05 Ekim 2017

8. Gün - Hangi Üniversite?

Sekizinci günün sonunda, yolculuğun bi gün öncesinde, yanımda biram, heyecanlı ve mutluyum. Neden bira? Çünkü Everybody Wants Some'ın ikinci yarısını izledik az önce. Öylesine bi üniversite komedisi deseler, izlemezdim. Ama olur da ısrarlara dayanamaz izlersem, oha, çok testesteronlu ama öte yandan da güzel ya, valla güzel, enterasan, ben bu filmi nasıl severim ya...diye düşünür dururdum. Sonra yönetmenin diğer filmlerini izleyince neden sevdiğimi anlardım. Ya da bilmiyorum, belki de Linklater'ı önceden tanıdığım için torpil geçiyorum. Özünde demek istediğim, film sanki diğer filmlerini tamamlıoyor. Sanki her filminde hayatın bi kesimini anlatıyor, o bi kesimi farklı gözlerden gösteriyor bize. Sanki kamerayla değil de, "farklı bakış açıları" adlı insanların gözleriyle çekiyor filmlerini. Everybody Wants Some gibi geyik bi filmde bile bi doyuma ulaşıyor insan. Karakterlerin hepsi tüm geyiklerine rağmen, gerçekten ayrı birer karakter. Hiçbirinin soyunu sopunu bilmiyoruz. Sadece ekran karşısındaki hallerini tanıyoruz, kendi başlarına neler düşünüyorlar? Yok. Yani yanlarındakine ne kadar açıyorlarsa içlerini, o kadar anlıyoruz. Başrolün bile derinine inmiyoruz çok fazla. Ve bu bizi rahatsız etmiyor. 

Neden? Çünkü orası üniversite.Sürekli birileriyle tanışırsın. Bi sürü kulüp vardır, yalnızsındır, arkadaş edinmek zorundasındır, ilk defa ailen yoktur akşamları yanında, ya yurt odasında, ya öğrenci evindesindir... Bambaşka, coşku dolu, önündeki 4 yıldan ötesini düşünmeyen bi sen vardır karşında. Her şeye el atabilirsin. Hayatının ileriki aşamalarında bolca diyeceğin gibi "daha önce denedim, başarısız oldum" demezsin, çünkü daha önce hiç denememişsindir, neredeyse hiçbi şeyi denememişsindir zaten. Ve bu karmaşada bi sürü insan girer çıkar hayatına. Çoğunu tam olarak tanımaya fırsatın olmaz. Bazılarıyla gereğinden fazla zaman geçirdiğini anlarsın sonradan, karakterleriniz hiç uyuşmuyormuştur meğersem... Falan filan.. Film bu karmaşayı hatırlattı bana. Son Felemenkçe dersinde de üniversite günleri, öğrenci evleri yad edildi. Herkes bi iç çekti. Üniversiteyi iç çekmeden hatırlamak mümkün mü? Yeni öğrenci olanlarla konuşmak istemiyorum bu yüzden; bi taraftan hoşuma gidiyor heyecanları, hayallerini anlatmaları, bi taraftan da büyünün etkisinin geçeceğini düşünüyorum içimden, gerçekleri söyleyip şap diye yere düşürüveresim geliyor. Gerçek hayata hazırlansın bi an önce diye... Ne saçmalıksa. Tutuyorum kendimi tabi ki.

Bi  de filmin afişinde çok güzel bi cümle var: "Here for a good time. Not a long time" Ne kadar da üniversiteyi tanımlayan bi söz. Fakat bazen, iyi zaman geçirmeye gelenler uzun süre orda kalıyor. Bu pek iyi bi şey değil tabi. Ya da belki de iyisiyle kötüsüyle geleni gideni kabul etmektir işin sırrı, Linklater'ın o kadar geyik arasında kulağımızdan içeri soktuğu o bikaç cümlede söylediği gibi. Yani öyle kabul edebilirsen, kendince belirlediğin hedefe doğru ilerlerken, okulu uzatma gibi ayrıntıları dert edinmezsen, günlük hayattan keyif almaya devam edebilirsen, sıkıntı yoktur... Ama daha yazarken sıkıldım bunaldım bu son cümleyi. Sanırım bu sadece belli karakterdeki insanların becerebileceği bi şey. Ya da ermek gerekiyor. Etrafındaki herkes okulu bitirsin diye gözünün içine bakarken boşverip hayatı yaşayabilen kaç insan vardır şu dünyada? Elbet herkesin bunaldığı bi an olur. Bırak bu boş mesajları Linklater!

Filmle ilgili diyeceklerim bu kadar. Tabi filmdeki her gece parti ortamlarını ben şahsen üniversitede yaşamadım. Ne sporcu, ne de oyuncu olmadığım, üstelik bi de teknik üniversitede okuduğum için olsa gerek, bu tür şeyler çevremde pek dönmüyordu. Gayet derslerine çalışan, onu da beceremeyen, arada bi örgütlenmeye ve kültürel aktivitelere katılmaya çalışan bi tiptim. Belki öyle filmdeki gibi bol seksli partiler dönüyordu da benim haberim yoktu yani, mümkün bu. Öte yandan üniversitenin başı olduğu için her gün yeni biriyle tanışma, hiçbirini tam olarak tanımama ve alakasız insanlarla uzun vakit geçirme olaylarını ben de yaşadım. O yüzden filmle aramızda hala bi bağ var, hiçbir zaman ortamın en popülerlerinden olmamama rağmen. 


Yeter. Bu yazı bitmeyecek belli ki. İçirip içirip yazdırıyosunuz bana. Alkol daha doğrusu bira eşiğim düştü sanırım. Üniversiteden uzaklaştıkça yaşlanıyoruz ey insan. Sağlıklı beslenmeye falan çalışıyorum artık. Nerde o 2 TL lik tavuk dönerlerle, helva ekmeklerle doyduğum günler... Ama şekeri bıraktım, valla bıraktım, dönüş yok. (Döndü...mü acaba?)


Tamam. Başka neler vardı yazacak? Bu günlüğe başladığımdan beri yaşadıkça, yaşadıklarımdan yazmaya değer olanları kafama not ediyorum. Kağıda not etmeyi bile düşündüm, dedim psikopatlaşma hemen.


Yarın yola çıkıyorum. Gençce bi heyecan var üzerimde. Sanki üniversitedeymişim de ilk defa tek başıma seyahat ediyormuşum gibi. O zamanlar hayalimdeki tatil böyle yalnız olanından değildi sanırım. İçten içe bunu istesem bile, izlediğim filmlerin etkisiyle hep arkadaş ortamında bi şeyler yapmayı hayal ederdim. Hep eğlenmek, eğlenceye dahil olmaktı hayalim, nasıl eğlenmeyi bilmeyen bi ortamda büyüdüysem... Şimdi ise, bunları az buçuk tattığımdan mıdır nedir -asla filmlerin ölçüsüne yetişemedim tabi ki- yalnız kalmanın hayalini kuruyorum. Nasıl bi şeydi yalnız ve halinden memnun olmak denilen şey? Nasıldı her dakka mesajlaşmamak? 


Yarın Den Haag'a gidiyorum. Buranın tarihi yönden idari başkenti, resmi değil. Her türlü hükümet binası orda. Aslında tarih öğrenmeye gidiyorum. Birleşmiş Milletler daha Milletler Cemiyeti'yken Den Haag'da Adalet Divanı gibi bi şeyleri kurulmuş. Nedir yani? diyebilirsiniz. Demeye de bilirsiniz (bu gramer yapısı gerçekten var mı Türkçe'de?). Düzen manyağı bi insan olduğum için bütün gezilecek yerleri not ettim. İçinden seçeceğim, gidince. O Adalet Divanı'msı bina gezilebiliyormuş. Ne varsa artık içerde, oraya mutlaka gitmek istiyorum. Benim şehir gezisi anlayışım bu, müze. Müzeler kapanınca n'apacağımı şaşırıyorum. İstanbul'dayken de böyleydi durum. Sokaklarda deli dana gibi dolaşırdım ama az buçuk bilmenin, güvenilirliğinden ziyade, hangi sokağın nereye çıktığını bilmenin rahatlığıyla. Güvenilmez diye bilinen sokaklarda gezmeyi de severdim ama oraya daha önce bi şekilde yanlışlıkla girdiysem... Misal, Tarlabaşı'na hiç girip dolaşmadım. Ama o büyük caddenin ötesinde Amsterdam'da olsa beğenirsiniz caddesi'ne girip kaç defa gezdim, kerhaneler sokağına. Bi zaman yanlışlıkla bi girmişim, sonra sıradanlaşmış benim için. Ama o ilk seferi hiç hatırlamıyorum. Sonrakilerde öyle rahat olmamın sebebi de, sokağın sonunun nereye çıktığını bilmemmiş, şimdi, yeni gittiğim şehirlerde korkaklaştıkça daha iyi anlıyorum bu sebebi. Sokağın nereye çıkacağını bilmeyince rahat edememek neyin göstergesi peki? İki buçuk bira içtim diye karakter analizi yapacak deyilim. Hayatta yapmam. Cık, işim olmaz. Ben öyle bi insan mıyım?


Emrah Serbes'e gıcık oldum bi de bu günlerde. Afilli Filintalar'ı takip eder, severdim bi aralar, Behzat Ç'den önce. Bu tarz edebiyatı sevişime şaşıyorum şimdi. Hiç okumadım üstelik kitaplarını, hiçbirinin. İnternette okuduğumuza edebiyat dememeliyiz belki de. Memeliyiz belki de.


İşte böyle. Daha başka bi sürü şey yazıcaktım ama unuttum. Not etseydim, liste, düzen manyaklığıma olur deseydim, böyle mi olurdu? Olmazdı. Şimdi mecbur yazmayı bırakmak zorundayım. Çünkü bi konu yok. Konu olmayınca yazılır mı? Yazılmaz, hiç.

Sustu, 
Kanatlı Kedi