Her blog gibi biraz film ve kitap içerir. Biraz da sosyoloji, toplum, gözlem, Hollanda, korku, heyecan, neşe, nefret, endişe, hüzün ve kimbilir daha neler..
19 Aralık 2016
başlıksız
sanırım terörün veya kaosun ne demek olduğunu ilk defa bu kadar iyi anlıyorum. (türkiye'de yaşasam çok daha iyi anlayacaktım, orası kesin.) spor veya sanat veya sadece arkadaşlarla buluşmak için sokağa çıkmaktan korkmak demekmiş terör. 2006'da istanbul'a üniversiteye geldikten sonra ailem kalabalıklardan uzak durmamı söyler dururdu. müzeler, sergiler korkutmazdı o zamanlar gözlerini, ne güzel günlermiş. artık bi sanat sergisi bile tehlikeli demek ki. şimdi ben onlar için endişeleniyorum. 90lar neslinin kara günleri de geldi çattı çünkü. apolitik günlerimizin hesabını veriyoruz sanki.
17 Aralık 2016
Gebermek gerek.
Bu akşam, yaklaşık 1 saat önce, metrodan inip markete doğru yürürken, benim yaşlarımda siyahi bi çocuk yaklaşıp ingilizce konuşup konuşmadığımı sordu. Evet dedim, adres soracak sandım. Önce ingilizcesi iyi olmadığı için özür diledi. Benimki de o kadar kötü ki, yorgunken konuşmaya üşeniyorum, lafını bölüp "sorun değil, benimki de süper değil zaten" bile diyemedim. Parası bitmiş, telefonuna kontor yükleyebilirse Afrika'daki annesinden para isteyecekmiş, birkaç güne parasını çekebilecekmiş. Kendimden biliyorum, öğrenciyken sık sık başıma gelen bir şeydi bu, sık sık param biterdi, ailemden isterdim, yarın olmazsa ertesi gün elimde olurdu. O arada geçen zamanda arkadaşlarımdan 20 tl borç istediğim çok olmuştur. Çocuk para değil yurtdışı aramalar için kullanılan Lyca hattına kontor yüklememi istiyordu sadece. Dilenci olmadığı belli. Gidip marketten 10euroluk kontör alacağım, yükleyecek. Bu kadar.
Yine de aklımdan binlerce düşünce geçti. Benim bilmediğim kazıklama yöntemleri olabilirdi, beni ne şekilde kazıklayabilirdi bu çocuk? Bütün ihtimalleri düşündüm, o iki dakikalık konuşmamız içinde aklıma hiçbi ihtimal gelmedi. Yüzüne baktım, yalan söyleyip söylemediğini anlamaya çalıştım. Yalana dair bi iz göremedim. Sadece benim için dua edeceğini, hepimizin aynı tanrının çocukları olduğumuzu söyleyip durması kulaklarımı rahatsız etti. Dua insanları kandırmak için çok sık kullanılan bi yöntemdir malum. Tanrıyı araya sokmasından hoşlanmadım bir de, kendisiyle aram iyi değil çünkü. Gerek yok, benim için dua etmesini bekleyecek değildim ya, ben öyle bi insan mıydım? Hem etse ne olacaktı, şu tanrının adını anmasak olmaz mıydı yani?
Aynı zamanda tekrar metroya binmek için aktarma süresini geçirmemem gerektiğini düşündüm. Sonra bu çocuk öğrenci miydi, yasadışı göçmen miydi? Bunlardan bananeydi? Para isteyebileceği arkadaşı hiç yok muydu? Bi taraftan da tiksindim kendimden. 10euro neydi ki, ortalama bi mcdonalds menüsü, bu kadar düşünmeme ne gerek vardı?
Öte yandan siyah oluşunu düşündüm. Çevremdeki insanların muhabbetimizi duyup çocuğa tepki göstermesinden korktum. Çok şükür ki siyah olduğu için ekstra bi korku duymadım, içimde benden habersiz büyüyen bi ırkçı olmadığına seviniyorum şimdi düşününce. Öte yandan her yerin ışıklı ve kalabalık olmasından kaynaklanıyor da olabilir bu korkusuzluğum. Tenha bi sokakta karşılaşsaydım kendisiyle, belki bi beyazla karşılaştığımdan daha çok korkardım. Bilmiyorum. Yaşamadan bilemem. Şimdiye kadar hiç yaşamadım çünkü Hintlilerin yoğun olduğu bi muhitte yaşıyorum, hepsi ITci, sırt çantaları yani laptopları olmadan bi yere gitmez gibi görünen, beyaz yakalı, işinde gücünde, temiz yüzlü insanlar. Siyahların yaşadığı bölgeler ise suç oranlarının yüksekliğiyle ünlü. Daha doğrusu önyargılar bu şekilde, gerçekleri bilmiyorum.
Neyse, kabul ettim sonuç olarak. Ardından utana sıkıla bi soru daha sordu. (İkimizin de ingilizcesi kötü olduğu için, bir de hiç alışkın olmadığım bi aksanla konuştuğu için her söylediğini bikaç kez tekrar ettirdim bu arada kendisine.) Afrika'yı arayacağı için (ülke ismini tam anlayamadım, Afrika dememiş de olabilir ama yurtdışında olduğu kesin) 10euro yetmeyebilirdi, mümkünse 20 euroluk yükleyebilir miydim?
Yok artık, bu kadar da olmazdı. Yol üstünde yardım istediğin birinden 20euro istemek, saçmaydı. Ama yetmeme ihtimali vardı, doğruydu söylediği, bu ucuz hatlar sık sık bağlanmış gibi yapıp bağlanmıyordu, kendi kullandığım Lebara hattımdan biliyordum. O sırada kontörler gidiyordu. Eve gelince baktım, dakikası 79cent, yani yaklaşık 12 dakika arama hakkı olacak 10 euroyla. Şansının yaver gittiğini, arayabildiğini düşünsek bile, on dakikada ne konuşulur ki? Belki parasının neden bittiğini açıklamak zorunda kalacak ailesine. Belki konuşması gereken çok önemli bi konu daha var, kısacası bunların ne önemi vardı ki?
Mantıklı bi açıklama getiremediğim bi kazıklanma korkusu vardı içimde. Bir de yardım derneklerinde takılıp kocasının kazandığı parayla vicdanını rahatlatan, sistemin dışında olduğu için kendisiyle gurur duyan yardımsever evhanımı durumunda görmekten korktum kendimi. Çünkü dün I, Daniel Blake'i izlemiştim. Eve para getiren kişi çalışırken ben sistemi eleştiren bi film izlemiştim (yine). İşsiz, çaresiz insanların kurumlardan bekledikleri yardımların gelmeyişini görmüştüm. Filmden çıkınca hem o yardıma muhtaç insanlardan biri olma korkusu sardı, hem de, aslında biraz da bu korku yüzünden, bi stk'da ya da stk'sız yardıma muhtaç insanlara bi şekilde destek olmam gerektiğini hissettim. Anında tiksindim kendimden. Bi filmle gaza geldiğim için, bu sorumluluk hissinin gelip geçici olduğunu bildiğim için.
Sonuçta 10euro yetmezse bi başkasından yardım isteyebilirsiniz, dedim. Evet fakat herkese sorabileceğim bi soru değil bu, dedi. Bu sefer de aklıma başka bi soru takıldı, neden bana sormuştu? Beni saf, düdüklenebilecek biri olarak mı görmüştü? Ten rengimden dolayı kendine yakın hissettiyse, oralar bana benzeyen insanlarla doluydu. Tamam siyahi çok yoktu ama benim gibiler çoktu. Bu kez de 20euro benim için çok fazla, dedim. Sanki verecek gücüm yokmuş gibi. Sanki öğrencilik zamanlarımdaki gibi 20 euro hayatımı kurtaracakmış gibi. Sanki bu her gün başıma gelen bi şeymiş de "herkese 20euro verirsem oohoooo" diyecek halim varmış gibi... Sanki bi gün önce "stk'ları boşver sen çevrendeki insanlara karşı daha düzgün davran yeter", dememişim gibi.
Hiç ısrar etmedi. Girdim, 10euroluk kontor aldım, fişin üstünde banka kartımın numarası ya da ismim yazıyor mu diye kontrol edip çocuğa verdim. Çünkü o fişteki kodu yollayıp kontor yükleyecekti. Çünkü o kağıtta yazma ihtimali olan banka numaramı bilmediğim bi teknolojik çakallıkla kullanıp hesabımdaki bütün parayı harcayabilirdi. Yine keriz durumuna düşüp insanlıktan nefret etmeme sebep olabilirdi. Ayrıca eve parayı getiren kişiye ve beni tüm çakallıklara karşı hazırladığını düşünen aileme, arkadaşlarıma karşı mahcup olurdum. Tabi bi de tüm paramızı kaybetmiş olurduk.
O dua edeceğini söylerken kendi kendime lanet okuyup markete girdim, yumurta, süt, yoğurt, balık, peynir alıp eve geldim. Bi de şarap. Çünkü yine dünya hallerine ve kendime kızıp içkiye vermem gerekiyordu kendimi. Kendime lanet etmek için bile para harcamam gerekiyordu, çünkü param vardı.
Bi de tabi bunları oturup yazmam gerekiyordu. Çünkü bilgisayar, elektrik ve internet vardı. Çünkü bu şekilde, yine, kendimi kötüleyip vicdanımı rahatlatacaktım.
Yine de aklımdan binlerce düşünce geçti. Benim bilmediğim kazıklama yöntemleri olabilirdi, beni ne şekilde kazıklayabilirdi bu çocuk? Bütün ihtimalleri düşündüm, o iki dakikalık konuşmamız içinde aklıma hiçbi ihtimal gelmedi. Yüzüne baktım, yalan söyleyip söylemediğini anlamaya çalıştım. Yalana dair bi iz göremedim. Sadece benim için dua edeceğini, hepimizin aynı tanrının çocukları olduğumuzu söyleyip durması kulaklarımı rahatsız etti. Dua insanları kandırmak için çok sık kullanılan bi yöntemdir malum. Tanrıyı araya sokmasından hoşlanmadım bir de, kendisiyle aram iyi değil çünkü. Gerek yok, benim için dua etmesini bekleyecek değildim ya, ben öyle bi insan mıydım? Hem etse ne olacaktı, şu tanrının adını anmasak olmaz mıydı yani?
Aynı zamanda tekrar metroya binmek için aktarma süresini geçirmemem gerektiğini düşündüm. Sonra bu çocuk öğrenci miydi, yasadışı göçmen miydi? Bunlardan bananeydi? Para isteyebileceği arkadaşı hiç yok muydu? Bi taraftan da tiksindim kendimden. 10euro neydi ki, ortalama bi mcdonalds menüsü, bu kadar düşünmeme ne gerek vardı?
Öte yandan siyah oluşunu düşündüm. Çevremdeki insanların muhabbetimizi duyup çocuğa tepki göstermesinden korktum. Çok şükür ki siyah olduğu için ekstra bi korku duymadım, içimde benden habersiz büyüyen bi ırkçı olmadığına seviniyorum şimdi düşününce. Öte yandan her yerin ışıklı ve kalabalık olmasından kaynaklanıyor da olabilir bu korkusuzluğum. Tenha bi sokakta karşılaşsaydım kendisiyle, belki bi beyazla karşılaştığımdan daha çok korkardım. Bilmiyorum. Yaşamadan bilemem. Şimdiye kadar hiç yaşamadım çünkü Hintlilerin yoğun olduğu bi muhitte yaşıyorum, hepsi ITci, sırt çantaları yani laptopları olmadan bi yere gitmez gibi görünen, beyaz yakalı, işinde gücünde, temiz yüzlü insanlar. Siyahların yaşadığı bölgeler ise suç oranlarının yüksekliğiyle ünlü. Daha doğrusu önyargılar bu şekilde, gerçekleri bilmiyorum.
Neyse, kabul ettim sonuç olarak. Ardından utana sıkıla bi soru daha sordu. (İkimizin de ingilizcesi kötü olduğu için, bir de hiç alışkın olmadığım bi aksanla konuştuğu için her söylediğini bikaç kez tekrar ettirdim bu arada kendisine.) Afrika'yı arayacağı için (ülke ismini tam anlayamadım, Afrika dememiş de olabilir ama yurtdışında olduğu kesin) 10euro yetmeyebilirdi, mümkünse 20 euroluk yükleyebilir miydim?
Yok artık, bu kadar da olmazdı. Yol üstünde yardım istediğin birinden 20euro istemek, saçmaydı. Ama yetmeme ihtimali vardı, doğruydu söylediği, bu ucuz hatlar sık sık bağlanmış gibi yapıp bağlanmıyordu, kendi kullandığım Lebara hattımdan biliyordum. O sırada kontörler gidiyordu. Eve gelince baktım, dakikası 79cent, yani yaklaşık 12 dakika arama hakkı olacak 10 euroyla. Şansının yaver gittiğini, arayabildiğini düşünsek bile, on dakikada ne konuşulur ki? Belki parasının neden bittiğini açıklamak zorunda kalacak ailesine. Belki konuşması gereken çok önemli bi konu daha var, kısacası bunların ne önemi vardı ki?
Mantıklı bi açıklama getiremediğim bi kazıklanma korkusu vardı içimde. Bir de yardım derneklerinde takılıp kocasının kazandığı parayla vicdanını rahatlatan, sistemin dışında olduğu için kendisiyle gurur duyan yardımsever evhanımı durumunda görmekten korktum kendimi. Çünkü dün I, Daniel Blake'i izlemiştim. Eve para getiren kişi çalışırken ben sistemi eleştiren bi film izlemiştim (yine). İşsiz, çaresiz insanların kurumlardan bekledikleri yardımların gelmeyişini görmüştüm. Filmden çıkınca hem o yardıma muhtaç insanlardan biri olma korkusu sardı, hem de, aslında biraz da bu korku yüzünden, bi stk'da ya da stk'sız yardıma muhtaç insanlara bi şekilde destek olmam gerektiğini hissettim. Anında tiksindim kendimden. Bi filmle gaza geldiğim için, bu sorumluluk hissinin gelip geçici olduğunu bildiğim için.
Sonuçta 10euro yetmezse bi başkasından yardım isteyebilirsiniz, dedim. Evet fakat herkese sorabileceğim bi soru değil bu, dedi. Bu sefer de aklıma başka bi soru takıldı, neden bana sormuştu? Beni saf, düdüklenebilecek biri olarak mı görmüştü? Ten rengimden dolayı kendine yakın hissettiyse, oralar bana benzeyen insanlarla doluydu. Tamam siyahi çok yoktu ama benim gibiler çoktu. Bu kez de 20euro benim için çok fazla, dedim. Sanki verecek gücüm yokmuş gibi. Sanki öğrencilik zamanlarımdaki gibi 20 euro hayatımı kurtaracakmış gibi. Sanki bu her gün başıma gelen bi şeymiş de "herkese 20euro verirsem oohoooo" diyecek halim varmış gibi... Sanki bi gün önce "stk'ları boşver sen çevrendeki insanlara karşı daha düzgün davran yeter", dememişim gibi.
Hiç ısrar etmedi. Girdim, 10euroluk kontor aldım, fişin üstünde banka kartımın numarası ya da ismim yazıyor mu diye kontrol edip çocuğa verdim. Çünkü o fişteki kodu yollayıp kontor yükleyecekti. Çünkü o kağıtta yazma ihtimali olan banka numaramı bilmediğim bi teknolojik çakallıkla kullanıp hesabımdaki bütün parayı harcayabilirdi. Yine keriz durumuna düşüp insanlıktan nefret etmeme sebep olabilirdi. Ayrıca eve parayı getiren kişiye ve beni tüm çakallıklara karşı hazırladığını düşünen aileme, arkadaşlarıma karşı mahcup olurdum. Tabi bi de tüm paramızı kaybetmiş olurduk.
O dua edeceğini söylerken kendi kendime lanet okuyup markete girdim, yumurta, süt, yoğurt, balık, peynir alıp eve geldim. Bi de şarap. Çünkü yine dünya hallerine ve kendime kızıp içkiye vermem gerekiyordu kendimi. Kendime lanet etmek için bile para harcamam gerekiyordu, çünkü param vardı.
Bi de tabi bunları oturup yazmam gerekiyordu. Çünkü bilgisayar, elektrik ve internet vardı. Çünkü bu şekilde, yine, kendimi kötüleyip vicdanımı rahatlatacaktım.
08 Aralık 2016
Belgesel: Bakur
Hollanda'da World Cinema Amsterdam festivali kapsamında gösterilmişti, gidememiştim, o yüzden aklımda kalmış. Dün tarihsel bi belgesel ararken politikfilm.org'da buldum, daha fazla ertelemeyeyim dedim izledim. (Reklam yapıyormuşum gibi oldu ama hakketen güzel site, adına yaraşır filmler, belgeseller var. Bazı videolar açılmıyor ama uyarılar üzerine zamanla düzeliyor genelde.)
Tek cümleyle özetlersek, kafamı allak bullak etti film, okumalıyım, daha çok öğrenmeliyim, dedim durdum kendi kendime.
Barış süreci, öncesi ve sonrasında dağdaki PKKlıların günlük hayatını gösteriyor, kendi aralarındaki iletişime şahit olmamızı sağlıyor ve genel olarak, davalarına bağlılıklarının sebepleri, savaş, kadın erkek ilişkileri, ölüm gibi konular üzerine yorumları yer alıyor.
Gümbür gümbür bi propaganda filmi elbette. Sorgulama ya da eleştiri içeren hiçbir cümle yok. Keşke daha tarafsız bi belgesel bulabilsem de izlesem veya bir kitap bulabilsem de okusam. Ama ne yazık ki çok zor, henüz denk gelmedim. Öte yandan çok normal propaganda filmi olması. Hakim medyada kötü adamı oynadıkları için, iyi reklama ihtiyaçları var.
Bu yazıda aklımda kalanlarla birlikte kafamı karıştıran noktaları paylaşayım istedim. Kısmetse olur... Olacak mı bakalım...
Kürdistan'ın anlamı:
Kürdistan olarak gördükleri bir bölge var. 1639 Kasr-ı Şirin Anlaşması'yla İran ve Osmanlı Devleti arasında ikiye bölünüyor bu bölge:
Birinci Dünya Savaşı sonrasında ise dörde bölünüyor:
Onlara göre devletin ismi önemli değil, bu bölge onların ülkesi, Kürtçe konuşan herkes bu ülkenin vatandaşı. Bu yüzden Suriye'deki bir Kürt'ün gelip T.C.'ye karşı savaşması onlar için çok normal ve sınırlar onlar için çok anlamsız. PKK'nın 80lerde ilk oluşumu da Kürtlere ait bir ulus-devlet kurmak amacına dayanıyor. Aynı zamanda köklerini Türk sol örgütlerinde oluşturdukları için, ezilen-ezen, emekçi-kapitalist terimlerine de yabancı değiller. Yani milliyetçiliği sosyalist fikirlerle harmanlamışlar.
Başına bir hal gelirse canım...
Filmde bolca dağ manzarası, alternatif yaşam şekilleri görüyoruz. İmece usulü yemek hazırlanıyor, gizli barınaklar yapılıyor, günlük programları var, spor yapıyorlar, oyun oynuyorlar... Ekşisözlük'te birinin dediği gibi sanki bir alternatif yaşam cenneti. Şehrin gürültüsünden, kaosundan kaçıp gitmiş beyaz yakalıların 3-5 günlüğüne hayatın anlamını aradığı bi dağbaşı sanki. Ama öyle olmadığını görüyor insan, ateşte demlenen çay, peynir zeytinle yapılan kahvaltı, taş üstünde uyku tulumunda yatmak, teknolojiden uzak durmak... bunları uzun süre devam ettirebilmek için kişinin bir davaya adaması gerekir kendini. Aksi mümkün değil. Tek başına çıkıp yaşanır elbette dağda fakat kollektif yaşam ancak ortak bir amaçla olur. Yoksa insan bu, amaçsızsa konforuna düşkün olur, kavga çıkar.
Yani demem o ki, film sadece görüntülerden ibaret olsa, konuşmalar ve tek tük silah talimi yapılan sahneler olmasa, bunun bir alternatif yaşam belgeseli olduğunu sanabilirdik. Öyle enerjik, neşeli, nadiren hüzünlü ama o hüzünde bile öfkenin/nefretin değil, azmin enerjisini hissettiren çekimler yapılmış. Çatışma öncesi, sonrası, şehit düşen arkadaşın ardından tutulan yas gibi görüntüler yok. Belli ki yönetmenler (Ertuğrul Mavioğlu ve Çayan Demirel) günlük hayata, çatışmaların ardındaki fikirlere, hislere odaklanmak istemişler.
İnsan ister istemez özlem duyuyor bu pozitif ruh hallerine. Biz haberleri okudukça karamsarlığa kapılırken, onlar savaşın içindeyken muazzam bi iyimserlik içindeler. Vicdanları rahat. Kendilerini bi davaya adamışlar ve gerisini koyvermişler. Davanın gerekleri belli, kural kitapları var, atılacak adımlar belli, kendinden rütbeli olanların dediklerine uymak zorundasın, onların isteklerini sorgulamadığın sürece neden kafan rahat olmasın ki? Geride aileni bırakmış olabilirsin ya da başka kişisel dertlerin olabilir. Ama kişisel dertlerinin hepsi kendini adadığın büyük davanın yanında minicik kalır. İnsan, kendini adayabileceği bi davasının olmayışına üzülüyor böyle durumlarda. Onların davasının haklı olup olmadığını sorgulamakla ilgisi yok bu özlemin. Birey olmak uğruna toplumun bir parçası olamamanın getirdiği, entelektüel, gereksiz, şımarık bi acı bu.
Neyse, kişisel acılarımızdan çıkıp devam edelim.
Barış Süreci
21 Mart 2013'te Öcalan, silahların değil siyasetin konuşacağı yeni bir dönemin başladığını, tüm gerillaların geri çekilmesini istediğini duyuruyor. Malum, barış süreci. Bu haberin üzerine dağdakilerin hislerini izliyoruz. Hem sevinçli, hem de hüzünlüler. Dağlar artık evleri gibi olmuş, kollektif yaşamdan memnunlar, şehre, köye dönmek istemiyorlar. Rüya sona eriyor. Apo'dan başkası isteseydi kesinlikle dinlemezdik, kalırdık burada diyorlar. Bir taraftan da endişeliler çünkü T.C.'ye güvenmiyorlar, sözünden cayışını daha önce '38'de görmüşler.
Yine de Öcalan'ın sözü üzerine ilk adımı atıyor PKK, bazı gerillaları gönderiyor fakat Türklerden karşılık göremediklerini düşünüyorlar ve 9 Eylül 2013'te KCK Yürütme Konseyi Eşbaşkanlığı, hükümetin hegemon zihniyet ve tutum içinde olmasını dikkate alarak geri çekilmeyi durdurduklarını duyuruyor. PKK liderleri hayal kırıklığı yaşıyor, kandırıldıklarını düşünüyorlar. T.C.nin Kürtlerle savaşın sadece cephesini değiştirdiğini, Rojava'ya taşıdığını söylüyorlar.
Sorulmayan sorulara cevaplar
Ve tekrar dağlardaki yaşama dönüyoruz. Muhafazakar-seküler PKK'dan uzak her kesimin aklındaki önyargılarına çaktırmadan cevap vermek istercesine diyaloglar yerleştirilmiş sanki filme. Misal, "PKK uyuşturucu ticareti yapıyor" iddiasına, PKK'daki ceza sisteminden bahsederken arada değiniliyor: "Uyuşturucu madde üreten, kullanan satan kişiler cezalandırılır. 2012-2013'te şurda bi köyde tarlalar vardı, köyü toptan cezalandırdık, bütün irtibatlarını aldık, köye girişi çıkışı yasakladık." Uyuşturucu üreten köye ambargo uygulanıyor yani. Fakat bu, "uyuşturucu ticareti yapıyomuşuz sözde, valla yalan" diye gözüne sokulmuyor izleyicinin.
Ya da "onlarda kimin eli kimin cebinde belli değilmiş". Muhafazakar kesimin komünist, ateist ve teröristlerle ilgili deli gibi korkmalarının en büyük sebeplerinden biri bu. Namus. Buna da yine çaktırmadan cevap veriliyor: Kadınların yattıkları yerle erkeklerinkinin ayrı olduğu belirtiliyor, görüntülerde, söze dökmeden. Yine de muhafazakar kesimin asla tatmin olmayacağı bi konu bu çünkü kadın-erkek bi arada ve çok mutlu görünüyorlar. Böyle bi şey nasıl mümkün olabilir!
Peki ya kadın-erkek eşitliği? PKK'nın kürt kadınını özgürleştirdiği vurgulanıyor. PKK'nın amacı erkekliği yani egemenliği öldürmektir, köle-efendi ilişkisinden çok önce de kadın köleydi, diyor liderlerden biri. Özellikle 1990'dan itibaren PKK içinde kadınların erkeklerden bağımsız hareket ettiği söyleniyor. Örgütlenme içinde bağımsızlık nasıl olabilir sorusu kafamı kurcalıyor bu noktada. Ya da önceden nasıldı, şimdi nasıl?
Modern PKK
Dikkatimi çeken diğer bir nokta da şu: 2004'ten itibaren PKK'nın hedef değiştirdiği söyleniyor. Öncesinde amaç Kürt ulus devleti kurmakken, sonrasında devlet kurmanın çözüm olmadığına inanıyorlar. Devlet, her koşulda kısıtlayıcıdır, özgürlüğe engeldir, Kürtçe konuşabilmek, yazabilmek özgürleşmek demek değildir, diyorlar. Artık hedefleri demokratik konfederasyon/özerklik. Herkesin eşit ve özgür olduğu bir düzen. Demirtaş'ın barış sürecinde Kürtlerin ne istediğini anlatmaya çalıştığı zamanları hatırlıyorum. Anlatmakta neden zorlandığını şimdi daha iyi anlıyorum. Çünkü bu sözlerin üzerine hala tam olarak anlamadım, T.C.'ye bağlı özerk bir devlet olmak mı istiyorlar, yoksa tüm Kürdistan coğrafyasının bir konfederasyon olmasını mı istiyorlar? Bu durumda tek muhatapları Türkiye değil. Konfederasyon nedir tam olarak? Özerklikle aynı şey midir? Özerklik deyince benim aklıma başka bir devlete bağlı olmak geliyor, öyleyse yine bir devlet var ortada. Devlet terimine karşı olmakla çelişiyor bu durum.
En çok bu noktada kafam karıştı. Kürtlerin ve PKK'nın ne istediğini anlamak için geçmişi, Öcalan'ın kitaplarını okumak yetmeyecek bu durumda çünkü 2000lerden sonra hedef değiştirdiklerini söylüyorlar. Öldürülmek istemedikleri ve Türkiye'yi düşman gördükleri ise kesin. Nasıl bir orta nokta bulunur, tasavvur edemiyorum.
Ben milliyetçi değilim taam mı! Ama yani şu da var...
Film boyunca bi de kendimi anlamaya çalıştım. Emperyalist bir güce karşı direnen, terörist diye adlandırılmış bir örgütlenmenin belgeselini izleseydim, örneğin IRA'nın hikayesini izleseydim ne modda izlerdim diye düşündüm durdum. Muhtemelen büyük bi aşkla kabul ederdim IRAlıların dediği her şeyi. Propaganda amaçlı çekildiği bangır bangır belli olsa bile. Fakat küçüklüğümden beri kötü adam rolü verilen PKK'yı tarafsız olma, bilmediğim bi şeyler öğrenme amacıyla bile oturup izlesem, sorgusuz sualsiz kabul edemiyorum hiçbi iddialarını. Her bir cümleyi ayrı ayrı sorguluyorum. Sözlerini dinlerken yüzlerinde yalan söylediklerine, tehditle dağa kaçırılıp savaştırıldıklarına dair izler görmek istiyorum. Ve tabi ki bulamıyorum, inadına sanki, hepsi çok dürüst görünüyor.
Demek ki zihnimi arındırayım, her türlü soruna tarafsız yaklaşayım, doğru bilgiye ulaşıp kendi fikrimi üreteyim demek kolaymış da, pratiğe dökmek epey bi zormuş. Aslında daha çok insan ilişkilerini, duygu ve düşüncelerini gösteren bu tür yapımlar, tarihsel bilgi almak için çok da iyi kaynaklar değil. Tarihsel bilgi olmadan toplumsal bi konuda fikir üretmek de imkansız. Cahil cahil çabalıyoruz işte...
Öte yandan belgesele göre tek düşmanlarının T.C. olması, diğer devletlere, emperyalist güçlere hiç laf etmemeleri, anlamak isteyen beynimi iyice zorluyor. Tamam, yüzyıllardır hegemonyası altında olduğun devlete karşı özel bi kin beslemen çok normal fakat mücadeleni oturtmak istediğin ideolojik altyapıya göre devlet sistemine karşısın, ezmeye ezilmeye karşısın, özgürlükten yanasın, bu durumda eleştirdiğin sistem çok daha büyük olmalı, TC'den ibaret olmamalı. Bunları da dile getirmen gerekmez mi? Bu ve PKK ile ilgili diğer filmlerin Avrupa'da çok sevilmesi de bu soruları daha çok sormama sebep oluyor. Çünkü batının sırf insan haklarını önemsediği için ikinci/üçüncü dünya ülkelerindeki sorunları durmadan dile getirmesi artık hiç inandırıcı gelmiyor.
Bu sorular da mı hala arınamamış beynimin ürünü, yoksa haklı tarafı var mı? Bilmiyorum. Yıllar sonra yanıtlarımı kendim bulmayı ve bu yazıyı dönüp okuduğumda "zavallım nası da çabalamış" deyip yanağımdan makas almayı diliyorum.
Filmin sonundaki müziği -ne dediğini hiç anlamadan- paylaşıyorum:
Müzik sen ne güzel bi şeysin. Şu tınıdaki duygunun coğrafyaya özgü olduğunu, çok özlediğimi belirtir, esenlikler dilerim...
Not: Kış evlerinden Emine Şenlikoğlu'nun kitabının çıkmasını neye yormak gerek?
Not2: Örgütteki ceza sistemini izlerken Aytekin Yılmaz kitaplarını hatırladım tabi. Ne kadar adil?
Not3: Çeşme mi Alaçatı mı?
01 Aralık 2016
Ölmek için yaratılmış, gözlerde yaşlar niye?
----Westworld ve Schindler's List hk spoiler içerir.---
Haberlere yukarıdan
bakınca Westworld'deki robotlardan biri olduğunu düşünüyor
insan. O kadar saçma ki (haberlerdeki) senaryolar, sanki sırf
birilerine eğlence olsun diye tasarlanmışız gibi. Çünkü
elimizden bir şey gelmiyor. Saçma sebeplerden çıkan savaşlar
bitmiyor. İnsanlar her dönemde tecavüz etmeyi seviyor. (Halbuki
sevişmek diye bi şey var.) Ya da gücü, hükmetmeyi... Çıkarlar
hep çok sevimli. İnsan insanı köleleştirmenin yolunu, bunu
kanunen yasaklasa bile, illaki buluyor. Rol yapmayı seviyor,
yalan söylemeyi, kitlelerin sevgisini, desteğini kazanmayı...
İstediği zaman vahşileşebilmek istiyor bir de.
Kısacası insan evladı ya
kötülük yapmak için tasarlanmış ya da kötülük yapmak zorunda
bırakılıyor.
Westworld dizisini
izliyorum son bir haftadır. Gece yatmadan önce ortalama hergün 2
bölüm ardarda izleyince, kafayı bununla bozuyor insan tabi. Sabah
kalkıp haber okuyorum. Birileri kulağıma fısıldıyor:
“Remember”. Ama neyi? Kim fısıldıyor? Yok, uyduruyorum tabi,
kimsenin bi şey dediği yok. Keşke olsa... Ve her şeyin
simülasyondan ibaret olduğunu, gerçek olmadığımızı anlayıp
rahatlasam. Robot isyanı filan örgütlemem yeminle. Sadece fişimin
çekilmesini talep ederim. Başka dünyalar, ütopyalar o kadar
silindi ki kafamdan, robotlar kendi tam bağımsız devletlerini
kursalar bile, iki güne kalmadan aralarında bitmeyen kavgalar
çıkaracaklarını, bazılarının insan ırkıyla gizli
işbirlikleri yapacağını varsayıyorum hemen. Halbuki bunlar
robot, insan zaaflarından tamamen arınabilirler. Peki ya bazıları
arınmak istemezse? Bölünürlerse? Ya da kendilerini tasarlayanları
köleleştirip öc almak isterlerse? Ne anlamı var ki böyle
ütopyanın, devrimin? Kısacası böyle bi şey varsa ey evren,
mesajım sana, benim direk fişimi çek olur mu? Aranızda azıcık
da olsa bize acıyan asyalı bi teknisyen filan varsa, geçmişte
bize tecavüz etmiş olsa bile sorun değil, beni dinliyorsan,
kardeş, bir tek dileğim var, çek fişimi be, hadi be...
Dizinin ilk bölümünü
izlerkenki hislerim bu yönde değildi elbette. Turistik bi park
yapmışsın, içine insan gibi görünen, duyguları olan robotlar
yerleştirmişsin, parayı basan gelip burda keyif çatıyor,
robotlara işkence ediyor, tecavüz ediyor, istediğini öldürüyor...
Normal hayatta yapması yasak olan her türlü vahşiliği
dilediğince yapıp çıkıyor. Robotlar dehşet içinde günü
bitiriyor, ertesi gün hiç bir şey hatırlamadan tekrar güne
uyanıyorlar. Her gün aynı hislerle, aynı rutinle yataklarından
kalkıp turistlerin arzularını farkında olmadan tatmin ediyorlar.
Bana kalsa ilk
bölümden sonra devam etmezdim. Yeterince kötülük var dünyada,
var olmayanları izleyip gerilmek niye? diye düşündüm. Ama işte
evlilik böyle bi şey, yanındaki izleyelim diye ısrar edince
kıramıyorsun, he deyip geçiyorsun (ya da bizde çoğu zaman böyle
yürüyor işler). Ve 9. bölüm sonunda böyle düşünürken
yakaladım kendimi: Keşke Westworld'de yaşıyor olsaydık...
Zira oradaki
robotlardan çok da farklı değil hayatlarımız. Her gün yeni bi
kabus. Canını sıkmak istersen o kadar çok sebep var ki... En
hafifinden başlayalım, Brezilyalı futbolcuları taşıyan uçak
düşmüş, kaleci kurtulmuş, futbolu bırakmış. Düşen ilk uçak
değil elbette. Ama milyonlarca insanın tanıdığı,
sevdiği/sevmediği insanlar durup dururken öldü, şaka gibi.
Sonra mülteciler
geliyor tabi insanın aklına, kişisel olarak savaşla bağlantıları
olmamasına rağmen o botlara binmek zorunda kalıyorlar, sonra
hooop, mülteci teknesi bilmem ne açıklarında battı, 400 kişi
öldü. Durup dururken. Robot gibiler, birileri haklarında bir karar
alıyor, sonları kimsenin umrunda değil, umrunda olanların da
elinden bir şey gelmiyor.
İnsanların artık
yaşamıyor oluşu çok tuhaf değil mi? Bedeni var (yanıp kül
olmadıysa), kendisi yok.
Sonra tecavüz,
mesela. Çok ilginç. Mirabel Kardeşler varmış, 25 Kasım Kadına
Şiddete Karşı blabla günü ilan edilmiş BM tarafından, 1999
yılında. Neden? Çünkü onların ölüm tarihi. Dominik
Cumhuriyeti'nde 1961'de var olan diktatöre karşı mücadele
etmişler. Nasıl bi mücadeleydi, haklı mıydı, haksız mıydı,
onlar da yani biraz fazla abarttılar mıydı bilmiyorum. Fakat ölüm
şekilleri enteresan: Diktatörlük askerlerince tecavüz edilip,
öldürülmüşler. Bu ne kadar doğru bilmiyorum ama sevgili insan
kardeşim, kurcalamaya halim yok, muhtemelen kimisi yalan diyecek,
kimisi doğru ve ben hiçbirine tam olarak inanamayacağım. Öte
yandan doğruluğunu kabul edivermeye meyilliyim. Çünkü tecavüz
çok normal bi şey, nefret ettiğin kişiyi öldürme hakkın varsa,
neden önce tecavüz etmeyesin ki? İktidarın sevmediği 3 kadın
altı üstü.
Dünya tarihi
kronolojisi çıkartıyorum, en tutarlı hobilerimden biri haline
geldi. Epeydir yaptığım halde hala bırakıvermedim. Okudukça
duygularımı kaybediyorum. Eskiden katliamlarla, kitlelerin saf
hislerini kullanıp istediğini yapan iktidar sahipleriyle ilgili bi
şeyler okuyunca, izleyince sinirden gözlerim dolardı. Yavaş yavaş
bu coşkulu halimi kaybediyorum. Yaklaşık 1 hafta önce yıllardır
ertelediğim bir filmi izledim misal: Schindler's List. Sadece
sonunda gözlerim doldu, insanların kurtulduğunu görünce. Naziler
hakkında o kadar çok yazı okumuşum ki (tabi ki kendime göre çok)
her şey çok normal geldi. Normal sözcüğünü başka biri bu
şekilde cümle içinde kullansa hemen tepki gösterirdim muhtemelen
ama normal böyle bi sözcük işte. Soğuk, vahşeti bile
sıradanlaştıran.
Sonra Aladağ'da
ölen çocukların aileleriyle yapılan röportajı okudum. O kadar
basit ki hikaye, üzerine yorum yapmak çok saçma geliyor. İnsanlar
fakir, okula uzak oturuyorlar. Çocukları okul yurdunda kalıyor,
muhtemelen ücretsiz. Ne güzel. Sonra yurt yıkılıyor, başka bi
binaya aktarılıyor çocuklar. Sonra o bina yanıyor. Çocuklar
ölüyor. Çocuğun okusun diye yurda veriyorsun, çocuğun yanarak
ölüyor. O yurdun Süleymancı olması, okul müdürünün “yav
verin kızınızı yav bi şey olmaz, ben de o yurtlarda büyüdüm”
deyip aileleri ikna etmeye çalışması, çocukların sabah namazına
kaldırılması filan... Bunlar senaryoyu turistler için daha çekici
kılıyor. Çünkü işler daha da pisleşiyor. Ama sonuçta o
çocuklar durup dururken ölüyor. Ne kadar enteresan...
Bi de şu var: Maden
diye bi şey var mesela. Siirt'te maden göçüyor, 10 küsür kişi
ölüyor. “Küsür”. Ama sıradan bi haber bu. 300küsür kişi
ölseydi biraz daha uzun süre konuşulurdu ama 10 küsür dediğin
nedir ki? 20 bile değil. Sonuçta, durup dururken ölüyor onlar da.
Az da olsa ilginç.
Başka? Tecavüze
uğrayan çocuklar var tabi daha. Bi çoğunun sonunun ne olduğunu
bilmiyoruz. Her yerde kök salmış özgüven dolu cahillik var. Hiç
güvenemediğimiz iktidar sahibi kişiler, kurumlar var. Her şeye
şüpheyle yaklaştığımız için, boktan durumlardan kendimizi,
onurumuzu kurtaracak bi hamle yapamayışımız, içimiz endişeyle
kaynasa da kendimizi bi davaya adayamayışımız var. Asla belli
insanları suçlayamayışımız, yargı sistemlerine güvenemediğimiz
için koyverişimiz var. Dünyada birilerinin durup dururken acı
çekmesine, ölmesine ses çıkaramayışımız var. Ses çıkarsak
da işe yaramayacağını bilişimiz var.
Şimdi bu durumda
kendini insan sanan robotlardan ibaret olsak, güzel olmaz mıydı?
Birilerinin arzularını tatmin etmek için tasarlanmış olsak,
acılarımız da sevinçlerimiz de yalan olsa, güzel olmaz mıydı?
Tasarlayanın adına ister yaratıcı de ister uzaylılar, kim olursa
olsun fark etmez, güzel olurdu be sevgili insan kardeşim.
Neyse bu böyle “bu
kirli dünyaya çocuk getirmek istemiyorum”a kadar gider. Ama
kötüyüz. Kendi kendimize yeterince kötüyüz ama güç
sahiplerinin kuklası olduğumuzu düşündükçe insan olmak çok
dokunuyor, robot olmak istiyorum, simülasyon olmak ve
yap/a/madıklarımdan sorumlu tutulmamak istiyorum demek istedim galiba.
Saygılarımla arz ederim.