24 Mayıs 2016

Film: Osmanlı Cumhuriyeti (Kurtarıcılar ve Biz)


Osmanlı Cumhuriyeti'nin ilk çıktığı zamanı hatırlar gibiyim. Komedi filmi deyip geçmiştim, çok ilgilenmemiştim. Gani Müjde-Ata Demirer ikilisinin ciddi bi konuyu şaklabanlığa vurup değersizleştireceğini düşünmüştüm sanırım. Komedinin toplumdaki rolünü anlayamamıştım o zamanlar. Ciddi konuların komedi olarak işlendiğinde ciddiyetinin daha iyi anlaşılabileceğini belki de Ferhan Şensoy oyunlarını izledikçe anladım. Kemal Sunal filmlerini daha farklı bi gözle izlemeye başlayışımın sebebi de bu idrak. Kemal Sunal'ın yüksek lisans tezini ciddiye alıp okuyuşum da bundan.

Osmanlı Cumhuriyeti'ni dün izledim. Filmin film endüstrisi açısından kalitesi eleştirilebilir. Ekşi'ye göz atınca oyunculukların, senaryonun özensizliğinin bol bol eleştirildiğini gördüm. Ben bu konulardan çok anlamam ama filmin bittikten sonra “vay be” dedirtmediğini söyleyebilirim. Bi şeyler rahatsız etti ama ne olduğunu çözecek kadar sinemayla alakam yok. O yüzden filmin kalitesinden değil, konusundan bahsedeceğim.


Filmin konusu:

Film malumunuz, Mustafa Kemal'in çocukken ölmesi ihtimalinden yola çıkıyor. M.Kemal olmayınca Kurtuluş Savaşı verilmemiş, dolayısıyla Osmanlı bol bol toprak kaybetmiş. Ülkenin en doğusunda Ankara var. Meclis ve saltanat-halifelik birarada devam ediyor. En önemlisi de, ülke ABD mandası altında. Her yerde Amerikan askerleri var. Meclis, kukla meclis. Padişahın hükmü yok. Diplomatların kimisi ABD, kimisi de AB yalakası. AB, “Osmanlı Cumhuriyeti şunları şunları yaparsa, üyelik sürecini hızlandırırız” diye her istediğini yaptırmaya, Osmanlı'nın üzerindeki ABD etkisini AB etkisine dönüştürmeye çalışıyor. Bu arada yıl 2008.

Bu sırada elbette örgütlenmeye çalışan direnişçiler var. Padişaha hala saygı duyuyorlar. “Ah,” diyorlar, “padişahımız da bizi anlayıp destek verse, işgalcilerin hepsini yollarız ülkelerine”. Fakat padişah, rezil durumunun, adam yerine konmayışının farkında olsa da, derin bi karamsarlık içinde, halkın huzuru için sesini çıkarmıyor. Halkın bi şekilde yuvarlanıp gitmesini, savaşta ölmesine yeğliyor. Hatta direnişçilerin terörist olduklarına başlarda O da inanıyor.

Tabi bir yerden sonra direnişin gerekliliğini anlıyor, direnişçileri desteklemeye karar veriyor fakat film mutlu sonla bitmiyor. ABD padişahı tahttan indirip yerine çocuk yaştaki torununu geçiriyor. Padişah da sürgüne yollanıyor. Başka türlüsü hiç gerçekçi olmazdı, seyirciyi keriz durumuna koymak olurdu zaten. Filmden bağımsız olan son sahnede tekrar M.Kemal'in çocukluğuna dönüyoruz, ölmüyor, kafeste bulduğu kuşu salıyor. M.Kemal, özgürlüğün önemini daha çocukluğunda biliyor. Yani O doğuştan mükemmel.

Yanlış Sorular ve Kahraman Yaratma İhtiyacımız

Film Mustafa Kemal olmasaydı ne olurdu? sorusuna verilecek yanıtlardan birini sunuyor. Elbette bu, M.Kemal'i fazla yücelten, insanlıktan çıkarıp süper kahramanlaştıran, her şeyi tek başına başardığını iddia eden bir bakış açısı olabilir.Resmi tarihin bize pompaladığı şey buydu eskiden. (Muhtemelen son on yılda durum değişti.) Mustafa Kemal olmasaydı ne halde olurduk? Bu soruyu çok sorduk, cevaplarımız hazırdı: Kızlar okula gidemezdi, çarşaf giyerdi, İslam devleti olurduk, başka ülkelerin yönetimi altında olurduk vs. Peki bu yanıtlar veya sorular bize ne kazandırdı?

Tarihi bu şekilde düşünmek, komedide yaratıcı olsa da, gerçek hayatta saçma, yanlış. Gördüğüm kadarıyla 2 büyük hataya sebep oluyor: 1.M.Kemal'in hatalarını görmezden gelmemize, hatta hiç öğrenmeyişimize. 2.Kahramanlar yaratıp, sıkışınca yeni bi kahramanın gelmesini beklememize.

Filmde de sık sık “keşke zamanında işgalciler ilk geldiğinde biri çıkıp 'geldikleri gibi giderler' deseydi” gibi göndermeler yapılıyor. Biri çıkıp bizi kurtarsa keşke. Yani ister krallık olsun, ister cumhuriyet olsun, kendi kendimizi yönetemeyiz biz, biri bizi kurtarmalı. ABD'nin süperkahramanları gibi.

Nitekim gördük ki, M.Kemal'in yaptıkları da bizi kurtarmaya yetmedi aslında. Artık yeni bir diktatörümüz var. Önceki hükümetleri, darbeleri yaşamadım. Ama 90larda çocuk halimle duyduğum şehit/terörist haberleri, sonra bitmek bilmeyen ve gittikçe kötüye giden AKP dönemi... Bu kadarcıktan bile biliyorum ki, hiçbi şey iyiye gitmiyor.


Umutsuzluk

En kötüsü ise umutsuzluk. Gençlerin hiç umudu yok. Bir kahramanın çıkıp bizi kurtarması gereken dönemlerden biri daha geldi işte. “Geri dön, sarı saçlım mavi gözlüm” gibi iğrenç yakarışlardayız. Tiksiniyorum.

Kaybedenler kulübü ülkelerinin tarihlerine merak saldım bu sıralar. Çünkü hayatımda ilk defa gerçekleri öğrenme isteğim bu denli kuvvetli. Çünkü hepsinde kendimi görüyorum. Eskiden güçlü olan bi medeniyetin çöküşü, köleleşmesi, sonra yalancıktan bağımsızlaşması, sonra yozlaşmış halinden, bataklığından bir türlü kurtulamaması. Adaleti isteyen direniş liderlerini kurban vermesi. Sivil halkı durup dururken kurban vermesi. Korkması, sinmesi, umudunu yitirmesi. Panik halinde gündelik hayatına devam etmeyi nimet sayması. Halkçı görünen liderlerin peşine takılması, bu liderlerin sık sık otorite ve para manyağı çıkması, halkını satması... Ve tabi ki cahillik. Bitmeyen cahillik. Din sömürüsü...

Okuduklarımın üstüne film çok daha vurucu oldu. Çünkü Arap ülkelerinde yaşanan senaryolar Osmanlı'ya uyarlanmış. (Demek ki Gani Müjde de okumuş benim okuduğum kitapları, aa ne güzel filan.) (Espiri gibi bi şey yaptım). Teknoloji sayesinde tüm gençler az buçuk farkında dünyadaki sorunların. Ama hep yüzeysel. Derinine indikçe tek sorunun Tayyip'in diktatörleşmesi olmadığını anlıyoruz. Bi taraftan da anlamaktan korkuyoruz. Tayyip gitse de rahatlasak diyemeyiz ki anlarsak. Gitse de rahatlayamayacağımız gerçeği daha da büyük umutsuzluk yaratıyor.

Gurursuzluk

Eş durumundan Beşiktaşlı oldum son yıllarda. Beşiktaş'ın 112. yıl marşı: “Gururlan burası Beşiktaş!” diyor. Öyle bir diyor ki, insanın gözleri doluyor, tüyleri diken diken dikiliyor. Şeref, onur kelimeleri geçiyor taraftar şarkılarında durmadan. Çünkü bu düzende, dünyanın neresinde olursak olalım, gittikçe daha çok koyun olduğumuzun farkındayız. Gurur duyacak bir şeylere ihtiyacımız var. Hakem haksızlık yapsa da kendimizi savunma fırsatı bulsak diye bekliyoruz. Başka türlü bi haksızlığa direnecek halimiz, cesaretimiz ve bilgimiz yok.

Osmanlıya sarılsak, harem, kardeş katli, kısacası zaten çökmüş bi medeniyet var. Atatürk desek, ayrıntılarını hiç bilmediğimiz kürtlerin durumu, kültürün batılılaşması, yok sayılması var. Sonrası zaten boktan. Solculuk desek binbir çeşit, hiçbiri bi şey başaramamış. Hiçbirinde gerçek anlamda bilgili değiliz ama atıp tutuyoruz. Gezi desek, dağıldı gitti, zaten hiç birleşmemişti, sadece Tayyip'e karşıydı çoğu. Tarihe bakıp gururlanabileceğimiz bi şey kalmadı.

Hala özenmeye devam ettiğimiz tek şey Batılı olmak. Hala Batının hatalarını görmezden geliyoruz. Çünkü Batı dünyanın hakimi. Hala gerçeğe, doğruya değil, gücün sahibine ulaşmaya çalışıyoruz. Son on yılda Batıdan gittikçe uzaklaştığımız için, Türkiye son hızla muhafazakarlaştığı için, karamsarlığımız daha da arttı. Artık kesinlikle bi kurtarıcıya ihtiyacımız var. Son dakika golünü atacak bi Gomez arıyoruz. Bulamıyoruz.

Eee sonuç?

"Problem tespiti kolay, çok biliyosan bi de çözüm üret" diyosunuz tabi şimdi. Şimdiye kadar ürettiğim tek çözüm okumak, öğrenmek. Çok beceremesem de buna insanlığını kaybetmemek, gündelik siyasetten değil, geniş pencereden bakmak, sakin olmak gibi şeyleri de ekleyebiliriz. Ha bunların Türkiye'nin gittikçe boka batmasına ne gibi pratik yararları olur? Olmaz. Üzgünüm.  Komedi filmini bile basit bi mutlu sonla bitirmemişler. Gerçek hayattan hemencecik çözüm beklemek de az biraz saçma değil mi?