filmler iyi film-kötü film diye ayırmam ne kadar çirkin, yukarıdan bakan bir tavır, farkındayım. ama o kadar kötü niyetli değilim be okur, bana göre iyi film-kötü film işte.. her seferinde uzun uzun yazayım mı: "bence..." diye. bence öyle olmasa, genel kanı bu olsa, asıl onu belirtirim ya da bi şekilde anlarsın. yani kişsel bi bloga yazdıysam, bence'dir di mi, üzme beni hadi, kafam çalışmıyor bu saatte.
üç beş his aktarıp uyuyacağım. bak cümle başlarını büyük yazmaya bile üşeniyorum.
------
paper man. türkçesi karton adam. hoş gelmiyor kulağa, paper man demeyi tercih ediyorum.
jeff daniels başrolde. yazar. odaklanamıyor, yeni bi şeyler yaratamıyor. bi kasabada bi eve yerleşiyor sadece yazmak için. sonra olaylar olaylar.
----
johnny depp in secret window unu hatırlattı bana. insanlıktan uzak bi evde yazmaya çalışan, kendiyle savaşan yazar hikayesi olunca... ama o'nun gibi gerilimli değil. sakin, hatta komik bi film.
insan izledikçe yazmaktan korkuyor.
ama itiraf edeyim, film bitince, ben de hikayemi yazmaya başlasam mı, dedim. dünyada bunu diyen kaç yazarolmakisteyenzavallı var acaba.
bi karakter yaratsam, ona benden ondan bundan bi şeyler katsam, ben ölsem o yaşasa. ben yaşarken de yaşasa. birileri okusa, beni anlasa, bana benzeyenleri anlasa. birilerinin içindeki o tanımlayamadığım değişikliği bi kez de ben gerçekleştirsem. hani o yazara gidip sarılmak istediğin an olur ya, ama sarılırsan hiç de o hayalindeki gibi olmayacaktır hani.
çünkü yazarın yarattığı karakterle, okurun kafasındaki farklıdır. okur aslında karaktere yakınlık duyar. yazara sadece karakterle tanışmasına vesile olduğu için minnet duyar.
ki minnet, o kadar da samimi bi his değildir.
belki iyi yazarlar, gerçekten okurun içine işleyecek şeyler yazanlar, yarattıklarının ününü kıskanıyorlardır.
bi özlem bastırdı yine yüzüme, gözüme, başıma, üstüme.
---------
tabi bunların filmle ilgisi yok.
sevgili yazarımız richard'ın bi hayali kahramanı var, kasabadan edindiği bi arkadaşı, o arkadaşının hayali arkadaşı ve ergen sevgilisi, bi de richard'ın karısı var (ki kendisi friends'in fibi si).
jeff daniels yani richard da salak ile avanak'ta jim carrey'nin kankisi ya da newsroom'daki haber sunucumuz karizmatik adam.
----
film anlatmayı sevmiyorum sanırım.
sevgili richard yazar olmasa bu kadar sevmeyebilirdim. iyi geceler paper man..
Her blog gibi biraz film ve kitap içerir. Biraz da sosyoloji, toplum, gözlem, Hollanda, korku, heyecan, neşe, nefret, endişe, hüzün ve kimbilir daha neler..
29 Aralık 2012
27 Aralık 2012
EUREKA!:) ARTI DEĞERİ ANLADIM!
Çok mutluyum:) Marx okumaya başladım da, anlamakta zorlandığım bir konuyu anladım.
----
Artı değer nasıl belirlenir, tam olarak nedir? Kapitalist nasıl artı değer üretir? sorularına bi örnekle cevap buldum. Çok yaratıcı (kendimle gurur duyuyorum yahu:)
Şimdi.... Büyük ölçekli düşününce karıştırıyorum. Olabildiğince küçük bi üretim düşündüm.
Kaynak |
Kaba gelebilir ama bi art niyetim olmadığını baştan belirteyim, işçiye hakaret ettiğimi falan düşünen olmasın lütfen, olursa da napim artık:)
Tavuk-yumurtacı ilişkisi. Burda tavuk:işçi, yumurtacı:kapitalist görevinde.
Kapitalist sistemde artı değersiz üretim:
Yumurtacı, bir sermayeye sahiptir. Yumurtacılık işinin maliyetini düşünür: Tavuk almak, üretim gereçlerini (yumurtlayacak yer falan:) sağlamak, sağlıklarını ve mutluluklarını koruyacak şekilde hayatlarına devam etmelerini sağlamak. Bu sırada aynı huzurlu şartlarda (sağlık ve mutluluk) kendi hayatını devam ettirecek miktar da maliyetin içindedir. Bunları karşılayacak miktarı bu işe yatırır.
İlk yumurtlamalar olduğunda, yumurtaları satar ve parayı alır. Bunu yine tavuklar ve kendisi arasında pay eder, iki tarafın da huzurlu hayatını devam ettirecek miktarları verir. Elinde yeni bir işe yatıracak, ya da yaşam standartlarını yükseltecek kadar para kalmaz. Çünkü üretimde hem tavukların hem kendisinin emeği vardır, ücret paylaşılmıştır.
Kapitalist sistemde artı değerli üretim: Yani yumurtacının elinde fazladan para kalması. Bu da 2 yolla olur:
1. Maliyeti düşmüştür. Yani tavukların masrafları, yani yaşam standartları düşmüştür. Daha küçük kümes vardır, otlanmaya çıkarılmazlar (çünkü ot, su ister, masraftır), suni yem kullanılır, daha ucuzdur. bu kötü şartlarda sağlıkları bozulacağından suni yeme hormon katılır, üretimi aynı seviyede tutmak için. Dolayısıyla daha az sermaye yatırılarak aynı üretim sağlanır ve sonuçta elde edilen para tavuklara verilmez, kapitalistte kalır.
2. Daha fazla üretim yapılır. Yani suni yemle daha fazla üretim yapmaya zorlanırlar (işçilerde bu fazla çalışma saatlerine tekabül eder). Ama elde edilen fazla gelir tavuklara dağıtılmaz, onların alacağı ücret (ya da yem:) sabit kalır, para tamamen kapitalistin cebinde kalır.
----
Çok sinir bozucu ama olay budur değil mi?
Yanlış anladığım bir yer varsa söyleyin lütfen.
"EŞİTLİK Mİ, BENCE ÇOK SAÇMA YEA!"
Bu kez kısacık yazıcam, söz:)
Şimdi ben mühendislik mezunu, sosyolojide yüksek lisansa başlamış, bu sıralar bilimsel hazırlığın ilk dönemini bitirmekte olan bir cahilim efendim.
Yani sosyoloji lisans öğrencileriyle birlikte ders alıyorum. Ama sınavlarımız farklı oluyor. Misal, sosyoloji tarihi dersi için lisans öğrencileri sınava girecek, biz kapsamlı bir makale yazacağız. Konu: "Auguste Comte ile Karl Marx'ı kıyasla". Ne konuda? Sen bilirsin.
Ben din üzerine görüşlerini kıyaslamaya karar verdim.
Dolayısıyla Marx'ın yazılarını son birkaç haftadır ciddi ciddi okumaya başladım. Daha önceleri kitaplarına başlayıp başlayıp bırakmıştım. Kutsal kitaplar gibi, anlaması zordu çünkü, hep ordan burdan yorumlarını dinlemiştim.
Şimdi mecburen -ve artık bi zahmet!- okumaya başlayınca gördüm ki, birkaç cümleyle Marx'ın düşüncelerini özetlemek imkansız. Birkaç sayfa okuyup anlamak da imkansız. Bunu Marx'ı peygamberleştirdiğim için değil, ekonomik bir sistemi açıklamak -ekonomiyle hiç ilginiz yoksa- çok zor olduğu için söylüyorum. Bir de bunu sosyolojiyle birleştirince, bir de çeviri dili anlamak zor olunca; epey zor bir eser çıkıyor ortaya.
Bazı romanları yaşınız gelmeden ya da ayaküstü otobüste giderken okursanız hiçbir şey anlamazsınız ama sizin anlamamanız kitabın "saçma" olduğunu göstermez ya, bu da öyle bir şey.
----
Derste, hoca Marx hakkında çok az şey söyledi ve sınıftan sorular yağmaya başladı. Sonra sorular fikir belirtmeye dönüştü. Ve Marx yargılanmaya başlandı. Ve şu sözlerde birkaç arkadaş hemfikir oluverdi: "Hocam şimdi Marx zengin fakir ayrımının olmamasını mı istiyor, toplumda herkesin eşit olmasını mı istiyor, e bu çok saçma ki, masa başı çalışanla madende çalışan eşit olmaz ki. Bence çok saçma. İmkansız zaten." Bu kadar.
Bu yorumları derste hocadan duydukları birkaç kavramdan yola çıkarak yaptılar (değer, artıdeğer, ücret, üstyapı, altyapı gibi). Marx'ın hiçbir kitabını okumadıklarını, hatta ordan burdan bilgi dahi edinmediklerini sorularından anlamıştım: "Hocam şimdi Marx birkaç kişinin zenginleşmesine karşı mı?" Marx hakkında bu sorunun sorulması, olsa olsa Marx'ın adının hayatında hiçbir yerde geçmediğini gösterir.
----
Suçlamıyorum, küçümsemiyorum. Muhtemelen 4 sene önce bu derse girsem, benzer bir yorum yapardım. (Ama bu soruyu sormazdım, o kadar politikadan bihaber büyümedik be çok şükür).
Kendime ders çıkardım. Bilmediğin konu hakkında, okumaya üşendiğin kitap hakkında yorum yapma. Mesela Kuran'ı tamamen okuyup fikir sahibi olmadan eleştirme.
Kısa yazıcam mı demiştim:)O da olur bi gün.
Şimdi ben mühendislik mezunu, sosyolojide yüksek lisansa başlamış, bu sıralar bilimsel hazırlığın ilk dönemini bitirmekte olan bir cahilim efendim.
Yani sosyoloji lisans öğrencileriyle birlikte ders alıyorum. Ama sınavlarımız farklı oluyor. Misal, sosyoloji tarihi dersi için lisans öğrencileri sınava girecek, biz kapsamlı bir makale yazacağız. Konu: "Auguste Comte ile Karl Marx'ı kıyasla". Ne konuda? Sen bilirsin.
Ben din üzerine görüşlerini kıyaslamaya karar verdim.
Kaynak |
Şimdi mecburen -ve artık bi zahmet!- okumaya başlayınca gördüm ki, birkaç cümleyle Marx'ın düşüncelerini özetlemek imkansız. Birkaç sayfa okuyup anlamak da imkansız. Bunu Marx'ı peygamberleştirdiğim için değil, ekonomik bir sistemi açıklamak -ekonomiyle hiç ilginiz yoksa- çok zor olduğu için söylüyorum. Bir de bunu sosyolojiyle birleştirince, bir de çeviri dili anlamak zor olunca; epey zor bir eser çıkıyor ortaya.
Bazı romanları yaşınız gelmeden ya da ayaküstü otobüste giderken okursanız hiçbir şey anlamazsınız ama sizin anlamamanız kitabın "saçma" olduğunu göstermez ya, bu da öyle bir şey.
----
Derste, hoca Marx hakkında çok az şey söyledi ve sınıftan sorular yağmaya başladı. Sonra sorular fikir belirtmeye dönüştü. Ve Marx yargılanmaya başlandı. Ve şu sözlerde birkaç arkadaş hemfikir oluverdi: "Hocam şimdi Marx zengin fakir ayrımının olmamasını mı istiyor, toplumda herkesin eşit olmasını mı istiyor, e bu çok saçma ki, masa başı çalışanla madende çalışan eşit olmaz ki. Bence çok saçma. İmkansız zaten." Bu kadar.
Bu yorumları derste hocadan duydukları birkaç kavramdan yola çıkarak yaptılar (değer, artıdeğer, ücret, üstyapı, altyapı gibi). Marx'ın hiçbir kitabını okumadıklarını, hatta ordan burdan bilgi dahi edinmediklerini sorularından anlamıştım: "Hocam şimdi Marx birkaç kişinin zenginleşmesine karşı mı?" Marx hakkında bu sorunun sorulması, olsa olsa Marx'ın adının hayatında hiçbir yerde geçmediğini gösterir.
----
Suçlamıyorum, küçümsemiyorum. Muhtemelen 4 sene önce bu derse girsem, benzer bir yorum yapardım. (Ama bu soruyu sormazdım, o kadar politikadan bihaber büyümedik be çok şükür).
Kendime ders çıkardım. Bilmediğin konu hakkında, okumaya üşendiğin kitap hakkında yorum yapma. Mesela Kuran'ı tamamen okuyup fikir sahibi olmadan eleştirme.
Kısa yazıcam mı demiştim:)O da olur bi gün.
25 Aralık 2012
LÜKÜS HAYAT
Bu yazı şu şarkı eşliğinde okunmalıdır: http://grooveshark.com/s/I+Want+To+Break+Free/2IUdFr?src=5
Ben yazarken dinledim, gaza gedim, belki size de aynı etkiyi yaparken. İyi bi kulaklık eşliğinde olsa daha iyi olur. Dünyayla bağlantınızı kessin. Çok iyi evet.
Yazının ne yazık ki Ömer L. Akad'ın Lüküs Hayat'ıyla ilgisi yoktur. O'nu niye izlememişim ki hakkaten, izleyeyim. Yine de görselini koyayım dedim, aklımızda kalsın.
Hadi bakalım.
Marie Antoniette'yi izledim.
(Aha, şimdi fark ettim! Queen'i dinliyorum!Tevafuk'a bak...)
Kirsten Dunst'un kraliçeyi oynadığı film. Antonia Fraser'ın romanından uyarlanmış.
Avusturya prensesi Marie, Fransa veliahtıyla evlendirilir. ("Ekmek bulamıyorlarsa pasta yesinler" dediği iddia edilen kraliçe)
Film, aşırı gösterişçi, kuralcı Fransız saray gelenekleriyle dalga geçer, lükse düşkün olmalarını göze sokar. Bi taraftan da Marie'nin iç çekişmelerini anlatır. Kızamazsınız, ağız dolusu küfredemezsiniz kadına.
Eğlenceli, rengarenk bi film. Ama sinir bozucu. İki yönden siniri bozulabilir insanın:
Birincisi, çok rahat bi hayatı olduğu düşünülebilecek bi prensesin mecburiyetleri, evleneceği kişiyi seçememesi, toplumun beklentisi, her hareketinin kontrol edilmesi, kocasının hastalığı yüzünden seks yapamaması ve sonuçta çocuk doğurmamasının faturasının O'na kesilmesi... vs...
İkincisi, içinde yaşadıkları lüks. Asillerin hayatının doğuştan lüks içinde olması ve çok aşırı bi şey yapmadıkları sürece bu lüksün ömür boyu devam edeceğinin garantilenmesi. Saraydan çıkmadan yaşamaları vs. Kralın yöneticiliği becerememesi....
Ben tabi ki ikinciye bozuldum.
Tabi filmde anlatılanların biçoğu kurmaca. Mimikler, yaratılan karakterler... Tarih ne kadar gerçek yazılabilmiş olabilir ki?
Fransa'nın o dönem tarihi hakkında film+vikipedia+ekşisözlük dışında bilgim yok. Doğruluğunu sorgulayamam bu kadarcık bilgiyle. Ama tarihi filmlere, romanlara güvenmiyorum. Yapılan anlaşmalar filan eyvallah da, insanların özel hayatlarının doğruluğuna (günlükleri filan yoksa) şüpheli yaklaşırım hep.
Neyse efenim. Film güzeldi. Tarihin bir bölümü hakkında genel bi bakış açısı veriyor. Ama 1700ler Fransasını anlamak istiyorsanız bu film tabi ki yeterli gelmeyecektir.
Bu kadarcık. Daha kapsamlı bi şey yazmak isterdim, aceleye getirdim. Bu da bana ceza olsun. Öpt bye.
edit: evet sazanım kabul ediyorum. Üstteki resim için Ömer L. Akad demişim, Cemal Reşit Rey in eseri imiş...aceleyle yazdım demiştim, özür sayılır mı? sayılsa ya..
Kaynak |
Yazının ne yazık ki Ömer L. Akad'ın Lüküs Hayat'ıyla ilgisi yoktur. O'nu niye izlememişim ki hakkaten, izleyeyim. Yine de görselini koyayım dedim, aklımızda kalsın.
Hadi bakalım.
Marie Antoniette'yi izledim.
(Aha, şimdi fark ettim! Queen'i dinliyorum!Tevafuk'a bak...)
Kirsten Dunst'un kraliçeyi oynadığı film. Antonia Fraser'ın romanından uyarlanmış.
Avusturya prensesi Marie, Fransa veliahtıyla evlendirilir. ("Ekmek bulamıyorlarsa pasta yesinler" dediği iddia edilen kraliçe)
Film, aşırı gösterişçi, kuralcı Fransız saray gelenekleriyle dalga geçer, lükse düşkün olmalarını göze sokar. Bi taraftan da Marie'nin iç çekişmelerini anlatır. Kızamazsınız, ağız dolusu küfredemezsiniz kadına.
Kaynak |
Eğlenceli, rengarenk bi film. Ama sinir bozucu. İki yönden siniri bozulabilir insanın:
Birincisi, çok rahat bi hayatı olduğu düşünülebilecek bi prensesin mecburiyetleri, evleneceği kişiyi seçememesi, toplumun beklentisi, her hareketinin kontrol edilmesi, kocasının hastalığı yüzünden seks yapamaması ve sonuçta çocuk doğurmamasının faturasının O'na kesilmesi... vs...
İkincisi, içinde yaşadıkları lüks. Asillerin hayatının doğuştan lüks içinde olması ve çok aşırı bi şey yapmadıkları sürece bu lüksün ömür boyu devam edeceğinin garantilenmesi. Saraydan çıkmadan yaşamaları vs. Kralın yöneticiliği becerememesi....
Ben tabi ki ikinciye bozuldum.
Tabi filmde anlatılanların biçoğu kurmaca. Mimikler, yaratılan karakterler... Tarih ne kadar gerçek yazılabilmiş olabilir ki?
Fransa'nın o dönem tarihi hakkında film+vikipedia+ekşisözlük dışında bilgim yok. Doğruluğunu sorgulayamam bu kadarcık bilgiyle. Ama tarihi filmlere, romanlara güvenmiyorum. Yapılan anlaşmalar filan eyvallah da, insanların özel hayatlarının doğruluğuna (günlükleri filan yoksa) şüpheli yaklaşırım hep.
Neyse efenim. Film güzeldi. Tarihin bir bölümü hakkında genel bi bakış açısı veriyor. Ama 1700ler Fransasını anlamak istiyorsanız bu film tabi ki yeterli gelmeyecektir.
Bu kadarcık. Daha kapsamlı bi şey yazmak isterdim, aceleye getirdim. Bu da bana ceza olsun. Öpt bye.
edit: evet sazanım kabul ediyorum. Üstteki resim için Ömer L. Akad demişim, Cemal Reşit Rey in eseri imiş...aceleyle yazdım demiştim, özür sayılır mı? sayılsa ya..
18 Aralık 2012
TEPENİN ARDI
Filmi izledim. Basit bir film değil. Filmin alt metniyle ilgili çok fazla yorum yapabileceğimi sanmıyorum. Onları görebilmek için birikim gerekir. 3-5 cümle yazayım yine de.
Sevdim ama neden sevdiğimi tam olarak ifade edemiyorum. İlk aklıma gelen: Konuşmaların, verilen tepkilerin, belgesel tadında, gerçekçi olması. Nuri Bilge Ceylan filmlerinde -her seferinde kendisine sevgiyle sövmeme sebep olan- "lan insanın içindeki pislik bu kadar açık anlatılır mı be!" dedirten anları hatırlattı. Bağımsız sinema hep böyle miydi, yoksa sadece Türkiye'de, son yıllarda mı böyle oldu, bilmiyorum; insanın sevdiklerine karşı bile kirli duygular besleyebileceğine çok fazla değiniyorlar, ki bence iyi oluyor.
Bu, filmler aracılığıyla gerçek dünyadan kopmak isteyenler için saçma olabilir. Benim gibi psikopat, mazoşistler içinse iyi gelebilir. Benim de bazen izledikten sonra "yahu iyi hoş da ben bunu niye izledim ki şimdi, film dediğin insana başka bi dünyayı anlatır, kendimle yeterince başbaşa kalıyorum zaten" dediğim oluyor.
Özetle iç anadoluda, kırda dağda bayırda çekilen bir film.
Sinirimi bozan tek bir şey oldu. Kadının sinemadaki yeri konusunda çok mu alıngan oldum bilmiyorum ama, yine bir ayrıntı dikkatimi çekti: Filmde tek bir kadın oyuncu var. O kadar erkeğin içinde, yemeklerini yapan, gurur yapmadığı için erkeklerden çok daha mantıklı konuşan, ama kadın olduğu için sözü hiç dinlenmeyen bir köylü kadın (Meryem rolündeki Banu Fotocan). Olmazsa olmazdı. Fakat filmdeki diğer tüm gerçekçiliklere rağmen bu kadının kıyafeti yine "kadının sinemadaki estetik görünümü" algısına takılmıştı.
Sadece bizim köy mü öyleydi bilmiyorum ama köyde kadının teni olabildiğince görünmezdi (iç anadoluda bir köy). Yabancı bir erkek geldiğinde, başını kapatıyorsa, iyice kapatırdı (saçları görünmeyecek şekilde). Filmde ise kadının giydiği maksinin (etek) altında kısa paçalı bi don var, kapri boyunda. Altta bacakları ve ayakları çıplak.
Köyde sürekli erkeklerin arasında olan ve durmadan çalışan bir kadının bacaklarını düzenli olarak kıldan tüyden arındırması zordur. Bu yüzden ve ek olarak yörenin ahlak kuralları gereği bacaklarını tamamen kapatır.
Pis bi muhabbet oldu belki ama filmlerdeki "seksi köylü kadını" imajı küçüklüğümde izlediğim Hülya Avşar filmlerinden beri saçma gelmiştir. Bunun günümüzde en önemli özelliğinin gerçekçilik olduğunu düşündüğüm günümüz bağımsız filmlerinde hala aynı şekilde yansıtılması saçma geliyor.
Bu durumda yönetmenin o köylere hiç gitmemiş olması, ya da köylü kadının gerçek halinden estetik olmaması sebebiyle kaçmak istemesi ihtimali geliyor aklıma, ki ikincisi daha bi akla yakın.
Benim eleştirebileceğim başka bir şey yok. Genel anlamda, gerçekçilik açısından güzel filmdi ve çekimlerin tadını çıkarmak için sinemada izlemek daha iyi olacaktır diyebilirim.
Daha oturaklı ve mantıklı yorumlar için burdan buyrun: http://sigarayaniklari.blogspot.com/
Burda da yönetmenle bir röportaj var.
Not: Banu Fotocan'ın bir film görüntüsünü bulup eklemek istedim yazıya. Bulamadım google da Banu Fotocan Meryem Tepenin Ardı vb aramalarda. Hiç mi aranmamış, hiç mi bir röportajda ismi geçmemiş.. Garip değil mi?
Sevdim ama neden sevdiğimi tam olarak ifade edemiyorum. İlk aklıma gelen: Konuşmaların, verilen tepkilerin, belgesel tadında, gerçekçi olması. Nuri Bilge Ceylan filmlerinde -her seferinde kendisine sevgiyle sövmeme sebep olan- "lan insanın içindeki pislik bu kadar açık anlatılır mı be!" dedirten anları hatırlattı. Bağımsız sinema hep böyle miydi, yoksa sadece Türkiye'de, son yıllarda mı böyle oldu, bilmiyorum; insanın sevdiklerine karşı bile kirli duygular besleyebileceğine çok fazla değiniyorlar, ki bence iyi oluyor.
Bu, filmler aracılığıyla gerçek dünyadan kopmak isteyenler için saçma olabilir. Benim gibi psikopat, mazoşistler içinse iyi gelebilir. Benim de bazen izledikten sonra "yahu iyi hoş da ben bunu niye izledim ki şimdi, film dediğin insana başka bi dünyayı anlatır, kendimle yeterince başbaşa kalıyorum zaten" dediğim oluyor.
Özetle iç anadoluda, kırda dağda bayırda çekilen bir film.
Sinirimi bozan tek bir şey oldu. Kadının sinemadaki yeri konusunda çok mu alıngan oldum bilmiyorum ama, yine bir ayrıntı dikkatimi çekti: Filmde tek bir kadın oyuncu var. O kadar erkeğin içinde, yemeklerini yapan, gurur yapmadığı için erkeklerden çok daha mantıklı konuşan, ama kadın olduğu için sözü hiç dinlenmeyen bir köylü kadın (Meryem rolündeki Banu Fotocan). Olmazsa olmazdı. Fakat filmdeki diğer tüm gerçekçiliklere rağmen bu kadının kıyafeti yine "kadının sinemadaki estetik görünümü" algısına takılmıştı.
Sadece bizim köy mü öyleydi bilmiyorum ama köyde kadının teni olabildiğince görünmezdi (iç anadoluda bir köy). Yabancı bir erkek geldiğinde, başını kapatıyorsa, iyice kapatırdı (saçları görünmeyecek şekilde). Filmde ise kadının giydiği maksinin (etek) altında kısa paçalı bi don var, kapri boyunda. Altta bacakları ve ayakları çıplak.
Köyde sürekli erkeklerin arasında olan ve durmadan çalışan bir kadının bacaklarını düzenli olarak kıldan tüyden arındırması zordur. Bu yüzden ve ek olarak yörenin ahlak kuralları gereği bacaklarını tamamen kapatır.
Pis bi muhabbet oldu belki ama filmlerdeki "seksi köylü kadını" imajı küçüklüğümde izlediğim Hülya Avşar filmlerinden beri saçma gelmiştir. Bunun günümüzde en önemli özelliğinin gerçekçilik olduğunu düşündüğüm günümüz bağımsız filmlerinde hala aynı şekilde yansıtılması saçma geliyor.
Bu durumda yönetmenin o köylere hiç gitmemiş olması, ya da köylü kadının gerçek halinden estetik olmaması sebebiyle kaçmak istemesi ihtimali geliyor aklıma, ki ikincisi daha bi akla yakın.
Benim eleştirebileceğim başka bir şey yok. Genel anlamda, gerçekçilik açısından güzel filmdi ve çekimlerin tadını çıkarmak için sinemada izlemek daha iyi olacaktır diyebilirim.
Daha oturaklı ve mantıklı yorumlar için burdan buyrun: http://sigarayaniklari.blogspot.com/
Burda da yönetmenle bir röportaj var.
Not: Banu Fotocan'ın bir film görüntüsünü bulup eklemek istedim yazıya. Bulamadım google da Banu Fotocan Meryem Tepenin Ardı vb aramalarda. Hiç mi aranmamış, hiç mi bir röportajda ismi geçmemiş.. Garip değil mi?
14 Aralık 2012
KÖTÜ FİLM: UÇUŞ
Uçuş'u izledim dün. İşte burda: http://www.beyazperde.com/filmler/film-193101/
Spoiler içerir!
Hiç sevmedim.Neden?
1. İlk sahnede seyircinin gözüne sokulan çıplak kadın bedeni.Uzun süre, kadının yürümesi, giyinmesi, sigara içmesi. Filmin çıplaklık anlayışı konusunda bir fikri/tavrı olsa sorun etmeyeceğim. Ama diğer maddede de söyleyeceğim gibi, filmin hiçbir konuda fikri yok.
Filmlerdeki bu çıplak kadın sapıklığına hastayım. Ahlaksız bir gece geçirmiş, sabah uyanmış çıplak bir çift. Kadın çalar saati kapatır, kalkar, ortalıkta salınmaya başlar. Tuvalete gider, gelir, sigara içer, bunların tamamını çıplakken yapar. Bu sırada adamın telefonu çalar, yatakta oturup konuşmaya başlar, adamın mahrem bölgesi çarşafla kapalıdır. Neden? Kadının her şeyini gördük adam neden gizleniyor? Adam ahlaklı da kadın orospu mu? Hayır. Birisi pilot, birisi hostes, sıradan insanlar. Erkek bedeni kadın bedeni gibi estetik değil mi? Hayır. Erkek bedeni de estetiktir, antik yunan heykellerini hatırla...
Baştan buna kızdım zaten.
Sonra uçuş zamanı, heyecan, aksiyon, düştü mü düşecek mi, kim ölecek falan...
2. Dikkat! Mesaj içeren film.
Ahlaklı ol, dindar ol, alkolik olma, uyşturucu kullanma, aile iyidir mesajı veren film. Bunu fark ettiğim an, yönetmenin beni kandırmaya çalıştığını, aslında mesaj vermediğini filan düşünmeye çalıştım, bir oyunbazlık bir şeytanlık aradım, yoktu.
Fikri olmayan, toplumun çoğunluğunun hoşuna gitsin diye tasarlanmış, sadece para kazanmayı hedefleyen film. Çıplaklık var, aksiyon var, ahlak kumkumalığı var, alkol karşıtlığı var, sinemada sevilir. Çıplak sahneleri kesilince, TVde yayınlansın, aileyle oturup rahatça izlenebilir. Daha ne olsun?
Aksiyon diye, uçak ters uçuyomuş lan! diye gittim, yine sinirlenip çıktım. Benim neyime amerikan yapımı aksiyon filmi. En aksiyonlusu Batman olur, V for Vendetta olur... Gözünü sevdiğimin belgeselleri, sanat filmleri, Fransız yapımları, İran filmleri, yerli filmleri...
Neyse... Geçti artık.
İzlemeyi hedeflediklerim:
1. Tepenin Ardı (bugün vizyona girdi, bol ödüllü yerli film, benim kafadakiler, şunu mutlaka okuyun: http://filucusu.blogspot.com/2012/12/tepenin-ard-salonlarn-ardnda-m-kalacak.html?spref=fb)
2. Hobbit
3. Sen Dünyaya Gelmeden (mis gibi penelope cruz varmış)
12 Aralık 2012
DOYAMADIM BELGESELE..DİYENLERE MÜJDE!
"Hangi İnsan Hakları?" bitti. Nalet olası hastalığım sebebiyle sadece 2 film izleyebildim bu sene. Mezarlıkta Aşk ve 900 Gün.
Bugün gönüllü oldum yine. Özlemişim.
Belgeselciler, gerçekçi ama aynı zamanda (en azından benim kadar) karamsar olmayan insanlar. Aktivistler işte. Toplumları birden değiştirebileceklerini, haksızlıkları anında yok edeceklerini düşünmüyorlar muhtemelen ama fikirlerinin kayda geçmesini istiyorlar. Kitap yazmak gibi. Daha kısa sürede, insanlara bilgileri daha çekici kılarak, onları uyutmadan vermeleri gerekiyor. Kolay iş değil.
Aslında bence belgesel, sokaktaki adamın bilgisi olması gereken, fakat dikkatini toplayıp okumak istemeyeceği kalın bir kitabın, onun da anlayacağı dile sokulmuş alidir. Kısa, net, açık seçik. Kitabın o ağdalı dilinden kurtulur. Kitaptan kaçan biri belgesele tutulabilir yani. İnsanlara dizilerle tarihi öğretmek gibi, bilmek istemedikleri gerçekleri belgesellerle verebilirsiniz.
Documentarist bana bunu öğretti şimdilik. Hayatımı değiştirdi. Önyargılarla dolu bir insanı bir koltuğa bağlayıp, önyargı duyduğu insanlar hakkında birkaç belgesel izletirsek fikrini değiştirebileceğini düşünüyorum. Cezaevlerinde kullanılabilir bu yöntem:)
Evde ailemde görüyorum faydasını(tabi koltuğa bağlamadan:).
Neyse.. Kaçıranlar için müjde: Documentarist hiç boş durmuyor:
İki haftada bir,
cumartesi akşamları 19:00da,
Tophane'de, Tütün Deposu'nda,
belgesel gösterimleri ve hemen ardından film konusuyla ilgili söyleşiler yapılıyor.
15 Aralık 2012'de: Beş Kırık Kamera (Filistin hk.)
Ücretsiz!
Bu kez kaçırmayın derim. Belgeselden zarar gelmez.
Ayrıntılı bilgi: http://www.documentarist.org/saturdox/home.html
Bugün gönüllü oldum yine. Özlemişim.
Belgeselciler, gerçekçi ama aynı zamanda (en azından benim kadar) karamsar olmayan insanlar. Aktivistler işte. Toplumları birden değiştirebileceklerini, haksızlıkları anında yok edeceklerini düşünmüyorlar muhtemelen ama fikirlerinin kayda geçmesini istiyorlar. Kitap yazmak gibi. Daha kısa sürede, insanlara bilgileri daha çekici kılarak, onları uyutmadan vermeleri gerekiyor. Kolay iş değil.
Aslında bence belgesel, sokaktaki adamın bilgisi olması gereken, fakat dikkatini toplayıp okumak istemeyeceği kalın bir kitabın, onun da anlayacağı dile sokulmuş alidir. Kısa, net, açık seçik. Kitabın o ağdalı dilinden kurtulur. Kitaptan kaçan biri belgesele tutulabilir yani. İnsanlara dizilerle tarihi öğretmek gibi, bilmek istemedikleri gerçekleri belgesellerle verebilirsiniz.
Documentarist bana bunu öğretti şimdilik. Hayatımı değiştirdi. Önyargılarla dolu bir insanı bir koltuğa bağlayıp, önyargı duyduğu insanlar hakkında birkaç belgesel izletirsek fikrini değiştirebileceğini düşünüyorum. Cezaevlerinde kullanılabilir bu yöntem:)
Evde ailemde görüyorum faydasını(tabi koltuğa bağlamadan:).
Neyse.. Kaçıranlar için müjde: Documentarist hiç boş durmuyor:
İki haftada bir,
cumartesi akşamları 19:00da,
Tophane'de, Tütün Deposu'nda,
belgesel gösterimleri ve hemen ardından film konusuyla ilgili söyleşiler yapılıyor.
15 Aralık 2012'de: Beş Kırık Kamera (Filistin hk.)
Ücretsiz!
Bu kez kaçırmayın derim. Belgeselden zarar gelmez.
Ayrıntılı bilgi: http://www.documentarist.org/saturdox/home.html
İSTANBUL ÜNİ'NDE KÜTÜPHANE SORUNU
İstanbul Üniversitesi Merkez Kütüphane |
İstanbul Üniversitesi Merkez Kütüphanesi hakkında önemli dertlerim var. Türkiye'deki en eski üniversite, en iyi kütüphaneye sahip olmalı diye düşünürdüm. Ama eski olmanın verdiği hantallık, nostaljik güzelliğinden çok göze çarpıyor ne yazık ki.
Tam olarak takip edemesem de, üniversitenin çeşitli binalarının yenilendiğini rektörün twitter hesabından görebiliyorum. Kütüphane düzeni de yenilenir mi, yenilenecekse neler değişecek bilmiyorum, araştırırsam yazarım. Şimdilik eksiklikleri bildirmek istedim.
İTÜ Mustafa İnan Kütüphanesi (merkez k.) |
Yıllarca İTÜ kütüphanesinden yararlandım. İçerik bakımından bilemem, o konuda bilgili ve yetkin değilim ama kullanıcı kolaylığı açısından kıyaslayınca İTÜ'nün açık ara önde olduğunu söyleyebilirim.
Çoğunlukla kitap satın almayıp, kütüphaneyle yaşayan, gittiği şehirdeki kütüphaneleri gezmekten zevk alan biri olarak, yeni kütüphanemden çok şikayetçiyim blog..
Devasa sistem sorunları:
- Açık raf sistemi yok. Yani bir konu hakkında kitap edinmek istediğinizde, sistemden o konudaki kitapları bulup, tek tek istekte bulunmanız gerekiyor. O konunun olduğu raflara gidip kendiniz seçemiyorsunuz. İnternetten kitap sipariş vermekte zorlananlar neden bu konuda dertli olduğumu daha iyi anlarlar. İsminde konuyla ilgili bir sözcük geçmeyen ama konuyla ilgili olan eserleri bulma ihtimalim düşüyor bu yüzden.
Halbuki duvarlar boş raflarla kaplı. Neden kullanamayalım ki?
- Daha kötüsü: Kitapları ödünç alamıyoruz. Fotokopi çektirmek ya da gece 23.00a kadar teslim etmek gerekiyor. Bu korkunç bir şey. Gece o saatten sonra şehrin diğer ucundaki evime dönemeyeceğime göre, fotokopi çektirmem gerekiyor. Mantıklı mı? Açıklamaya gerek bile duymuyorum mantıksızlığını.
- Aynı oranda kötüsü: 16.00dan sonra kitabı sistemden isteyemiyoruz. Çünkü depodan getirecek memurların mesaisi bitmiş oluyor. Öğrenci dediğinin dersi en erken 16.00da biter. Bunu ne yapacağız? Kütüphanenin 7/24 açık olması gerekir ve bu dediğim şey, İstanbul Üniversitesi gibi kalabalık bir üniversite için hiç de lüks sayılmaz.
- Sistemden arama yapmak için 3-4 tane bilgisayar var. Ayakta yapabiliyorsunuz aramayı. sürekli arkanızda bekleyen biri oluyor, aceleyle yapmanız gerekiyor. Kitabın ismini yazdığınızda çok ilgisiz sonuçlar öneriyor program. Ben becerememiş olabilirim aceleyle. Ama bu benim aptal olmamdan değil, acele etmek zorunda bırakılmamdan kaynaklanıyor bence:)
Küçük sayılabilecek, fiziksel sorunlar:
- Kitabı sistemden istedikten sonra yaklaşık 20 dk ödünç alma bankosu civarında beklemek gerekiyor. İnsafsızlar:) insan bi sandalye falan koyar. İnsanlar ayakta, ortalıkta bekliyor. Hem çalışan için de sürekli başında birinin beklemesi sinir bozucudur.
- Masalarda priz bulmak zor. Üniversitede bilgisayarsız ders çalışan kaç öğrenci vardır?
- Nerede neyin olduğuna dair yönlendirme tabelaları yok. Tuvaleti bulmak için epey uğraştım.
Güzel olan: Tüm bu sıkıntılara rağmen kütüphanenin tıklım tıklım dolu olması. Üniversite her yönden ne yazık ki öğrenciyi kaçmaya teşvik ediyor (koca edebiyat fakültesinde bir tane kadınlar tuvaleti olması, sınıflarda oturma düzeninin hocayı duymaya engel olması, bilgisayar laboratuarlarının öğle arasında ve 16.00dan sonra kapalı olması, fakülte fotokopilerinde her daim çooook sıra olması....gibi). Muhtemelen fazla nüfus ve maddi sıkıntı sebebiyle bu sorunların hepsine yetişmek zor.
Ama kütüphane bu haldeyken hocaların "yeni neslin az kitap okumasından" şikayet etmesi at gözlüğü takmalarını gösteriyor. Bu kadar acımasız olmayın. Her istediğimiz kitabı satın alabilecek güçte olsaydık, özel üniversiteye giderdik.
Kısacası: Daha düzgün bir kütüphane istiyorum.
08 Aralık 2012
NEDEN YOKSULLUK?
görsel burdan
25 Kasım'dan beri cumartesi günleri yayınlanan seri, 2 ay boyunca ekranda olacak.
TV'de kaçırırsanız, buradan da izleyebilirsiniz: http://video.cnnturk.com/2012/yasam/11/22/neden-yoksulluk-basliyor
İlk bölüm, ünlülerin Afrika'ya yardım konusunda yaptıkları yardım konserlerinin ve kampanyalarının ne kadar etkili olduğu hakkındaydı.
İkinci bölümse, Amerika'nın en zenginlerinin yaşadığı Park Caddesi 740 Apartmanı ile Amerika'nın diğer yerlerindeki vatandaşların yaşam biçimlerindeki büyük farklar, Amerikan rüyasının gerçeklik ihtimali, çalışanın gerçekten hedefine ulaşma ihtimali... gibi sıkıcı konulara değiniyor.
Belgesel, dünyadaki yoksulluğa dikkat çekmek amacıyla, 70 ülkede, (yönetmenin Afiş programı röportajından yanlış anlamadıysam) aynı anda gösterilecekmiş 2 ay boyunca. İnanası gelmiyor insanın.
Yine de,
Cumartesileri, 20:55'te CNNtürk'te izlemek gerek..
HANGİ İNSAN HAKLARI?
"en çarpıcı festival isimlerinden birine sahip festival." demiş eksisözlükten frock. Yalan mı?
Documentarist ekibinin hazırladığı festival.
8-12 Aralık 2012'de Taksim civarında (Salt Beyoğlu, Aynalı Geçit, Dutch Chapel, Tütün Deposu), bu seneki başlığı "yaşam hakkı" olan belgesel film festivali.
Özellikle ufak bütçelerle, büyük özverilerle hazırlanan belgeseller için.
Ötekilerin nasıl yaşadığını görmek için.
Birkaç yıldır hayranlıkla takip ettiğim, belgesel çekme hayalleri kurmamı sağlayan festival.
Gösterimler ücretsiz.
Bazı gösterimlerden sonra yönetmen ya da film ekibinden birileriyle söyleşi oluyor.
Bugün hasta olduğum için gidemedim ne yazık ki, yarından itibaren kaçırmamayı düşünüyorum.
Kaçırmayın.
Ayrıntılı bilgi için: http://www.hihff.org/2012/home.html
ATLANTİS
Atlantis hayali burdan alıntı |
İnternetten buldukça izliyorum, izledikçe paylaşayım dedim.
Atlantis'i şuradan izleyebilirsiniz. Belgesel hakkında aklıma takılanlar:
- Sunucuyu seslendiren kişinin cümlelerin yarısında sesi mi yükseliyor, bana mı öyle geliyor?
- 1999 İzmit Depremi'nin tsunamiyle ilgisi olduğunu bilmiyordum. Tsunami sözcüğünü ilk kez 2011'de Japonya'daki felaket sebebiyle duydum sanıyorum. Cahilliğe bak...Halbuki şu resmi sitede bahsedildiğine göre, mutlaka orda burda geçmiştir de, algımın seçici olmayan kısmında kalmıştır kesin: "Depremi takiben birkaç gün içinde yapılan araştırmalar sonucunda, denizin depremden hemen önce çekildiği ve deprem meydana geldikten sonra ise tsunami dalgalarının oluşarak (maksimum yükseklik =2.9m) kıyı kesimlerde su baskınlarına ve göçmelere neden olduğu ortaya çıkmıştır."
- Aynı bilgilerin tekrar edildiğini düşündürttü bu belgesel bana. Atlantis fikri hakkında genel bilgi edinmek için faydalı...ama çok uzatılmış gibi geldi.
06 Aralık 2012
TESPİT
Şimdi, -bu blogta yer almayan - eski yazılarımı okuyunca anladım ki, duygularımı fazlaca dışa yansıttığımı fark ettiğim an, kendimi zayıf hissedip hikaye/şiir yazmaya çalışmayı bırakmışım.
Sonra da sadece içi dolu, bilgi aktarabileceğim yazılar yazmaya çalışmışım, ki onlar da en baştaki duygusallıklar kadar tat vermemiş.
Hep hazımsızlıkla savaşarak, daha uzun cümleler kurmuşum. Sosyal bilimci hastalığına tutulmuşum, dediklerim anlaşılmaz olmuş.
Şimdi geri o günlere mi dönmeliyim, sanmam. bu hale geldiysem vardır bir sebebi. -malı lı -meli li konuşulacak konu değil pek. Bu yazı da böyle Yılmaz Özdil tadında olsun.
Sonra da sadece içi dolu, bilgi aktarabileceğim yazılar yazmaya çalışmışım, ki onlar da en baştaki duygusallıklar kadar tat vermemiş.
Hep hazımsızlıkla savaşarak, daha uzun cümleler kurmuşum. Sosyal bilimci hastalığına tutulmuşum, dediklerim anlaşılmaz olmuş.
Şimdi geri o günlere mi dönmeliyim, sanmam. bu hale geldiysem vardır bir sebebi. -malı lı -meli li konuşulacak konu değil pek. Bu yazı da böyle Yılmaz Özdil tadında olsun.