28 Ekim 2019

Düşündüm de...

Son yazdığım Reşat Nuri ile ilgili yazıdan sonra kadın olmak hakkında fazlaca düşündüm. Yorumlarda tanıştığım Naciye'den başka feminist yazar isimleri aldım. Youtube'da bol bol video buldum, çalışırken dinledim, düşündüm.

Sanırım kendimi bildim bileli bu konularla ilgiliyim, çünkü dertliyim. Küçüklüğümden beri. Bi kız çocuğunun nasıl davranması, ne giymesi, neleri öğrenmesi gerektiği konusunda kesilen pek çok ahkama maruz kaldım. Benim gördüğüm ahkamlar daha çok muhafazakar bakış açısındandı. Kadınlık derdinin sadece muhafazakarlıkla ilgili olduğunu düşünürdüm ama zamanla öğrendim ki, dindar/muhafazakar olmayan çevrelerde de toplumun illaki kadınlarla bi derdi var, yöntemleri farklı.

Hala aileme kızgınım beni benden uzaklaştırdıkları için. Ama çocuk yetiştirmeye çalışırken topluma uyum sağlamasını sağlamak üzere onu eğitmeye çalışmamak da pek kolay iş değil. Hele ki ailemin entelektüel bilgi birikimi buna yetecek düzeyde değilken... Yetiştikleri çevreyi düşününce bu konuda sadece onları suçlamak da işin kolayına kaçmak oluyor.

Bu kadınlık meselesiyle küçüklüğümden beri bi derdim var derken abartmıyorum yani. Ortaokulda basketbol kursuna gitmek isteyip babamdan bi türlü izin koparamadığımda ısrar edince gerçek sebebi söylemek zorunda kalmıştı babam, kızının o kıyafetler içinde başkalarının içinde hoplayıp zıplamasını istemiyormuş. Kadınlıkla ilgili hatırladığım ilk net olay bu ve hala bunun için kızgınım babama. Ama bu kızgınlığın şu anki bana faydası yok, o yüzden sakinleşmeye, o günden bugüne çok değişmiş olan babamı affetmeye çalışıyorum.

Daha öncesi de vardı tabi ki. Sokakta abimin arkadaşlarıyla top oynamamam gerektiğine dair uyarılar almıştım. Şort değil, pantolon, hatta uzun etek giymem gerekiyordu. Üniversitede kendi kıyafetlerimi ikincielciden kendim almaya başladığım zamanlara kadar kıyafetlerim içinde kendimi hep uzaylı gibi hissettim. Arkadaşlarımdan hep farklıydım, özgüvenim dışgörünüş bariyerini aşıp başka şeylere odaklanmış gibi yapıyordu ama aslında yalandı. Daha akıllı uslu, daha büyümüş de küçülmüş biri gibiydim arkadaşlarımın yanında. Halbuki çocuk/genç olmak istiyordum. İpek Ongun kitaplarını bu yüzden çok seviyordum, başka hayatları anlatıyorlardı bana ama onlarda kendimi bulamıyordum. Şule Yüksel Şenler'in Huzur Sokağı gibi romanları geliyordu önüme, içimi daha da karartıyorlardı. Oralarda çizilen portre geleceğimin portresiydi ve hiç hoşuma gitmiyordu.

Dış görünüşü bi kenara bıraksam bile yetiştiğim çevredeki cinsiyet problemimden kurtulmam mümkün değildi. Hepimiz eşit şekilde yorgun olmamıza rağmen evişleri konusuna annemize yardım etmesi gerekenler hep ablamla bendik, abim hiç sorumlu değildi. Abim üniversite için şehir dışına çıkmıştı ama ablam çıkamamıştı. Abim geceleri eve geç saatlerde gelebiliyordu ama ablam hakkında böyle bir şey tartışma konusu bile olmuyordu. Lisede tüm sınıf tiyatroya giderken, oyun 22.00da bittiği için ben gidemiyordum.

Doğrudan beni etkileyen konularda küçüklüğümden beri itiraz etmeye başladım.

Evlenince baskılar birden azaldı, hatta yok oldu. Artık tartışmalarda daha bir dikkatle dinleniyorum, insan yerine konuyorum. Çünkü evlendim, topluma uyum sağlayabileceğimi kanıtladım. Artık ailem benden sorumlu değil. Bu beni epey rahatlatsa da bir taraftan da sinirimi bozuyor tabi. U. sayesinde saygı görüyorum. Beni destekleyen bir erkek bulabildiğim için de ayrıca saygı duyduklarını hissediyorum. Demek ki yıllardır söylediklerim çok da yanlış şeyler değilmiş, bir erkek de bunları onaylayabiliyorsa demek... Referansım var artık.

Benim için aile ziyareti demek, her an bu tip olaylarla mücadele  etmek demek. Dolayısıyla kadınlıkla ilgili bir şeyler izlemeyi, konuşmayı, tartışmayı, en önemlisi de okumayı seviyorum. Sinirimi paylaşabiliyorum böylece. Bir sorun var ortada, şizofren değilim, diyorum kendime. Çünkü babamla, abimle bu konularda tartışıp, ertesi sabah kahvaltıyı annemle birlikte hazırlamak biraz kafa karıştırıcı oluyor.

Aklımın bir köşesinde hep bu kavga var. Bugün yine feministlikle ilgili bir video dinlerken aklıma yine ailemle olan bir tartışmam geldi. Yıllar önce ölmüş anneannemi sülalede sevmeyen yoktur. Beni bir kere bile azarladığını hatırlamam, torunlarının gönlünü etmeye çalışırdı. Çok severdim. Ölürken de yanındaydım, asla unutmayacağım, güzel bir deneyimdi. Sayesinde ölümü gördüm. O da benim gibi içe kapanık bir insandı (sanırım), dolayısıyla başbaşayken durup dururken muhabbet açmaz, kişisel diyaloglara girmezdi. Dolayısıyla özünde nasıl bir insandı, içinden ne geçerdi, hiç bilmiyorum. Fakat kendisinden "onun gibi bir kadın bi daha gelmez, neslinin son örneğiydi" diye bahsedildiğinde, ne kast edildiğini bildiğimden, sinirlenmeden edemiyorum. Çünkü dedemin bağırıp çağırmalarına, maçoluğuna, hatta gençliğinde dayağına katlanmasından, kendini, hayatını ailesine adamasından ve çalışkanlığından bahsediliyor, eminim. Türkiye'ye son gidişimde bu söze cevap verebildim sonunda. Sinirliydim, sesim titriyordu ama durmadım. Bunlar yüceltilecek değerler değil, kadının başka şansı yoktu, gençliğinde dedeme rest çekip boşanmaya karar verse ne yapabilirdi? Parası yok, işi gücü yok, destek olacak bir sosyal kurum yok, ailesi de dahil tüm toplumu karşısına alacaktı. Ölüm döşeğinde yatarken, henüz bilincini kaybetmediği zamanlarda hayatıyla ilgili neler düşünüyordu acaba? Bunları düşünmek yok, kadının cefakarlığı göklere çıkarılıyor.

Buna sesimi gayet mantıklı gerekçelerle çıkarabildim ya, o zamandan beri gurur duyuyorum kendimle. Hep boşverir, he deyip geçerdim eskiden. (Hatta daha önceleri, bu laflara hak vermeye çalışırdım, sorgulamamaya zorlardım kendimi.) Ne kadarı anlaşıldı dediklerimin, ailemin erkeklerinin zihninde bi kıvılcım çaktı mı, bilmiyorum.

Gerçi bu yıllar içinde, hem bu tip tartışmalar sayesinde, hem de kendi hayatlarında şahit oldukları sebebiyle ailemin erkekleri de değişti elbette. Artık onları daha iyi anlıyorum. Beni etkileyen eril düzen, onları da etkiliyordu. Onlar kötü adam, ben masum kurban değildim aslında, onlar da kurbandı çoğu zaman. Konuşmak, tartışmak önemli. Onlar da beni ve yıllardır demeye çalıştıklarımı daha iyi anlıyorlar. Yeterli değil, ama daha iyi anladıkları kesin.

Asıl diyeceğim şu ki, yıllardır bu konulara bunca kafa yormama rağmen, sırf aktivist gruplara üye değilim, aktif olarak bir şeylere karşı çıkmıyorum diye, teorik olarak desteklememe rağmen "feministim" diyemezdim. O aktivistlere haksızlık olur ya da omuzlarıma sokaklara çıkıp eylem yapma yükü biner diye korkuyordum sanırım. Ya da ciddiye alınmamaktan korkmuş olabilirim. Evet bu daha etkindi büyük ihtimal. Fakat bugün fark ettim ki, tüm ömrüm, kendi küçük dünyamda da olsa, kadın-erkek eşitliğini savunmakla geçmiş. Bunu baya temel derdim yapmışım, kavgasını vermişim. Ben baya baya feministmişim.

Sanırım artık bunu daha rahatça söylememin zamanı geldi.

Artık kafamdaki mücadele sadece muhafazakarlık kaynaklı eşitsizlik de değil, geç de olsa fark ettim ki, modern dünyada da eşitsizlikler var. Güzellik dayatması gibi.

Hala sokaklara çıkıp haykıracağımı sanmıyorum. Gerçekten insan içine çıkmak benlik bi şey değil. Ama bu konulara daha fazla kafa yoracağım kesin.

Bi zamanlar bi yerlerde şuna benzer bir iddia duymuştum: Kadınlar edebiyatta iyi olsaydı, isimlerini daha çok duyardık, gibi bir şey. Tanıdığım biri mi kustu bu iddiayı, yoksa feminist bi yazıda eleştirilen eril bakış açılarından biri miydi, emin değilim. Fakat beni paniğe sürüklediğini net bir şekilde hatırlıyorum. Tanıdığım kaç tane kadın yazar vardı? Nerdeyse hiç. Doğru olabilir miydi bu iddia?! Aksini kanıtlamaya çalışmama rağmen inanıvermiştim duyduğuma. Çünkü duyduğum kaynağa güveniyordum. İşte en çok bu saflığıma üzülüyorum.

Daha çok araştırmak, öğrenmek ve konuşmak gerek. Özgüven gerek, geç olsun güç olsun, bizim olsun özgüveni. O zamanlar basket kursuna gitmedim diye, bugünkü vücudumla kavgamın suçunu babama yüklememin manası yok. Hem artık bikaç bira içince toplum içinde dans edebiliyorum. Zerre suçluluk hissetmeden. Şerefine baba, şerefine anneanne, şerefine dünya!







23 Ekim 2019

Reşat Nuri ve Suat Derviş ve demek istedikleri üzerine...

Son zamanlarda, aslında belki de son 2 yıldır, çok fazla sesli kitap dinliyorum. Gün içinde zamanımın çoğunu elişiyle geçiriyorum, bu da epey zaman tanıyor kitap dinlemeye. Eskisi gibi oturup uzun uzun, satırların altını çize çize kitap okumayışımın vicdan azabını azaltıyor bu bir nebze de olsa. Şimdi yazarken bile Akın Altan'ın sesi yankılanıyor hatta kafamda. (Takip ettiğim Youtube kanalı). 

Dinlediklerimin çoğu yabancı yazarların eserleri, çünkü onlar daha kolay bulunuyor çevirimiçi dünyada. Fakat az sayıda yerli yazar bulmak da mümkün. Reşat Nuri Güntekin de onlardan biri. 

Yaprak Dökümü'nü ve Acımak'ı dinledim. İkisinde ortak bazı noktalar olduğunu hissettim ve bu hisleri buraya kaydetmek istedim. 

Çocukken Çalıkuşu'nu okumuş, çok etkilenmiştim. İdealist bi genç olmama katkı sağlayan/sebep olan kitaplardan biri olmuştu. İdealist bir kadının Anadolu'nun ücra bir yerine öğretmen olarak atandığını hatırlıyorum, bir de bir aşk hikayesi vardı tabi. Öğretmen olmak istediğim zamanlarda okumuştum sanırım. Belki de bu kitap etkisiyle öğretmen olmak istemiştim, hatırlamıyorum. Ama bu kadına karşı büyük saygı, sevgi ve yakınlık duyduğumu çok net hatırlıyorum. Geleneklerle savaşması, erkeklerden oluşan tarihimizde bir kadının yer aldığını görmek, bunu ilk defa olarak görmek, karakterle kendimi bütünleştirmek istememe yol açmıştı doğal olarak.

Sonra, yıllar sonra, Yaprak Dökümü dizisi çıktı. Pek dizi izlemiyordum o zamanlar, dolayısıyla bunu da izlemedim, Reşat Nuri'nin olduğunu bilmeme rağmen. Zaten pek çekici bir yanı da yoktu, sadece çok dertli bir dizi olduğundan bahsediliyordu orda burda. Bir aile var, sürekli sıkıntı çekiyorlar, o kadar. Bildiğim bundan ibaretti. Gündelik hayatın nasıl işkenceye dönebileceğini, hayal gücüne, bilgi dağarcığına hiçbir olumlu katkı sunmadan, uzata uzata anlatmanın kime ne zevk verebileceğini hala anlayamıyorum. Bir edebiyat eseri olarak var olmaları gerekir, amenna...Ama sonu henüz yazılmamış, seyircilerden ilgi gördükçe yeni felaketler eklenerek uzatılan bir dizi şeklinde piyasa sunulması... İlgimi çekmemenin ötesinde, sinirimi bozuyordu, hala da bozuyor. 

Dizinin üstümde bıraktığı bu kötü izlenimleri sonunda bir kenara bırakıp sesli kitabını dinlemeye karar verdim, dinledim. Sonra üstüne Acımak'ı da dinledim. 

İkisinde ortak olan şeyler fark ettim demiştim, ona geleyim artık. 

İkisinde de idealist karakterler var. Dürüst olmaya, işini düzgün yapmaya çalışan birer memur. Hatta Acımak'ta bu şekilde iki memur. Biri Çalıkuşu'ndaki gibi Anadolu'da yaşayan genç bir kadın öğretmen. Memurluğun kutsal olduğuna, halkın daha iyi yaşaması için var olan kutsal devletin birer neferi olarak bu işi yaptıklarına inanmışlar. Böyle düşünmeyen, el altından kendi işini halletme derdinde olan diğer memurların gazabından kendilerini korumaya çalışırlarken idealleri sarsılıyor. Dolayısıyla kendilerine yeni idealler arıyorlar. Büyük bir toplumu iyileştirme hayalinin gerçekçi olmadığına hükmedip, kendi küçük topluluklarını yaratmaya ve onu mükemmel ve mutlu kılmaya adıyorlar kendilerini. Yani bir aile kurmaya karar veriyorlar.

Bu yeni kutsal amaç için birer kadın gerekiyor bu erkek memur karakterlerimize. Kendilerine yakıştığını düşündükleri, ahlak seviyeleri, hayattan beklentileri kendilerininkine yakın birer eş buluyor, evleniyorlar ve bir aile kurmanın gereği, olmazsa olmazı çocuklar üretiyorlar hemencecik (doğum kontrolü yok tabi). 

Bir süre hayatlarının en mutlu günlerini yaşıyorlar. Aileleri için ne gerekiyorsa yapıyorlar. Bol bol para gerekiyor tabi. Bekarken memuriyetin ahlaksız ortamlarına kolayca rest çekebilirken, artık çekemez oluyorlar, bir ikilem başlıyor içlerinde. Ailemi korumak, onları aç bırakmamak benim görevim, fakat kendi işyerimde bu yozlaşmaya göz yummam da doğru değil, gibi en masumane ikilemlerle başlayan felaketler eserlerdeki felaketler zincirlerine sebep olacak kötü karakterlerin ortaya çıkmasıyla devam ediyor: Kadınlar.

Çok ahlaklı, namuslu, tutumlu olduklarını sandıkları için toplumda gözlerine kestirip seçip evlendikleri kadınlar, bu zavallı namuslu adamların hayatını karartıyor. Ve aşama aşama gittikçe kötüleşerek devam ediyor pislikler, şerefsizlikler, namussuzluklar... Yaprak Dökümü dizisinin ünü, uzayıp gitmesi, bu yönden gayet haklıymış meğer. Romanın temel olayları bu dramatik anlar. Ufacık bir mutluluk, iyilik emaresi görünse, hemen ardından insan denilen şeyin, özellikle de kadın denilen yaratığın ne kadar şeytanlaşabileceğini hatırlatan olaylar akın ediyor.

İki kitapta da bu böyle. Acımak'ta neyse ki bu idealizme ulaşabilen bir de kadın karakter var da, yazarın kadınlardan nefret ettiğini düşünme gafletinden kurtuluyoruz.

Yazarın anlattığı dönemle ilgili kanıtlar sunuyor bu romanlar bize.

Kadınların çalışması toplumca henüz benimsenmemiş. Bir kadının iyi bir evhanımı ve anne olmak dışında bir görevi yok. Bu durumun iki sonucu var:

Birincisi, evin tüm ekonomik yükü erkeğin omzuna biniyor, işini kaybetme ihtimali olmaması gerekiyor. İş de öyle kolay bulunan bir şey değil zaten. Dolayısıyla erkeğin ahlaklı olma ayaklarını bir kenara bırakıp para kazanmaya devam etmek için ne gerekiyorsa yapması gerekiyor. İşinde olanları gelip evde anlatması da gerekmediği için, tüm sıkıntıyı kendisi yaşayıp, karısının ve çocuklarının hala masumane yaşamalarını sağlayabilir. Yani Türk toplumunda çok önemli olan helal/haram kavramı burda şaşalıyor. Haram para kazanıp, ailesini eve helal para getirdiğine inandırırsa mükemmel baba ve erkek oluyor. Tabi bu durumda psikolojisi çorbaya dönüyor.

İkincisi, kadının çalışması gerekmediği için, resmi bir okula gitme zorunluluğu da yok. Dolayısıyla ahlakı da, parayla, dış dünyayla kurduğu ilişki de, insan ilişkileri de tamamen ailesinin vereceği eğitime bağlı kalıyor. Tüm sorumluluk ailede olduğundan, iyi niyetli aileler, aman kızım ahlaksız olmasın, iyi bi koca, hatta iyisini kötüsünü geçtim, bi koca bulabilsinl, diye kızlarını eve kapatıyorlar. El değmemiş olanın makbul olduğu ve aksinin iddia dahi edilemediği o günlerde oldukça mantıklı bir çözüm. Fakat gizlenen şey her zaman merak edilir, kafadan silinip atılamaz. Tabi dış dünyadan, sosyal topluluklardan, alışverişten, paradan, iş dünyasından bihaber yetişen bu kızların da hayal dünyaları tamamen bu bilmedikleri dış dünya üzerine gelişiyor. Bolca paraları olduğunu, istediklerini giyip, istedikleri gibi gezebildiğiklerini hayal ediyorlar sürekli. Zengin koca en temel ihtiyaçları. Tüm eğitimleri bir koca bulmak üzerine. Ahlakları da, öğrendikleri ev işleri de, hepsi, yakında ailelerine yük olmayı bırakıp bu evden ayrılmaları gerekeceği için, kendilerine başka bir ev bulma ihtiyacından besleniyor. 

Yaprak Dökümü'ndeki çilekeş baba, kızlarından birinin yüzü çocukluktan yaralı olduğu için, yani toplum standartlarında çirkin sayıldığı için, ona, yani Fikret'e başka şeyler öğretmeye karar veriyor. Mesela kitap okumak, ahlaki değerler, insanlık, bahçecilik vs. Ve bunlar, düşününce, günümüz toplumunda, zorda kalınınca illaki paraya dönüştürülme ihtimali olan, sırf bu ihtimalin bile kişiye özgüven verebileceği özellikler. Fakat diğer iki kızına (Necla ve Leyla'ya), koca bulmaya yetecek kadar güzel oldukları için, bu tip eğitimler vermeyi gereksiz buluyor. Onlar da sürekli yeni kıyafetler istiyor, gezip tozmak istiyor ve bunları da sürekli normal karşılıyor o çilekeş baba. 

Şimdi burda bi terslik var. Bu kızları neden -toplum standartlarına göre- güzel sayıldıkları için cezalandırıyorsun be adam? İyiliklerini düşündüğünü sanıyorsun ama insani değerler herkese lazım değil mi? Böyle yaparak çok erdemli olduğunu düşündüğün yaşam biçiminle çelişkiye düşmüyor musun?

Neyse, kadınların sadece estetik güzellikten, evhanımlığından ve annelikten ibaret sayıldığı bir dönemde, felaketlerin sorumlusu bu kadınlar sayılıyor kısacası. Fakat bu kadınların neden bu kadar arsız olduklarını da irdelemek gerek bence. Satır aralarında yapmış tabi ki yazar, hele ki Peyami Safa'ya kıyasla çok çok iyi yapmış. Fakat kendisinin niyeti neydi bilmiyorum ama kitabın Youtube videosunun altındaki yorumları okuyunca, okura giden mesajın şu olduğu anlaşılıyor: Kitaptaki kadın karakterler hep pislik, zavallı namuslu adamı ne hale getirdiler. Yazarın niyetini kurcalamak, bir şeyler sallamak doğru değil ama demek ki bi terslik var. 

Sessiz kalamadım, buralara geldim ben de.

Suat Derviş geldi yine aklıma. Çılgın Gibi adlı kitabını okumuştum. Orda erdemli fakat yine çalışma ihtimalini aklına dahi getiremeyen, birine, bir eve ait olma ihtiyacı hisseden, aksini hayal dahi etmeyen zengin bir kadın karakter vardı. Ve kadının para kazanmasıyla ilgili tek cümle etmeden ve Reşat Nuri'ye göre çok daha az bir edebi yetenekle ne de güzel anlatmıştı asıl problemin bu olduğunu... Onunla ilgili de şuraya bir şeyler yazmıştım.

Reşat Nuri Güntekin 1889-1956 yılları arasında yaşamış. Suat Derviş ise 1905-1972 arasında. İllaki bazı kitaplarında aynı dönemleri anlatmışlardır. Aradan çok zaman geçmemiş. Bir de Peyami Safa filan var tabi. Osmanlı'dan Cumhuriyet'e geçişte toplumu gözlemlemeye çalışıp, kendi fikirleriyle, deneyimleriyle harmanlayıp sunmaya çalışmışlar hepsi. Edebi yetenekleri diğerleriyle eşdeğer olmasa da, kim ne derse desin, Suat Derviş olmasa, pek çok şey eksik kalırmış Türkiye edebiyatında, Türkiye tarihinde. (Bu arada bilmeyenler için ismi yanıltıcı olabilir, Suat Derviş bir kadın.) Reşat Nuriler tamam önemli de, asıl aydınlatanlar Suat Derviş gibiler gibi geliyor bana. Bilmemiz şart. İsmini 30 yaşımdan sonra ancak kendi çabamla duymuş olmam da bilmemizin pek istenmediğini gösteriyor.

O yüzden bu yazıyı yazarken kendimi önemli bir şey yapıyormuşum gibi hissediyorum. Suat Derviş'i okuyunuz lütfen. Hatta O'nun gibi karakterleri, yazarları da burdan ya da başka yerlerden paylaşınız ki eninde sonunda öğrenelim, bilelim. İnternet çocukları bizden daha erken duysun bunları.

Türk edebiyatı dinlemenin ve kafamda yankılanan Akın Altan'ın etkisiyle siz bizli konuşan, değişik bir yazı dilim ortaya çıktı bu yazıda. Artık idare edin. 

Selamlar, 
Kanatlı Kedi