Bir amerikan filmi: obvious child.
Ve bir italyan filmi: pane e tulipani.
İkisi de romantik komedi kategorisinde
ama ikisi de bildiğimiz hollywood romantik komedilerinden değil.
Dışarıda kar yağarken, sıcak çikolatanı/kahveni alıp,
bikaç kız arkadaşınla battaniyenin altına doluşup romantik
sahnelerde “ayyyyyy” diye sırnaşabileceğin filmlerden değil.
Tabi biraz da dondurma ekleyebilirz bu sahneye veya çikolata.
Rengarenk pijama takımları içinde, rengarenk döşenmiş
odalarında ne hikmetse sivilcesiz ama büluğ çağında kızlar...
Kısacası hey girl dergilerinde pijama partisinde yapılacaklar veya
ayrılığı atlatmak için yapılacaklar listesinde yer almayacak
türden filmler bunlar.
Bunlar daha çok özgürlük derdine
düşmüş, karakterini oturtmaya çalışırken acı çeken, 20-30
yaş arası genç kadınların kendilerine yardım etmelerini
umdukları türden filmler. Yaş sınırı koymayalım, daha büyükler
için de geçerli olabilir. Hayatının ellerinden kayıp gittiğini,
“ben sadece ben olmak istiyorum” derken topluma uyum sağlamakta
zorlandığını, uyum sağladığı anda kendisinden vazgeçtiğini
ama uyum sağlamak istediğini, yoksa yalnız kalacağını ve
yalnızlığı göze alamadığını, bu yüzden kendisine kızdığını
hisseden kadınlar için.
Obvious child'daki kadın 30a yakın
yaşlarda bir stand-upçı. Vajinal akıntısının külodunu
kirlettiğinden, osurduğundan, geğirdiğinden, insani fiziksel
kusurlarından ve hayatındaki diğer boktanlıklardan bahsedebilen,
sahnede içi-dışı bir olabilen, bu yüzden komik olduğu düşünülen
bir kadın. Terk edilmenin acısını dibine kadar yaşayan, acısı
esnasında yanından ayrılmayacak kadar değerli bir dostu olan
kadın. Kuklacı babasına gidip terk edilmenin acısını anlatan,
teselli bulurken gülümseyen, ağlayan bir kadın. Annesiyle çok da
iyi anlaşamamanın verdiği acıyı deriinden hisseden bir kadın.
Geleceği üzerine düşünmek istemeyen, büyümek istemeyen, çocuk
kalan, acı çekerken bile şebeklik yapmadan duramayan bir kadın.
Pane e tulipani'deki güzel gülüşlü
kadın ise 40lı yaşlarında bir ev hanımı. 18 yaşına yakın iki
oğlu var. Akrabalarıyla birlikte bir tura katılıyorlar. Bu geniş
aile, bir dinlenme tesisinde kahramanımızı bırakıp gidiyor.
Çekirdek ailesinden dahi hiç kimse fark etmiyor yokluğunu. Kadının
kafasına dank ediyor. Onlarla tekrar buluşmaya ve azarlamaları,
dalga geçmeleri göze almak yerine eve dönmek üzere otostop
çekiyor. Ve gülümsemeye başlıyor. Özgürlük gülümsetiyor
kadını. Gezmek istiyor, tek başına olmak. Venedik'e gidiyor.
Cüzdanındaki paranın yettiği kadar pansiyonda kalıyor. Hergün
eve dönme planı yapıyor fakat sonra vazgeçiyor. Yaşlı bir
anarşist çiçekçinin yanında çalışmaya başlıyor. Tanımadığı
kibar bir adamın evinde kalıyor. Bir masör komşu ediniyor.yeni
arkadaşları oluyor kısacası. Zorunlu akraba ilişkilerinin
yerine, içinin ısındığı yeni dostlar ediniyor. Akordeon çalıyor
küçüklüğünden beri ilk kez. Şehrin, para kazanmanın,
çiçeklerle uğraşmanın, müziğin, yeniliklerin keyfini
çıkartıyor. Tabi bu esnada kocası kuduruyor. Kadın umursamıyor.
Sakince gülümsüyor her şeye. Sessizce serpilip büyüyen aşkı
gözlemliyor.
Geleceği düşünmüyor mu? Bu
hayatının ne kadar süreceğini, illa ki dönmesi gerekeceğini,
döndüğünde o eski hayatında mutsuz olacağını düşünmüyor
mu? Bilmiyoruz, düşünüyorsa da bize göstermiyor.
Bu tür filmlerin güzelliği
buradadır: Tam anlamıyla loser olsa da karakter, güzel şeyler de
vardır hayatında. Sakar, pasaklı, patavatsız, terk edilmiş,
ailesiyle arası kötü, işlerde hatta insan ilişkilerinde
başarısız olabilir ama akşamları bunları konuşup dalga
geçebileceği arkadaşları vardır. Kendisiyle, yaşadıklarıyla,
acılarıyla dalga geçer, sarhoş olur. Gidip bi dostunun koynunda
uyur sonra. İçine kapanmaz. Kapansa bile gelip zorla çıkartacak
arkadaşları vardır. Halbuki gerçek hayatta pek çok insan kendi
başına atlatır but tür acıları, hatta atlatamaz. Yepyeni bir
gün, yepyeni sürprizlerle dolu değildir. Kişi başkalarının
yardımıyla yeniden doğmaz, kendi kendine yapmalıdır. Kısacası
ne kadar gerçekçi olursa olsun, ne kadar hitap ettiği kitle
teenage değil olgunlaşma çabasındaki kadınlar olursa olsun,
gerçek hayat daha acımasızdır.
Ne var ki bu tür filmlere de
ihtiyacımız var. “Onlar ermiş muradına” minvalinden bir mutlu
son olmasa da, bizi tatmin edecek bir son isteriz. Yalnız ama
kendiyle barışmış olmalıdır başkahramanımız. Ya da
sevdiğiyle birlikte ama kendiyle barışmış olmalıdır. Önemli
olan, kendisini sevdiğini, toplum karşısında ayakta kalabildiğini
görmemizdir. Gökten üç elma düştüyse, bir başkahramanımıza,
diğeri filmde onu asla yalnız bırakmayan dostlarına, üçüncüsü
de seyircisine gider. Aşkına değil.