31 Aralık 2017

Güle güle eski yıl

Patır kütür havai fişek seslerinin gelmeye başladığı bir 31 Aralık akşamüstüsünden merhaba.

U. içerde Dark'ın sondan ikinci bölümünü izliyor. Almanca bilen her insan gibi "Aaaa ne kadar güzel" diyerek bi daldı diziye, çıkamadı. Beni de çekmeye çalıştı ama olmadı. Aslında ilk ben önermiştim, Fermina'dan duymuştum, dedim "bak Almanlık sevenler bunu da seviyormuş, sen de seversin." Sevdi netekim fekat ben sevemedim. O uzun uzun bakışmalar, konuşmamalar... Ya bi düzgünce cevap versenize birbirinize! diye bağırıp duruyorum ekrana. Konu ilginç olabilir ama konunun işlenişi Türk dizisi stayla, kabul edelim. Beni ekrana bağırttırıp duruyo çünkü. Sinir oluyorum. Misal polis kadın, azarlayıp duruyo altında çalışan elemanı. Ya bi düzgün konuşsana şu adamla! İşini yapmaya çalışıyo. Ayh. Forbrydelsen'de, Sarah Lund'umuz da dertliydi, soğuktu ama bu kadar sebepsiz değildi suratsızlığı. He bi de o ne biçim Avrupalılık arkadaş, kimse köyünden çıkmamış, lisede seviştiğiyle evlenmiş... Ne bileyim, dizi gergin olsun diye insan ilişkilerini de fazla germişler. Ya da bi sanat var bi yerlerde, ben anlayamadım.

Neyse. Yılbaşı için plan yapan insanlar değiliz. Aileden gelen bi kutlama kültürümüz yok. U.ınkiler benimkilerden köylü, benimkiler onunkilerden muhafazakar derken olabildiğince asosyal büyümüşüz ikimiz de. Yılbaşında dışarda eğlenmek işkence gibi geliyor. Toplu taşıma yok bi kere. Eve insan toplayıp parti yapmak aklımıza bile gelmiyor. Çok parti insanı olmadığımız için yapılan partilere de çok davet edilmiyoruz. 

Bu sene biz de çok şaşırdık, Hollandalı-İtalyan bi çift ev partisine davet etti. Asosyal bünyem bile sevindi bu davete çünkü konsept belli. İtalyan yemekleri ve sonra tombala gibi oyunlar ve tabi ki alkol. Hani böyle elimde birayla "kimin muhabbetine yamansam" diye salak salak etrafa bakınacağım, elimi kolumu nereye koyacağımı şaşıracağım  türden bi parti olmayacak belli ki. Ev de bizimkine yakın, bisikletle dönebiliriz. İnsanlarla kanka değilim ama işte ne güzel, yeni insanlar tanırım filan... Gayet iyimser moddayım... derken kalktım grip oldum. Aslında ateş falan geçti, halsizlik de yok sayılır ama hötür hötür burun silme, öksürme filan var. İnsanları tiksindirtmeye gerek yok diye, evde kaldım. Yeni yıla birlikte girmemiz gerektiği için U. da kaldı tabi. Benim yazım, O'nun da dizisi bitsin, 12'den önce buluşuruz diye umuyorum. 

Sosyallik bana göre değil dostum. Ben istiyorum, o benden kaçıyor, istemediğim zamanda da yakama yapışıyor. Terbiyesiz.

Bir haftadır sigara içmiyorum. Bir kısmında Türkiye'deydik. Orda sigara içtiğimizi bilmeyen aile bireylerimiz var. Bi de yeğenler var, ailenin en çok okumuşları olduğumuzdan, örnek alınıyoruz. İyi bi haltmış gibi bizden görüp sigaraya başlarlarsa kendimi affedemem. O civardayken içmeyiveriyoruz. Eskiden işkence gibi geliyordu. Sigarayı bırakıp tütüne geçeli, o kadar azalttım ki içmeyi, ihtiyacım iyice azaldı. Bu kez hiç k"ahvaltının üstüne içeydim, kahvenin yanına içeydim" gibi hayaller kurmadım, aklıma bile gelmedi. Dönüşte ilk defa Duty Free'den karton almadık. Normal sigarayı tamamen bıraktık yani. Tamamen bırakma yolunda güzel bi adım benim için. TR'den döndüğümüz gün de grip olmaya başladığım için, o zamandan beri içmiyorum. Bu akşam sıcak şarabın yanına bi fırt çekerim belki şeytanlara uyup.

TR'den bi sürü kitap getirdim tabi. Ve bu elimdeki kitaplar bitene kadar, 2018'de kitap almamaya karar verdim. Çünkü kitap aldıkça okuyasım kaçıyor. Hangisini önce okuyacağıma karar veremediğim için... Birine başlayınca gözüm öbüründe kaldığı için...

Ve ilk defa senelik kitap hedefi koyuyorum kendime. Her haftaya bir kitap diye düşünmüştüm başta, toplam 52 kitap diye. U.ın da eleştirisiyle vazgeçtim. Düşürmeliyim ki fazla olursa sevineyim. 40 diyorum. Daha gerçekçi. Evde yakın zamanlarda aldığım, ordan burdan topladığım, okumak istediğim kitaplar da 40 kadar var. Hiç satın almaya çalışmadan seneyi kapatabilirim. Erken biterlerse uzun zaman önce okuduklarımı tekrar okuyabilirim. Hep planladığım ve ertelediğim gibi.

Bu sene yeni korkular edindim. Uçaklar ve ikinci el eşyalar. Burnum çoğu zaman tıkalı olduğu için uçakta kulaklarım acıyor. Ear plug diye bi zımbırtı acıyı azaltsa da yok etmiyor, her yolculuk hayali bi işkenceye dönüştü artık. Hele ki kıtalararası uzun yolculukları hayal etmeyi tamamen bıraktım. Kara ve demiryolu dışında yolculuk etmek istemiyorum. Acımasa da, ya acırsa diye düşünmekten geriliyorum. En son uçağa binerken, telefona iki film yükledim, örgümü aldım, kitap-defter aldım. Uyumayayım ve oyalanabileyim diye. Uyuyunca daha çok acıyor çünkü. 2018'de bunu aşarım diye ümit ediyorum. Aşarım evet.

İkinci el eşya korkum da hamamböceklerinden. Evdeki böcekli mobilyaları götürüp evin yakınındaki ikincielciye sattı eski ev sahibi. Dükkana yerleşmesin de n'apsın bu hayvancıklar? Öte yandan, bu da yenmem gereken korkulardan.

Bu sene ev aldık. Hayatımın en büyük borcuna imza attım. Hala alışamadım bu düşünceye. Hala kendimi boynuma tasma takılmış gibi hissediyorum. Ama öbür türlüsü de farklı değildi. Kiralar o kadar yüksekti ki, almamak enayilikti. Ev almak gençlikten uzaklaştıran en büyük adım gibime geliyor. Çılgın düşüncelere son. Öyle birilerine kızıp çat diye işi bırakmak falan yok... 

Evle ilgili her şeyden sorumlu olmak da büyümek demek. Ev sahibine haber vermeyip kendin uğraşmak zorunda olmak yani... Ne zor işmiş... Aman, her zorluk böyle olsa keşke, şikayet etmiyorum tabi ki. Mobilya aldık bi sürü. Bu konulardan hiç zevk almadığımı kendime kanıtlamış oldum. Başkalarının tasarladığı evlerde yaşamayı, kendi evimi düzmeye tercih ederim, hala, evet.

Hamamböcekleriyle nasıl savaşılması gerektiğini öğrendim bi de bu sene. Bol haşeratlı, sıcak memleketlerde yaşamak istemediğimden bi kez daha emin oldum.

Bu sene ilk defa bisikletimiz çalındı. Geçmiş olsun. Oldu.

Haberleri takip etmeyi bıraktım. Övünmüyorum. Kafam rahatladı fakat içinde gittikçe büyüyen pembe bi balon olduğunu hissediyorum. Keşke dengemi bozmadan takip etmeyi becerebilsem. Gündemi bilmeden tarih okumanın pek bi anlamı olmuyor çünkü.

Yunanistan'ı çok sevdiğimi fark ettim yine bu sene. 

Amsterdam'da Türkçe müzik dinlemek için güzel yerler buldum. Başını ReART topluluğu ve Podium Mozaiek denen sanat kurumu çekiyor. Bunları takip ettikçe ordan oraya atlıyor insan. Misal ReART'ın bazı üyeleri bazı restoranlarda düzenli olarak sahne alıyormuş. Kadıköy etkisi olmasa da, farklı, güzel bi etkisi oluyor bu ortamların da. Ha bu arada ReART'ı büyük oranda Odtü mezunları oluşturuyor. Gezi sonrası bir araya gelmişler. 

Başka?

Epey bi sinemaya gittim bu sene. Evden çıkmak için bahaneydi. İptal ettim Cineville kartımı. Evden çıkmak için başka bahaneler bulmam gerek.

Dil kursuna başladım bu sene, ciddi ciddi. Düzenli olarak çalıştım. Taalcoach ayarlamam gerek.

İlk defa bi spora başlamayı ciddiye aldım, vücudum izin vermedi. Gribim iyileşsin tekrar başlıycam, bi de doktora gidicem neymiş bu burnumun derdi, diye.

Dikiş makinesi kullandım. Sıfırdan işe yarar bi şeyler dikme hayalleri kurmaya başladım. Örgü de bildiğin terapistim oldu sağolsun, hakkını ödeyemem.

Yeter bu kadar geçmişten bahsetmek yav... Sıkıcı bi iş. 2018'de kendimden beklentilerimi de yazayım mı? Şimdilik dursun. Geçmiş yordu beni. Gideyim de Dark'la gerileyim. Belki kaçmak için geri gelirim.













14 Aralık 2017

Bütün kötülükler alkolün anasıdır.

Canım sıkkın olduğunda bi kağıda "free hugs" yazıp bi tren istasyonuna gitsem diyorum. İlla bi sivil toplum kurumunun örgütlemesini mi bekleyelim? Güzel bi yöntem öğrettiler bize, tamam ama niye hala onların harekete geçirmesini bekliyoruz ki? Kendimizi yalnız hissettiğimizde birilerine sarılmak istemez miyiz? Zaten her önüne gelen gelip sarılmayacaktır. Bikaç saat içinde olsa olsa bikaç kişi durup bi düşünür, neymiş bu diye. Düşünenlerin de hepsi harekete geçmez zaten.

Utrecht istasyonunda "2 minute eye contact" yazısını tutan bi kadınla karşılaşmıştık. Hollandacası yazıyordu, altında da açıklamalar vardı. Anlamaya çalışırken bizi gördü kadın, hemen kağıdın arkasını çevirdi, hop İngilizcesi.. Koşturup giden dünyada hadi gelin iki dakka birbirimizin gözünün içine bakalım, diyordu kısacası. Geçip gidecektik normalde ama serseriliğimin üstümde olduğu nadir günlerden birindeymişim ki, ya durun, dedim, ben bi bakayım. Dört kişiydik, hepimiz yazıyı gördük, sadece birimiz "hadi" dedi. Free hugs'a da o oranda karşılık gelir gibime geliyor yani.

Düşünsene, evdesin, iştesin, bi şeyler olmuş, için sıkılıyor. Belki insanlara inancın kalmamış, belki sevgiye ihtiyacın var, belki yalnızlığın dibine vurmuşsun.... Kendini alkole, sıcak çikolataya, feel good movie'ye boğmak yerine bu da bi seçenek. Ya da sosyal deneyini yaptıktan sonra yine gider içersin. Hem belki sarılanlardan biriyle oturur içersin. Telefon uygulamalarından insan aramak yerine, neden olmasın?

Hem bi heyecan işte. Bunlar güzel şeyler. Tek başına oturup rakı içmek, yabancı bi ülkede kendi ülkenin müziğini duyup takip etmek gibi güzel şeyler.

İspanya'da mıydı? Nerde başıma gelmişti bu? Çok turistik olmayan bi mahallede önümüze çıkan bi üniversite binasına girmiştik. Bedava tuvalet ve öğrenci ortamı için. Üniversite öğrencilerini izlemeyi seviyorum. Kantinleri, kütüphaneleri, kulüp odalarıyla, üniversite binalarının üzerimde tuhaf bi etkisi var. Kıskanıyorum sanırım biraz. Bi daha o günlere dönemeyeceğimi biliyorum. Tabii ki tekrar üniversiteye yazılabilirim ama o ruh haline giremem. Çünkü asıl özendiğim şey o ruh hali, özgürlük, gelecek benim ellerimde düşüncesi. Derslerden fırsat buldukça kulüplerde koşturmak... Mecburen içlerine dalınan arkadaş grupları, önüne gelene aşık olmak, yalnızlık, arkadaşlık ve şimdi aklıma gelmeyen bi sürü eylem ve kelimelere dökemediğim bi sürü his... Yoksa tabi ki yeni şeyler öğrenmek, derslere girip çıkmak için değil üniversiteyi özleyişim.

Şehrin ve zamanın birinde (gerçekten hatırlamıyorum) yine böyle bi üniversite binasında takılıyoruz. Hala öğrenci kılıklı olduğumuz için kimse durup bakmıyor. Girişte kimlik sormak filan da yok zaten, teröristi az ülkelerden demek ki... Kütüphanedeyiz. Yaşar Kemal, Orhan Pamuk, Elif Şafak kitapları arıyoruz. Yurtdışında genellikle son ikisi bulunuyor. Bazen Orhan Kemal, Nazım Hikmet ve başka sürpriz isimler de karşımıza çıkıyor. Zamanla sıkılıyoruz kitapların kapaklarını incelemekten, içlerinden bi şey anlamıyoruz çünkü. O sırada açık camlardan bi ses geliyor. Ezan desem değil ama öyle doğuyu andıran bi şeyler... Sokağa koşuyoruz hemen. Müziği bulacağız. Derken Türkçe bi şeyler duyuyoruz. Bi grup çingene, teypten bi şeyler çalıp içiyorlar. Kalkıp göbek atıp bağaıra bağıra şarkılara eşlik ediyorlar. Gidip o civardaki bi kafeye oturuyoruz. Bi taraftan müziklerinden otlanıyoruz, ve eğlencelerinden. İşte bunu seviyorum. Fakat bunun bi ileri aşaması da var. Gidip o amcalarla birlikte dans etmek. Gidip sarılmak, ne bileyim beni coşturdukları için onlara teşekkür etmek. Gel gör ki cinsiyet farkı kafamda bi engel, muhabbetlerinin içine etmekten, tuhaf bi hale dönüştürmekten çekiniyorum. Ayrıca çingenelik yok ki içimde, gidip öyle dans edebilir miyim sokak ortasında? Turistik, kalabalık bi yer olsa, benim gibi müziğe ortasından dalan bi sürü insan olsa neyse... Burda da kendi ortamım olursa, kafam yeterince güzel olursa belki.... Ama hiç öyle bi ortam yok.

İnsan kendisinden çok şey beklememeli. Feel good movielerdeki o coşku dolu sahneleri gerçek hayatta yaşayan yoktur demeyeyim ama herkes her zaman yapamaz diyeyim. Free hugs benim içim rahat yapabileceğim en büyük çılgınlık, sosyal deney, tanımadıklarımla samimi olma aracı olabilir. Şimdilik.

Bi konuyu daha açıklığa kavuşturduysam susup çarpıya basıp gideyim. Halbuki yazasım var. Hindi Zahra çalıyor. Rakı içiyorum. Mezesiz. Mezesiz rakı içmeyi geniş rakı masalarından daha çok seviyorum sanırım. Alkolün yanında bi şeyler yemeyi sevmiyorum. Ya da yiyeceklerin yanında alkol almayı sevmiyorum diyeyim. Şarap-peynir, bira-çerez, rakı-balık... Hiçbirine sempatim yok. Ha nolur? Rakı masası bahanesiyle bi araya gelirsin, bak o olur. Ama o masadakiler zaten kanka olmalı, öyle iş arkadaşlarınla rakıya gitmek falan... Olur gerçi ya, niye olmasın, o da olur. Ama herkes içecek. Bütün geceyi "aman da sarhoş olup saçmalamayayım" korkusuyla geçireceksen ne anladım ben o işten! Kafamız olmayacaksa niye içiyoruz? Lütfen. Bu samimiyetsizliktir, başkasının ağzından laf almaya çalışmaktır, ikiyüzlülüktür. İçmeyeceksen, ayıp olmasın diye geldiysen, erken kalk, herkes güzelleşmeden çık git. Tabi bu sözler yakın dostlar için geçerli değil. Çünkü bazı insanlar içemiyor. Boğazından geçmiyor. Anlıyorum. O insanları dışlamak değil niyetim. Ama içki masasında kuracağımız samimiyete güvenip de muhabbetin devamını getiremem. Bunun çayı var, kahvesi var, başka mekanlarda takılırız yani.

Ne zamandır içkiden bahsetmiyordum ya... Özlemişim.

Misal, Türkiye'deysem ve arkadaşlarla buluşacaksam, dışarda rakı içmek yerine canlı da olsa cansız da olsa güzel müzikli bi yerde buluşmayı tercih ederim. Dışarda içilen rakıda sürekli bi kazıklanma korkusu olur. Alkol pahalı gözünü sevdiğimin memleketinde. Bi de üstüne yemeklerde, mezelerde ya da hizmette azıcık kusur olsa, büyür, büyür, insanın içine oturur. İnsanın kafası kazık kelimesiyle o kadar meşgul olur ki çakırkeyif olamaz.

Halbuki mesela önceden bilinen güzel müzikli bi mekana gidilse, ne içilirse içilsin, tuvalet ne kadar leş gibi olursa olsun, müziklere eşlik ederken, saçma sapan danslar edilirken zaman geçip gider... Çok dertli bi şarkıdan sonra Ankara'nın Bağları'na bağlanmasına karşı değilim anlıyor musunuz? Hatta çok seviyorum bunu. Ama müzik güzel olacak. Misal, tek gitar çalınıyorsa da, gitarın yanında keman, kemençe, klarnet, akordeon... ne bileyim başka bi şeyler varsa da hepsinin hakkı verilecek. Şarkıların her sözü anlaşılacak.

Ne bileyim, böyle işte. Çekingen, içe kapanık, sosyal anksiyeteli, introverted... ne derseniz deyin, normalde kolay kaynaşamayan insanların da böyle açılma anları, mekanları oluyor. Aslında iyi insanlar yani. Çok üstlerine gitmeyin. Rahat bırakın. Birlikte eğlenmek istiyorsanız, onlara alkol, müzik ve karizma takıntısından uzak bi samimiyet verin.

Oldu o zaman,
Sevgiler,
Kanatlı Kedi

29 Kasım 2017

Çok birikmiş

Şekersiz kahvemin yanına bi küçük kek aldım. Şekerli. Evet, epey oldu şekere tekrar başlayalı. ÇAya kahveye hala atmamaya çalışıyorum ama arada bi çikolataydı, kekti alıyorum artık. O askeri disiplinden bi kere uzaklaşıp, hadi ödül olsun, bi tanecik waffle yiyeyim dediğim günden sonra, sık sık ödüllendiresim geldi kendimi niyeyse. Yine önceki kadar çok yemiyorum gerçi ama anlayamadığım şey şu, diyete ilk başladığım günlerde hiç zorluk çekmedim. Hatta çay-kahve dışında epey bi süre gayet rahattım. Ama sonradan durup dururken canım tatlı istemeye başladı. Belgeselin etkisi geçti mi acaba, bi daha mı izlesem, n'apsam?

----


Leonard Woolf'un romanını bitirdim. The Village in the Jungle'ı. Virgina W.'un yazılarına göre çok daha kolay anlaşılır bir üslubu olduğu için, İngilizce olması da çok zorlamadı. Bu arada kitabın George Orwell'in Burma Günleri'yle benzerliğini fark ettim tabi başlar başlamaz. Çünkü bu da İngiltere sömürgesi olan bir ülkede, yerlilerin hayatını anlatıyor. Fakat farkı şu ki, L.W., Orwell'den tam 21 sene önce, yani 1913'te yazıyor bu konuyu. Daha Dünya Savaşı kopmamışken, ipler gerginken... Epey cesaret gerektiren bir iş olsa gerek, o zamanlar, İngiltere'de sömürgeciliği eleştiren bir kitap yazmak. 

Aslında Orwell'inki gibi açık açık eleştirdiği söylenemez. Hatta kitaptaki tek beyaz adam karakteri bir yargıç ve gerçekten adaleti sağlamaya çalışan biri yani iyi biri. Kitapta sömürgeciliği kötüleyen ya da L.W.'un fikirlerini açıkça belirttiği tek bir cümle yok -atlamadıysam-. Yani bu kitapta yazar olayları anlatıyor ve bir sonuca varma işini tamamen okura bırakıyor. Tabi bu benim için bir avantaj, olay anlatımı her zaman fikir anlatımınından daha kolay anlaşılabilir olduğu için, İngilizce olmasına rağmen rahatça anlayabildim. Öte yandan, belki de yazar, o günün şartlarında böyle sansürlü bir dil kullanmak zorunda hissetti kendini. Sonrasında bu konuyla ilgili başka şeyler de yazmış. Fakat bu ilk romanında, kendini yeterince güçlü hissetmediği zamanlarda ancak bu yolla fikirlerini açığa vurabilmiştir olabilir. Belki de üslubu hakikaten böyle, başka kitaplarını okumadan anlayamayacağım varsayımlar bunlar. 

----


Cevdet Kudret'in Dilleri Var Bizim Dile Benzemez'ine başladım. İnternetten almıştım. Elime ilk ulaştığında fark etmemiştim hemen rafa koyduğum için fakat bu kitap  bildiğin eskiymiş. Taa Aralık 1986'da basılmış! Çok enteresan, hiç düşünmemişim öyle uzak tarihlerde basılıp satılamayan kitapların ne yapıldığını, depolarda bekleme ihtimalini...

Neyse efenim açıkçası şu sıralar kurgu dışı okuduğum iki ciddi kitap var zaten. Biri ezelden ebede uzanan Dünyanın Sefaleti, diğeri malum, Nutuk. O'nun da sonunun birincisine benzemesini istemiyorum fakat üzgünüm, çok hızlı ilerlemiyor. O yüzden yeni başlayacağım kitabın roman olmasını istiyordum ama gözüm de bu Cevdet Kudret'e kayıp duruyordu. Günlerce kitaplık önünde oyalandım, bi kitap seçemedim. Sonunda eeeh be dedim, aldım bunu elime, şöyle bi göz atar bırakırım dedim. Fakat o da ne? Kurgu gibi akıp gitmesin mi? Gitsin. Gidiyor da netekim. 

Kitabın dil devrimiyle ilgili olduğunu biliyordum. Adalet Ağaoğlu'ndan duymuştum, çok severek, anlaşılmamasına üzülerek anlatıyordu Cevdet Kudret'i. Ben de açıkçası Nutuk'u okumak için çevirmene ihtiyaç duyuşumuza içerlemiş bi ruh halindeydim haftalardır. Sosyolojiye ilk başladığımda da Prof.Dr. Özer Ozankaya'nın Durkheim çevirilerine de epey sövdüğüm için dil devrimimizde bi problem olduğunu düşünüp dururdum. Zaten mühendislikten gelmişim, sosyal bilim diline alışmakta zorlanıyorum, bi de "yalınkat inançlar, onguncu inançlar" gibi Türkçe olduğu halde anlayamadığım kelimeleri gördükçe deliriyordum. Zamanla bütün sosyoloji kitaplarının böyle olmadığını öğrendim, rahatladım. Fakat bu dil devrimiyle ilgili kendimle olan kavgam bitmedi bi türlü. 

İşte Cevdet Kudret'i okudukça anlıyorum ki, dil devrimini savunanlar arasında da tartışmalar varmış meğer. Uyduralım ama ne kadar uyduralım? Yabancı sözcükleri atalım ama ne kadarını atalım? Hangi yazarlar neleri savunmuş? Uydurulan sözcüklerin hangileri tutmuş? Neden dil devrimine ihtiyaç varmış? Açı'ya açı denmeden önce ne deniyormuş?

Epey güzel gidiyor şimdilik kitap. Sanırım dil devrimimizle barıştım. Tarihte geçen bir olayı "iyi" ya da "kötü" diye etiketleyip geçmenin saçma olduğunu fark ettim yine. "Olaylar nasıl gelişti de öyle bir sonuca ulaşıldı?" diye sormak gerekiyor her seferinde.

-----

Dün Hollandaca kursunda sınıf arkadaşlarımın ve hocamın Türkiye'nin hala Arap alfabesi kullandığını sandığını öğrendim. Hadi Singapurluyu ve Somaliliyi geçtim ama Mısırlı ve Faslı sınıf arkadaşlarımla Hollandalı hocam nasıl bilmez? Çok şaşırdım niyeyse. Mısır ve Fasla aynı coğrafyada sayılırız, tarihimizin bi kısmı ortak. Hollandalılar da günümüz Türkiye'si hakkında her şeyi biliyor gibiler, gelip bana "Atatürk de diktatördü ama Erdoğan gibi değildi" demesini biliyorlar mesela... Türkiye hakkında en önemli bilgilerden biri bu, nasıl bilmezsiniz, diyecektim ki... tuttum kendimi. Her Hollandalı bir olmak zorunda mı? Belki o Atatürk-Erdoğan kıyaslaması yapan adam bu konulara özel olarak kafayı takmıştı. Tarihimiz ortak diye Mısırlı, Faslı bilmek zorunda mı?

Ayrıca sırf benim için önemli bi konu diye, tüm dünya insanlarının bunu bilmesini neden bekliyorum ki? Aslında bu son cümleleri kendimi sakinleştirmek için yazdım. Yani, ne yazık ki inanarak yazmadım. Gazetelerde sürekli Türkiye haberleri var, kitapçılarda yeni çıkanlar rafı Türkiye hakkında siyasi kitaplarla dolu. Nasıl bilmezler?
Bu muhabbetin üzerine şu hepimizin sinir olduğu, "deveye biniyorsunuz di mi, fes takıyorsunuz di mi, sen müslüman değil misin, niye başını örtmüyorsun?" gibi soruların gelmesini bekledim ama gelmedi tabi... Bi konuda fazla hassasım ama ne, bilmiyorum. Yabancıların arasında da kitap okumayan, farklı kültürleri çok da sallamayan insanlar var, tıpkı Türkler gibi. Bırak, millet olarak değerlendirme insanları, birey olarak gör biraz da...

Neyse bakalım, yavaş yavaş öğreniyorum.

----

Geçen gün u.la da konuştuk, çok milliyetçi olmak, sırf içine doğdun diye milletinle gurur duymak gereksiz tamam, ama bizde, yani Türklerde bildiğin aşağılık kompleksi var. Yabancıların yanında anlaşılıyor bu daha çok. Biri kalkıp bi Orhan Pamuk desin, Türk mutfağını/müziğini övsün, çok seviniyoruz. Sakince durup neyi neden sevdiğini sormak yerine saçma sapan bi gurur kaplıyor içimizi. Beklemiyoruz çünkü. Beğenilmeyi ummuyoruz. Üstelik özellikle Hollanda'da Türk mutfağının beğenilmemesi ihtimali çok düşükken...Yani hadi Yunanistan, İtalya, İspanya filan olsa neyse ama kendi mutfağı olmadığını itiraf eden, farklı mutfaklara kapıları açık olan insanlar bunlar... Daha da kötüsü, birisi Türk'e benzemiyorsun deyince ya da Leidseplein'deki "buyrun buyrun"cu garsonlar bizi İtalyan sanıp İtalyanca muhabbete girince seviniyoruz.

Kusurlarımız var tabi ki. Ama hangi milletin yok ki? Nedir bizdeki bu ekstra kambur? Sebebi çok. İrdeleme işine hiç girmeyeceğim şimdi. Fakat ilacının bilgilenmekte olduğunu hissediyorum. Bol bol öğren. Özellikle de kendi tarihin hakkında. Kimseye anlatmasan da olur. Kafanın içindeki içi boş bulutları yok et yeter, boşayer kaplamasınlar. Fikir bulutlarıyla doldur. (Emir kipi kendime tabi ki)

----

Ciddi konular bitti.
Niyazigül Dörtnala'yı izledim. Ben bu Ata Demirer'i niye bi kenara atmışım, unutmuşum, diye kızdım kendime. Özlemişim yahu! Eyvah Eyvah serisi var sırada, yaşasın...

----

Amsterdam'da Allard Pierson Müzesi'ne uğradım. Düşündüğümden büyükmüş, daha sonra, sakin kafayla gezmek üzere hızlıca turlayıp çıktım. Arkeoloji müzesi. Farklı ülkelerden getirilen kalıntılar var. Atina Acropolis'inin kadın şeklindeki sütunlarından ikisi de burada. Umarım yanlış anlamışımdır, taklidi falandır... Lan ne işi var onların burda, diye bağırası geliyor insanın. (Bendeki bu milliyetçiliği değil de, emperyalizm karşıtlığını bi dizginlemem lazım)

------

Geçen gün aklıma geldi: Adalet Ağaoğlu'nun günlüklerinde bahsettiği bir yardımcısı varmış Ankara'dayken. Sıkı bir okuruymuş, o yüzden gelip kendisi teklif etmiş "sizin için yapabileceğim bir şey varsa lütfen söyleyin yapayım..." diye. A.A. da o zamanlar temizlikçi arayışındaymış, başta tereddüt etse de, sonradan çok sevmiş. Kadının ismi Serap mıydı, Serpil miydi neydi...? Nasıl bi hayatı vardı acaba? Bir yazarı okuyup çok sevecek bir temizlikçi... Çok ilginç değil mi? Bu bloga ilk başladığımda temizlikçilerin blog yazma ihtimalini düşünüp heyecanlanmıştım, buraya da yazmıştım. Bu düşünce de öyle bi kıpırdattı içimi.

-----

Yemek defteri yaptım kendime. İnternetten tarif bulup bi şeyler yapıyorum, güzel oluyor ama sonra o tarifi ara ki bulasın... Hepsini not edicem artık. Kafadan yaptıklarım var bi de, onları da... Geçen sene sıcak şarap yapmıştım mesela, çok da güzel olmuştu ama bi daha aynı tarifi bulamadığım için aynı tadı yakalayamadım bi türlü. Halbuki ne kadar da kıymetli, sağlıklı, vitaminli bi içki. Denemelerimi kaydedicem, idealini bulunca elimden kaçırmıycam böylece.

----

Bugün u.ın kalın pijamasına cep diktim. Uzun zamandır el işi türü şeylere ara vermiştim, iyi oldu. Kesmek, makineyle kenarlarını kıvırmak, sonra elde dikmek toplam iki saatimi aldı. Bu ev işleri iyi hoş da, çok vakit alıyorlar işte.

----

Tam Hollandalı olduk artık: U.ın bisikleti çalındı. Yeniydi. Neyseki sigorta yaptırmıştık da, yenisine para ödememiz gerekmeyecek (Tabi kampanyalı aldığımız için, şimdi aynı özellikteki bisiklet daha pahalıya satıldığı için, mecburen üstünü tamamlamamız gerekecek ama ayrıntıya girmeyeyim dedim. Girmiş bulundum. Madem girdim şunu da ekleyeyim: Daha ucuz bi bisiklet de alamıyoruz. Yassah.). Polise şikayet ettik tabi hemen, internette form doldurduk. Fakat polis "yapacak daha önemli işlerimiz olduğu için, bisikletinizi aramayacağız" diye cevap verdi. Evden gelip çalsalarmış ya da  darp etme, gasp etme gibi bi şeyler olsaymış, soruşturma başlatılırmış ama şimdi yapacak bi şeyleri yokmuş. Ben şok tabi. Yav söylemeyin bari de aranıyor bilelim. Kısacası Amsterdam'da iş arayanlar için: Bisiklet hırsızlığı güzel bi meslek, geleceği parlak. O kadar sık oluyor ki, polis de koyvermiş.

----


Annie M.G. Schmidt'in Jip en Janneke'sine başladım bi de. Hollanda'nın nesilleri yetiştiren çocuk kitabı yazarı. Karakterleri çok seviyorum.  Feridun Andaç'ın "yaşadığın yerin edebiyatını oku" ödevini çocuk kitaplarıyla yerine getiriyorum. Yok yav, asıal amaç dil öğrenmek tabi ki... Dün öylesine test yaptılar kursta. Pek çalışmamıştım tamam ama bu kadar kötü geçmesini beklemediğim için çalışmamıştım. Benim götüm kalkmış sanırım, önce o götü yere indirip, bi güzel ineklemem lazım.

-----

Yaklaşık iki haftadır geceleri boğazım tırtıklanmaya başlıyor. Sabah uyandığımda acıyor, dişlerimi fırçalayıp balgam çıkarınca biraz rahatlıyor. Moğollar konserinde Cem Karaca edasıyla  Islak Islak'ı söylemeye çalışınca bu hale geldim. Sen kimsin? Hayır sen kimsin? Şurup, pastil kullandım, sigarayı azalttım, 4 gündür tamamen kestim, dün gece odaya tencereyle kaynar su koydum ki nem oranı artsın.... Değişiklik yok. Bıktım bu kulak burun boğaz işlerinden ya, doktora gitmek de istemiyorum. Termometre var odada, nemi de gösteriyor, baya düşükmüş, düzgün çalışıyorsa... Odadaki nemi yükseltmek için önerisi olan var mı? Bu arada burnumun içi de yara dolu. Yuvarlanıp gidiyoruz ama vücudum sürekli bi şeylere isyan edip dikkatimi çekmeye çalışıyor sanki. Tabi bu işler nefesimi iyice bozduğu için, bi de soğuk havada terleyip iyice hasta olmaktan korktuğum için koşuyu da bıraktım iki haftadır.

------


Yeter di mi? Susayım artık. Bence de.

Selamlar efenim,
Kanatlı Kedi



28 Kasım 2017

Film: Divines

Yönetmen: Houda Benyamina

Bir Fransız filmi. Divines, tanrısal, ilahi demekmiş Google çeviriye göre. Filmin Türkçe ismi ise "Dünya". 

Dün gece izledim. Hemen sonrasında yazmaya oturdum, bilgisayar başına. Ama filmi düşünmekten bi türlü devamı gelmedi cümlelerimin. Şimdi bi oturuşta yazıp kalkmak niyetindeyim, hadi bakalım...

Filmde Paris'in kenar mahallelerinde yaşayan iki genç kız var. Kenar mahalle ama site usulü, zamanında gökdelen gibi toplu konutlar inşa edilmiş, insanlar içine tıkılmış. Şehir düzenini bozan, uyum sağlamayan ya da sağlayamayan, fakir, sürekli işsiz insanlar... Dolayısıyla şehirden, düzenli geliri olan insanlardan uzakta durmaları istenmiş, buraya yerleştirilmişler. 

Bu arkaplan filmde anlatılmıyor aslında. Bourdieu'nün Dünyanın Sefaleti kitabından öğrendiklerimle kendim inşa ettim bu hikayeyi. Çünkü kalan her şey, kitapta anlatılan hayatlarla benzeşiyordu. Üstüne bir de filmin imdb sayfasında "Paris'in banliyöleri" derken, hemen yanında parantez içinde "HLMs" diye açıklama yapıldığını görünce tamam dedim, tahminlerim doğru. Çünkü HLM kısaltmasını bu kitaptan öğrenmiştim:

"HLM: Habitation a loyer modere: düşük kiralı konut olarak karşılanabilir. Kamunun sunduğu düşük kiralı ve ekseriyetle şehrin çeperlerinde bulunan ve yüksek bloklardan oluşan toplu konutlardır."

Kitaptan çok bahsettim bu blogda. Epey kalın. Psikopata bağlamamak için, hemen okuyup bitireceğim moduna sokmadım kendimi, arada bir açıp bir iki bölüm okuyup kapatıyorum. Psikopata bağlamaktan kastım sadece bi kitabı takıntı haline getirmek değil. Gözardı etmezsek yaşayamayacağımız şeyleri gözümüze gözümüze sokuyor yazar, yani Dünyanın Sefaleti'ni anlatıyor. 

Her bölümde bir sosyolog, bu kenar mahallelerden biriyle röportaj yapıyor. Kimisi göçmen; yerlilerle anlaşamıyor, kimisi yerli; göçmenlere alışamıyor. Kimisi sefalet içinde yetiştiği için sefaletten başka bir geleceği olabileceğine inanmıyor, ki okudukça haklı da buluyor insan bu karamsarlığını. Suça bulaşıyor tabi. Ufak tefek hırsızlıklar yapıyor. Sonra işleri büyütüyor, başına işler açılıyor. Düzenli bir işe girip az da olsa düzenli para kazanmak isteyenler de bir noktadan sonra tutunamıyor çünkü geldikleri mahalle belli, adı çıkmış, ömrü işlemediği ama işleme ihtimali olduğu düşünülen suçlar için kendini aklamaya çalışmasıyla geçiyor. Kimisi sendikacı; sendikacılığın eski ruhunu yitirdiğinden, insanların patrona itiraz etmek yerine birbirlerinin işine çomak sokmaya çalıştığından şikayet ediyor. Kimisi sivil toplum gönüllüsü; gerçekten iş yapmaya kalkıştığında önüne çıkan fikirdaşları (solcular, feministler) sebebiyle yaşamdan nasıl soğuduğunu anlatıyor. Kimisi de sosyal hizmet görevlisi; kenar mahalle gençlerini anlamaya çalışıp, kendilerine ve topluma yararlı hale getirdikçe bürokrasinin ve devletin önüne çıkardığı engellerden bahsediyor...

Yaz yaz bitmez, sürüyle hikaye...  Bir mahalledeki suç oranını, eğitim oranını istatistiklerle öğrenmektense, bu şekilde tek tek hikayeleri dinlemek daha iyi, daha derinden anlamayı sağlıyor. Her birini okudukça derin düşüncelere dalıyor insan, çevresine bakınıyor, kimlere ne önyargılarla yaklaştığını düşünüyor, kimi zaman devleti, kimi zaman patronları, kimi zaman adını koyamadığı kişileri, kurumları, bakış açılarını, önyargıları, çoğu zaman da kendini suçluyor. Dolayısıyla sık sık ara verme ihtiyacı duyuyor. İyi de oluyor, tek seferde okuyup zamanla unutmaktansa, arada bir konuyu hatırlamış oluyor.

Filmde de işte böyle bir semtte,herkesin kendini kurtarmaya çalıştığı bir ortamda, birbirinin her şeyi olan iki genç kız var. Biri düştüğünde, öbürü elini uzatıp kaldırıyor. Kısacası, kankalar. Birisi iyice bıkmış, gururlu, insan yerine koyulmak istiyor ki bunun ancak parayla olacağını bililyor. Bir an önce çok büyük miktarlarda (meslek lisesindeki hocasının hayal edemeyeceği kadar çok) para kazanmak istiyor. Kendisine hedef belirleyince onun uğrunda ne gerekiyorsa yapabilecek birisi. Uykusu varmış, karnı açmış, dinlemeyenlerden. Kankası ise daha az cesaretli, daha çok ortama uyum sağlayan bi tip. Bu farkta ailelerin etkisi büyük. İlki piç olarak büyümüş, aile kavramı yok, hesap soran kimsesi yok. İkinci bahsettiğimin ise babası imam, annesi de dindar, kenar mahallede de olsa aile kurumunu sürdürmeye çalışan insanlar. Düzenli olarak ailece camiye gidiyorlar vs... En basitinden, eve girmesi gereken bir saat var. Zihninin, hayallerinin sınırları çizilmiş.

Derken başlarına çeşitli olaylar geliyor. Pek de iç açıcı olaylar olmamasına rağmen durmadan salya sümük ağlatmıyor film, hatta sık sık gülümsetiyor. Buna rağmen gerçekçi bi film, The Violin Teacher'ı (Tudo Que Aprendemos Juntos) hatırlattı bana. Arkaplan benziyor; biri Brezilya'nın, diğeri Paris'in kenar mahallelerindeki gençlerin durumunu anlatıyor. Kahramanları farklı sadece, bi de hissettirdiklerinde ufak farklılıklar var.

Böyleyken böyle efenim. Gerçekleri duymaya hazır olduğum, uyuşmak değil de, gerçek bi şeyler hissedebilmek istediğim anlardan birinde izledim. Öyle her an izlenecek bir film değil yani bence.

Selam ederim,
Kanatlı Kedi






22 Kasım 2017

Yazmaya Girişmek ve Yol Yordam


Bugün koşu günümdü. Yataktan çıkmadım. Saçma sapan ufacık bi şey bütün yaşama isteğimi, gücümü alıyor bazen. Herkese oluyordur arada sırada. Benim de gelip geçiyor. O yüzden çok sallamadım. Malak gibi yattım. Ama koşu bi vicdan azabı olup hatırlatıp durdu kendini. Henüz çok içli dışlı olmadık ya, böyle ufak uzaklaşmaları çok büyütüyor. Sorun sende değil bende falan dedimse de ikna olmadı. Ben de koşu güzergahında yürüyüşe çıktım. Evden çıkmış olmak için. Hem de Feridun Andaç'ın Genç Meslektaşıma Mektuplar* yazı dizisinde söylediklerini uygulamaya çalışırım düşüncesindeydim. Not defterimi aldım yanıma, bi de kalem tabi, çevreyi izledim. Kanal, gölümsü su, rüzgarda uçuşan yapraklar, köpeğini gezdirmeye çıkan insanlar, öğle yemeğine giden beyazyakalar, bisikletsiz bisiklet yolu, kuşlar... Binalar, otoban... Kadrajın gözünden bakabilse, sürüyle fotoğraf çıkarabilirdi insan ama bende o yetenek de, o gözle bakacak yaşam enerjisi de yoktu. Sanki, öylesine bi "hadi" demişim yine, "bi yürüyüşe çıkayım, doğayı, çevremi dinleyeyim, bana ne anlatacakmış, belki duyarım bu sefer bi şeyler"... Çünkü çoğu zaman duyamıyorum. İnsanın içi kederle, huzursuzlukla, öfkeyle ya da diğer herhangi bir karanlık duyguyla doluysa, yürüyüş onu nasıl rahatlatabilir, anlayamıyorum. Hani öyle derler ya... Doğayla hiçbi zaman çok samimi olmadım sanırım, o yüzden birbirimizin işine yaramıyoruz. Yere çöp atmamak ve geri dönüşüme önem vermek dışında bi faydam yok kendisine. 

Yine de zorladım kendimi, kuşları izledim. Kurgu için bi konu çıkar mı diye düşünerek baktım gördüğüm her şeye. Çıkartamadım ama içim rahatladı biraz. Görevini yerine getirme rahatlığı. Yürüyüşün, çevreyi dinleyerek bakmanın eninde sonunda işe yarayacağını düşünüyorum sanırım. Sadece düşünmek için yalnız kalmak. Amaç spor değil, bi işi bitirmek değil, bi şeyler, izlemek, okumak, yazmak, puzzle yapmak değil... Fiziksel bir oyalayıcı olmadan öyle mal gibi yürümek, bi banka oturmak. Yaşlılar gibi aslında. Zamanı yavaşlatmak. Verimli kullanma çabasından kurtulmak.

Eve dönüşte zihnimin açıldığını hissettim. Bi düşünce geldi aklıma. Bu düşüncenin aklıma gelmesinin ne kadar tuhaf olduğunu düşündüm. Sonra, bundan bi kurgu konusu çıkabilir, dedim kendi kendime... Hemen not etmek istedim, zira tek kelime yazmamıştım taşıdığım not defterime. Fakat bizim sokağa gelmiştim çoktan, komşuların beni görme ihtimaline karşı, "sokakta bi şeyler yazan tuhaf kız" olmamak için yazmadım, içimden tekrar ede ede hızlıca apartmana girdim ve köşede durup not aldım. Hızlıca, ayaküstü not almaya da alışkın değilim, kafamdakilerin değerini azaltıyorum sanki not alırken, yanlış kelimeleri seçiyorum. Bu hayal kırıklığına alışkın olduğum için bu defa pes etmedim. Eve girince hemen oturdum kağıt-kalem başına, aklıma geleni yazdım. Olayları bir sıraya koymaya çalışmadan. Aslında belli bir olay da yoktu, sadece betimlemekti yaptığım. Sonradan toparlayabileceğimi düşündüm hep. Bir öykü, roman ya da kurgulanan herhangi bir şey ilk defa not edilirken hep böyle yapılmaz mıydı? Bilmiyordum, umursamadım da. Fakat her zamanki gibi, bi noktadan sonra yoruldum, kendimi zorlayınca yazmaktan soğuduğumu fark ettim ve bıraktım. Her denememde olduğu gibi... Halbuki başlangıçta öyle hevesliydim ki sandalyeden kalktığımda bitmiş olacağını düşünüyordum. Buna inanmasam da, mantıklı olmadığını bilsem de, inanmak istiyordum içten içe. Çünkü bu yazıya bi daha geri dönüp bakmayacağımı, baksam da hiç beğenmeyeceğimi, yırtıp atmak isteyeceğimi biliyordum. Hazır gazım varken, bitirivermeliydim. Fakat öyle olmadı tabii ki, yoruldum ve bıraktım. 

Şimdi, Feridun Andaç'ın sözünü dinleyip, usanmadan her gün tekrar tekrar göz atacağım o yazdıklarıma ve bi şeyler eklemeye çalışacağım. Spordaki gibi, bünyemin bir müddet sonra alışması ihtimaline inanmak istiyorum. Kendimi zorlarsam, bir müddet sonra hayalgücü damarlarım açılacak ve başı sonu olan bi kurgu-yazı çıkartabileceğim sanki. Artık öykü mü olur, anı mı, deneme mi, adı ne olur bilmiyorum. Çünkü bu kez öykü yazacağım diye kısıtlamak da istemiyorum kendimi. Belki de ondan olmamıştı şimdiye kadar? Belki de kurgu değildi yazmam gereken şey? Türünü düşünmeden yazmak dediğim bu. Sadece blog yazar gibi, günlük yazar gibi başı sonu belirsiz olmasın ve derdini yani derdimi anlatabilsin, tek isteğim bu. Bi de dili daha düzgün olsun tabi. 

Tabii bu hedeften önce, birincil derdim, bi yazıya, farklı zaman dilimlerinde devam edebilme sakinliğini, erdemini, sabrını gösterebilmek. Hatta ondan da önce, bir derdim daha var: Kendim hakkında yazmamak. Çünkü kendim hakkında yazınca toparlayamıyorum. Ordan oraya atlamam gerekiyor ve hiçbir zaman asıl demek istediğimi anlatamıyorum. Bitmiyor, bitecek gib durmuyor, dolayısıyla devamı da gelmiyor. Yazmaktan soğutuyor beni. Üstelik, kendime, geçmişime saplanıp kalıyorum, bugünüme zararı oluyor. Ne anladım o işten?

Bırak, diyorum kendime, kendini bırak, başka karakterler yarat, onlara kendinden parçalar koyarsın biraz biraz. Hayalgücünü kullan. İşte bu arkadaşla aramız çok bozuk, doğayla olduğu gibi aslında. Uzun zamandır görüşmüyoruz. Onunla aramızı yapmaya çalışıyorum. O yüzden bugün kurguya dönüştürebileceğim bir fikir gelince aklıma, çok heyecanlandım. Sonuçta, bittiğinde ortaya çıkan yazı, kurgusal bi şey olmasa bile, işe kurguyla başlamanın hayalgücü damarlarımı açacağını umuyorum. 

Anlaşılacağı üzre, "Nasıl yazılır?" türünden yazılara kafa yormaya başladım bu sıralar. Kendim beceremiyorum, bari eskiden "zırva" dediğim yaratıcı yazarlık vesaire öğütlerine kulak vereyim dedim, belki işe yararlar. Feridun Andaç'ın yazılarının zırvalıkla alakası yokmuş tabi. Doğru yolda olduğumu hissettim. "Hem çalışmıyorsun, hem de olmuyor diye şikayet ediyorsun" diye azarlayacak birine, bir ustaya ihtiyacım varmış meğer. Peki Andaç'tan neler öğrendim? Buraya not edeyim ki, arada bi hatırlayayım:

- "İyi okur" ol.
- Her şeyin senin başından geçmesi gerekmiyor. Yaşamak gerek ama yaşadıklarını yazmak için değil.
- Not al, okurken, yaşarken, film izlerken (Hatta film defterin olabilir)... "Not almak bir söz'ü, bir kavram'ı hemen düşünsel metne dönüştürme bilgisine yönelmenizi sağlar." (İşte bu yüzden, bu bilgi'den uzak olduğum için not almakta zorlanıyorum.)
- Bütün antenlerini açarak, tutkuyla yaşa, izle, gözlemle, dinle. Yazarken de bu antenlerle aldıklarını aynen aktarmaya çalışma, zaten olmaz. Başka bi düzlemdesin artık... (Halbuki ben hep kendi yaşadıklarımı, hissettiklerimi, gördüklerimi aynen aktarabilmek için bir araç olarak kullandım sanatı. Karakalem resim yaptım, bir fotoğrafın aynısını kopyalayabildiysem başarılı saydım kendimi, bu başarıdan zevk aldım. Kendimden bi şey katmaya çalıştım ama olmadı. Kattığım şeyin değerini ölçemedim çünkü. Yazarken de, yukarıda dediğim gibi, içimden geçenleri aynen yansıtmaya çalıştım fakat hiçbi zaman beceremedim.)
- Farklı sanat dallarıyla da ilgilen, iç dünyanı zenginleştir. Sinema, müzik, resim, heykel... (Sinir olduğum çağdaş sanat ve fotoğraf müzelerine daha sık gitmeliyim demek oluyor bu.)
- Bu yaşta kendini yazma ama aile öykülerinden yani kökeninden beslen, belki anlatabilirsin..
- Ara ara kısa metinler yaz kendi kendine. Pratik olsun, beynin yazma alışkanlığını kaybetmesin diye. 
- Okurken coşkuya kapıl ama yazarken kontrollü ol. (İkisinde de coşku var bende şimdilik. En azından %50si tamam.)
- "Yazdıktan sonra okuduğumda, genç kızın iç körlüğünü anlattığımı gördüm. Oysa çıkış noktam başkaydı." (Başta belirlediğim hedefi tutturamazsam, yazdığımdan asla tatmin olamazmışım gibi geliyor. Fakat bu hatalı bir öngörü de olabilir, çünkü tamamen bitti dediğim çok az şey yazdım şimdiye kadar.)
- Doğayı dinle, dilini öğren.
- Bulunduğun yerin edebiyatını oku. "Bir yeri/bir semti/bir sokağı olmayan yazar bana yavan gelir." (Benim bir yerim yok ki, onu n'apıcaz? Okudukça bi yer edinirsin belki... Hele bi dene, görmezden gelmeyi bırak.)
- Düzyazı ile uğraşan her yazı insanı mutlaka iyi bir şiir okuru olmalı. "İmgelemin ne olduğunu iyi bir şairden öğrenebilirsin." (İşte, senin en büyük sınavlarından biri de bu. Şiirden anlamıyorum diye kestirip attın hep, uğraş biraz. İmgeleme ihtiyacın var çünkü.)
- Üçüncü sayfa haberlerinden iyi konu çıkabiliyor. 
- Yazar bir dile, bir kültüre ait olmalıdır. Yaşadığı yerin sorunları, dertleri, sevinçleri ile ilgilenmeyen, ne yazabilir? (Türkiye haberlerini okumayı bırakınca psikolojim düzeldi, günlerim daha dolu dolu geçiyor. O arada bura haberlerinden de uzaklaştım. Dünyadan haberim yok yani. Bunun pek sağlıklı olmadığının farkındaydım da, ödev olması da canımı sıktı. Sabah haberlere bi göz atayım desem, bütün günüm gidiyor. Bi denge kurmayı öğrenmeliyim belki. Ama yapacağıma hiç inancım yok. Kanım hala çok deli akıyor, çok kolay sinirleniyorum. Tarih okudukça sakinleşeceğimi sanıyordum ama ya yeterince okumuyorum ya da doğru tedavi yöntemi bu değil. Kısacası, şimdilik bu sınavı erteliyorum.)
- Sabırlı ol, orda burda bi an önce yazı yayınlatacağım diye uğraşma.
- Defter-kalem kullan.
- Yazı dizisinde geçen kitapları oku, filmleri izle..

Şimdilik bu kadar, daha da uzatmadan veda edeyim. 
Selamlar, 
Kanatlı Kedi


* Böyle bir yazı dizisinden haberdar olmamı sağladığı için Macera Kitabım'a teşekkürler.

17 Kasım 2017

Batı müziğinin de iyi yanlarını alalım

Bi koşu koştum geldim. Spor iyi bi şey de, her seferinde duş almak olmasa... Yıkanmakla bitmiyor ki, kurulanması, saçı taraması, kurutması var. Hiç sevmiyorum banyo yapmayı sırf bu yüzden. Soğuk memlekete gelince iyice soğudum banyo işinden. Terleyecek hava olmayınca, sırf gerektiği için banyoya giriyor insan, rahatlamak için değil...

Yemek yemek de öyle. Günde üç defa bi şeyler yemem gerekiyor. Hep peynir ekmek yemek de olmuyor ki arada bi de pişirmek lazım. Neyse, bu duş ve kahvaltı işi biraz zevkli hale gelsin diye müzik açtım. Spotify "Elveda Rumeli müzikleri" dinlemişsin, bak bunları da seversin, dedi. Minor Empire'ı önerdi. Tamam dedim. İsmin İngiliççe olmasına bakma, türkü söylüyorlar. Batı enstrümanlarını da katmışlar ama öyle bi yedirmişler ki, çok sevdim. Misal, Fırat Türküsü'nü hiç böyle dinlememiştim:



Başta tuhaf geldi ama zamanla sevdim, sanki şarkının zemininde batı enstrümanları var, yani arkaplanda onlar var ama üstte, dikkatimizi çeken kısımda geleneksellerimiz, darbuka, kanun, ud var. Ve bunlar muhteşem bi uyum içinde. Anadolu müziğini kullanıp bambaşka bi şeye çevirmemişler. Türkülerin içe kapanıklıktan çıkıp batı müziğiyle kaynaşmasını seviyorum. Ama karakterini de bozmayacak. İşte bu dengeyi iyi kurmuşlar gibi geldi. Bu konu çok tartışmalı, özellikle sıkı türkü dinleyicileri için kırmızı çizgi. O yüzden çok da iddialı değilim. Ben sevdim, sen sevmeyebilirsin. Ama ben sevdim. Senin sevip sevmemen olsa olsa seni ilgilendirir. Saygı duyarım ama tartışmam. Gerek yok. Ne gerek var ki? Ya raad ol, bırak, boşver...

Sonra Spotify'a para ödemediğim için, bi albümü baştan sonra dinleme hakkım olmadığı için, Minor Empire'dan Selva Erdener'e atladı. Sanırım opera sanatçısı kendisi ama Ay Gız'ı bi söylemiş, bi söylemiş... Yani operayla bi Azeri türküsü nası bu kadar uyum gösterebilir? Gerçi belki de türkü değildir, bilmiyorum. Neyse, operaya sempati duymaya başladım. O da burda efenim, buyrun: 



Evraka evraka diye coştum, hemen buraya koştum. Kayda geçeyim, unutmayayım dedim. Müzik ne güzel bi şey...

Selamlar, 
Kanatlı Kedi

14 Kasım 2017

Ucuz alışverişin ustasıyım, ikincielcilerin hastasıyım

Selam millet, 

Geçen gün misafirleri yolcu ederken, vedalaşma faslı uzayınca, hoşçakalın yerine "melabaaa" dedim. Normalde bu benim giriş lafım. Böyle şebelekçe merhaba demek kolayıma gidiyor. Small talk denilen muhabbetleri hiç beceremiyorum, ne kadar şebeklik yaparsam o kadar rahatlıyorum, -r'nin -l'ye dönüşmesinin sebebi bu kısacası. Fakat insanlardan ayrılırken melaba demek, şebeklikten filan değil, bildiğin şaşkınlıktan. Muhabbet uzadı ve beynim bildiği bütün selamlaşma sözcüklerini sıralamaya karar verdi sanırım. İnsan içine az çıkmanın böyle zararları da var işte. Neyse, saniyenin bilmemkaçtabiri kadar süren -ya da bana öyle gelen- sessizlikten sonra, herkes duymamış gibi davrandı ve misafirler kaçıp kurtuldu. Ben de kendimden kaçıp kurtuldum. Böyle saçmalıklarımı kafama takmayı bırakmam lazım zira. 

Neyse efenim, selam millet, diye lafa girince bu anımı anlatmak, hazır fırsatını bulmuşken kendimle dalga geçmek istedim.

Şimdi beni asıl gaza getirip bilgisayar başına oturtan şeyden bahsedebilirim. Şu aşağıdaki arkadaşların hepsini 7 euroya aldım. Çok mutluyum.


Hepsi derken, 6 kitap ve iki kitap stopperı. İngilizcesinin bookstopper olduğunu sanıyorum ama Türkçe karşılığını bilmiyorum. Hani şu kitaplar yıkılmasın diye koyulan zımbırtı. Pencere önüne çalışma masasını koyunca, içe doğru olan çıkıntının tam ortasını raf niyetine kullanıyorum, ondan lazım oldu. Kendim yapsam bi şeylerden diye düşünüyordum evde bi sürü karton kutu filan var diye. Yine de bi sorayım bizim burdaki ikincielciye de (sahaf demiyorum çünkü sırf kitap değil, her şeyi satıyor), boşa uğraşmayayım varsa, dedim, varmış. Aslında kendisi kullanıyordu ama hemen çıkardı verdi adam.

Kitapların da hepsine 5 euro aldı. Ya dedim sen manyak mısın? Anadili İngilizce olmayan bi memlekette İngilizce kitap satıyorsun, kitap başına 1 eurodan az alıyorsun. Ki öyle çok dandirik romanlar da değil, kaynak kitap değerinde şeyler... Adam yer mi açmaya çalışıyor, yoksa her şeyi elden çıkarıp dükkanı mı satacak acaba? Bi dahakine sorayım. Gitmesin yav...

Bi de dün The Hours'u izlemiştim bilinçsizce. Virginia Woolf'la ilgiliymiş meğer. Yani başlayınca fark ettim tabi ki, öncesinde haberim yoktu O'nunla ilgili olduğundan. (Kendimi ifade edemiyorum doktor!) Filmde Woolf'un kocası aklıma yazılmış, ikincielcide gördüm, aha! dedim yapıştım hemen. Normalde olsa aa soyadı Woolf'muş der geçerdim ama şimdi öyle mi? İşte bunlar hep kader! Kader buysa, seviyorum kendisini...

Bi de Doris Lessing kitabı aldım. Hiç okumadım, nerden duydum onu da bilmiyorum ama içimden bi ses "al, tanışırsınız" dedi fingirdeyerek... Bakalım, anlaşırsak evine davet eder belki beni. Ama henüz değil. şimdi yüzyıllardır bitemeyen Adalet Ağaoğlu günlüklerini bitirmeliyim önce.

Bi de İngilizcelerini anlayacak mıyım derdi var tabi. Virginia Woolf'a yeltenmiştim yıllar önce, Türkiye'deyken, hiçbi şey anlamamıştım. Sonra burda Türkçesini okudum, onu da zar zor anladım. O yüzden mesela Orlando'yu gördüm bugün rafta ama cesaret edip almadım. Evde asla okumayacağımı bildiğim kitapların rafta durması rahatsız ediyor beni içten içe. Hepsini eninde sonunda bi gün okuma ümidim olmasını istiyorum. Müstakbel kocasının daha basit bi dille yazdığını umuyorum. Kitap çok ince, bol diyaloglu, Doris Lessing'inki de öyle... Anlarım heralde... Görücez.

Neyse efenim, şimdilik haberler bu kadar, hoşçakalınız...
Kanatlı Kedi


12 Kasım 2017

Film Raporu

Son zamanlarda izlediğim filmleri bi toparlayayım zira çok az izliyorum, zor olmayacak...

Otobüs (1974). Yönetmen: Tunç Okan. Adalet Ağaoğlu'nun bir kitabında geçiyordu, aklıma yazmışım ordan. (Sonra aynı yönetmenin Fikrimin İnce Gülü'nden uyarladığı Sarı Mersedes'inden nefret etmiş, hatta dava etmiş filmi Ağaoğlu, ama olsun). Youtube'da var. Çok enteresan bi film. Özünde Türkiye/Yeşilçam yapımı olmadığı belli. Çakalın biri, bir otobüs Türkü İsveç'e götürür, işçi olarak. Stockholm'de bi meydana park eder otobüsü ve olaylar gelişir. Tabi film karamsar, çünkü gerçekçi. Hatta belki biraz da aşırı gerçekçi. Yok artık, diyor insan arada.. Tüm rahatsız ediciliğine rağmen, dünyadan bihaber Anadolu köylüsünün Avrupa'ya gelmesindeki absürdlüğü, kültürler arası uçurumu göstermesi açısından, bu konuya az buçuk da olsa ilgi duyanlar için mutlaka izlenmesi gereken filmlerden. Belli bi başrol yok. Otobüstekilerin hepsi başrol sayılabilir. Tuncel Kurtiz de onlardan biri.

Köşeyi Dönen Adam (1978). Yönetmen: Atıf Yılmaz. Televizyonda hiç karşılaşmadığım bi Kemal Sunal filmi. Neden? Çünkü bol bol laf sokma, bol bol muhalefet var. Amerika'ya, dindar görünüp para peşinde koşana, saf saf kupon biriktirip zengin olma hayalleri kurarken sömürülene durmadan laf söylüyor film. Sonundaki sahne de her 1 mayıs'ta sosyal medyada en az bir defa karşımıza çıkan videodaki sahne. Hani Kemal Sunal saf saf yürürken bi anda 1 mayıs kortejinde bulur ya kendini, ha o işte... Bütün Atıf Yılmaz filmlerini izleme isteği doğurdu bu film bende. Gün gelecek, başarıcam bu planlı programlı film izleme işini, evet... (Kronolojik sırayla izleme planım yalan oldu)

Mavi Pansiyon (2011). Yönetmen: Nezih Ünen. Anadolu'nun Kayıp Şarkıları'nın da yönetmeniymiş. Şaşırdım. Filmi hiç sevmedim çünkü. Oyunculuklar vasat, alıp götürmüyor, konuşmalar vasat, senaryo sıradan, derdi olmayan kendine dert arayan bi aşk hikayesi. O belgeseli yöneten adam, nası bu filmi çekmiş olabilir? Para lazımdı demek ki, diyesi geliyor insanın. Özlem Tekin var, afişi de renkli, iç açıcı, laylaylom görünüyor diye eklemişim Youtube Daha Sonra İzle listeme belli ki. Hakkaten öyle. Kafa yormadan, oyalanmak için izlenir. Ama o amaçla bile izlenecek daha güzel daha bi sürü film var.

Leviafan (2014). Yönetmen: Andrey Zvyagintsev. Rus filmi. Rusya'nın Nuri Bilge Ceylan'ı diye duymuş u., ondan izledik. Yoksa hiç duymamıştım ben. Hakkaten öyleymiş. Daha dün izledim, uzun uzun konuşmak için sindirmem lazım. Ama İspanyol filmi Gözlerindeki Sır'ı (El Secreto de Sus Ojos) anımsattı bana. Gözlerindeki Sır daha bi insancıl ilişkiler içeriyordu, insanın adalete inancı sarsılsa da, insana, bireye olan inancı devam ediyordu o filmde. Fakat Leviafan öyle değil. Spoiler: Filmdeki Kolya'nın evi gibi, her yeri pencere dolu. Soğuk memlekette o kadar pencereli ev insanın içini ısıtmıyor. Her an bi rüzgar esecek, yıkılacak gibi. Leviafan daha bi karanlık, soğuk, Rusya'da olduğunu belli eden cinsten. Benzerlik ise, iki filmin de bürokrasiden, dinden, güçten, iktidardan nefret ettirmesi insanı. Bi de bunda bi Soledad Villamil yok tabi... O'nun yeri nasıl doldurulabilir ki?

Ma Vie de Courgette (Kabakçığın Hayatı) (2016). Yönetmen: Claude Barras. Yaklaşık bir saatlik bi animasyon. Stop-motion. (Bu teknikle yapılan filmlere ayrıca bi hayranlık duyuyorum. İnsan nası tek tek uğraşır bıdıcık bıdıcık şeylerle?) (Ayrıca koskoca metal yığını nası duruyo havada?) Otobüs gibi aşırı gerçekçi bi film izledim, azıcık insanlık dolayım da yarın uyanmak için tekrar bi sebebim olsun ama çok da yorgunum, 2-3 saatlik bi filmi kaldıramıycam, diyorsanız, Kabakçık tam size göre.









06 Kasım 2017

Yeni Kelimeler (Türkçe de var bu kez)

Nutuk'a başladığım için Türkçe'de de epey bi yeni kelime çıkıyor karşıma bu sıralar:

Kırklareli: Eski adı "Kırkkilise" imiş.
Teşrinievvel: Ekim
Kanunuevvel: Aralık
Elazığ: Eski adı "Mamuretülaziz" miş.
teali: yükselme (misal: Kürt Teali Cemiyeti)
Samsun: Eski adı "Canik"
keyfiyet: durum, nitelik (Şimdi bildiğimiz "keyfi olma durumu"yla alakası yokmuş.)

-----

Gelelim Felemenkçelere... Konumuz "tatil". Tatil mekanları, turizm haberleri, şimdi nerde olmak isterdin türü varsayımsal gereksiz diyaloglar... Bi de ders sonunda dinlediğimiz bi şarkı var. Onu da en sona ekleyeyim de burda bulunsun...


zeilen: yelkenli ile açılmak
zeilboot: yelken
weleens: 1)ilerde bi gün, 2)bazen
let op: dikkat etmek, göz kulak olmak (Çantama göz kulak olur musunuz, manasında da)
kust: sahil
circa = ongeveer: yaklaşık olarak, approximately
trekken: 1) çekmek (misal: kapıyı), 2) çekici olmak (turist çekmek)
vooral: özellikle
de provincie: eyalet
doorbrengen: harcamak, zaman geçirmek (tatili birlikte geçirmek) (bracht door, doorgebracht)
stijgen: yükselmek, artmak (misal: sıcaklık) (steeg, is gestegen)
opleveren: kar getirmek, verimli olmak, to yield
ruim: geniş, büyük
geliefd: sevilen, popüler
de bestemming: 1) amaç, hedef, varış noktası, 2) kader, fate (kısacası kara toprak)
de plek : yer (misal: araba park yeri) (Benim için birinci sırada... gelir.)

de ervaring: deneyim
ervaren: 1) tecrübe etmek, 2) tecrübeli

delen: paylaşmak, paylaştırmak (misal: ervaringen delen)
evenveel: as much, ...kadar (Iedereen betaalt evenveel)

bereiken: to reach, 1) belirlenen hedefe ulaşmak, 2) iletişim kurmak (Aradığınız kişiye ulaşılamıyor.) (bereiken per telefoon, mail of sms)
reiken: bir yere uzanarak erişmek
bereikbaar: ulaşılabilir, attainable, accessible

de overnachting: geceleme, gece kalma (Ik heb overnactingen geregeld.)

toenemen=stijgen: artmak, yükselmek (nam toe, toegenomen)
vrijwel: bijna

gelijk: eşit, aynı
het gelijk hebben: haklı olmak
gelijk betekend: eşanlamlı
de gelijke: yaşıt
gelijken: benzemek
gelijkenis: benzerlik
gelijkmoedig: soğukkanlı

de moed:  cesaret
de moeder: anne (Arada bağlantı yokmuş ama akılda kalsın diye not: Anneler cesurdur!)

blijken (uit): kanıtlanmak, belli olmak, ortaya çıkmak, to turn out, to prove (bleek, is gebleken)
het blijk: belirti, iz
blijkbaar = duidelijk: açık, belli

op basis van: temelinde, ...a dayanarak

bestaan (uit): bir şeylerden oluşmak, var olmak, to consist of (bestond, bestaan)
het bestaan: mevcudiyet

zowel ... als: as well as, hem ... hem de ... (We willen zowel naar Rotterdam als naar Amsterdam)
de omzet: ciro, hasılat (de omzet van de winkel)
de horeca: catering (hotel+restaurant+cafe)
afkorting: kısaltma, abbreviation



Şarkıda şair, dağların neden yüksek olduğunu, denizlerin neden çok derin olduğunu, bulutların neden çok hızlı hareket ettiğini ve en sonda da insanların neden bu kadar yorgun olduğunu soruyor kendine. Sonuncusuna "belki yapcak bi sürü işleri olduğu için, belki de onbinlerce soruyla uğraştıkları için ve belki de uzun zamandır barış yolunda oldukları için yorgunlardır" diyor.

Şarkıdan kelimeler:

scheppen: to create, yaratmak
grens: sınır, border
engelen: melekler
jachten en jagen: yapacak bi sürü iş güç olması
wolk: bulut
klif: uçurum

Nutuk Kıyaslaması ve Tarih Okurken Sakin Olmak

Karşınızda, Nutuk:

Kaynak Yayınları, 3. Basım, Kasım 2016

Ortadaki bordolardan alttaki Nutuk'un kendisi, üstteki de Vesikalar, yani Mustafa Kemal'in Nutuk metnini okurken bi taraftan da dinleyenlere sunduğu belgeler. Çevresindekiler de bir zarf içinde gelen haritalar. "Sakarya Muharebesi'nde iki tarafın durumu, Sevr'e göre Osmanlı'nın paylaşımı" gibi, Nutuk'u anlamaya faydası olacak haritalar. Karşıda ayakta duran sarı şeyse iki kitabın kutusu ve yanındaki de haritaların zarfı. 

Kuran'ı bilir misiniz? Elmalılı Hamdi Yazır'ınkini filan gördünüz mü? Aha kitabın malzemesi O'na benziyor. Sayfaların yumuşaklığı, cildi, kaldığın sayfayı işaretlemeye yarayan ip... Kitap kalın ve kaynak kitap niteliğinde olduğu için, yani ömürlük olduğu için, kaliteli ciltlenmesi mantıklı. Öte yandan, eline alınca Kuran hissi vermesi de hoş değil, bi resmiyet yaratıyor. Maddeye saygıdan içini incelemeye sıra gelmeyecek gibi geliyor... Tabi bu Kuran çağrışımının benim saçma sapan geçmişimle ve bilinçaltımla ilgisi olabilir. Hemen bi kılıf örüp bel hizasından yukarı asasım geldi, deyim, sen anlarsan anla, anlamazsan da şanslısın, hiç anlama bence:)

Baktım bu hastalıklı resmiyet hoş değil, önce bordoların üstündeki şeffaf kılıfı çıkardım. Hiç sevmiyorum kitaplara mont giydirir gibi kaplama yapılmasını, kayıp duruyor. Rahat değil okuması. Sonra aldım kalemi elime, o güzelim sayfa düzenine, ömür boyu saklarım ben bunu düşüncesine aldırmadan, hunharca çizdim kelimelerin, cümlelerin altını... Hatta hızımı alamadım, sen kim boksun seviyesindeki düşüncelerimi sayfa boşluklarına kaydettim. Evet. Şimdi kankayız kendisiyle.

Tanıtım kısmını geçtiysek, asıl diyeceğime geleyim. Bi yerinde diyor ki: 

"İstanbul'daki idare merkezlerinden verilmiş olan bu direktif dahilinde, Erzurum şubesi, Doğu Vilayetlerinde Türk'ün haklarını muhafaza ile beraber, tehcir esnasında yapılan kötü muamelelerde milletin katiyen dahli bulunmadığını ve Ermeni mallarının Rus istilasına kadar muhafaza edildiğini, buna karşılık Müslümanların pek gaddarane hareketlere maruz kaldığını ve hatta emir hilafına tehcirden alıkonulan bazı Ermenilerin hamilerine karşı reva gördükleri muameleleri, sağlam vesikalarla medeniyet alemine arza ve bildirmeye ve Doğu Vilayetlerine karşı dikilen ihtiraslı bakışları hükümsüz bırakmak için çalışmaya karar veriyor."

Bundan önce başlayıp yarıda bıraktığım Nutuk'ta (Akvaryum Yayınevi, 2005) aynı paragraf şöyle: 

"İstanbul'daki yönetim merkezinden verilmiş olan bu direktife uygun olarak, Erzurum şubesi, Doğu illerinde Türk'ün haklarını korumakla birlikte, Ermeni mallarının Rus istilasına kadar koruduğunu, buna karşılık, Müslümanlara pek gaddarca davranıldığını; hatta verilen emre aykırı olarak, göçten alıkonan bazı Ermenilerin koruyucularına karşı yaptıkları kötülükleri, güvenilir belgelerle medeniyet dünyasına duyurmaya ve Doğu illerine dikilmiş olan hırs yüklü bakışları geçersiz bırakcak çalışmalar yapmaya karar veriyor."

Görüldüğü üzre, birincide kalın harflerle yazdığım kısım, ikincide yok. Ben bunu Kaynak Yayınları'nınkini okurken fark ettim. Çünkü Akvaryum'daki Atatürk, Ermeni meselesinde Türklerde kesinlikle suç görmüyordu. Aslında okuduğum 140 sayfa boyunca, resmi tarih eğitimim boyunca ne gördüysem aynılarını tekrarlıyordu. Ayrıntıları okumak zevkli olsa da, genel bakış açısının çocukluğumdan beri duyduklarımla aynı olmasında bi sıkıntı vardı. Üstelik kaynak belirtmek, "Burda bahsedilen belge şurdadır, özetle şunu der" gibisinden bi dipnot iliştirmek falan da yok...Bi sürü yazım hatası, aynı paragrafın iki defa yazılması filan derken dedim 5YTL'ye 660 sayfalık kitap satmışlar, ne bekliyosun ki? Araştırdım, Kaynak'ınkini aldım ve O'nu okurken, Ermenilere kötü muamele yapıldığına dair ufacık bi cümle görünce hemen dikkatimi çekti. Diğeriyle kıyasladım ve sonuç bu. 

O küçücük cümlenin yokluğu anlamı çok fena değiştiriyor. Ve ben kendi kendime deliriyorum. Çünkü bu kitabı Atatürk hayranlığından, her Cumhuriyet çocuğunun evinde bi Nutuk bulunmalı düşüncesiyle almadım. Gerçeklere biraz daha yaklaşmak, Türkiye'nin kurucusu dediğimiz adamın aklından geçenleri biraz daha iyi anlamak için aldım, okuyorum. Ömrümde ilk defa O'nu başkalarından dinlemeyip, kendi sözlerinden çıkardığım sonuçlara göre yorumlayacağım. O zamanlarda gerçekte neler oldu? Bir kitapla bütün sırlara vakıf olacağımı sanmıyorum tabi ki ama en azından bi fikir edinebilirim diye umuyorum. Kısacası, bu adamın Ermeni meselesi, tehciri, soykırımı... daha ortak bi ad koyamadığımız bu konu hakkında ne düşündüğü benim için çok önemli. O'nun dediği kesin doğrudur diye değil, tarihte önemli bi rolü olduğu için. 

İnsan tarihi kendi fikirlerini, inançlarını desteklemek için değil de gerçeklere ulaşmak için okumalı idealde. Çünkü tarihi olaylar genelde net, biri birini öldürmüş, şu şu sebepten dolayı. O sebep o zaman için mantıklı gelebilir, gelmeyebilir, tamamen zulüm amaçlı da olabilir. Her neyse işte, benim tek istediğim o gerçeği öğrenmek, yorumları değil. Yeter artık diyor aklım, bırakın da yorumu ben kendim yapayım, fikrinizi kendinize saklayın, bana ham bilgiyi verin... Fakat buna ulaşmak çok zor. Çünkü yanlı anlatım diye bi şey var. Sansür var, yalakalık var, kitleleri peşinde sürükleme isteği var, çıkar meseleleri var...

Kaynak'ın yazdıklarının ne kadarının doğru olduğunu da bilmiyorum. Asla da bilemem çünkü gidip Nutuk'un orjinalini kendim inceleyecek değilim, incelesem de anlamam zaten Arap harfleriyle yazılmış. Birincisi: Niye anlamıyorum?

İkincisi; böyle önemli bi belgeyi önüne gelen yayınevinin yayımlaması engellenemez miydi? Bi kontrol mekanizması yok mu? Sıradan insanın güvenebileceği bi kaynak olsaydı iyi olmaz mıydı? Sadece Nutuk da değil, tarihi belge sayılabilecek her şey...

Ayrıca bu yayınevleri nasıl kafasına göre kısaltabiliyorlar eserleri? Hadi herkes anlasın diye kısalttı diyelim, kapağında kocaman kocaman yazması gerekmez mi "sadeleştirildi, kısaltıldı" diye? bu nası rahatlık arkadaş....Bunu kontrol eden yok mu? Türk Tarih Kurumu ne işe yarar? Hala faal mi bilmiyorum gerçi. 

Aman neyse, sinirlendim yazdıkça. En azından şundan eminim: Kaynak Yayınlarınınki Akvaryumunkinden daha iyi. Vesikaları ayrıca kitap yapmışlar, o belgelerin şu an nerde, hangi dosya numarasıyla kayıtlı olduğu falan belli, yani sanki istesem gidip bakabilirmişim gibi duruyor  (muhtemelen izin alıp bakmak gerekiyordur tabi, herkese de izin vermiyorlardır)... Ha Kaynak da inceden inceden yönlendirme yaptıysa, ki bunu asla bilemeyeceğim, böcürtler içinde boğulsun emeği geçen herkes, ne diyeyim yani... (Bkz: Harry Potter)



Her şeyin, herkesin ve her yerin tarihini öğrenmek isteyen ama kimseye güvenemeyen
Kanatlı Kediniz, 
Sevgileriniz

02 Kasım 2017

Yeni Kelimeler

Liste uzadı. Üşenip hepsini buraya yazmayabilirim. Yaza da bilirim.Önümüzdeki yarım saat içinde belli olacak bu ikilemin sonucu.

Bu seferki konumuz genel olarak iş başvurusu, CV hazırlama, iş görüşmesi vs.



zoveel: that much
onderhandelen: pazarlık etmek (iş görüşmesinde pazarlık etme konseptinde)
bereiden: hazırlamak
bereid: gönüllü, istekli

passend(e): uygun, münasip (aday, misal)
passen: uymak, denemek (kıyafet)
paskamer: deneme odası (mağazalarda)
passe-partout: maymuncuk (çilingirdekinden, yani her kilidi açan şey) (partout: Frn. her yer) 
(İşte bu şifre çözme işini seviyorum)

aangenomen: işe almak, to hire. (Ben jij aangenomen?)
besloten: decided, karar verilmiş
op proef: deneme sürecinde
proefperiode: deneme süresi

allerlei: different kinds, all sorts
aardig wat zijn: quite a lot (aardig wat zijn < heel veel)
aardig: nice

los: serbest, bol, gevşek, free
loslaten: serbest bırakmak
opleiding: eğitim
opleiden: eğitmek, yetiştirmek
burgerlijke staat: medeni hal
burgerlijke: vatandaşlık
burger: vatandaş
burgemeester: belediye başkanı

vermelden: beyan etmek, to mention
geschikt: uygun, suitable (personeel)
enigszins: kısmen, biraz

colbert: ceket
stof: kumaş
glad: düzgün, pürüzsüz 
navraag: soruşturma
omgeving: çevre, muhit
strikt: titiz, özenli

ingedeeld: sınıflandırılmış
delen: bölmek, paylaşmak, sınıflandırmak

haakje: parantez

Edatlar:

hebben zin in: to feel like, istekli olmak
hebben kans op: şansı olmak
hebben spijt van: üzgün olmak
hebben behoefte aan: ihtiyacı olmak
hebben een hekel aan: sevmemek

aan het einde: sonunda
staan in de krant: gazetede 
in het weekend
op bezoek: ziyarette
op de website
op die manier: in this way
vertellen over: ... hk. anlatmak
vertellen aan: ...'ya anlatmak
vertellen tegen: ...'ya anlatmak
praten met: .. ile konuşmak
dromen van: hayal kurmak
dromen over: ...hk. rüya görmek

01 Kasım 2017

Hayal kurmak

Sanırım bu blogger olma işini abarttım, sürekli bi şeyler yazasım geliyor. Yazmaktan yaşayamıyorum. Diğer blogları okurken, ordan oraya atlarken zaman geçiyor. Bu sırada yazacak yeni konular geliyor aklıma. Not almaya da başladım. Mari çelınc başlattığına pişman olup eeeh be diyecek geri döndüğünde.

Bu sabah geç uyandık. Telefon çalmadı. Akşam ikisini birden kurmaya üşenip bi tek benimkini kurmuştuk. Meğersem şarj olmamış. Bi sürü değişik kabloyla filan denedik, olamıyor zavallı. Öte yandan çok sevindim zaatıaaliilerinin bozulmasına. Son zamanlarda kullansam mı dediğim Babil not defterimi aldım elime. Tarih attım 1 Kasım '17 diye. Belki bu kez ilişkimiz uzun sürer. Genelde not defterlerinin bi yerden sonra kaosa dönmesinden sıkılıp bi kenara saklıyordum kullanmamak için. Bi de akıllı telefonsuz hayat nası bi şeydi, hatırlamış olacağım biraz, iyi olacak. Her gideceğim yere, toplu taşıma saatlerine haritadan bakmayıversem, durakta beklerken telefon kurcalamazsam ölmem mesela di mi? Ölmüyordum eskiden...

Dün derste "would like to" kalıbının Hollandacasını öğrendik, yani "şunu şunu yapmak isterdim". Ödevlerden biri, "10milyon euron olsaydı n'apardın?"

Bu tip sorulara ne cevap vereceğimi bilemem küçüklüğümden beri. Çok parayla n'apılır? Geçim sıkıntısı yaşamadan ömür boyu idare edebilir mi bu para beni? Kira, fatura derdini düşünmeden yaşayabilir miyim? E ne güzel o zaman... Kalanıyla da her zamanki gibi yaşarım işte. İstediğim kitabı alır okurum, gezebildiğim kadar gezerim. Daha ne olsun ki? Businessta mı uçayım? Özel uçak mı alayım? Yatla dünya turu mu yapayım? İstemem ki, evi özlerim bi süre sonra. Bu soru hayallerini ortaya dökmeni mi amaçlıyor, yoksa elindeki parayı akıllıca kullanmayı bilip bilmediğini mi, emin değilim. Şu an bilmiyorum o kadar para ne işe yarar, eğer ömür boyu geçinmeye yetmezse, yetmesi için ne yapmak lazım... Hele bi o kadar param olsun, öğrenirim heralde. Şimdiden ona kafa mı yorayım cidden?

Aklıma bi tek kitapçı açma hayalim geliyor. Burda, Amsterdam'da çok turistik olmayan bi yerde bi kitapçı açardım heralde. Türkçe kitap getirttirirdim. Ufak bi kafesi de olurdu belki Türkçe müzik, edebiyat günleri filan düzenlerdik. Her dilden kitap bulundurmaya çalışırdım ki benim gibi başka yabancılar  sıkıntı çekmesin. Çok pahalıya satmazdım ki alınabilsin. E-kitap sektörüne girerdim belki bi de, mümkünse. Uzaktakiler rahatça okuyabilsin diye, olabildiğince çok kitabı e-kitaba çevirttirirdim. Ama bu büyük iştir heralde, yetmeyebilir.

Bi de gerçekten bi kitapçım olsun istiyor muyum, ondan da emin değilim. Bütün gün dükkanda durmak, o kitapların hepsini fani ömrümde okuyamayacağımı bilmek, daha çok bunaltmaz mıydı beni? 

Belki de bi dil koçu tutardım. Olabildiğince çok dil öğrenmeye çalışırdım. Dil sıkıntısı çekmeden kitap okuyabilmek için. Bi süperkahramanlık yeteneğini seçme hakkım olsaydı mesela, istediğim dili öğrenebilme yeteneğini seçerdim. Gezerken insanlarla konuşabilmek için değil de, yazılanları anlayabilmek için daha çok. Çok fazla şey var okunacak azizim ve ben ne kadar da acizim. (zengin uyak)

Hayal kurmayı bilmediğimi fark ettim bu soru üzerine yine. Kitapçı açmak da lisedeyken bi arkadaşımla ortak hayalimizdi. Günün birinde buluşup bi kitapçı açacaktık. Sonrasında hiç o kadar istediğim bi hayalim olmadı. Sanırım üniversiteden sonra hayal kurmayı bıraktım. Şimdi nerde olmak isterdin, hayalindeki meslek ne, burda doğmasan nerde doğmuş olmak isterdin...gibi yaratıcı sorulara verilecek cevabım yok çoğu zaman. Aslında buraya taşındıktan sonra cevap verecek cesareti bulmaya başlıyorum yavaş yavaş kendimde. Hayallerimin hesabını vereceğim insanlar Türkiye'de kaldı. Daha yalnızım. Yalnızlık ne güzel bi şey.

Belki de böyle hayaller çok da anlamlı, gerekli değildir, belki sorun bende değil de sorulardadır diyorum bazen de. Gelecek yokmuş gibi yaşıyorum belki de. Tamam, karamsar olduğum zamanlarda geçmişe dalıp iyice mutsuz ediyorum kendimi ama çoğu zaman şimdide yaşıyorum sanırım. Gelecekten ya da 10 milyon eurodan beklemiyorum güzelliği. Böyle diyerek kendimi mi kandırıyorum acaba? Yaratıcılığın öldüğüne işaret değil midir hayalsizlik? Kendi hayatına, kurallarına, yaşam biçimine takılıp kalmak değil midir? 

Bi hayalim daha var evet ama parayla olacak iş değil. Ölmeden önce bi kitap yazmak ve o kitapta tüm derdimi anlatmak. Bi roman olmalı bu. Fakat Akıl Çağı gibi, Mülksüzler gibi, Tutunamayanlar gibi, Ölmeye Yatmak gibi... yazarının yani benim tüm derdimi anlattığımı hissetmeli okuyan. Ve demeli ki, bi tane yazmış ama tam yazmış, keşke daha çok yazsaydı ama olsun, bu da yeter... Beni anlamalı, günlüklerimi filan okumaya gerek kalmadan. Tekrar tekrar okunabilecek dolulukta ve güzellikte olmalı kitap.

Asıl hayalim bu sanırım evet. Bu ta küçüklüğümden beri var. Anlatamıyorum derdimi bi türlü. Bi yazsam diyorum, insanlar bi okusa, uzun uzun "haaaaa" diyecekler, anlayacaklar içimden geçeni. Anlaşılmak için yazmak istemek... Bilmiyorum gerçekten yazma kapılarını açar mı... 

Lakin ki olmuyor. Ne zaman kurgu bi şeyler yazmaya çalışsam, beceremiyorum, yok, yaratıcılık sıfır. Karakterler canlanmıyor, olaylar gelişmiyor. Hadi başladı diyelim, devamı gelmiyor. Şimdiye kadar vazgeçmeliydim belki, demek ki sen sadece iyi bi okur olmalıymışsın, herkes yazacak değil ya, iyi yaptığın işi, okumayı yap, yeter sana, zaten yazacak olsan farkında olmadan eline kalemi alır başlardın, deyip... Fakat yüksek sesle kendime bunu desem de, olmuyor, içerdeki ben çaktırmadan yeniden büyütüyor yazma isteğimi. Bu blog civarında gezinme sebebim de bu aslında. Yazmak istiyorum. Ama böyle günübirlik değil, tek parça, büyük bi parça. Ve sonra bitecek sanki aramızdaki ilişki. Hatta sonra yaşamama bile gerek olmayacak. Bu karamsar bi cümle değil. Kesinlikle değil. Bi ferahlık, bi mutluluk... Geçici sarhoşluk da değil. Dünyanın benden, yazmamdan başka bi beklentisi yokmuş gibime geliyor. Fakat olmuyor işte, bu hissi anlatmayı bile beceremiyorum... 

Evet, benim de bi hayalim varmış hakkaten. Parayla filan alakası yokmuş sadece, ondan tıkanıp kalıyormuşum o tip sorularda. Bu yazı da bu işe yaradı.

31 Ekim 2017

Göçme demiyorum, yine göç... (diyorlar)

Koca bi kase günah içinde yüzdüğümü belirterek söze girmek istiyorum.

Bugün yeni Hollandaca kursumun ilk dersine gittim. Daha çok konuşma pratiği amaçlı olan. Güzel geçti, devam etmeye kararlı olduğumu fark edince kendime bi ödül vermek istedim: Çikolatalı hazır puding. Ama o kadar bitter ki, üstüne şeker atasım geldi. Neyseki evdeki tüm şekeri yok etmişim, komşudan da istemedim artık.

Kurs enteresandı, öğrenci profili farklıydı. Şimdiye kadar hep expatların kaydolduğu kurslara katılmıştım. Bu kez gerçek göçmenler vardı gibime geldi. En azından "expat" terimini hiç bilmemelerinden bu sonuca vardım. Bilmeyenler için özet geçeyim:

Expatlık yüksek eğitimli kişilerin başka ülkelere beyin göçü  yapması demek, özetle. Kendisi gidip iş aramıyor genellikle, önce işi buluyor, bazen çalışacağı şirket geçici olarak kalacak yer veriyor. Bazen kendi ülkesinden oraya taşınma masraflarını karşılıyor. Kendisinin ve ailesinin uçak biletini alıyor. Çalışma vizesi için resmi işlemleri hallediyor. Bu işe alan şirkete "expatın sponsoru" deniyor. Hollanda'da en büyük artısı ise %30 vergi indirimi sağlaması. Yani bir Hollanda vatandaşından daha az vergi ödüyor expatlar. Hollandalılar için bu sinir bozucu bir durum olsa gerek, doğal olarak. Fakat devlet ve şirketler çatır çatır expat almaya devam ediyor. Özellikle uluslararası olma iddiasındaki şirketler. 

Expatlığı göçmenlikten ayrı tutmaya ayrımcılık diyenler de var. "Başka bi ülkeye çalışmaya gidiyosun işte, ne bu artislik?" diyenler. Haklılar. Göçmen deyince akla gelen, yüksek suç oranı vs gibi önyargılardan arınmak için olsa gerek, okumuş göçmene expat adını vermişler. Bi de expatlığı eskinin sömürgeci beyaz adamlarına benzetenler var. Çünkü Arabistan, Dubai gibi halkın ekonomisinin kötü olduğu ülkelere giden çok sayıda Avrupalı vs (beyaz adam) expat çok iyi paralar kazanıyor, hizmetçiler tutuyor, çocuklarını İngilizce eğitim veren özel okullara gönderiyor, halkla hiç muhatap olmuyor, kısacası beyaz adam yerel, esmer halktan çok çok iyi koşullarda yaşıyor. Üstelik onlardan hizmetçi olarak faydalanıyor. Sonra orda işi bitince başka bir ülkeye geçiyor. Gittiği yerlere alışmak, kültürü tanımak, kalıcı olmak gibi bi niyeti hiç yok. 

Burda ve hatta -sanırım- genel olarak Avrupa'da böyle bi durum yok. Büyük oranda yazılımcı alıyorlar ve dünyanın pek çok yerinden çalışanları var. Hatta daha çok ekonomisi kötü olan ülkelerden. Yani Arabistan'da expatlar beyaz adamken, burda, beyaz adamın ülkesinde, esmer adamlar expat... Tuhaf bi durum. Kısacası, expatın Hollanda halkından herhangi bir üstünlüğü yok. Hatta pek çoğu kendi ülkesinde mutsuz hissettiği için buraya gelmiş oluyor, vatandaşlığa başvuruyor falan... Arabistan vatandaşlığına başvurmak isteyen Avrupalı var mıdır ki? Anca casus falan olur. Sonuçta, expat da olsa, beyniyle göç etmiş de olsa, yine esmer adam ezik arkadaş...

Özet geçeyim dedim, yaptığıma bak. Neyse, dersteki öğrenciler de expatlıktan bi haber olduklarına göre, normal göçmenlerdi diye düşündüm direk. Yani herhangi bi sebepten buraya gelmiş, yaşamaya başlamış ve dili öğrenmek isteyecek kadar da burada yaşamaya niyetli olanlar. Her tondan esmer vardı sanırım. Bu ülkeye ilk taşındığımda sokakta bu kadar çeşitli insan olması çok değişik geliyordu, hepsini tek tek durup inceleyesim vardı hep. Hala öyle biraz. Bu kadar farklı tonda ten rengi olması çok enteresan değil mi? Hepsinin coğrafyasına has kemik yapısı, saç yapısı var. Tabi durup dik dik bakmıyorum. Ama bazen müzelerde Hollanda'nın çok kültürlü yapısı anlatılıp duruyor, oralardaki görsellere uzuuun uzun bakıp inceliyorum zevkle.

Benim gibi yeni başlayan biri daha vardı, Somalili, beşinci kızçocuğuyla birlikte gelmiş derse. Bebek, ders boyunca uyudu tüm gürültümüze rağmen, tombik yanaklarıyla birlikte. Çocuklu ailelere karşı bu anlayışlılık çok güzel ve genel bi gelenek sanırım. Madem annesin, eve kapan, değil de, olabildiğince çık sosyalleş mantığı var. 

Epey hızlı konuşuyorlar, genelde bana yönelen soruları bikaç kez tekrar ettirmem gerekti. Gerizekalı olduğumu düşünüyor olabilirler. Yine de iyi geldi.

Dersin sonunda yine gelecek misin, dedi hoca. Valla dedim, dediklerinizin hepsini anlamadım, ama bence güzeldi, siz de onaylarsanız gelirim... Tabi tabi bizce sorun değil, dediler. Ailenin patavatsız ama tatlış küçük halası modunda bi abla lafa daldı: "Bence burdaki Türklerin en büyük problemi hep kendi aralarında takılmaları, hiç konuşmaya, dili öğrenmeye çalışmamaları!" Soğuk bi sessizlik oldu saniyenin onda biri kadar bi sürede. Sanırım benim alınacağımı düşündüler. Hoca, "sadece Türkler değil, pek çok insan var öğrenmeye niyetli olmayan" gibi şeyler söyledi. Ben de evet, dedim. Aslında alınacak bi şey yoktu, kadın haklı. Bu eleştiriyi Hollandalılardan dinlemeye alışkınım, sokakta karşılaştığım herhangi bi Hollandalı, Türk olduğuma önce şaşırıyor, sonra oturup bana Türklerin entegre olmak istemeyişinden şikayet ediyor. Sadece "ben bu dili öğrenmek istiyorum" falan derken, lafın her seferinde buraya gelmesi sinir bozucu olabiliyor bazen. La tamam anladık, Türkler öyle. Tamam kendi mahallelerinden dışarı çıkmıyorlar, tamam hep Türk kanallarını izliyorlar... ama benana? Ben öyle değilim. Tamam, evden çıkmayan bi yapım var ama ben Türkiye'de de böyleydim. Evde Felemenkçe çalışıyom lan valla bak, şarkılarınızı seviyom ben daa napiyim?... Türkçe televizyonumuz yok üstelik (bu sayılmaz, kandırdım, Türkiye'deyken de yoktu ehihe)..

Bi de bu geceki kabusumu anlatayım da daha iyi anlayın derdimi: Türk marketinden beyaz peynir, sucuk, yufka almak için Türk mahallesine gitmişim. Bakkala bi giriyorum, u.ın babası! Müstakbel kayınpederim yani! Meğersem orası bizim aile apartmanımızmış! Dükkanı işleten diğer kızlar bizim akrabalarmış... Yıllardır o mahallede yaşıyormuşum meğer. Üstümde yeni ördüğüm mini eteğim, çekiştire çekiştire uzatmaya çalışıyorum... Nası ya? U. nerde? Hayır ya, bizim akrabalar hep Türkiye'de kalmadı mı? Saat çalmadan kalktım tabi ve halime yine şükrettim, karanlık havasını sevdiğimin soğuk iklimli memleketi diyerekten...  Ya böyle anlatınca "bu mu kabus?" diyenler çıkacaktır lakin biz beyin göçü falan değil, bildiğin aile mültecisiyiz. Ailelerden, geleneklerden uzak, rahat yaşama arzusuyla geldik buraya. O yüzden çok önemli.

Hazır lafını zorla açmışken yeni eteğimi de koyayım şuraya: 

Önü

Arkası

Arkaplandaki de yeni halımız. Sanırım tüm nesneleri onun üstüne koyup fotoğraf çekicem artık. Çok sevdim şebeleği.

İşte böyle.
Entegre olma arzumu vurgulamak için bi eskilerden bi Hollanda şarkısıyla veda edeyim: 



"Son bi bira ver bana" diyo ilk satırda. Gerisini ben de anlamadım ama ne önemi var?

Şarkılar güzeldir, 
Kanatlı Kedi