri cumartesi günleri yayınlanan seri, 2 ay boyunca ekranda olacak.

TV'de kaçırırsanız, buradan da izleyebilirsiniz: http://video.cnnturk.com/2012/yasam/11/22/neden-yoksulluk-basliyor

İlk bölüm, ünlülerin Afrika'ya yardım konusunda yaptıkları yardım konserlerinin ve kampanyalarının ne kadar etkili olduğu hakkındaydı.

İkinci bölümse, Amerika'nın en zenginlerinin yaşadığı Park Caddesi 740 Apartmanı ile Amerika'nın diğer yerlerindeki vatandaşların yaşam biçimlerindeki büyük farklar, Amerikan rüyasının gerçeklik ihtimali, çalışanın gerçekten hedefine ulaşma ihtimali... gibi sıkıcı konulara değiniyor.

Belgesel, dünyadaki yoksulluğa dikkat çekmek amacıyla, 70 ülkede, (yönetmenin Afiş programı röportajından yanlış anlamadıysam) aynı anda gösterilecekmiş 2 ay boyunca. İnanası gelmiyor insanın.

Yine de,
Cumartesileri, 20:55'te CNNtürk'te izlemek gerek..







HANGİ İNSAN HAKLARI?



"en çarpıcı festival isimlerinden birine sahip festival." demiş eksisözlükten frock. Yalan mı?

Documentarist ekibinin hazırladığı festival.

8-12 Aralık 2012'de Taksim civarında (Salt Beyoğlu, Aynalı Geçit, Dutch Chapel, Tütün Deposu), bu seneki başlığı "yaşam hakkı" olan belgesel film festivali.

Özellikle ufak bütçelerle, büyük özverilerle hazırlanan belgeseller için.
Ötekilerin nasıl yaşadığını görmek için.
Birkaç yıldır hayranlıkla takip ettiğim, belgesel çekme hayalleri kurmamı sağlayan festival.

Gösterimler ücretsiz.
Bazı gösterimlerden sonra yönetmen ya da film ekibinden birileriyle söyleşi oluyor.

Bugün hasta olduğum için gidemedim ne yazık ki, yarından itibaren kaçırmamayı düşünüyorum.

Kaçırmayın.

Ayrıntılı bilgi için: http://www.hihff.org/2012/home.html







ATLANTİS

Atlantis hayali burdan alıntı
Mühendislik mezunu yeni yetme bir sosyoloji öğrencisi olmanın verdiği eziklikle, dünya tarihi ve geçmiş uygarlıklar üzerine belgesellere taktım son günlerde kafamı (itiraf: kaynakların güvenilirliğine ve yapımcının tarafsızlığına güvenmesem de, daha hazır bilgi oluyor, kitap okumaktan kısa sürüyor).

İnternetten buldukça izliyorum, izledikçe paylaşayım dedim.

Atlantis'i şuradan izleyebilirsiniz. Belgesel hakkında aklıma takılanlar:

- Sunucuyu seslendiren kişinin cümlelerin yarısında sesi mi yükseliyor, bana mı öyle geliyor?

- 1999 İzmit Depremi'nin tsunamiyle ilgisi olduğunu bilmiyordum. Tsunami sözcüğünü ilk kez 2011'de  Japonya'daki felaket sebebiyle duydum sanıyorum. Cahilliğe bak...Halbuki şu resmi sitede bahsedildiğine göre, mutlaka orda burda geçmiştir de, algımın seçici olmayan kısmında kalmıştır kesin: "Depremi takiben birkaç gün içinde yapılan araştırmalar sonucunda, denizin depremden hemen önce çekildiği ve deprem meydana geldikten sonra ise tsunami dalgalarının oluşarak (maksimum yükseklik =2.9m) kıyı kesimlerde su baskınlarına ve göçmelere neden olduğu ortaya çıkmıştır."

- Aynı bilgilerin tekrar edildiğini düşündürttü bu belgesel bana. Atlantis fikri hakkında genel bilgi edinmek için faydalı...ama çok uzatılmış gibi geldi.








06 Aralık 2012

TESPİT

Şimdi, -bu blogta yer almayan - eski yazılarımı okuyunca anladım ki, duygularımı fazlaca dışa yansıttığımı fark ettiğim an, kendimi zayıf hissedip hikaye/şiir yazmaya çalışmayı bırakmışım.

Sonra da sadece içi dolu, bilgi aktarabileceğim yazılar yazmaya çalışmışım, ki onlar da en baştaki duygusallıklar kadar tat vermemiş.

Hep hazımsızlıkla savaşarak, daha uzun cümleler kurmuşum. Sosyal bilimci hastalığına tutulmuşum, dediklerim anlaşılmaz olmuş.

Şimdi geri o günlere mi dönmeliyim, sanmam. bu hale geldiysem vardır bir sebebi. -malı lı -meli li konuşulacak konu değil pek. Bu yazı da böyle Yılmaz Özdil tadında olsun.

30 Kasım 2012

KARA LİSTEMDEKİ TACİZCİ FİRMALAR

Özel hayat özgürlüğümü geri istiyorum. Firmaların bilgilerimi satın almasını ve iznim olmadan hayatıma girivermesini istemiyorum.

Hayatımda gereksiz insanların, odamda gereksiz eşyaların, mailimde okumadığım postaların, pc masaüstümde gereksiz ikonların, telefonumda gereksiz mesajların bulunmasından hoşlanmam.

Tanımadığım insanlara bir malı veya hizmeti neden almak istemediğimi anlatmak zorunda değilim.

Misal: Bozuk olan ev telefonu hattımı yurtdışı aramalarını açmak istemiyorum, diyelim. Bu fikrimi karşımdaki çağrı merkezi çalışanına anlatmak zorunda değilim. Ama anlattım! Çünkü karşımda bi insan var ve nedense onu kırmak istemiyorum, kibarca kapatmak istiyorum telefonu.

Misal: Gece tam 00:02de telefonumu vermediğimden emin olduğum D-Smart'tan, sırf bilmemne kampanyasında bilgi almak isteyip istemediğimi öğrenmek için aranmak... normal midir? sikayetvar.com'a şikayet yazdım, ertesi gün aradı Dsmart, özür diledi, listelerden numaramın çıkartılacağını söyledi cart curt...İlla uğraşmam gerekir miydi bunun için?

Bir malı talep edersen, özellikleri sana anlatılmalıdır, bu çok mantıklıdır.
Neden istemediğini anlatarak vakit kaybetmek, çağın gereği olabilir, ama mantıksız olduğu konusunda hemfikir miyiz?

"Çığrından çıkmış kapitalizm insanı nasıl çıldırtır?" diye soran olursa, hayatımın buna örnek teşkil edebileceğini düşünüyorum. Cep telefonuma gelen kampanya mesajları, çağrıları beni çıldırtacak zira. (Tabi kapitalizmin üzerimdeki yan etkileri yalnızca bu değil, diğerlerine belki başka zaman geliriz).

Ev adresi, mail adresi ve telefon numarası gizli bilgidir. Israrla taciz eden firmalar, numara listelerini birbirine satan lanet olası firmalar, hepinizi www.sikayetvar.com a bildirdim.

Tüketici Bilincini Geliştirme Derneği'ne (Tübider) sordum bunları nereye nasıl şikayet etmeliyim diye, bunun toplumsal bir sorun haline geldiğini, numaraları BTK'ya bir yazı eşliğinde şikayet edebileceğimi söylediler. Onu da yapacağım.

Şikayet etmeden de bunların bana bulaşması engellenebilmeli, bi cezası olmalı bunun. Özel bilgilerim üzerinden para kazanılması doğru mu? Madem öyle bana da bi komisyon verin! Peşinizi bırakmıcam olum, korkun lan benden! İğrençisiniz ipneler...* diyesim geliyor refleks olarak, mesajınızı her gördüğümde...

En çok taciz eden firmalar kara listem:
Arif İletişim
Toroslar Danışmanlık
Vatan Bilgisayar
Satürn
Media Markt
Decor Yapı
Garanti Bankası
Yargıcı Güzellik Salonu


*Gemide, Erkan Can repliği







27 Kasım 2012

BULUT ATLASI

Dün izledim. Ekşisözlükten okuduğum kadarıyla insanlar filmi ya çok sevmiş, ya çok saçma bulmuş. Ben sevdim, severken kendime sık sık "oyuna gelme anne!" dedim. 3 saat boyunca gözüme sokulan "ezilen/ezen" kıyaslamasının Amerika'da yapılması sinirime dokundu. Düşündükçe film hakkımdaki her bir düşüncemi kendi kendime alt ediyorum. İzlemezsem eksik kalacağım bir filmdi. Bilimkurgu, kitaptan uyarlama. Ama herkes başka düşünüyor, o yüzden illa izleyin denecek bir film değil. Ben yine de biraz spoiler içeren düşüncelerimi aktarayım:

Fimi izlemeyi düşünüyorsanız, şimdi okumayın, izledikten sonra okuyun spoiler içerir!! (izledikten sonra da okumayabilirsiniz tabi, bananeyse)

Özel ilgiyle hazırlanan, çok masraf yapılan Hollywood filmlerinden. Filmde şırınga edilmeye çalışılan ezen/ezilen karşıtlığının önüne geçen aksiyon sahneleri eminim epey pahalıya patlamıştır. Hikayenin yanında bu görsellik filmi bu kadar güzel kılıyor. .

Film, 6 farklı zamanda geçen, hepsinin birbirine bağlandığı hikayelerden birkaç dakikalık görüntüler eşliğinde, karmakarışık olarak anlatılıyor.

1. 1850ler: Sınıf ayrımının, siyah ve beyaz ırk ayrımının doğal olduğunun düşünüldüğü zamanlarda, asil bir ailede yetişen bir avukatın aydınlanması ve anılarını bir deftere kaydetmesi. Burada ilginç olan "bu halde mutlusun değil mi?" diye kölelerine sormaları ve adamın mecburen "evet" demesini köleliğin doğallığına inanmalarına dayanak olarak göstermeleriydi. Beyazların dayanamadığı güneş altında tarlada çalışabilmelerini "deve gücüne" sahip olmalarına bağlamaları... İnsanların nasıl bu kadar zalim olabildiklerini hep merak etmişimdir. Zaten film boyunca bunu sordum yine kendime.

2. 1930lar: Eşcinsel bir aşk. Bir besteci. Bu sanatçının asil birine yamanmazsa hayatını idame ettiremeyeceği gerçeği, bu asil bestecinin O'nun eserini çalmaya kalması (Profesörlerin asistanlarının makalelerinin altına imza atmak istemeleri gibi). Bizim ezilenin hakkını, eserini korumak istemesi... Kendinden sürekli emin bakışları. Bir sanatçının cinsiyet, yaş sınırı tanımadan aşık olabileceği gerçeği.

3. 1970ler: İdealist bir gazeteci (babası da idealistti). Daha önce örneğini çok gördüğümüz olaylar. Hükümetin bir hatasını fark eder, ki bu elbette petrol ve nükleer enerjiyle ilgilidir. O ve ona yardım edenler öldürülmeye çalışılır. Sonunda iyiler kazanır gibi olur. En azından ölmez iyi kalpli gazetecimiz (Bu kısım günümüz idealist Hollywood filmlerine çok benzediği için şimdi anlatmak çok sıkıcı geldi). Bir sahne fenaydı. İyi gazetecimiz katilinden kaçarken, göçmen bir kadına sığınır. Katil gelip ne tarafa gittiler diye sorduğunda, başka bi şeyler söyler kadın. Adam bağırdıkça kadının köpeği havlamaya, katile artizlenmeye başlar (ufacık bi şey). Adam köpeği vurur, kadına "koduumun ırgatı" der gider, kadın şok geçirir. Bi yerde adamı yakalar, öldürür. Ağlayarak "bana sakın "koduumun ırgatı deme!" der. Şimdi anlatmak çok saçma geldi ama tutamadım kendimi. Kadın o atölyede sadece gelen yasal görevlilere "biz burda yasadışı bi şey yapmıyoruz, bizim patronumuz çok iyi bi insan, herkesi sigortalı çalıştırıyoruz" demek için vardır. Yani günümüze yaklaştıkça insanlar, köleliğe devam etmek zorunda olmasına rağmen, kölelik artık hakaret sayılır. Şu anki toplumun anlayışına göre, üç kuruşa inanmadığı şeyleri söylemek kölelik sayılmaz. Fark nedir? İnsanlar daha huzurlu diyebilir miyiz?

4. 2012: Çılgın, yaşlı bir yayıncımız var burada. Kendi kendine sorar, insan niye yayıncı olur ki, diye. İnsanlık dışı bir olay sonucu kitap satışları tavana vurur, paranın dibine vurur. Sevinir, sevinci kursağında kalır....Fln filan. Bu da komik bi hikaye. Burda idealist olan kim diye düşünüyorum, bulamıyorum. Hikaye yine kölelik ve özgürlüğü anlatıyor ama ağzının kenarıyla. İdealist görülebilecek insanlar yalnızca İskoç taraftarlar. Bir barda, maç sonrasında "burda hiç mi gerçek bir İskoç yok" sorusuna yüksek alkol ve ateşle cevap verirler. Günümüzde idealizmin bu olduğunu düşündürür. İnsanların hayalleri artık insan haklarından ziyade, sürekli gözümüze sokulan, anlık stres atmalara dönüşmüştür. Futbol, alışveriş, seks...

5. 2044: Distopik Kore. Üretilmişler, yani yüzleri, mimikleri tamamen aynı, kendi mimikleri olmayan satış görevlileri. En etkileyici bölümdü benim için. Çünkü günümüz hizmet sektörünü anlatıyor neredeyse birebir. Yüzleri aynı olan bu kadınlar, aynen AVMlerdeki mağazalarda, restoranlarda gördüğümüz kadınlar gibi. Müşteriye güler yüzlü davranmak zorunda, ne olursa olsun. Kendi duygu ve düşünceleri olmamak zorunda. Sonra bir sendikacı gelir ve bu Üretilmişlerden birini (Somni 451: Fahrenheit 451'le bir ilgisi var mı acep?) kurtarır. Ona gerçekleri gösterir.  İsyan etmezse sonunun ne olacağını gösterir (imha edilip sonra yeni bir Üretilmiş üretilecektir vücudundaki proteinlerden). Somni isyan eder. Üretilmişlerin üretildiği fabrikayı yok etmeye karar verir. Yakalanır. Tabi ki başarısız olurlar. Hikayesini anlatır öldürülmeden önce. Başarısız olacağını bildiğini, ancak bunu yaparsa insanların zamanla gerçekleri öğreneceğine inanır. [Hollywood burda kapitalizme isyan etmemizi öğütler, insanlar daha fazla tüketsin diye hizmetçilere yapılan işkenceyi, insanlık dışı yaşam şartlarını kabul etmememizi öğütler. Buna isyan etmezsek böyle bir sorunun varlığından diğer milyonların hiçbir zaman haberinin olmayacağını öğütler. Sendikaları desteklemek gerektiğini öğütler. Sonunu düşünen kahraman olamaz der. İnsanın gaza gelmemek için kendini epey tutması gerekir. Çünkü filmden çıktığında, gecenin karanlığında sokakta yürürken, ilerde yükselen kocaman ışıklı binalar, yollarda vızır vızır geçen arabalar, gecenin köründe bile acelesi olan topluluk, kafasında hesaplarla dolaşan insanlar gözünü korkutur. Ne kadar yakınım 2044'e der insan. Üretilmişlerin Tüketicilerin yaşam alanına giremediği ve Tüketicilerin Üretilmişleri zerre kadar merak etmediği bir dünya. AVMler bunun için en iyi örneklerdir.]

6. Çooook ilerde bir zamani medeniyetin çöktüğü zaman. İnsanlar bir önceki bölümde anlatılan isyancı Somni'ye tapmaya başlamıştır. Kabile hayatına geri dönülmüştür. Gezegenler arası yolculuk yapılabilmektedir. Mutlu bir aşk hikayesiyle biter elbette.

Filmden çıktığınızda içinizde haksızlıklara karşı sessiz kalınmamasının ve canlı kalanların mutlu olabildiklerini görmenin verdiği huzur vardır. Bir taraftan da bu huzurun saçma olduğunun farkındasınızdır. Çünkü düşünmek istemeseniz de düşünürsünüz: "Bu isyanların sonunda ölenler de vardı, onların ölmesi sadece bir istatistik mi olmalı? Ya da gelecek nesillerin daha iyi yaşamaları için kendilerini feda ettiklerini düşünüp, onlara minnet duyarak görevimizi yerine getirmiş mi saymalıyız kendimizi? Bugün bizim görevimiz yalnızca bu mu gerçekten? Birkaç "çılgının" çıkıp bizim yerimize haksızlıklara direnmesini mi beklemeliyiz?" Bu, hiçbir şey yapmadan bir kenarda durup, yapanları alkışlamanın verdiği huzursuzluktur.

Bir taraftan da isyan etmenin filmlerdeki gibi işe yarayacağını düşünmemenizdir. Bir kere hayata geleceğim, ne gerek var ölüme, dersiniz, dünyayı ben mi kurtaracağım dersiniz.

Gerçek hayatta alkışlamaktan bile korktuğunuzun farkına vardığınızda, kendinizden daha çok nefret edersiniz.

Not: Şu linkte filmin anlamadığınız noktalarını dolduracak güzel bir tablo var: http://www.scene-stealers.com/wp-content/uploads//2012/11/cloud-atlas-infographic.png

Selam eder, kitabın yazarının gözlerinden öperim.







18 Kasım 2012

ANKETİMSİ


Son günlerde bazı arkadaşlarıma şu soruyu sordum: "Geleceğiniz hakkında ne hissediyorsunuz? Mutlu (ya da nasıl olmak istiyorsanız öyle) olacağınızı düşünüyor musunuz? Ümitli misiniz, korkuyor musunuz? Diğer insanlardan çok farklı korkularınız olduğunu düşünüyor musunuz? Diğer nesillerden (misal anne babanızdan) çok daha zor/kolay bi geleceğiniz mi olacak sizce? Neden?"

Mail yollayarak sorduğum bu soruya henüz 6 cevap geldi, aşağıda yayınlıyorum. Yeni cevaplar geldikçe altına eklerim. Tabi ki isimleri belirtmiyorum. Sadece 25 yaş civarında üniversite görmüş (öğrenci/mezun) insanlar olduklarını söyleyebilirim.

Benim kendi geleceğimle ilgili kaygılarım var. Kendimi ne kadar yalnız hissetmeliyim bilemedim, benim gibilerin aklından neler geçiyor merak ettim. Bu yüzden sordum. Buyrun yanıtlar:

----

1) Ben genel olarak saglikli oldugum surece istedigim gibi bir hayata diger kosullar ne olursa olsun kavusabilecegime inaniyorum. Mutluluk gibi kavramlarin zamanin sartlariyla ilgili olmadigini dusunuyorum. Umitliyim ve korkmuyorum:) Genel olarak insanlarin korkulari ne bilmiyorum, belki senin anketinle bir iki fikir edinmis olurum, ama bence farklidir herkesin..
Benim korkularim/merak ettiklerim cevresel (dunya) ve sosyolojik (insanlik) acidan nereye gidiyoruz, hersey kontrol altinda midir/olabilir mi(!) gibilerinden.. Anne/babamizdan farkli bir altyapi olusturduk ve daha farkli yasiyoruz ozellikle gelisen teknolojinin etkisiyle, kime neye gore kolay/zor olur, bunu tartmak mumkun mudur bilemedim simdi:)  

------

2) Geleceğim hakkında çok ümitli değilim çünkü emeğimin karşılığını alamayacağımı, istediğim şeyleri elde edemeyeceğimi biliyorum. Özellikle türkiye gibi bir ülkede istediklerini elde etmek için önce sürüneceksin sonra çabanın binde birini alabilirsin, çok çalışmadan taviz vermeden olmaz gibi bir anlayışın büyüğünden küçüğüne yerleştiği ya da yerleştirildiği bir ülkede mutlu olmak çok zor. 

Bir kere gelecekte mutlu olacağına inanmak için ne yapmak ya da ne olmak istediğini bilmek gerek ben hala bilmiorum 25 yaşımda olmama ve master yapıo olmama rağmen. 

Akademisyen olmak istiodum en yakın o geliodu ama artık burada ona da izin verilmiyor. Hissttiğim şey ümit, ya da korku değil ama hayal kırıklığı ve vazgeçmişlik ve beklentisizlik. Dİğer insanlarla korkularımın aynı olması o insanların kim olduğuna bağlı. Benim derdim bir şirkete giriyim, müdür olayım değil derdim sevdiğim işi yapıyım bu çöp toplamakta olabilir, arge yapmakta ama onu bulmak benim için önemli yani derdim bu bitmeyen arayışım. 

Gelecek ana babalarımızdan daha zor bizim için. Bir kere farkındalık çok fazla, zaten stres gibi unsurları söylemiyorum tabi. Ama o nesil de başka şeler yaşamış, kimi kocasının her dediğine boyun eğmiş, kimini ana babası zorla evlendirmiş falan. Mesela biz eğitimli kadınlar olarak daha avantajlıyız falan. O sebeple kıyas çok doğru değil, sorunlar farklı ama hissettirdiği mutsuzluk düzeyi aynı olabilir.

Sonuç olarak gelecekten çok ümitli değilim ama yine de mutsuzluktan dibe vurmamı engelleyen şey az da olsa bir umut besliyor olmam.  



------

3) siktir git kedi:) (kedi: çok değerli bir yorum:)

-----

4) Evet cok derin bir konuya parmak bastıgını oncelikle belirtmek istiyorum, son bi kac aydır sureklı bunlara dair kafa yormaktayım nereye gidiyoruz ve bize neler oluyor diye? Beni bu soruyu dusunmeye iten neden ise hayatta karşılaştığım bazı noksaklıklar. Calışma ortamımda insanların aciz durumlarda olduğunu zengin ve fakirin bariz bir sınıf ayrımı olarak gorulduğu bir algıda yaşıyoruz maalesef, geleceğe dair endişelerim var sevgili kedi, ümit denen varlıktan yoksun hissediyorum nedense kendimi ya da şu anki ruh  halimle yazıyorum sana bunu aklımda surekli sorgu ve suallerle yasamak istemiyorken ben, bazen de insanlar gibi vurdumduymaz armut piş ağzıma dus zihniyeti de agır geliyor bunyeme, anlicağın su sıralar pek mutlu değil gibiyim. 

Gelecek içinse bir gun guzel seylerin olacağına inanıyorum fakat insan yaradılışı olarak içsel bencilliğimiz ve hırslarımızı bir kenara bırakarak hayata bakabilirsek.. Anne ve babalarımızın yaşadığı evlilik olayından daha iyisini ümit ediyorum cunku her seferinde gozlemlerim sonucunda kendi kendime boyle bir hayat degil de daha farklı bir hayat olacak yaşadığım diye.. Egrısıyle doğrusuyla, evlilik mantalitelerimiz farklı olacaktır cunku.. Eve geldiğimde sıcak yemeğim olsun camasırım yıkanıp utulensin, orda burda egleniyim gece geldiğimde de koynunda bi kadınım olsun... bakma erkeğe camur attığıma kadınlar da eksik kalır değil onlardan psikoloji aynı, beni biri beslesin ailemin yanından uzaklasıyım rahat rahat gezip toziyim yapacağım iş aynı zaten baba evinde de yapıyordum şimdi kocama yaparım ne olacak hem beni koruyup kollayacak sahiplenecek biri olur diye.. Yaaa demem o ki devir değişti carklar dondu yıl 2012 yi gosterdi, teknoloji cığır aştı, aynı şekilde insan beyinleri ruh hali ve beklentileri de evrim gecirerek bu zamandaki yolculuktan nasibini aldı... Gelecek zamana bağlı olarak, kısmi bir mutlu icerisinde gececek zaman dilimlerinde yeni bir seyahatte değişecek yolculuğunu bekliyor... 

-----

5) Geleceğimin her zaman sonraki beş, on, ve daha sonraki yıllardaki zamanlarda yapacaklarımı yaklaşık olarak planladım. Nerede olmak istiyorum, ne yapmak istiyorum, kimlerle yaşamak istiyorum vs vs gibi. Ama aynı zamanda esneğim bu konuda çünkü bunların bi kısmı başkalarıyla değişebilir. Şu ana kadar her şey istediğim gibi gitti ve yaşadklarımın her bir anından çok zevk aldım. Zamanı gelince de üzüldüm olması gerektiği gibi ve sonuna kadarda üzüldüm.. Ne de olsa karakterim böyle. Henüz hayatın kullanım klavuzunu çok da iyi bilmiyorum ve sonuna kadar da kusursuzca bileceğimi düşünmüyorum. Haa dersen ki, ya bi gün kolun bacağın giderse?? Üzülürüm öyle bişii olursa ama yüzüm, gözüm tuttuğu için hayata böyle devam ederim ve gene mutlu olmaya çalışırım. Yakın birilerini kaybedersem, maddi anlamda bişiiler kaybedesem üzülürüm. Ama ben yaşıyorum ya, mutsuz yaşamak istemiyorum.. O yüzden gene de her nefesimde mutlu olmaya çalışırım.. Yaptığım şey Polyannacılık değil elbet, sadece kısıtlı zamnımı mutlu geçirmek istiyorum :))

Ben ümitliyim, çünkü hayallerim var daha gerçekleştirmek istediğim. Ama imkanız, ütopik şeyler değil. Çok kolay şeyler de değil, zor şeyler ama yapabileceğime inandığım şeyler. İnsan yapamayacağı yükün altına girerse ve bunu başaramazsa mutsuz olur.

Benim korkularım yok hayata karşı. Sadece üzüldüğüm şeyler var. O da insanla ilgili değil, insanlıkla ilgili..

Her kuşağın kendince zorlukları vardı ama kendince tatminleri vardı. Kar - zarar marjı gibi yani. Tamam dedeler zamanında ulaşım iyi değildi ve herkes yakınlarıyla daha ii iletişim kuruyordu ama günümüzde ulaşım çok iyi ve dünyanın bi ucu ile dahi ilişki kurabiliyoruz.. Negatifi ise yakınlarımıza zaman ayıramıyor olmamız.. Bana göre her şey güzel, "her şey" in her değişkeni değişince.

------


6) Umitliyim, mutlu da olucam, hayat guzel, yasamak guzel ama ailemin yurudugu yollardan daha fazlasini yurumek zorunda kalacagim.


Mesela bazen de umitsiz oluyorum, o zamanda yasamdan siliniyorum. Umitlerim planlarim benim yasama sevincim, ha gerceklesmezse mutsuz mu olurum, hayir. Cunku arkasindan gelen b plani ve o da olmazsa, ondan sonraki mutlaka benle olur.

Evet ben bir plankolik miyim. Sanirim. Ama bir o kadar da rahatim. Aslinda kimi zaman degilim.


Neyse ben neyim yine karistirdim kendimi


-----

7) Zaman geliyor ümitleniyor hevesleniyor ben yaparım ki bunu diyosun ama diğer zmn gelince de olm ben bunu nasıl yapcam ya çooook çalışmak gerek hayatta mutlu olmak için bu kadar çalışmak gerek mi ki diye düşünüosun sonra aslında en başta hata yaptığını anlıyosun denklemin tek kişilik olmadığını kavrıyosun. Bu sefer çoklu gelecekler için uğraş içerisine giriyor ve hayal ediyorsun. genelde de senin tek başına planladığınla alakası olmayan bir sonuca varıyorsun. hala ben tekil mi yoksa çoğul mu bir gelecek istiyorum, onu seçememiş olarak gelecekten korkma ya da ebevenylerimden daha kolay bi hayat yaşamayı düşünme konularına gelemedim, daha kitabın başındayım. o yüzden bulunduğum zmn en güzeli geleceğe karşı herhangi bir kaygı beslemek geçmişte yaptıklarıma duyabileceğim pişmanlık gibin geliyor. bir de diyorum ki vicdanıretçi olup siyasi sıgınma hakkımı da isviçrede kullanıp gözlerimi alplerde mi yumsam mantıklı değil mi :)

Kedi: Bu kadar şimdilik. Kesin  bir sonuca varmıyorum tabi ki. Sadece şunu söyleyebilirim: Herkesin benim kadar karamsar olmaması, geleceğini başkalarının yüzünden karanlık görüp, enerjisinin tükenmesine izin vermemesi, bana da enerji veriyor, daha geniş bakmamı sağlıyor. Teşekkür ederim herkese:)


















14 Kasım 2012

ÇAĞDAŞ SOSYOLOJİ TEORİLERİ - 3

http://kanatlikedimasali.blogspot.com/2012/11/cagdas-sosyoloji-teorileri-2.html
Burdan devam:

3. Sembolik Etkileşimcilik

Çatışmacı ya da işlevselci kuramlardan çok farklı bir açıdan bakar topluma.(kedi: bunlar 2 zıt kutup gibi duruyordu, başka açısı da mı varmış bu işin? Hadi bakalım...) 

Avrupa, yönetici sınıflar tarafından yönetilen, ABD ise bireysel hareketin daha serbest olduğu bir toplum olarak görüldüğünden bu kuram, 1945 sonrasında, Amerikan sosyolojisinde, (özellikle yapısal işlevselciliğe tepki olarak) doğmuştur. Bireyle ve onun kendini ifade etme yeteniğiyle ilgilenir.

Öncüleri: Mead (en başta gelir), Herbert Blumer, Erving Goffman, Simmel, Robert Park, W.Isaac Thomas, John Dewey, C. Horton Cooley.

Mead (1863-1931): İnsanı hayvandan farklı kılan özellikler vardır: davranışları içinde bulunduğu duruma göre ya da hedefine göre planlamak, sembollerle iletişim kurmak ve anlamını yorumlamak, bir benliğe sahip olduğunun bilincinde olmak gibi. Bu özellikler insanın kontrolü ele geçirmesini sağlar (Mead'e göre).

İletişimdeki sembollerin anlamları duruma göre, vurgulanışına göre farklı anlamlar kazanır. Derste hocanın verdiği sevimli örnek: Hababam Sınıfı'nda Şener Şen, Perran Kutman ilişkisi:)
Ortak beklentiler sonucu herkesin rolü belirlenir. Fakat roller sabit değildir. Zamana, duruma ve kişiye göre değişir.

Ferdi ben (I): İç benlik
Sosyal ben (me): Toplum içindeki benlik ayrımı yapar. Bu ikisi arasında sürekli mücadele vardır. Bu mücadele, toplum içinde olmadığımızda bile kendimizi kontrol etme alışkanlığı doğurur. "Genelleştirilmiş öteki", cenaze törenin gülmemizi istemez ve gülmeyiz. Ancak bu her zaman bizi kontrol etmez. Özellikle önemsediğimiz kişilerin yani "önemli diğerleri"nin baskısına boyun eğeriz.

Sınıf mücadelesi değil, birey ve zihni, iletişim kurma yeteneği, toplumsal davranış psikolojisi üzerine çalışmıştır daha çok. Nesneler, duygular, olaylar, insanların onlara yüklediklerinden başka anlamlar taşımazlar. Toplum her ne kadar kapsadığı bireylere rol vererek onları kontrol altında tutuyor gibi görünse de, roller değişir ve insanlar nasıl davranacakları konusunda seçimlerini kendileri yaparlar (kedi: fazla iyimser geldi bana).

Herbert Blumer: Mead'in öğrencisi. İnsanların neden belli biçimlerde davrandıklarını anlamak istemiş, laboratuvar deneylerine başvurmuştur. Yapı, süreç ve metodoloji adımlarında katkıda bulunmuş bu kurama.

Yapı: deli gömleğidir. Toplumsal roller, otorite gibi zorlayıcı ekenler olsa da, insan davranışların sadece bunların etkilemediğini söyler. Saha çalışmaları, etnografya, niteliksel sosyoloji, yani "keşfetmek" ve "yakından incelemek" yöntemlerini kullanır.

Erving Goffman (1922-1982): Mead'ten ve Durkheim'dan etkilendi. Özellikle dramaturjik fikirleriyle katkıda bulundu bu kurama. Ön bölge (sahne), arka bölge (sahne arkası) diye ikiye ayırdı hayatı. Arka bölgede insan eğitimler alır, kendini sahneye çıkmaya hazırlar. Diğer oyuncular da ona yardım eder. Sahnede tüm altyapısını sergiler. Sahne arkası ne kadar güçlü olursa, sahne o kadar başarılı olur,insan o kadar başarılı sayılır.

İkinci katkısı ise "etkileşim düzeni" alanında yapılacak çalışmalara yeni bir bakış açısı kazandırmış olmasıdır. Toplumda tabi olanlar ile otorite arasındaki ilişkiyi anlamak için, otoritenin (güç ilişkilerinin) incelenmesi gerektiğini savunur. Bu, makro ve mikro araştırma arasında köprü kurma çabası sayılabilir.

Sembolik etkileşimcilik; özellikle başka türlü cevaplanması zor önemli sosyolojik sorulara cevap aradığı, topluma tepeden değil, bireyin gözünden bakabildiği için, son 30 yılda daha fazla ilgi görmekte imiş. Toplumsal düzenle ilgili çok fikir üretmez, yalnızca bireye odaklanır. Bireyler toplumsal sürekliliği nasıl gerçekleştirebilir? Bu açıdan eleştirilebilir.

Geçmiş olsun..









13 Kasım 2012

ÇAĞDAŞ SOSYOLOJİ TEORİLERİ-2

http://kanatlikedimasali.blogspot.com/2012/11/cagdas-sosyoloji-teorileri.html
Burdan devamla:

2. Çatışma Teorisi: 
Toplum: Bireylerin, grupların güç elde etmek için birbirleriyle mücadele ettiği ve bir grubun geçici bir süre için rakiplerini bastırmasıyla çatışmanın denetim altına alındığı ortam.
Bireyler temel bazı çıkarlara sahiptir.
Toplumsal ilişkilerin çekirdeği olan güç, tüm çatışmaların merkezindedir.
Değerler ve düşünceler, toplumun kimliğini ve hedeflerini belirlemez. Farklı grupların kendi çıkarlarına ulaşmak için kullandıkları silahlardır.

4 farklı yaklaşım vardır çatışmacı teoride:
Karl Marks geleneği: Mills, Frankfurt Okulu (Eleştirel Teori)
Max Weber geleneği: Dahrendorf, L. Coser, Randall Collins
Georg Simmel
Chicago Okulu geleneği

Eleştirel Teori: 1923-Frankfurt Üni'nde Frankfurt Sosyal Teori Okulu kuruldu. Finansman Felix Weil, ilk müdür Grünberg ancak asıl adamlar Theodor Adorno ve Max Horkheimer. Marksist temele sahipler. Zamanla üye yapısı ve geliştirilen teoriler değişse de temel noktalar şunlardır:

Ortodoks Marksist düşüncenin çağa göre yeniden değerlendirilmesi,
Totalitarizmden nefret,
Nazi Almanyası ve sovyet komünizminin birey üzerindeki özgürlük kısıtlaması,
Kapitalizmin baskıcı ideolojisi.

Disiplinlerarası teoriler geliştirildi: Erich Fromm sosyalist hümanizm, W. Reich toplumsal psikoloji, Kurt Lewin grup dinamikleri ve toplumsal eylem, A. Löwe politik ekonomi,L. Lowenthal edebiyat sosyolojisi, Benjamin ve Adorno ise edb, sanat ve kitle kültürü üzerine çalıştı.

Yani, pozitivizm ve ampirisizm eleştirisi, gelişmiş toplumlardaki yeni egemenlik biçimlerinin analizi, kültür endüstrisi analizi ve bireyselliğin  geleceği konusunda karamsarlık ağır basıyordu. (Kedi: a-ha!bizim neslin kafasına gelmeye başladılar!)

Mills (1916-1962): ABD'deki sosyal bilim kurumlarına asilik etti. Aktivist. Çoğu sosyoloğun döneminin sosyal problemlerini eleştirmemesinden şikayetçi (kedi: aynı şimdiki gibi değil mi? Bugünü eleştiren sosyolog ismi şak diye gelmeli  haber takip eden herhangi bir insanın aklına). Amacı sosyal reform yapmak, Amerikan halkına sosyolojiyi tanıtmaktı. Amerikan liberalizminin kritik eşiği aştığına inandı.Çağımızın ahlaki rahatsızlığından, kitlelerin siyasal ve toplumsal liderlerin kontrolüne girmesinden ve çağdaş aydınların manevi liderlik görevlerini yapamadıklarından şikayet etti. Dili anlaşılırdır. (Toplumbilimsel Düşün kitabı)

Bourdieu (1930-2002): Toplumun sınıf çatışması ile incelenmesine dayalı Marksist görüşe karşı çıktı. Sınıf yerine "alan" kavramı kullandı. Akademik, dinsel, ekonomik ve güç alanları farklı farklıydı. Okullardaki eğitimi çok önemsedi. Farklı alanların özerk olabileceğini söyledi (politika ile ekonomi birbirinden bağımsızdı mesela. kedi: nasıl olabilir ki o?)

Ekonomik(ekonomik kaynaklara egemen olmak), toplumsal(ilişkilere egemen olmak) ve kültürel 3 farklı sermaye tipi olduğunu savundu.  En çok kültürel sermayeye değindi: Ebeveynler verir çocuklara bunu. Farklı sınıflar arasındaki zevklerin nasıl farklılaştığını, bu sermayenin bireyin başarısını, eğitim sürecini nasıl etkilediğini anlamaya çalıştı.

Dahrendorf (1929-2009): Üretim araçkarının mülkiyetine değil, güç ve iktidara sahip olmanın önemine değindi. Kişi belli bir konumda egemenken başka bir konumda "tabi" olabilir. Misal: Gecekodu  mahallesinde hemşehrisine ev temin eden eski mahalleli egemendir, ama metropolde çalıştığı işyerinde ya da şehrin modern bölgelerinde tabi konumundadır. Buradan çıkar grupları ve çıkar ilişkileri kavramlarını üretti. Otorite her zaman statükosunu sürdürmeye çalışır. Bu durum çıkar çatışmasına sebep olur.

Marks gibi proletaryanın en sonunda mutlaka devrimci sınıfa dönüşeceğini düşünmedi. Bunun için koşulların uygun olması gerektiğini, dönem dönem tabi sınıfın refahının artabileceğini, dayanışmanın bu zamanlarda gevşeyeceğini söyledi. Sanayinin (teknolojinin) artmasıyla işçi farklılaşıp kendi içinde bölünecekti, dayanışmasını daha da zorlaştıracaktı.

Sürekli çatışma O'na göre kaçınılmazdı ve toplumsal düzenin temeliydi. Yani çatışmacı ve denge teorileri arasında köprü kurmaya çalışan bir sosyologtu. (kedi: "allah rahmet eylesin, çok iyi adamdı" diyesim geldi. demek ki neymiş, di li geçmiş zamanda anlatmamak lazımmış)

Lewis Coser (1913-2003): Parsons'ın öğrencisi. Marx, Weber ve Simmel'den beslenmiştir. Birey psikolojisini önemser. İnsanlarda saldırgan/düşmanca güdüler bulunduğunu, sıkı  ilişkilerde sevgi ve nefretin bir arada bulunduğunu savunur. Bu durum çatışmaya yol açar. Bu illa ki olumsuz bir şey değildir. Çatışmaların, çatışan grupların kimliğini belirlemede faydalı olduğunu düşünür.

Randall Collins (1941- ): Weber, Durkheim, Mead, schutz ve Goffman dan etkilenmiştir. Böylece denge ve çatışma teorilerini harmanlamıştır. Servet, güç ve saygınlık "meta"dır ve az bulunur. Bu nedenle insanlar bunlara devamlı sahip olmak ister, eşit pay almayı reddeder. Diğer insanlar itibarsızlıktan kaçmak için mücadele etmek zorunda kalır. Yani çatışmanın temelinde "baskı" vardır.


Çatışmacılar neden eleştirildi?
- Bir insanın kazancının bir başkasının kaybından oluştuğunu düşünürler. Halbuki her zaman böyle değildir.
- Bireyin fikrinin yalnızca güçlünün çıkarlarının bir yansıması olduğunu savunurlar. Bu sav, olayların açıklanmasında her zaman yeterli değildir.
- Çatışma teorisi, bir grubun gücü nasıl koruduğunu açıklayabilir, ancak güce nasıl sahip olduğunu o kadar iyi açıklayamaz.

Bu da bitti çok şükür...Sıradaki gelsin...