22 Ekim 2018

Güncelleme

Downton Abbey: 3. sezona geldim. Diziyi sevdim mi sevmedim mi, bilemedim bi türlü. Tarihi olayların ve malikanedekilerin başına gelenlerin hem leydilerin, lordların, hem de hizmetkarların bakış açılarından gösterilmesi güzel. Maggie Smith zaten her zamanki rolünde, huysuz ve tatlı-yaşlı kadın. Fakat bazen karakterlerin aşk meşk işleri ya da misal saf lordun kurnaz hizmetçinin oyununa gelişi filan öyle bi aptal yerine koyuyor ki seyirciyi, insana öeeeh dedirtiyor. Yerli dizi etkisi yapıyor. 

---
Son zamanlarda evde yürüme egzersizi yapıyorum. 15 dakkayla başladım. Programsız, bazen 15, bazen 30, bazen 45 dakka yapıyorum. Tabi her gün değil, haftada 3 gün filan. Şu aşağıdaki ablanın kanalından videolar izliyorum genelde. Amerikanca tepkileri bir yerden sonra bıktırsa da, baya bi terletiyor. Çok sıkılınca benzeri başka videolar buluyorum. Zevkli. Zumbadan çok sevdim bu işi. Çok basit hareketler, zumbadaki gibi hareketi anlamak için uğraşmaya gerek kalmıyor. 


Bugün uzun aradan sonra ilk kez dışarda yürüyüşe de çıktım. Evde spor yapmak istemediğim için , sırf az buçuk hareket edip güne başlamış olmak için çıkmıştım, şöyle bi evin etrafında yürüyüp gelecektim ki, gaza geldim, yolu uzattım, hatta biraz da koştum. Tıkanacak gibi oldukça yavaşladım. Tek başına spor yapmanın güzelliği de burda. Muhabbet etmek yok, istediğin an durup, istediğinde hızlanma özgürlüğün var. 

---
Amsterdam Müzesi'nde geçici bir sergi açılmış: 1001 Women in the 20th Century. Hollandalı olan ya da Hollanda'yla bir şekilde bağlantısı olan kadınlar tabi bunlar. Feministler. İlk kadın gazeteci, tıp fakültesine giren ilk kız öğrenci, kadınların korse değil, rahat kıyafetler girmesi gerektiğini savunan ilk tekstil uzmanı, eşcinselleri kabul eden ilk bar sahibi, ilk mimar, ... gibi akla gelecek-gelmeyecek bir sürü meslekten kadınlar. Tabi bol bol gazeteci, yazar, şair de var. İkinci Dünya Savaşı'nda Nazilere karşı gizli direnişte aktif rol alan kadınlar da var. Türkiye'de benzeri bi sergi olsa nasıl olurdu diye düşündüm her zaman olduğu gibi. Bir sürü kavga kopardı dedim sonra kendime. Misal, Adalet Ağaoğlu listeye yazılsa, "yetmez ama evetçi" diye laf olurdu, Behice Boran çok solcu olurdu, bilmem kim çok sağcı olurdu... Misal burdaki serginin kafasından bakarsak, Tansu Çiller'i yazmamız şart olurdu, çünkü ilk kadın başbakan. Ayrıca Merve Kavakçı da Meclis'e başörtüsüyle girmeye kalkan ilk kadın. Bunları hep yazmak lazım. Bir şeyleri ilk defa yapmış kadınlar çünkü. Kimine göre iyi, kimine göre kötü. Bunların hepsinin adının yazdığı bir sergiye kim giderdi? Toplumun hiçbir kesimi sahiplenmezdi gibi geliyor. Öyle çok fazla duyulmadan, üçbeş ziyaretçiyle geçer giderdi. Türkiye'de tek bir ortak doğru yok hala. Burda var sanırım. Aşırı sağ ya da dindar kesim çok geniş bir yüzdeyi kaplamıyor. Modern değerler kabul görüveriyor o yüzden. Herkes özgür olsun, isteyen dinini yaşasın. Tamam. Bunları diyen herkes güzel. Ya da ayrıntılarda gizli olan çatışmaları ben henüz çözemedim.

---
Bu sıralar yaşlılıkla çok içli dışlıyım. Kursta bir hocamızın babası öldü. Yatalak hastaydı ama tamamen farklı bir hastalıktan, aniden gitmiş. Hayat devam ediyor tabi. Burdaki cenaze işlerinin ne kadar pahalıya mal olduğunu anlattı bize bu vesileyle. İnsanlar çoğu zaman yakılmayı seçiyormuş, mezar kirası çok fazla olduğu için. Özellikle Amsterdam gibi kalabalık şehirlerde. Ortalama bir cenaze işlemi 8500 euro kadarmış. Ne kadar kısarsan kıs, 5000den aşağı düşmezmiş. Parası olmayanların cenaze töreni olmuyormuş tabi. Belediye gömüyormuş bir şekilde ya da tıp fakültelerine kadavra olarak bağışlanıyormuş bedenleri. Türkiye'de ne kadara mal oluyordu bilmiyorum. Ama öldükten sonra bile masraflarımızın böyle devam ettiğini bilmek çok sinir bozucu. Hadi şimdi burda öldük diyelim, cenazeyi senede bir birileri ziyaret ederse diye Türkiye'ye götürmek gerekti diyelim, yine bir sürü masraf. Yakılalım da bi kutu içinde küllerimizi götürelim desek, o da olmaz, annem kalpten gider heralde. İnsanların üzülmeye fırsatı kalmıyor bu cenaze işlemleri ve diğer resmi işlemler yüzünden. Neyse.. Bu, yaşlılığın ölümle ve parayla ilgili olan kısmıydı.

Yatalak hasta olmakla ilgili kısmı var bi de. Buna da Fransız filmi Amour'u izleyince kafayı taktım. Yatalak olmak zor iş. Ve iyileşme umudu olmayan insanların ötenazi hakkı olmalı. Bi kez daha hak verdim. Bir de insanlar çoğu zaman birden hasta olmuyor, yavaş yavaş kötüleşiyor. Önce oturup kalıyor mesela, yürüyemiyor filan, sonra zamanla oturamıyor, altına işemeye başlıyor, sonra yatak yaraları oluyor... Bu sırada Amour'daki gibi her dakka hastayı düşünen biri varsa (hasta açısından) ne ala. Hasta bakıcılarının olası kötü muamelelerinden kurtulmuş oluyor. Fakat gitgide kötüleştiğinin bilincinde olup, ilk defa altına işediğini fark ettiği an, yanında onu seven biri varsa, öfke nöbeti geçirmesi daha olası görünüyor. Yıllardır birlikte hoplayıp zıpladığın adam, birden altını temizlemeye başlıyor. Sonra hem acının, hem de -belki- bu yatalak olmanın getirdiği psikolojiyle bağırıp çağırma, çocuklaşma, inatçılaşma, gitgide iletişim kuramama, sayıklama, durup dururken hakaret etme evreleri geliyor yavaş yavaş. Bakıcı için zamanla daha da zorlaşıyor. İnançlı biriyse ne ala, bol bol dua ediyor, ikisinin de acılarının karşılığını öbür tarafta sevap olarak alacağına inanıyor, bir şekilde rahatlıyor. İnançlı değilse ya? Sevdiği birinin yanında o kadar acı çekmesine insan nasıl dayanabiliyor? Zor be, çok zor. Anneannemin son iki haftasını görmüştüm.  Dayım, annem, ben, nöbetleşe ağlayıp, birbirimizi teselli ediyorduk. Neyse, zor işte, yaşarsak görcez bakalım nasıl olacak.

Bi de işin daha neşeli kısmı var. Yaşlandıkça değersiz hissetme hali. Grace and Frankie dizisi çok güzel anlatıyor bunu da. Vücut yavaş yavaş harekete engel oluyor, dolayısıyla hayallerin, planların kısıtlanıyor. Teknolojiye, gençlerin diline uyum sağlamak da ayrı bi dert. Yalnızlık kaçınılmaz gibi. Amaaa dizideki gibi savaşmak ya da ne bileyim eğlenmenin yolunu bulmak da mümkün. Belki. Ne kadar pozitif olduğuna, maddi durumuna ve yanında desteğinin bulunmasına bağlı.  Yine de çok orjinal bi dizi olduğunu söylemeliyim. Başrolde iki yaşlı kadın var. İkisi de gerçekten yaşlı, yani çizgileri makyajla kapatılmamış. Sürekli rezil olan, komik ya da vefakar anne gibi klişe yaşlı kadın rolünde değiller. Onlar da hala insan, huyları var, fikirleri var, duyuguları var, huysuzlukları var...  Spoiler: Hatta ileriki bölümlerde yaşlı kadınlara özel vibratör üretmeye ve şirket kurmaya karar veriyorlar, o derece kendi hayatları var. 

---
Standupçı Trevor Noah'nın hayatıyla ilgili bi belgesel izledim dün: You Laugh But It is True. Adamın sömürgecilik ve ırkçılıkla ilgili nasıl bu kadar cesur ve güzel espri yapabildiğini daha iyi anladım. Güney Afrikalı. Irkçılığın yasaklanmasının üstünden 20 yıl anca geçmiş. İnsanlık dediğimiz şey hayvandan o kadar da farklı değil. Ayrıca Güney Afrika'da günümüz hayatıyla ilgili de baya bi şey öğrendim, hiç bilmiyormuşum.

---
Burda bazı dükkanlarda elişi kitleri satılıyor. Misal, yastık kılıfı yapmak için tüm malzemeler kutunun içinde mevcut, tığından, ipine, yapım aşamalarının anlatıldığı kitapçığa kadar. Genelde pahalı oluyordu böyle şeyler, çok ilgimi çekmiyordu. Bu sıralar, sezon sonu falan mı niyeyse epey ucuzlamış. Ben de evdeki ip yığınına rağmen buldukça alıyorum. Şu an şu pembeli kırlenti yapıyorum. İlk defa bu kadar kalın bi iple işleme yapıyorum, eğlenceliymiş. Normalde hayatta tercih etmeyeceğim renkler ama kendim yapınca rengi o kadar önemli olmaktan çıkıyor. Önemli olan yapma kısmı, sonra da bir işe yarasın, çekmecelerde sürünmesin yeter. Sürünecekse de birilerine hediye veririm zaten.



Sonraki proje de aşağıdaki çanta. Bu kadar renkli bi şey, ne kadar kötü olabilir ki?


Bir de şu aşağıdaki ipleri aldım ucuz diye ama ne yapacağımı bilemiyorum. Rastgele bi işe başlayınca genellikle ip yetmiyor, sonra aynısını ara ki bulasın. Bu kadar iple, yani yeni yumak alma ihtiyacı duymadan ne yapılır acaba? Fikri olan yazarsa pek sevinirim. İpler toplam 200 gram, 400 metre. Atkı yapmak istemiyorum artık, epey bi birikti:)


Şimdilik benden bu kadar, bi sonraki yazıda çelıncın birikmişlerini dökerim artık ortaya, 
Sevgilerlen, 
Kanatlıkedi




04 Ekim 2018

Yokmuşçasına dertler

Selam insanlar, nabersiniz?

Ne yazacağımı bilmiyorum. Zorunda mıyım? Hiç. (Referansı bilmeyenler, internet esprilerine uzak olanlar için Dilber Ay videosunu şuraya koydum.)

(Kadın videonun başında, sonunda ne demeye çalıştı acaba? Hiç bilmiyorum. Gülüp geçmeye meyilli bu ruh halimizin allah belasını versin.)

(Bu arada videonun altında Ali İhsan Varol videosu çıktı. Bu adam n'apıyor şimdi? Gerçekten dövmüş mü karısını? Nasıl yapar, yaptıysa? Böyle insanların altından niye böyle bokluklar çıkar? Çıksın canım bize ne, kendi fikrimize yakın işler yapan insanların mükemmel olduğunu düşünecek kadar safsak, böyle hayal kırıklıklarını da hak ediyoruz demektir. Hak etmek ayrı mı yazılır? Bi tuhaf geldi gözüme. Doğru ayrıymış.)

Bu hafta dil kurslarımın 4. haftası sanırım. Hala derse yeni katılanlar oluyor. Yeni biri gelince, her öğrenci kendini tanıtma konuşması yapıyor kısaca. Adım şu, şurdan geldim... Haftada 3 gün bu konuşmayı yapmak zorunda kalıyorum. Gündüz kursundaysam şu kadar çocuğum var, akşam kursundaysam şurda çalışıyorum, gibi şeyler söyleniyor.... Hangi zaman diliminde olursa olsun, cevabım hep diğerlerinden kısa oluyor. Çünkü çocuğum yok ve çalışmıyorum. Bu akşam yine "çalışmıyorum" deyince sınıf güldü. Komik bi cevap çünkü. O cevabı verirken aslında vermemek istediğimi herkes anlıyor çünkü, nasıl can çekiştiğimi görüyorlar. (Her duygumu gereksiz bi şekilde her an yüzüme yansıttığımdan olsa gerek.) Pis Avrupalılar, karşılarında can çekişiyorum, gülüyorlar. Neyse ki bi taraftan da yardımıma koştular, "peki hobilerini anlat o zaman,"dediler. Anam, bu sorunun cevabını hiç düşünmemişim. Puzzle yapmak, film izlemek, dedim kaldım. Aydınlandım! Abbov, dedim, bundan gayri ben bunu kullanırım. Hatta yeterince cesur bi çocuk olursam "çalışmıyorum, o yüzden hobilerimden bahsedeceğim, şunu, şunu, şunu yapmayı seviyorum." diyebilirim. Al sana diğerleriyle aynı uzunlukta bi konuşma.

Norveçlinin hobilerimden bahsetmemi istemesinin yanında, diğerleri de "peki aktif olarak iş arıyor musun?" dedi. Çünkü muallakta konuşuyorum (bu soruyla muhatap olmamak ve yalan söylememek için). "Çalışmıyorum" diyorum. "İş arıyorum" da diyebilirim ama demiyorum. Neden? Bi hafta sonra soracaklar, buldun mu, nasıl gidiyor, diye. Bu sorulara Türkiye'deki kendimden alışkınım. Her seferinde "hayır, bi gelişme yok" demek sinir bozucu. Hele ki bu süre 1 hafta, iki hafta, üç hafta derken ayları buluyorsa... Daha da sinir bozucu. Acıma ifadeleri, iş bulma çabaları... Anadolu insanının yardımsever halleri...Kötü değil, yanlış anlaşılmasın. Burda da var aynısı. Soyadımı bilmeyen insanlar bu akşam bana iş bulabileceğim mecraları anlattılar. Dersin sonunda içlerinden biri CVmi koyabileceğim siteleri not ettiği kağıdı uzattı misal, içlerinde bilmediklerim vardı, güzel. Sinir bozucu olmasının sebebi başka. Birincisi, benzeri çabaları Türkiye'deyken gösterip bi sonuca ulaşamamış olmam. Çünkü hayatta bi kere başarısız olunca hep başarısız oluruz. Benim süper yaşam felsefelerimden biri bu. (Dikkat: ironi var.)

İkincisi, Türkiye'de bi türlü iş bulamadığımdan, şu an evli olduğum adam, o zamanlar sevgilim olan adam, yurtdışında iş bulunca hemen atladığım, apar topar evlenip buraya geldiğim için, ciddi bi iş deneyimim olmaması. Yaşımın 30 olması. Mühendislikten mezun olup mülhendislik yapmayı zerre kadar istemeyişim, hatta yapmayacağıma dair bi hocama söz verdiğim için beni son kaldığım dersten geçirmiş olması. Diplomamın işe yaramaması.

Bu iki maddeye rağmen gayet de iş bulunabilir, biliyorum. Lakin ki asıl sebep şu: İnsan ilişkilerinde iyi değilim. Çabuk sinirleniyorum, haksızlığa uğradığımda elim ayağıma dolaşıyor, mükemmel iş yapmaya kafamı o kadar takıyorum ki, hata yapınca çok bozuluyorum, göz teması kurmak, konuşurken elimi kolumu nereye koyacağımı bilememek gibi sorunlarım da var. Ama en önemlisi her türlü duygu yoğunluğunda titreyerek ağlıyorum. Kendimi tutamıyorum. İletişim kurmak imkansızlaşıyor. Saçma sapan bi hal.

İşte, ne zaman "Neler yapıyorsun?" diye sorulsa gerilmem bundandır. En bariz olan, küçüklüğümden beri başıma bela olan bu fiziksel sorunumu kimseye anlatmak istemiyorum. Fakat o lanet olası sorunun cevabı illa buraya varıyor. Çünkü insanlar illa yardımcı olmak istiyor. Ya iş arıyorum deyip geçiştireceğim, ya da ayaküstü bi konuşmada en büyük psikolojik sorunumu ortaya sereceğim. O soru geldiği anda bi seçim yapıyorum, artık olay gittiği yere kadar gidiyor. Kendin kaşındın yavrum deyip, zevkle izliyorum bazen vermeye çalıştıkları tepkileri.

Bunu şimdi niye burda anlatıyorum, bilmiyorum. Kendime isyanlardayım sanırım. Ne içine attın ayol! Şiştin valla şiştin. Bu kilolar hep ondan. De ki benim psikolojik problemlerim var, evladın olsam çalıştırmazsın beni ofisinde. De ki, ben kitap, müzik, müze, film, o kadar. Bana insan yok. No insan.

Evet, asıl sıkıntı bu. İnsansız iş arıyorum. Bu memlekette gözünü sevdiğimin kütüphaneleri bile aşırı sosyal, sürekli bi etkinlik, çoluk çocuk çığlık çığlığa... Hadi onu geçtim, yetişkinlerle sürekli bi etkinlik var. Küçüklüğümden beri olmak istediğim mesleklerden biri de kütüphanecilikti, kendi köşemde takılcam, bissürü kitap okuycam falan diye.... Şimdi kütüphaneci olmak için okulundan mezun olman gerekiyor, onu geçtim, bi de bu sosyallik meselesi var. Kaç tane kitap okuyabiliyorlardır ayda, çok merak ediyorum. En azından bu ülkede işler böyle.

Bi çok insana şımarıklık gibi gelecek bu cümleler, diye de yüksek sesle söyleyemiyorum bunları. Kim ister insanlarla uğraşmayı. Sanki biz biliyoz da mı oynuyoz, diyecek herkes. Derdini sikeyim butonuna basacak falan...Expat karısı diyecek, geçen günlerden birinde Amsterdam'ın bi yerinde
"Kocan çalışıyo..." dedikten sonra "...sen yiyosun..." manasında ağzını yüzünü oynatan amca gibi tepkiler verecek... diye. Ayh yazarken içim sıkıldı.

Ne manyağız arkadaş, ne manyağım, ne çok takıyorum başkalarının düşüncelerini. Neyse, o adamın cümlesini tamamlamasına izin vermeden cevabını verdim ya, bu da bi gelişme. Sen kimsin? Beni tanımıyorsun, ben seni tanımıyorum, bu kadar derin konulara girmemize gerek yok. Bitti. İstediği kadar açıklasın kendini sonra.

Netekim, bi sonuca varabilirsem varayım...

Konuşmayı sevmeyen demeyeyim de (konuşunca çenem durmuyor), konuşmayı beceremeyen biri olarak, benim de derdim bu. İster sikiniz, ister sikmeyiniz, sabaha bırakınız.

He bi de , benim gibilere sanırım introvert (içe dönük) deniyomuş. Bi TED konuşmasından kapmıştım bu düşünceyi, aaa beni anlatıyo, diye. Kendimi  değerli hissettiğim için bu sıfatı almak istiyor da olabilirim tabi. Son zamanlarda introvertler için iş başvuru yöntemleri gibi yazılar okuyorum. Yeterince dışa dönük bi çocuk olursam, bi bakmışınız, bi gün çalışıyor olurum. O zaman bu yazıyı güncellerim, birileriyle kavga edip işten istifa edene kadar... Sonra da neden , ne kadar haklı olarak istifa ettiğime dair bi yazı yazarım. Waarom niet? Why not? Neden olmasın? Hayat bu, heyecanlarla dolu...

Introvertlerin özelliği hep bu mu bilmiyorum ama çok karamsarım bi de. Misal, hiçbi seçimde ümitlenmem. Ülkenin yüzdesi birden değişecek mi? Bi işe başvuruyorsam, insanları sıkmamak için, ya da değişiklik olsun diye heyecanlıymış gibi yaparım ama içten içe aslında hep o işin olmayacağına inanırım. Herhangi bi yenilik olacaksa hayatımda, kötü ihtimalleri düşünen hep ben olurum. Kodumunun insanları, hayal kurmak kolay, azcık da gerçekçi olun, size kalsa, otuz kere trafik kazası geçirdiydik, otuzbin kere kavga ettiydik. Hayret bi şey ya, her seferinde kötü polis ben oluyorum.
Yeter ulan! (Yetmedi)

Şaka. Bunun hafiften bi tatmin verdiğini de itiraf edeyim. Haklı çıkma hissi, yaşıtlarına göre olgun olma, olgun görülme, danışılan kişi olma hissi. Yakın arkadaşımı ayarlamaya çalıştığım lise platonik aşkımın da dediği gibi, "bilge hatunumsu bi hava"ya sahip olma hissi... O ayarladığım kızın öyle bi havası var mıydı? Yoktu. Hahaaa... Kim kazandı? En çok ben.

Pek çok insanın anlayamayacağı türden bi ruh hali. DEğiştirilebilir mi? Bilmiyorum. Ama kendimle böyle umua açık dalga geçmek hoşuma gitti. Belki faydası olur. Yarın yokmuşçasına yayımlayacağım bu yazıyı.... Uuuv büyük değişiklik! Devrim adeta!