Her blog gibi biraz film ve kitap içerir. Biraz da sosyoloji, toplum, gözlem, Hollanda, korku, heyecan, neşe, nefret, endişe, hüzün ve kimbilir daha neler..
Dün bir belgesel izledim: "Yallah! Underground". Festival Cinema Arabe kapsamında gösteriliyor. Ifistanbul'da da yer almış zamanında.
Yönetmen Farid Eslam, 2009-2013 yılları arasında çekimleri tamamlamış. Yani Arap Baharı öncesini, esnasını ve sonrasını kapsıyor. Farklı Arap ülkelerindeki protest sanatçıların, ülkeleri, sıkıntıları, hayalleri ve sanat hakkındaki görüşleri yer alıyor. Tahmin edersiniz ki her kare, bizim sıkıntılarımızı hatırlatıyor.
Sanatçıların çoğu hip hop, rap, elektronik gibi farklı dallarda müzisyen. Bir de grafik tasarımcı var aralarında. Hepsiyle kendi ülkesinde, kendi yaşam alanında görüşüyor yönetmen. Bu arada film boyunca yönetmeni hiç görmüyoruz, sesini de duymuyoruz.
Dertleri malum: Diktatörlük, dinin baskısı, saçma sapan yöneticiler, özgürlüklerin kısıtlı olması, kadınların ikinci cins sayılması, müziğin bazılarınca şeytan işi sayılması, sanatın gereksiz görülmesi... Şarkı sözleri yüzünden hapse girme ihtimalleri yüksek. Tüm bunların üstüne, Türkiye'deki gibi bıkmışlık ve ülkeden kaçıp gitme isteği hakim değil. İsyan var, kalıp bir şeyleri değiştirmek için çabalamak istiyorlar. Başta istemiyorlardıysa bile, isyanlar sokaklara taştıkça umut dolmuşlar. Konuşmalarındaki değişimden, gözlerindeki parıltıdan anlayabiliyoruz bunu. Gezi'deki gibi. Bir şeyleri değiştirme umudu...
Devrim sonrasında Mısır'da Müslüman Kardeşler iktidarı ele geçirince tekrar asılıyor suratlar. "Belki müzik yapmamız tamamen yasaklanacak artık," diyorlar. "Bilmiyorum ne olacak. Belki yurtdışına kaçarım, hiç istemediğim halde. Müzik yapmadan yaşamamın anlamı yok çünkü. Belki herkese uyum sağlayıp yaşamaya devam ederim, bireyselliğimi tamamen unuturum..." diyor biri, sonra içindeki umudu çabucak öldürdüğü için kendine kızıp ekliyor "..ki bu bi seçenek değil. Kalıp savaşmaya devam etmem gerek..." Kafalar karışık. 2013'ten beri ne yapıyorlar? Bilmiyoruz ama internette aktifler hala, biraz kurcalamak yeterli, takip etmek için.
Arap Baharı hakkında çok bilgi vermiyor film, zaten bunu amaçlamıyor. Farklı düşünen azınlıkların halini gösteriyor bize. İyimser olan, sanat yoluyla insanları birleştirmeye çalışanların, kutupların yok olduğu, herkesin daha hoşgörülü olduğu bi dünyanın hayalini Arap dünyasında kuranların günlük hayatını, var olma çabasını gösteriyor. Bir taraftan hakkında tamamen yanlış bilgilerle donandığımız Arap ülkelerindeki günlük hayatı biraz daha yakından görmemizi sağlıyor.
Bir eleştiri: Bu insanların ekmek parasını nerden kazandıkları konusuna pek değinmemiş film. Bir belgeselci bu yönden eleştirdifilmi, fark etmemiştim, haklı bence de. Ekonomi de küçük bi dert değil. Üstelik yaşadıkları evler ve kullandıkları enstrümanlar da ucuz görünmüyordu.
Not: Arapça ne güzel bi dil...
Not 2: Acılarımız o kadar ortak ki, Araplarda bizi görüyorum.
Not 3: Avrupalıların Arap merakını anlamaya çalışıyorum. Kendilerini mi görüyorlar benim gibi? Sanmam. Keşfedilmemiş bi hazine mi görüyorlar? Günah mı çıkartıyorlar? Medeniyet mi bu ilgiyi gerektiriyor?
Not 4: Akşam da Tunuslu sanatçı Ghalia Benali konserine gittim. Sanırım burada yaşarken kendimi en çok evimde hissettiğim anlardan biriydi. Seyirciler Arap, Türk, Avrupalı... Sahnedekiler de öyle, Benali Tunuslu, udi ve davulcu da esmer tenli yani Arap görünümlü, viyolonselci sarı tenli yani Avrupalı görünümlü... Salonun yarısı şarkı sözlerinden hiçbi şey anlamadan, anlayanlarla beraber coştu. Çünkü müzik bunu gerektirir. Çünkü ud konuşur, derdini anlatır, söze gerek kalmaz. Darbuka da "çok dertlendiniz, hadi artık, oturmaya mı geldik," der, omuzları kıpraştırır. Göçmenler olmasa Avrupa'nın çok sıkıcı olacağını düşünüyorum sık sık.
Yakamı kaybettim ben. İki yakaya da sığamadım. İkisi de kabul etmedi beni, edilmedim. Ve bunu bir kitapla iyicene fark ettim: Mecnun Kelebekler
Yine çok etkilendiğim bi eserle coştum, anlatmak istediklerimi cümlelere dökemeyeceğim diye korkuyorum.
Kitabın Bana Söyledikleri:
Eskiden de karamsardım, ruhum daha gençken, ümitliyken. KAramsarlığa rağmen ütopyalarım da vardı. güneşli bir gün de, yağmurlu bir gün de mutlu edebiliyordu beni. Hayallerim vardı. Düşünüyordum. Düşüncelerim, keşfedişlerim değerliydi. Yapacaklarım vardı. Ne olduklarını bilmesem de. Düşüncelerimi uygulamaya koydum sonra. Önemsiz gördüğüm şeyler için çabalamayı bıraktım, herkesin kendini mecbur hissettiği hayatı reddettim. Okuduğum üniversitenin bana sunduğu mesleği reddettim. İstediğim işe girdim. İstemediğim bi işte çok çalışıp çok para kazanmaktansa, istediğim bir işte çok çalışıp az para kazanmayı tercih ettim. Kitaplarla içiçe olmak için. Oturup yazmaktan beni uzaklaştırmayacak bir dünya için.
O sıralar yaşadığım ev çok güzeldi. Bir tarafı sokağın altına bakıyordu, yarı bodrumdu, bir tarafı ikinci kattaydı, Önünde yüce bi incir ağacı vardı. Önümde İstanbul manzarasının bir kısmı seriliydi. Çayımı alıp balkonda oturmak da, hava soğuksa rutubetli odamda karanlıkta oturmak da huzur verirdi. Gecekondu evlerininin arasında biraz yürüdükten sonra ulaştığım yalı sokakları hiç çekici gelmezdi. Kaldırımları ve göğü delen uzun ağaçları vardı, bi tek onlar dosttu. Sanki o semtin zengin sahipleri o ağaçların kıymetini bilmezdi, tatlı bi yakınlık vardı aramızda, onlar benim saçımı okşardı yapraklarıyla, ben onların gövdelerini okşardım. Aralarından yürüyüp sahile inerdim. Sahil de benlik değildi. Suyla barışma çabalarımdı bunlar, Sonradan görme deniz özlemcisiydim ya, gidip sahil kenarında kitap okumaya, bi şeyler karalamaya çalışırdım. Halbuki benim yerim evimdi, odamdı. Rutubet kokusu olmadan, böceklerin, akreplerin, halıfleks altında sakin sakin gezindiğini düşünmeden ben benimle konuşamazdım. Tuvaletteki o kokuyu, bi şeylerin çürüdüğü hissi veren kokuyu duymadan ben ben olamazdım, çayın 2,5 tl den başladığı sahil kenarı kafeleri benim yerim değildi. Paramın olmaması değildi sorun, çirkinlerdi, sömürücülerdi, dışkısallardı.
Beyaz yakamı elimin tersiyle ittim, iterken de kendimle gurur duydum, kendimi sevdim. Fakirlikten ölsem de mutlu kalacaktım hiç olmazsa, kendimi satmayacaktım. Paramı kazanacaktım illaki bi şekilde.
Alışveriş merkezinde büyük bi kitapçıda çalıştım 3 ay. Mağazada çalışanların yarısından çoğu üniversite mezunu değildi. Ya iki yıllık mezunuydu, ya kazanamamıştı, ya liseyi anca bitirmişti, bi an önce çalışması gerektiği için hemen hayata atılmıştı. Bizim gibi lüksü yoktu onların. Şaşıyorlardı halimize, geçici çalıştığımızı düşünüyorlardı. Üniversite mezunu olup asgari ücrete tamah etmek, dile getiremeseler de aptallıktı. Biz de gülümsüyorduk onların şaşkınlığına. Yüksek lisans yapacakatık, onlar gibi düşünenlerin gönlünü etmek için. Daha fazla okumaya karşı değildi kimse. Ama bi kere beyaz yaka olduysan, sınıf atlama imkanın varsa, alt sınıfların arasında işin yoktu artık. Nankörlük etmemeliydin, daha fazla yükselmeyi düşünmüyorsan da hiç olmazsa yerini benimsemeli, yerinde saymalıydın.
Sevdiler beni. Kimsenin yapmadığı kadar hızlı ve hatasız kontrol ettim gelen kolileri. Mağazanın arkasındaki -hem çay ve yemek molası verdiğimiz hem montlarımızı çantlarımızı astığımız, hem de haftada 3 kez gelen kolileri yığdığımız küçük odada, kolilerin arasında kaybolup excel çıktılarından gelenleri kontrol etmeye bayılırdım. Yeni çıkan ve çok satılması beklenen bir kitaptan 20 tane var mıydı gerçekten? Saçma, sevmediğim türden bir kitapsa üzülürdüm. Sevdiğim bi yazarın yeni çıkan kitbından 2 tanecik gelmesine de üzülürdüm. Yapılmamış kocaman bi puzzle'ı andıran "Yeni Çıkanlar" rafında kaybolup gidecek, kimse görmeyecekti. Bi müşteri, benim gibi kaybolmuş bi müşteri bana bi şey sorarsa, "bak" diyecektim, "bu kitap da okunmaya değer". Bi şekilde araya sıkıştıracaktım, o kitabı satmak için, utana sıkıla da olsa daha fazla uğraşacaktım.
Mavi ve pembe çocuk kitaplarını hiç sevmeyecektim. İsimleri belirsizdi, yazarları belirsizdi, listede bulması zor oluyordu, en sona bırakıyordum. DisneyÇıkartma0001, DisneyÇıkartmaMavi00089 gibi isimlerle sadece benim değil tüm çalışanların en nefret ettikleri onlardı. Ayrıca onların rafları da hiç sevilmezdi. Sürekli dağınık olurdu. Düzenledikten 1 saat sonra aradığın hiçbir şeyi bulamayacağın şekilde dağılırdı. Sadece çocuklar değil, çocuğu kitap okusun diye çabalayan, kitap okuma kültürüyle hiç alakası olmayan az bilinçli anne babalar da aldıkları kitabın rastgele bir rafa konduğunda ne gibi sorunlara yol açacağını bilmezlerdi. Bilseler de üşenirlerdi. Bizim işimiz neydi? Hem çocukla uğraşırken zaten canlarıı burunlarına gelmişti.
Sonradan o rafları da sevmeye başladım. Diğer tüm raflar düzgün olduğunda, kendisiyle ilgilenmemizi isteyen bir müşteri olmadığında, boş durmaktan kurtarıyorlardı beni. Düzelt düzelt bitmiyordu. İnsansız bir işti. Ayrıca mavi ve pembe olmayan çocuk kitapları ne kadar güzeldi! Ne çok yoruluyordum gün sonunda... Aklıma bazı çocuk kitaplarını kazımış oluyordum, soran olursa bi şeyler önerebilecektim. Yetişkin kitaplarına nazaran daha kolaydı çocuk kitaplarını önermek çünkü çok vakit harcamadan, hızlıca göz atılabiliyordu. Tabi gençlik romanları hariçti. Onlarla haşır neşir olmama daha çok vardı.
Kitapları uzun uzun okumamız yasaktı. Müdür istemiyordu. Yapacak hiç bi şey yokken bile rafları düzeltiyor gibi yapmamız gerekiyordu. Kitaplara hızlıca göz atıp önerecek kadar bilmemiz yeterliydi. Her kitap hakkında fikrimiz olmalıydı. İsimlerini bir bakışta aklımıza kazımalıydık. Elimizde olan bir kitaba yok demek veya yeni çıkan ve çok ünlü olan bi kitabı hiç duymamış olmak affedilmez bir hataydı. Müdürün -en iyi ihtimalle- korkunç bakışlarına maruz kalırdık. Sonra sinirli sinirli konuşurdu kasa civarında. Bu durum sinirimi bozan ilk şey oldu. Kitapların sadece arkasını okuyarak nasıl fikir edinebilirdik ki? Boşken kitap okumanın yasak olmasının mantığı neydi?
Kolileri hep benim açtığımı söyledi sonra müdür. Çünkü en hızlı ve en iyi ve en gönüllü bendim bu konuda. Diğerleri dar alana tıkılı kalıp bitmeyen listelerle uğraşmak istemiyordu. Bense insanlardan kaçmak istiyordum. Çok satanlardan başka kitap almayan, o aldıklarını da okumadığından emin olduğum insanlara iki büklüm olmaktan sıkılmaya başlamıştım. O odada tozların arasında tüm gün boğulmayı tercih ederdim. Müdür de bunu fark etti. Benim asıl işim insanların olabildiğince çok şeyi satın almasını sağlamaktı. İnsan içine çıkmalıydım. Ömrüm boyunca bana en çok söylenen sözlerden birini daha okumuştum müdürümün gözlerinde. Çıktım.
Ben ondan soğudukça müdür beni sevmeye başladı. Sıkıldıkça kendime güvenim gelmişti. Beni sevip sevmemesi umrumda değildi artık. Mağaza bana dar gelmeye başlamıştı. Müşterinin istediği bir kitap sistemde var gözüküyordu fakat rafında yoktu. Arayıp arayıp bulamıyorduk. Beklettiğimiz müşteriye rezil oluyorduk. En büyük derdimiz buydu. Rakip zincir mağazaya gidiyordu sonra müşteriler. Elimizden kayıp gidiyorlardı. Bütün rafları tek tek kontrol ediyorduk her gün, sipariş olmasa bile. Bu işi de sevmiştim. Kontrol etmekle bitmeyecek bi iş vardı önümde. Yine de aranıp da bulunamayan kitaplar bi türlü bitmedi. Kara deliğe en çok benzeyen çocuk rafına vermiştim kendimi. En baştan bi düzenleme oturtmaya çalıştım. Fakat bunun için ortalıktan kaybolup durduğumu gören müdür yine tepki gösterdi. Peki dedim.
Ütopya olmaktan yavaş yavaş çıktı burası. Müdür, müşteriler, arada bi kontrole gelen müdürün üstleri, hepsi sinirimi bozmaya başladı. Aldığım paranın azlığı gözüme batmaya başladı. Hiçbi şeye yetmiyordu, sürekli ablamdan borç para alıyordum. Haftaiçi tatil yapmak, haftasonu çalışmak zorunda olmak beyaz yakalardan oluşan arkadaşlarımdan iyice uzaklaşmamı sağlamıştı ki görüşmeye çok da can atmıyordum. Fakat buna "mecbur" olmak kapana kısıldığımı hissettiriyordu. İki yaka arasında kalmıştım, beyaz yakalarla dertlerimiz uyuşmuyordu, onların şikayet ettiği mavi yakalardan biriydim. Bi kafede garsonun asık suratlılığına veya çayı azıcık tabağına döküp getirdiğinde laf etmelerine katlanamıyordum. Kimbilir ne derdi vardı garsonun... Anlamıyorlardı. Paraları çoktu, beyaz eşya satın alacak, yurtdışı gezileri hayal edebilecek kadar çoktu. Bana verilen sodexo kart aylık öğle yemeği masrafımı bile karşılamıyordu. İnsanlara satış yapmak düzgün giyinmeyi gerektiriyordu, kıyafete para ayırmak istemiyordum. İkinci el giymeye alışkındım fakat paspal görünmeyen ikinci el bulmak zordu. Müşterinin veya müdürün kıyafetime bakıp gözlerini devirmesini istemiyordum. İçinde çalıştığım devasa binada bütçeme uygun satın alabileceğim herhangi bir şey yoktu. Marketi bile her zaman alışveriş ettiğim marketlere göre çok pahalıydı. Tuhaf geliyordu, benim gibilerin var olmasını sağladığı şu koca bina, şu dönen devranda aslında satın alabileceğimiz hiçbi şey yoktu, yani bize yer yoktu!
Mavi yaka arkadaşlarımla da çok şey paylaşamıyordum. Geçmişlerimiz çok farklıydı. Kitap okumuyorlardı. İkinci el kitap veya kütüphane gibi kavramlarla ilgileri yoktu. Kitap lükstü onlar için. Okuyacak zamanları da yoktu. yorgunluktan uyuyup kalıyorlardı benim gibi. (İşe başlayalı ben de kitap okuyamıyordum zaten.) Kendimi onlardan üstün görüyordum. Onların yaptığı işle mutlu olacağımı hayal etmiştim hep, onların arasına girmeyi değil.
Bu sırada internetten bir iş teklifi geldi. Başka bir AVM'de, küçük bir çocuk kitapçısına görüşmeye davet ediliyordum. Sevindim, gittim. Dükkanın sahibi ve müdürüyle AVM'de lüks bir kafede buluştuk. Küçük bi yerdi, zincir mağazalarla savaşmak zorundaydı. Çocuk kitabı çocuk kitapçısından alınmalıydı. Gönüllülük üzerine kurulu bir işti. Yeni bir ütopya bulmuştum kendime. Üstelik maaşım artacaktı, üstelik evime yürüme mesafesindeydi yani yol masrafım da düşecekti. Hemen kabul ettim. Yine de sorguladılar: İşyüküm muhtemelen daha fazla olacaktı, hem müşteriyle ilgilenecek, hem kasaya bakacaktım, buna hazır mıydım? Hazırdım.
Çok zorlandım başlangıçta, çok hata yaptım. Acemi olduğum için affedildi. Boş kalmadım hiç, kaldıkça rafları düzelttim, çocuk kitapçısı olduğu için sürekli savaş meydanıydı burası, boş kalmak mümkün değildi. Kitaplara göz attım. Burada mutlaka kitap önerebilmek gerekiyordu. Anne babalar hep öneri bekliyordu, hepsinin çocuğunun ihtiyacı farklıydı. Kimisi ebeveynleri boşanmıştı, kimisi çok yalan söylüyordu, kimisi paylaşmayı bilmiyordu, kimisi kitapları sevmiyordu, kimisinin zihinsel bir hastalığı vardı, kimisi ingilizce öğrenmeliydi, kimisi elbecerilerini geliştirmeliydi, kimisi seküler ailesinin dinleri açıklayabilmesini istiyordu... Hepsinin yaşına ve seviyesine uygun kitap önermek gerekliydi. Burada öğrenecek çok şey vardı. Tüm kitapları okuyup, uygun olanların arasından mümkünse en pahalısını değilse ucuzunu satabilmek, olabildiğince çok satmak gerekliydi.
Zamanla kitapları da, kasayı da öğrendim. Yeni gelen kitapların kontrolünü depoya inip yapmak gerekiyordu. Bu yine insansız olduğu için bana göre en kolay işti. Aslında depo korkunç dağınıktı. Elden geçmesi gerekliydi. Dağınıklıkta yıpranan kitaplar vardı. Orada çalıştığım 6 ay boyunca elden geçirmeye hiç fırsat olmadı. Yetişemiyorduk işlere. Eleman azdı. Söyledim, müdür dikkate almadı, dalga geçti, tembel olduğumuzu ima etti. "Gençler çalışmayı sevmiyor, ben öyle değildim" demişti işgörüşmemizde. Benim için de aynı şeyi düşünmüştü, dükkana hayatımı adadığımı hissetmeme rağmen.
Müşteriler zincir mağazadakine göre daha zengindi ve çoğu kadındı. Zengin kadın fobimi burada edindim sanırım. Çocuğunun ve kendisinin en iyilere layık olduğunu düşünen bu kadınlar gün içinde rahat rahat AVM gezdiklerine göre çalışmıyorlardı. Ama tek seferde yüzlerce liralık alışveriş yapabiliyorlardı. Halbuki kitap dediğinin ucuz olanı da kıymetliydi. Onlarsa fiyatına bakmadan en süslü püslüsünü, en kuşe kağıtlısını alıyorlardı. Hizmetin de en kusur etmeyenini istiyorlardı. Yerlere eğilmeli, onların tüm azarlamalarına katlanmalı, her isteklerini anında yerine getirmeliydik. Durmadan bozulan dükkan bilgisayarı ve fatura kesemeyişimiz bizim suçumuzmuş gibi bizi azarlar, küçümserlerdi. Dükkanı dağıtmaktan, kitapları hırpalayıp hırpalayıp satın almamaktan hiç gocunmazlardı. "Sahibi olmadığın bir kitabın kapağını arkaya kadar katlamamalısın"dememişti kimse onlara. Zincir mağazada da en büyük endişe kaynağı olan "sistemde göründüğü halde raflarda bulunamayan kitap" sorununa hiç tahammül edemezlerdi. Nasıl olabilirdi böyle bi şey? Cık cık cık (işimizi düzgün yapmıyorduk). Bu müşterilerin patronun arkadaşı olma ihtimali vardı. AVM'nin en kuytu köşelerinden birinde olmasına rağmen bitmek bilmeyen bu müşteri kitlesinin sebebi patronun çevresiydi. O yüzden müşterinin sorduğu bir kitabın dükkanda olmaması en büyük korkumuzdu. Fatura sisteminin çalışmamasının bizim suçumuz olmadığını da söylemeyezdik müşteriye bu korku sebebiyle, patronu şikayet etmiş sayılırdık.
Birgün patron dükkandayken müşterinin "ne zaman gelsem fatura veremiyorsunuz, şikayet edeceğim artık" deyince, patron sıvışmak varken enayilik edip müdahil olma gereği duydu. "Haberim yok, en kısa zamanda düzeltiriz" dedi. İçimde bi şeyler hopladı. elim ayağım titremeye, gözlerim dolmaya başladı. Haberinin olmaması mümkün değildi, o kadar çok bildirmiştik ki merkeze... "Hem bakın bankamatikle ödediniz, nakit verseniz cebe mi atıyorlar diye şüphelenilebilirdi ama..." diye devam etti. Hırsızlıkla suçlanmamın ne kadar kolay olduğunu fark ettim. Tabi ki kendimi savunup suçsuzluğumu hemen kanıtlardım, fakat suçlanmak? Burda çalışmaktan başka bi şey yoktu hayatımda, ihanete uğradığımı, kısacası çok fena kullanıldığımı hissettim. Kimin için uğraşıyorum dedim. Nereye gitsem kazanırdım bu kadarcık parayı. Gün bitmedi. Nefret etmiştim hepsinden. AVM müşterisi olan herkesten, zengin olduğu için çalışmayan, çalışanın halinden anlamayan herkesten.
Sonra ayrıldım işten, yaptıkları haksızlıkları anlatan bir mail attım patronlara ve müdüre. Cevap vermediler tabi ki. Para kazanmak için işler aradım, iş görüşmelerine gittim, az paralı ne yaka taktığı belli olmayan başka işlerde çalıştım. Gittikçe daha çok tükendim. Bittim. Bu sürede hep yanımda olan biriyle evlendim. Şimdi koca parası yiyen yakasız bi evhanımı olarak evdeyim. Artık herhangi bi şekilde, bi yerde çalışmak benim için ütopya veya distopya, bilmiyorum. Korkuyorum insanlardan ve aynı kabusları tekrar yaşamaktan. Beyaz olsun, mavi olsun, tamamen tükendim. Yeniden doğmaya çalışıyorum, AVMlerin ve diğer dükkanların akşam 6da kapanabildiği bu Avrupa memleketinde, diğer Türklere bunun ne kadar doğru olduğunu savunuyorum.
Bunlar benim hep anlattığım şeyler. Çok kez kabuslarımda gördüm, önüme gelene anlattım, aylarca yıllarca dilimden düşüremediğim sıkıcı hikayelere dönüştüler. Bundan sonrası ufak bi aydınlanma:
Mecnun Kelebekler unutmaya başladığım bu zamanlarımı hatırlatmakla kalmadı, bir şeyi fark etmemi sağladı. Ütopyalarım olduğu zamanlarda parasızlık gözümü korkutmuyordu, parasız ve mutluydum. Kitap okumak ve az bi parayla bok gibi bi evde, boktan kıyafetlerle yaşamak, lüks yerlerde hiç takılmamak güzeldi. Sonra mavi yaka bile sayılmayan bu işleri ve şimdi sırasını unuttuğum diğer işleri yaptım. Saygı duymadığım insanların kölesi oldum. Onlara hizmet ederken, onlara uyum sağlamak için giyimime özen göstermek zorunda kaldım. AVMlerde yemek yiyebileceğim dükkan yoktu, çok pahalıydı. hizmet ettiğim insanlarla aramda uçurum vardı.
Evimin rutubeti, güneş almayan odası, geceleri tuvalete gittiğimde ortaya çıkan, diğer zamanlarda da gizli köşelerde cirit attığını bildiğim böcekleri, tuvaletin ne yaparsan yap yok olmayan çürük kokusu, hatta incir ağacının balkona girmeye çalışan yapış yapış yaprakları bile rahatsız etmeye başladı. Rüzgarda bir evin yamalı çatısının uçup sokaktaki bir çocuğun üstüne düşmesi, çocuğun babasının sinir krizi geçirip arabasının camını parçalaması artık hayatın kendisiydi. Kitaplarda okumuyordum bunları, bunlar gerçekti. Fakirlik akıyordu sokağımızdan. Yan apartmanda bağırıp duran kafayı sıyırmış teyze artık komik gelmiyordu, iğrençleşiyordu gittikçe. Kışın sokağa adım atar atmaz gelen kömür kokusu nefes aldırmıyordu. İki adım aşağımızdaki yalılardan da, sokaklarındaki ağaçlardan da nefret ediyordum. Ayrıca ne kadar toplarsan topla dağınıktı ev, ne kadar temizlersen temizle yok olmuyordu böcekler, sadece saklanıyorlardı. Gecekondular delik doluydu. Evin altında insanın giremeyeceği boşlukta çöp, çamur ve pislik birikmişti, kimbilir neler yaşıyordu orada. Kombiyi ne kadar yakarsan yak ısıtmıyordu, yakmıyorduk biz de. Ve fakirlik üşümeyi gerektiriyordu. Ve bunlardan kurtulmak için para kazanmak için can atar olmuştum, yapamıyordum, nasıl para kazanacağımı artık bilmiyordum. Ütopyam kalmamıştı. Hayal kurmak artık kitabımda yazmıyordu. Tüm hayallerim kabusa dönmüştü. Hayal kurmadan, gerçeklerle yüzleşip beyaz yakalı işlere başvurmaya da zaten cesarteim kalmamıştı. Ne iş olsa yapardım fakat bu tür işlerde çok çalışıp az kazanmak zorundaydım. Kurtuluş yoktu. Tek başımaydım. Kollektifliklerden de nefret ediyordum.
Kitabı okurken o evi bi zamanlar ne çok sevdiğimi hatırladım. Aklımda sadece rutubet-böcek ve soğuğun kalmasının sebebini anladım. İki yaka da beni dışlamıştı, ikisine de ait olamamış ve bunun acısını o evde çekmiştim. Hayal kurabildiğim zamanlar böcekler barışmam gereken ufak bi problemken, hayallerim tükenince çaresizliğimin göstergesi oluyordu. Tuvaletin çürük kokusu parfümlü bi sıvıyla temizlenince geçerken, artık nasıl olsa tekrar geleceği için temizlenmesi gereksizleşmişti. Çalıştığım yerde mavi yaka olup, evde bu tür problemlerim olmasaydı, daha uzun süre dayanabilirdim. Fakat ev durmadan hatırlatıyordu bana müşterilerimle aramdaki farkı. Ve aldığım eğitim müşterilerime bu düzeyde değil, bi ofiste hizmet etmemi, daha yüksek maaş alıp bu lanet evden çıkmamı emretmişti. İsyan etmeseydim geceleri böcek korkusu olmadan uyuyacaktım hiç olmazsa. Bu ihtimali hiç düşünmedim. hiçbi şey düşünemedim. Sadece pes ettim. İşte aydınlanmam buydu: Reşitpaşa'daki o gecekonduyu sevmeyi neden bıraktığımı bu kitapla anladım.
Kitapla yaşadıklarım arasındaki bağı nasıl kurduğumu, karakterleri açıklamam, bikaç alıntı yapmam güzel olurdu belki. Fakat şimdilik burada bitirelim, yoruldum. Kitabı okuyanlar aradaki bağı mutlaka anlayacaktır. Şimdilik sır kalsın n'apalım.
Güncelleme: Kitaba Gelirsek...
Düşünme hastalığı olan bir Filiz var elimizde. Gündelikçi yani temizlikçi. İşini yaparken, yürürken, otobüste, evinde, yemek yerken, giyinirken, yatakta, uyumaya çalışırken, insanlarla konuşurken, alışveriş yaparken birbirine bağlanıp duran düşüncelerden bir türlü kurtulamıyor. İçinde bir Filiz var ki, hiç susmuyor. Yüksek sesle dile getirse deli diye kimsenin ciddiye almayacağı düşünceler... O kadar çok konuşuyor ki içindeki kendisi, gerçek insanlarla konuşamıyor, donup kalıyor, dalıp gidiyor. Düşüncelerinden kurtulması için karşıdakinin bağırması gerekiyor. Yine de bir şekilde devam ediyor hayat.
Filiz'in temizliğe gittiği mekanlara gidiyoruz yazarla birlikte. Hepsinde farklı bir patron. Tam 10 farklı patronu var. Haftanın 6 günü çalışıyor, çarşambaları izinli. En çok haftasonu ofisi temizlemeyi seviyor. Çünkü hiç insan yok, patron başında beklemiyor. Diğer evlerde sürekli kontrol eden herbiri diğerinden ayrı bi terane olansahipleri var. Canları sıkılınca küçümsüyorlar, bi şeylere kızıp gündeliğinden kesiveriyorlar. Filiz cevap olarak yine dalıp gidiyor.
Filiz'in kızı var, Nilay, market kasiyeri. Derslere kafası bi türlü basmadığı için liseyi yarıda bırakmış. Hayatının kasa dıt dıtından ibaret olması ve ergenlik ve her şey üstüne üstüne geliyor. Genç yaşta yetişkin olmuş. Delirmenin eşiğinde gibi duran annesine -bazen bıksa da- göz kulak olması gerekiyor. Çünkü babası bırakıp gitmiş. Çünkü babası devrimci, özgür. Yani dışkısal olan her türlü maddi ihtiyacı olabildince en aza indirerek yaşamaya karar verivermiş. Bi de tabi Filiz'den, dalıp gitmelerinden, deliliğinden bıkmış. O da bırakıp gidivermiş. Filiz hala İsmet'in (devrimci kocanın adı bu) dönmesini bekliyor.
Bir de ot karışımlarıyla büyü yapan Vedia var. Filiz gibilerin ürkekliğinden beslenip neşe saçıyor. O'nun kör bir oğlu var, masum ve muhtaç. Koca adam. Vedia'nın bir de yeğeni var: Cemal. Gönül yarası olan, ne yapacağını bilemeyen, saf olmasa da temizlikten kaynaklı ürkek, sessiz bir ruh. Bir de Reis var, Reis-i Cumhur. Tebdili kıyafet dolaşıyor geceleri, halkın nabzını tutuyor sözde. Tek arzusu normal olabilmek aslında. İzole hayatından uzaklaşmak, kendisinden nefret eden insanların arasına karışmak ihtiyacı duyuyor, nefretlerini bi türlü anlayamasa da.
Kitaptaki her bi bölümde bu insanların birini takip ediyoruz. Hepsi bi şekilde düşünme hastası Filiz'e bağlanıyor. Biri Türkiye'nin yüzü diyor O'na. Ve istisnasız herkes bir çiçeğe benzetiyor O'nu. Kesinlikle neşeli bir çiçek değil, küskün, kurumuş, solmuş... Hepsi kafasına göre bi sıfat bulup yakıştırıyor Filiz'in fakir ve bi türlü çözemedikleri güzelliğine. Bi taraftan nefret edip bi taraftan çiçeğe benzetiyorlar. Dertli bile olsa, çiçeğe benzeyişini kıskanıyor gibiler.
Filizle Nilay'ın evinde biz de yaşıyoruz. Çünkü elektrikler yok. Nesnelere dokunarak ilerliyorlar. Gündüz gözüyle görseler bile öyle bir anlatıyor ki yazar, her nesneye dokunabiliyoruz. Yerdeki halının ipleri arasındaki saç tellerinden biz de rahatsız oluyoruz, mumla sigara yakmaya çalışırken çıtırdayan saçlarını umursamayan veya farkında olmayan Filiz gözümüzün önünde kolayca canlanıveriyor. Dolayısıyla buram buram alıyoruz fakirliğin, boşvermişliğin, ümitsizliğin kokusunu. Sabahların olmasının zorunluluktan başka anlamının olmadığı evlerden burası. Zorlukların sevgileri yok ettiği, sevgisizliğin her şeyi daha da zorlaştırdığı evlerden.
Ve markette Nilay'la birlikteyken de, Filiz'le temizliğe gittiğimizde de, zenginliğin her ayrıntısını inceleme imkanı sunuyor yazar bize. Sahiplerin tavırları, öncelikleri, eşyaları, kıyafetleri, konuşma şekilleri, günü öldürme yolları ve hizmet sunan kişilere bakış açıları... İşte bunları gördükçe anlıyoruz ki Nilay'ın ve özellikle Filiz'in sahip olduğu yaşam biçimiyle evindeki arasındaki o büyük fark hayatlarındaki zorlukların sebeplerinden biri. Belki Filiz'in düşüncelere dalmasının, insanlara karışamamasının, kendinden sıkılmasının, yaşamak istememesinin, daha doğrusu yaşamla ölüm arasında fark görmemesinin sebeplerinden biri, bu fark.
Bu farkı düşünmemek mümkün mü? Bütün gün çalışıp başkalarının pisliklerini temizlerken, kazandığın paranın onların gelirinin onda biri bile olmaması, bu paranın bi türlü yetişmemesi ve hepsinden önemlisi insanca muamele görememek....
Alıntılar:
26-Filiz düşünüyordu. Sabahtan beridir toplamadığı yatağının içinde bir sigara yakmış, sanki o sabah her şeyi düşünmek mümkünmüş gibi...Fakat her şeyi düşünmek istedikçe hiçbir şey düşünmediğini anlamak onu bitiriyor, sıkıntıyla bir sigara, bir sigara daha yakıyordu.
27-"Bundan daha fazla ağlayamam" diye düşündü...
27-"Günler kısalacak,"diye düşündü. "Kısalsın," dedi, omuz silkti. "Bana ne? Erkenden akşam olsun, gece olsun daha çok uyuyalım."
29-"Patronlar hep böyle," dedi fısıltıyla. "Kel ve göbekli. İnce uzun olanlar yolun çok başında."
31-Hayır, sol ele yazı yazmayı, resim çizmeyi filan öğretmek yersizdi. Onun tembelliğine gerçek bir sanatkarmış gibi hürmet etmek demekti bu.
32-"Çok düşünüyorum," dedi, "bu böyle olmaz. Belki de artık hiç düşünmemek için evler, apartman daireleri değil, koskoca hanlar, hamamlar temizlemeliyim.
34-Hiçbir şey düşünmemeyi düşünmek düşüncelerin en beteri, en yorucusuydu.
44-Sözle ölmüyordu İsmet. Sözle belki çok yaşlılar, kalbi, tansiyonu, astımı olanlar ölebilirdi. Bir de kitaba düşkün olan hassas ruhlar. Onca kitap okumuş olan İsmet sözcüklere karşı aşılıydı. Çünkü onun okuduğu siyasi kitaplar bünyeyi kuvvetlendiren vitaminler gibiydi. Sözcükler dirençli, mantıklı, savaşçıydılar... O çocukken kitaptan ölen birini tanımıştı mahallede. Genç bir üniversite öğrencisi. Salim. Zayıf, uzun, sarı, gözü yerden kalkmayan bir oğlan diye hatırlıyordu onu. Çok şiir okumuş, bir gün dayanmamış, işte öyle öldü demişlerdi.
113-Bazı mumlar, bazı insanlar gibi dirençli değildi. Böylelerinin ışıkları da olmuyordu tam. Eğik gölgeler yaratıyorlar, korkuya, daha çok korkuya zemin hazırlıyorlardı. Bazı ışıklar bazı karanlıkları daha çok büyütüyordu. Onlar olmasa karanlık daha evcil bir şey olacaktı. Ama tam bir ışık gibi olmayan ışık, karanlığı derinleştirip devleştiriyordu...Bu, bu işte o mumlardandı. Bazı insanlar gibi, baştan kaybeden bir mumdu bu. alevle tatlı tatlı, yavaş yavaş erimeyecek, bir anda onun zayıf tabiatından güç alırmış gibi devleşerek mumu hızla yakacaktı. Dans edemeyeceklerdi...
114-Belki de işlerine bencilce ruhunu kattığından böyle oluyordu. Oysaki kendi ruhu... Sahici olan her şeye aldanıyordu, yolunda sessiz sedasız yürümeyi severek. Ve aldanarak yürüyordu.
115-Yaptığı işe kendini tam anlamıyla veren insanların halini görmüştü bu işte. Mühür vurulmuştu, iş yapanın eseri olmuştu.
133-Yağmuru severdi, biri onun için onun yerine ağlıyormuş gibi gelirdi ona. Biri onun için üzülüyormuş ve herkesi üzüyormuş gibi gelirdi.
160-Doğum ilkesiyle ilk kez karşılaşmış gibi şaşkındı...Fakat bunca devinim, sonra ölmek, sonra çılgınca yeniden devinim... Bütün bunlar ne içindi?
204-"Bir kapitalist" diyordu, "hem Allah'a hem de paraya aynı iman gücüyle inanamayacağından o parayı seçer. Ancak devrimci halk çocukları hem Allah'a hem de insana aynı anda inanabilir. Bunda bir çelişki yoktur." Bu tezini de kimselerle paylaşmıyor, içinde değerli bir hazine gibi saklıyordu. Çünkü erken açıklanan düşüncelerin kaderi sahiplerininki kadar kötü olurdu. Ancak dini, devrimciliğin bir karşıtı gibi sunmak ona hiç mi hiç doğru gelmiyor, hatta toplumu okuyamamanın bir sonucu olarak görüyordu.
211-İçindeki yaşlı kadını dışarı çıkarmışlardı işte.
212-Kar yağar gibi bombalar yağarken gökten, haberlerde gördüğü kadınların beddualarını, Allah'a açtıkları ellerini düşündü. Orada her şey yıkılmıştı ve hep bebekler, bebekler doğuyordu. Ahir zamanın geleceksiz bebekleri ağlaşıyorlardı. Üstlerinde bir dam bile olmayan ana babalar nasıl da sevişiyorlardı?
216-Filiz o an boş, bomboş bir günü düşlemişti.
217-Böylelikle sır olmayan bir sır nefret tohumlarıyla birlikte serpilip büyüyerek...
220-Çünkü Vedia hayatta hiçbir işe yaramasa da alışkanlık yapanlardandı.
220-...öyle çok konuşuyordu ki, yine de yorulup başı ağrımıyordu.
233-Nefretlik bir görüntüydü, fakir.
234-(AVM'den bahsediyor) Fakat asıl işlevi insanların zenginliğe teşvik edilmesi olduğundan görevini bir süre başarıyla sürdürmüş, çevre insanının gözüne gönlüne doygunluk, kalplerine se mutsuzluk aşılamıştı. Bu, ahalinin daha önce tatmadığı türden bir mutsuzluktu. İçleri kıyılıyor, artık yaşamı da pek anlamlı bulmaz oluyorlardı. Kapısından ağlayarak, höykürerek çıkan çocuklar ve kadınlar görülmüştü. Çocuklar ellerindeki pamuk şekerleri atıp tepiniyordu yerde. Gözlerini sanki bambaşka bir hayatın ışığı bürümüştü.... Filiz çevresinde bu alışveriş merkezi yüzünden hırslanarak zengin olmaya çalışan kimse de tanımıyordu. Dolayısıyla merkezin işlevi kendi kendine tükenmiş, yatakta ölümle pençeleşen bir ağır hasta gibi gönlünün mumu sönmüştü.
235-Işıklar dünyasında alınan her biçim onu bezdiriyordu. Karanlığın şekle gönül vermeyen bir gururu, ağırbaşlılığı vardı.
237-Filiz hırsla tuşa bastı, telefon ekranı karardı. Sigarayı çantaya, telefonu da yere attı, tam ezecekti ki; aklı başına geldi...
238-Filiz bir insanın işinin hem var hem yok olması durumunda neler hissedebileceğini bilemedi.
239-Filiz mankenlerden belli belirsiz ürküyordu. Gizli bir amaca bağlanmış, donuk bakışlı robotlar gibiydiler.
239-İflasın çürük kokusu duyuluyordu her yerde. Boşa çıkan umutlar, kazanma hayalleri, allı pullu ışıklar altında sabahtan geceye çalışan onca insan, onların alınmayan son maaşları, aileleri, çocukları. Çark durmuştu. "Bu İsmet'in bahsettiği şey değil miydi?" diye düşündü. Her zaman çarkın durmasını isterdi. Ama neticede dünyamız koca bir çark değil miydi? Yoksa İsmet gizli gizli kıyameti mi özlüyordu? Peki o son gıcırtı ne zaman duyulacaktı?
242-Bu kısacık günlerin ve upuzun gecelerin olağanüstülüğüne dayanamıyordu artık. O, bitmeyen geceleri sevse de intihar eden kadın gibi nicesi günün ve gecenin denge içinde olduğu bir hayatı özlüyor, hemen gelmeyeceğini adları gibi bildikleri bu hayatın özleminden deliriyorlardı. Güzel bir bahar sabahını görmek için neler vermezlerdi ki?
259-...çok yaşamakla neyi öğreniyorduk ki? Tecrübe ancak ölmemeyi sağlarsa tecrübeydi.
260-Çatısı olmayan binalara güvenmemek gerekli, diye düşündü. İki yana eğimli, kırmızı kiremit çatılı bir Adliye Sarayı'nde belki her şey daha farklı olurdu.
294-"Ben buraya iş yapmaya değil, oturmaya geldim," dedi Filiz gururla.
296-"Bu bilinç buna nereden geldi acaba?"
Not:
Bu konuyla ilgili Ahu Öztürk'ün yönettiği bir film var, Toz Bezi. İzlemedim henüz, merak ediyorum. Diğer meraklılara duyurmuş olayım. Fragmanı da şu:
Çoğunluk'u izledim, kendime gelemiyorum. Az buçuk düzgün olan psikolojimin içine etti. Hakkında okuduğum, piyasada bol bol bulunan yazılara benzemeye çalışan bi yazı daha yazmak lazım aslında, öyle derin bi didikleme gerektiriyor film ama fakat lakin hiç halim yok. Diyecek bi şey bırakmamışlar ki. Sessizlikle anlatmış her şeyi film. Diğer çoğu festival filmi gibi sıkıcı sessizlikle de değil. Ne olduğunu anlatmayan, "sonrasında kesin önemli bi şey olacak" dedirten ama hiçbi şey olmayan, sanat olsun diye aralara serpiştirilen sessizliklerden de değil. Ahh, içim şişti.
Ataerkil düzen, erkeklik, adam olmak, iktidar, güçlü olan başkasını siksin düzeni....
(Spoiler: Sonunda silahı çekip babasını vuracağını düşündüm hep, kendimi buna hazırlamıştım. Hiçbi şey yapmaması, her şeyin aynen devam etmesi daha da yorucu, vurucu oldu. Ah be...)
Öyle bi içimi döküp rahatlayayım dedim ama olmuyor. 3 tane feel good movie izlesem anca toparlarım herhalde.
Bu plastik sandalyelerden, bu televizyonlardan, bu lezzetli ama muhabbetsiz sofralardan, bu suratsızlıktan, bu cahillikten, bu cahillikle gurur duymaktan, bu nefretten, nefret ederek, ezerek güçlenmekten, bunlara rağmen ışıl ışıl para kazanmaktan, vatana millete hizmetten, ailesine çoluğuna çocuğuna bakmaktan, gri manzaralardan, arabayla dolaşmalardan, inşaatlardan, iş konuşmaktan... hiç kurtulamayacak mıyız?
(Aha bu da spoiler: İnsan gibi konuşmaya geldiği halde dilenci muamelesi gören, dayak yiyen Erkan Canlar, yaşamayınız. )
Dün durup dururken şu kadınla karşılaştım, Rembrandtplein'de, Art Market standları arasında:
Bi şeyler anlatacak gibiydi, anlatmadı. Durmadan konuşur gibi de bi hali vardı halbuki. Yanındaki resimlere bakmak için yaklaştım. Benimle bi derdi vardı kadıncağızın, neydi, öğrenmem lazımdı. Bol bol insan vardı standda, bayılırım. Üstüste çıkmış, oraya buraya bakan portreler. Çizgiler çok net gibi ama aynı zamanda belirsiz gibi. Tam sevdiğim gibi. Temiz kağıt rayıp bulmaya üşenmiş de gazetelerin üzerine çiziktirivermiş gibi... Bi şeyler tanıdıktı.. Kartpostalların olduğu albümleri kurcaladım. Şu kadın çıktı karşıma bu kez de:
Anladım ki öbürünün asıl diyeceği bu resimmiş. Haber vermiş albümde gizlendiğini. Al götür diyor, sürekli yanında dursun, diyor. Dinlemeyeyim, kıçıkırık bi resim güzelinin gazına gelmeyeyim dedim, tur attım diğer standlarda. Olmadı, geri döndüm, yaşlı kadın hala beni bekliyordu. Sigarası sönmüş, yenisini yakmıştı.
Ressamla muhatap olup fiyatını sormak, para vermek, paketlenmesini beklemek o kadar anlamsızdı ki o an... Beni bekleyen bi kadın vardı bu kağıtta, bi an önce alıp gitmem, O'nunla tanışmam gerekliydi sadece. Ama tabi ki ressamcağızı korkutmadım, paketlenmesini bekledim. Muhabbet etmek ister gibi bakan gözlerine gülümsedim. Acelem vardı, ressamın resimle arama girmesine müsaade edemezdim, yeterdi bu kadar lagaluga!
Ressam: Mimi Ventura. Şimdi tekrar görsem güzelce bi sarılırım, bi güzel teşekkür ederim beni bu iki resimle tanıştırdığı için. Bitmesin yaratışı.
www.mimiventura.com/
Sosyolojik, kitaplı, filmli, az buçuk karizması olan bloğumun karizmasını çizmek, evhanımı olduğumu çaktırmak gibi büyük riskler alarak bloga yemek tarifi yazmaya karar verdim.
Yemek yapmakla aram pek yok açıkçası, yapma zorunluluğu olan her şeye gıcığım olduğundan olsa gerek, yemek yapmak da sık sık nefretimden payını alıyor ve öğünlerim peynir ekmekle geçebiliyor. Bunun sebebi, küçüklüğümde annemin mutfak işi, el işi, ev işi gibi bi kadının becermesi gerekli görülen her şeyi kafama zorla sokmaya çalışması olabilir. Veya tembel bi insan olmam da olabilir. Fakat mutfak denen yer temiz tutulması gereken (böceklenir yoksa), su/kahve vs tedarik eden ve acıkıldığında "off ne yesem" denilen yer benim için çoğunlukla.
Fakat bunun şöyle bi iyi yanı var: Çoğunlukla nefret edilen her eylem gibi, uzak durulduğunda kendini özletiyor kerata. Arada bi ilham geliyor, yemek yapmak istiyorum. Tezgahı güzelce temizleyip, önlüğümü boynuma geçiriyorum, ilhamı stabil hale getiren müziği açıyorum -ki bu müzik güne, havanın rengine, ruh halime göre değişebiliyor, bugün Onur Akın'dı mesela, enteresan-, alkollü/kafeinli içeceğimi de yanıma alıp sakince başlıyorum.
Bazen kafama göre gidiyorum, bazen internetten tariflere bi göz atıp, kafama göre yeniden şekillendiriyorum.
Bugün internetten havuçlu mantarlı tavuk sote (çünkü evde bunlar vardı) tarifi bakarken aklıma geldi, bu sefer fotoğraflarını çekip yazı hazırlayayım dedim. Belki kanatlikedi'de yayınlarım, belki yemek tarifi sitelerine satar, paraya para demem. Hiç olmazsa "ben bi tavuk yapmıştım ya, güzel olmuştu, nası yapmıştım acaba?" deyince açıp bakabileceğim bi yer olur...
Açık konuşalım, tarifi satmayı düşündüm, o işte yok denecek kadar az para var, hele ki benim gibi arada bi düzgün yemek yapan insanlar için... Ben de üç kuruş için yarime ihanet etmeyeyim dedim, kürkçü dükkanına döndüm.
Başlayalım o zaman...
Sebzeli Tavuk Sote:
Yanında başka yemek yoksa 3 kişilik
Pilavla birlikteyse 4 kişilik
Hayvan gibi açım diyorsanız 2 kişilik
Çok aç değilim ama çok yapayım, yarına da kalsın diyorsanız 4 porsiyonluk
Malzemeler:
400 gr tavuk göğsü
1 kase havuç konservesi (220gr)
Yarımşar tane sarı, kırmızı ve yeşil, etli dolmalık biber
3 diş sarımsak
1 orta boy soğan
250gr ayıklanmış doğranmış mantar
4 yemek kaşığı sıvıyağ (sanki tek tek kaşıkla koymuşum gibi çek pampa)
1 yemek kaşığı salça
Tuz
Karabiber
Pul biber
Nane
Hazırlanışı:
1. Tavukları yıkayıp küçük küçük doğradım. Derin, geniş ve kuru bi tavada sıvıyağ kızdırıp tavukları kısık ateşte kapağı kapalı olarak pişirmeye başladım.
2. Tavukların rengi pembeden beyaza dönünce ayıklanmış ve doğranmış olarak satılan mantarı üstüne ekledim. Ayıklanmış mantar bulamazsanız mantarı nasıl ayıklayabilirsiniz? Ben de bilmiyorum. Şimdilik sadece mantarsız yapmayı önerebilirim.
3. Soğanları soyup yarım hilal şeklinde doğradım. Şekli çok önemli değil, bütün bütün atmayın yeter. Mantarlar da pişmeye başlayınca soğanı tavaya ekledim. Bu sırada altı hep kısık ateş ve kapağı kapalı.
4. Şimdi biber zamanı. Dolmalık biber şeklinde ama kesinlikle biber dolması yapmaya uygun olmayan bi biber türü bu. (Şöyle) Çünkü çok etli ve tadı da şekerli gibi. (Anneciğim zamanında zorla öğretmişti: Biber dolması için ince kabuklu biber gerekirmiş. Gurbet ellerde dolmalık biber bulmak zor olduğundan yine de denemiştim bi keresinde, olmamıştı.) 3 renk bir arada satılıyor. Türkiye'de de bazı marketlerde görmüştüm. Bunlardan bulamazsanız, renk olsun derseniz, kapya biber denen kırmızı biberden de katabilirsiniz.
Biberleri de küp, dikdörtgen prizma vb şekillerde doğradım, soğanlar azıcık pişince tavaya ekledim. Mantığım basit: Bir önceki eklediğin şey birazcık pişince, yenisini ekle.
5. Sırada havuç var. Burada kavanoz içinde konserve havuç satılıyor. Soyulmuş, doğranmış, pişmiş. O yüzden havucu en sona, yani biberin pişmesinden sonraya bıraktım. Elinizde pişmiş havuç yoksa normal havucu soyup küçük küçük doğrayıp biberle birlikte eklemeniz daha doğru olabilir.
6. 3 diş sarımsağı da soyup her dişi 3-5 parçaya bölüp tavaya ekledim. Ağza gelen pişmiş sarımsak tadını seviyorum. Sevmeyenler daha minik minik doğrayabilir.
7. Yaklaşık 2 yemek kaşığı salça koymuştum, bana fazla geldi, fazla kırmızı oldu. 1 yemek kaşığı yetebilir. Salçayı katıp malzemeyi çok parçalamadan hafifçe karıştırdım.
8. Sebzelerin, tavuğun ve mantarın saldığı su salçayla birlikte gözden kaybolunca hemen su kaynatıp ekledim. Yaklaşık 1 su bardağı.
9. Son olarak 3 çay kaşığı tuz, azıcık karabiber ve pul biber, 1 çay kaşığı kadar da nane ekledim. Kapağını kapatıp altını iyice kıstım. 10 dk kadar da öyle pişirdim.
Not: Olur da okuyan olursa yorumlarınızı beklerim. Hani "o öyle yapılır mı hiç!" olur, "aaa ben de yaptım bi boka benzemedi", olur, "aaa hiç yakışıyo mu sana böyle terbiyesiz laflar", olur, "ben de yaptım seninkinden güzel oldu", olur... Her türlü yoruma açığım. Hatta "gündem bu kadar yoğunken ne boş işlerle uğraşıyosun" olur, "yav sen çok boş kalmışsın ehehehehe" olur, "bunun için mi okudun sen?" olur.... Saftiriğim ya ben, her türlü yoruma açığım. İnsan nası her türlü yoruma açık olur ya, bırak allasen... İnsan gibi yorum yapın len!