Dün izledim. Ekşisözlükten okuduğum kadarıyla insanlar filmi ya çok sevmiş, ya çok saçma bulmuş. Ben sevdim, severken kendime sık sık "oyuna gelme anne!" dedim. 3 saat boyunca gözüme sokulan "ezilen/ezen" kıyaslamasının Amerika'da yapılması sinirime dokundu. Düşündükçe film hakkımdaki her bir düşüncemi kendi kendime alt ediyorum. İzlemezsem eksik kalacağım bir filmdi. Bilimkurgu, kitaptan uyarlama. Ama herkes başka düşünüyor, o yüzden illa izleyin denecek bir film değil. Ben yine de biraz spoiler içeren düşüncelerimi aktarayım:
Fimi izlemeyi düşünüyorsanız, şimdi okumayın, izledikten sonra okuyun spoiler içerir!! (izledikten sonra da okumayabilirsiniz tabi, bananeyse)
Özel ilgiyle hazırlanan, çok masraf yapılan Hollywood filmlerinden. Filmde şırınga edilmeye çalışılan ezen/ezilen karşıtlığının önüne geçen aksiyon sahneleri eminim epey pahalıya patlamıştır. Hikayenin yanında bu görsellik filmi bu kadar güzel kılıyor. .
Film, 6 farklı zamanda geçen, hepsinin birbirine bağlandığı hikayelerden birkaç dakikalık görüntüler eşliğinde, karmakarışık olarak anlatılıyor.
1. 1850ler: Sınıf ayrımının, siyah ve beyaz ırk ayrımının doğal olduğunun düşünüldüğü zamanlarda, asil bir ailede yetişen bir avukatın aydınlanması ve anılarını bir deftere kaydetmesi. Burada ilginç olan "bu halde mutlusun değil mi?" diye kölelerine sormaları ve adamın mecburen "evet" demesini köleliğin doğallığına inanmalarına dayanak olarak göstermeleriydi. Beyazların dayanamadığı güneş altında tarlada çalışabilmelerini "deve gücüne" sahip olmalarına bağlamaları... İnsanların nasıl bu kadar zalim olabildiklerini hep merak etmişimdir. Zaten film boyunca bunu sordum yine kendime.
2. 1930lar: Eşcinsel bir aşk. Bir besteci. Bu sanatçının asil birine yamanmazsa hayatını idame ettiremeyeceği gerçeği, bu asil bestecinin O'nun eserini çalmaya kalması (Profesörlerin asistanlarının makalelerinin altına imza atmak istemeleri gibi). Bizim ezilenin hakkını, eserini korumak istemesi... Kendinden sürekli emin bakışları. Bir sanatçının cinsiyet, yaş sınırı tanımadan aşık olabileceği gerçeği.
3. 1970ler: İdealist bir gazeteci (babası da idealistti). Daha önce örneğini çok gördüğümüz olaylar. Hükümetin bir hatasını fark eder, ki bu elbette petrol ve nükleer enerjiyle ilgilidir. O ve ona yardım edenler öldürülmeye çalışılır. Sonunda iyiler kazanır gibi olur. En azından ölmez iyi kalpli gazetecimiz (Bu kısım günümüz idealist Hollywood filmlerine çok benzediği için şimdi anlatmak çok sıkıcı geldi). Bir sahne fenaydı. İyi gazetecimiz katilinden kaçarken, göçmen bir kadına sığınır. Katil gelip ne tarafa gittiler diye sorduğunda, başka bi şeyler söyler kadın. Adam bağırdıkça kadının köpeği havlamaya, katile artizlenmeye başlar (ufacık bi şey). Adam köpeği vurur, kadına "koduumun ırgatı" der gider, kadın şok geçirir. Bi yerde adamı yakalar, öldürür. Ağlayarak "bana sakın "koduumun ırgatı deme!" der. Şimdi anlatmak çok saçma geldi ama tutamadım kendimi. Kadın o atölyede sadece gelen yasal görevlilere "biz burda yasadışı bi şey yapmıyoruz, bizim patronumuz çok iyi bi insan, herkesi sigortalı çalıştırıyoruz" demek için vardır. Yani günümüze yaklaştıkça insanlar, köleliğe devam etmek zorunda olmasına rağmen, kölelik artık hakaret sayılır. Şu anki toplumun anlayışına göre, üç kuruşa inanmadığı şeyleri söylemek kölelik sayılmaz. Fark nedir? İnsanlar daha huzurlu diyebilir miyiz?
4. 2012: Çılgın, yaşlı bir yayıncımız var burada. Kendi kendine sorar, insan niye yayıncı olur ki, diye. İnsanlık dışı bir olay sonucu kitap satışları tavana vurur, paranın dibine vurur. Sevinir, sevinci kursağında kalır....Fln filan. Bu da komik bi hikaye. Burda idealist olan kim diye düşünüyorum, bulamıyorum. Hikaye yine kölelik ve özgürlüğü anlatıyor ama ağzının kenarıyla. İdealist görülebilecek insanlar yalnızca İskoç taraftarlar. Bir barda, maç sonrasında "burda hiç mi gerçek bir İskoç yok" sorusuna yüksek alkol ve ateşle cevap verirler. Günümüzde idealizmin bu olduğunu düşündürür. İnsanların hayalleri artık insan haklarından ziyade, sürekli gözümüze sokulan, anlık stres atmalara dönüşmüştür. Futbol, alışveriş, seks...
5. 2044: Distopik Kore. Üretilmişler, yani yüzleri, mimikleri tamamen aynı, kendi mimikleri olmayan satış görevlileri. En etkileyici bölümdü benim için. Çünkü günümüz hizmet sektörünü anlatıyor neredeyse birebir. Yüzleri aynı olan bu kadınlar, aynen AVMlerdeki mağazalarda, restoranlarda gördüğümüz kadınlar gibi. Müşteriye güler yüzlü davranmak zorunda, ne olursa olsun. Kendi duygu ve düşünceleri olmamak zorunda. Sonra bir sendikacı gelir ve bu Üretilmişlerden birini (Somni 451: Fahrenheit 451'le bir ilgisi var mı acep?) kurtarır. Ona gerçekleri gösterir. İsyan etmezse sonunun ne olacağını gösterir (imha edilip sonra yeni bir Üretilmiş üretilecektir vücudundaki proteinlerden). Somni isyan eder. Üretilmişlerin üretildiği fabrikayı yok etmeye karar verir. Yakalanır. Tabi ki başarısız olurlar. Hikayesini anlatır öldürülmeden önce. Başarısız olacağını bildiğini, ancak bunu yaparsa insanların zamanla gerçekleri öğreneceğine inanır. [Hollywood burda kapitalizme isyan etmemizi öğütler, insanlar daha fazla tüketsin diye hizmetçilere yapılan işkenceyi, insanlık dışı yaşam şartlarını kabul etmememizi öğütler. Buna isyan etmezsek böyle bir sorunun varlığından diğer milyonların hiçbir zaman haberinin olmayacağını öğütler. Sendikaları desteklemek gerektiğini öğütler. Sonunu düşünen kahraman olamaz der. İnsanın gaza gelmemek için kendini epey tutması gerekir. Çünkü filmden çıktığında, gecenin karanlığında sokakta yürürken, ilerde yükselen kocaman ışıklı binalar, yollarda vızır vızır geçen arabalar, gecenin köründe bile acelesi olan topluluk, kafasında hesaplarla dolaşan insanlar gözünü korkutur. Ne kadar yakınım 2044'e der insan. Üretilmişlerin Tüketicilerin yaşam alanına giremediği ve Tüketicilerin Üretilmişleri zerre kadar merak etmediği bir dünya. AVMler bunun için en iyi örneklerdir.]
6. Çooook ilerde bir zamani medeniyetin çöktüğü zaman. İnsanlar bir önceki bölümde anlatılan isyancı Somni'ye tapmaya başlamıştır. Kabile hayatına geri dönülmüştür. Gezegenler arası yolculuk yapılabilmektedir. Mutlu bir aşk hikayesiyle biter elbette.
Filmden çıktığınızda içinizde haksızlıklara karşı sessiz kalınmamasının ve canlı kalanların mutlu olabildiklerini görmenin verdiği huzur vardır. Bir taraftan da bu huzurun saçma olduğunun farkındasınızdır. Çünkü düşünmek istemeseniz de düşünürsünüz: "Bu isyanların sonunda ölenler de vardı, onların ölmesi sadece bir istatistik mi olmalı? Ya da gelecek nesillerin daha iyi yaşamaları için kendilerini feda ettiklerini düşünüp, onlara minnet duyarak görevimizi yerine getirmiş mi saymalıyız kendimizi? Bugün bizim görevimiz yalnızca bu mu gerçekten? Birkaç "çılgının" çıkıp bizim yerimize haksızlıklara direnmesini mi beklemeliyiz?" Bu, hiçbir şey yapmadan bir kenarda durup, yapanları alkışlamanın verdiği huzursuzluktur.
Bir taraftan da isyan etmenin filmlerdeki gibi işe yarayacağını düşünmemenizdir. Bir kere hayata geleceğim, ne gerek var ölüme, dersiniz, dünyayı ben mi kurtaracağım dersiniz.
Gerçek hayatta alkışlamaktan bile korktuğunuzun farkına vardığınızda, kendinizden daha çok nefret edersiniz.
Not: Şu linkte filmin anlamadığınız noktalarını dolduracak güzel bir tablo var: http://www.scene-stealers.com/wp-content/uploads//2012/11/cloud-atlas-infographic.png
Selam eder, kitabın yazarının gözlerinden öperim.